29 Eylül 2017 Cuma

6. Sarı Şerit

Sarı Şerit

Ege’nin adının Ege olmasının bir Ege çocuğu olması ile zerre alakası yoktu. Hiçbir hikayesi yoktu hatta adının Ege olmasının. Adı kadar alakasız ve hikayesiz de bir soyadı vardı ‘Aslan’. Kürt bir anne ile İç Anadolulu bir babanın yasak aşklarının yaşayan tek meyvesiydi. Babası Siirt’de vatani görevini yaparken, bir çarşı izni esnasında; anasının da babasının da kıçına dikenler bata bata gerçeklemişti her şey. Sonra da Yozgat’ta geçen bir çocukluk. Acemi birliği Eskişehir olsa da; milyonda bir ihtimalin gerçekleşmesi ile Yozgat’ta geçen bir askerlik ve tekrar Yozgat’ta devam eden bir hayat. Ege 23 yaşındaydı ama hiç Ege’ye gitmemiş, hiç de gitmek istememişti.
Truman Show’u izlemişti bir akşam ana haberden sonra Show TV’de. Sonra uzun uzun düşüncelere dalmıştı. Sonra filmi arkadaşlarına anlatmıştı da hiçbir arkadaşından istediği reaksiyonu alamamanın kırıklığını tüm hafta hissetmişti. Zaten arkadaşlarını o seçmemiş, coğrafya tayin etmişti. Yozgat’ta herkes sıkılıyordu ama en çok Ege sıkıyordu.
Adliyenin karşısındaki çay bahçesinde garsonluk yapıyordu yıllardır ve yıllardır adli olaylara kulak misafiri oluyordu. Sonra 208 kaderdaşı gibi kendini olayın için buldu, kendisi olay oldu. Polis arabaları gelip herkes dağılıp kalabalığa karışırken Ege bir an duraksadı. Arada sırada çay ocağına gelen polisleri, zanlıları, avukatları düşündü. Kendini bulmaları ne kadar sürer diye kafasında bir tarttı. Güvenlik kameraları, otobüs biletleri, cep telefonu sinyalleri, tanık ifadeleri... Vardı biraz süresi, şansı da yaver giderse bir hafta rahat rahat saklanırdı. Sonra kendini tarttı, hiç kaçası yoktu. Adrenalini maksimumda, enerjisi tamdı ama ayakları gitmiyordu.
Bir sigara yaktı, plazayı gören köşedeki elektrik lambasına sırtını yasladı. İnsanlar koşuşturup duruyorlardı. Güzel kadınların gözyaşları makyajlarını akıtıyordu ve selfi yapıyorlardı. Takım elbiseli adamların hepsinin elinde cep telefonu vardı ve onlar da ya fotoğraf çekiyor ya da birilerini arıyorlardı.
Dört polis arabası yakalayabildiğini yakalamıştı. Sonra ambulanslar geldi. Hem de ona yakın, plazanın önü siren sesleri ile ışıkları ile yankılanıyordu. Sonra beş altı polis arabası daha geldi. Daha siyah kıyafetleri olan zırhlı polisler plazaya girdiler. Daha siyah kıyafetli polisler plazadan çıkınca da ambulans görevlileri geldiler.
Polis filmlerde olduğu gibi sarı şeridi çekti.
Plaza insanları şeridin içinden çıkmak istemiyorlardı, biraz önce ağlayan plaza kadınları şimdi kendilerini yerlere atıp ağlama krizlerine giriyorlardı. Ege en yakın tanığı olduğu için adı gibi biliyordu ki, yarım saat kadar önce hiçbiri engellemeye kalkmadıkları gibi pek umursamış gibi davranmıyorlardı. Sigarasından derin bir nefes aldı ve “Tiyatro!” dedi Ege seslice. –önemli sayılabilecek bir not: Ege hayatı boyunca hiç tiyatroya gitmemişti-
Polisin sarı şeridin içindeki iyi yüzlü plaza insanlarını boşaltırken insanlar sarı şeridi gördükleri gibi zombi gibi şeride doğru yürüyüp polislerle sohbet edip bilgi toplamaya çalıştılar.
Herkesin elinde cep telefonu vardı, kimisi fotoğraf çekiyor, kimisi video çekiyor, kimisi telefonun dolan hafızasını silmeye çalışıyor, kimisi çektikleri video ve fotoğrafları çeşitli sosyal medya hesaplardan paylaşıyor, genç bir kısmı ise sosyal medya hesaplarının canlı yayın yapıyor ve yarım yamalak duyduklarını zamanın Reha Muhtar haberciliği tarzında anlatıyorlardı. Ve o an çevrede gerçeği bilen sadece Ege vardı.
Küçük adımlarla yürümeye başladı sarı şeride doğru. Tam karşısında sarı bıyıklı bir polis memuru vardı. Şeridin altından geçince sarı bıyıklı polis Ege’ye selam verdi, Ege de selamını aldı. Yüzündeki ifadesizlikten ya da soğukluktan olacak ki sarı bıyıklı polis muhtemelen Ege’yi komiser falan sandı. Yoksa üzerindekiler gündelik kıyafetleriydi. Öyle takım falan yoktu.
Sağa sola çok bakmadan kendinden emin adımlarla plazaya girdi Ege. Plazanın girişinde tam bir hengame vardı. Herkes birbirine bir şeyler soruyor ve durumu anlamaya çalışıyordu. Tarikat, sendika, terör, komünistler sözleri yankılanıyordu duvarlarda. Bazı polisler fotoğraf çekerken bazıları ise parmak izi toplamaya çalışıyorlardı.
Merdivenlere doğru yönelmek ile asansörü kullanmak arasında tereddüt etmişti ki Ege; tam o anda asansörden iki güneş gözlüklü iri polis inince önce duraksadı. Onlar selam verince selamlarını aldı ve asansöre doğru yürüdü.  27. kata bastı ve tam otomatik kapı kapanırken mini etekli sarışın bir kadın bağırdı. “Lütfen kapıyı tutar mısınız?” Ege asansörün arasına ayağını koyup kapıyı tuttu.
Kadın asansöre biner binmez kendini tanıttı. “Teşekkür ederim. Ben Komiser Buket, olay yeri incelemeden, siz peki?” dedi. Ege duraksadı. Derin bir sessizlik oldu, asansör hızla katları çıkıyordu, sonra aklına ilk geleni söyledi “Ben de Baş Komiser Ege. Narkotikten” asansörde derin bir sessizlik oldu. Komiser Buket olayın narkotik bağlantısını düşünürken Ege de söylediğinin ne kadar saçma olduğunu düşünüyordu. 27. Kata geldiklerinde Komiser Buket “Narkotik ile ilişkisi ne Baş Komiserim?” dedi. Ege de “Bilmiyorum valla; çağırdılar geldik, göreceğiz” derken hiç Baş Komiser gibi değil de, daha çok bir çaycı gibi konuşuyordu.
Asansörden inip beraber odaya girdiler. Buket Komiser cesedi görür görmez “Aman Allah’ım! Bu nasıl bir canilik?” dedi. Birkaç saniye baktıktan sonra gözlerini çekti hemen. Ege’de ise parçası olduğu bu eser hakkında zerre bir heyecan gelişmedi. Savcı gelmeden ceset kalkmayacak muhabbetinden başka hiçbir şey konuşulmuyordu ortamda.
Komiser Buket ile beraber aynı asansöre binmenin verdiği manasız birliktelikten ve ortamda başka kimseyi tanımamanın verdiği durumdan kaynaklı olarak köşede sigaralarını içmeye başladılar. Buket Komiser muhtemele hiperaktif bir karakterdi. Bir sağa bir sola yürüyüp duruyor, oda içerisinde sağa solu geziyor, gezerken de kolundan tuttuğu Ege Baş Komiseri! çekiştirip bir şey anlatıyordu. Ege’nin aklı ise savcıdaydı. Savcıyı izleyecek, sonrada selam vermeden, sadece selam alarak uzaklaşacaktı.
Çok geçmeden bir hareketlilik oldu. Savcı Hanım geliyor, sesleri herkesi telaşlandırdı. Asansörden inip cesedin yanına gelene kadar sadece topuk sesleri duyuldu. Odaya girince ise herkesin kalbi birkaç saniyeliğine durdu. Güzel bir kadın değildi belki ama kesinlikle bir enerjisi vardı. Seyrelmiş saçlarını arkaya doğru yapıştırmıştı ve uzun küpeleri vardı. Savcı sanki Komiser Buket’in otuz yıl yaşlanmış hali gibiydi ve çok daha karizmatiği. Cesede yaklaştı. Göz ucuyla baktı. Sonra Buket Komiseri ve Ege’yi parmağı ile gösterip. “Yakalayın bunları!” dedi.
Polisler bir dakikadan daha kısa süre sonra ikisini de ters kelepçeleyip savcının önüne oturttular. Savcı cep telefonlarını karıştırdı biraz ikisinin de. Sonra Buket’e dönüp “ Buket Fındık! Demek yedi yıldır gazetecilik öğrencisi ve blogersın ha! Ortamı güzel çekmişsin, her ayrıntı var.”  sonra Buket’in telefonunu kurcalamaya devam etti “Bloğunu bakıyorum da, yazılarında fena değil. Gerçekten de polise benziyorsun, polis arkadaşları kandırmana şaşmamalı. Çantandaki açıklıktan telefonunu fark etmesem ben bile inanabilirdim. Bu gece misafirimiz olacaksın genç bayan, belki yarın gece de. Telefonundaki görüntüleri elbette sileceğiz, sonra da serbest kalacaksın. Sakın ama sakın konu ile ilgili bir haber videonu ya da bloğunda bir yazını görmeyeyim. Anlaşıldı mı? Yoksa bilirsin her suçlu olay mahalline geri döner derler”. Son cümlesini söylerken gözleri her şeyin farkındayım dercesine Ege’yi süzüyordu.
Savcı Bukete baktı ve tekrarladı “Anlaşıldı mı!”
Buket titriyordu, “Anlaşıldı efendim” dedi.
“Sıra sende Ege Aslan. Arkadaşının düğününde halay çektiğin birkaç foto. Gül ve cami resimleri üzerine yazılı kandil paylaşımları ve sadece erkek arkadaşlarla dolu bir Facebook sayfan var. Burada olmanın nedeni çok belli. Sen de o adamlardan birisin değil mi?”
Ege sakince hatta gülümsemeye kaçan bir yüz ifadesi ile “Evet” dedi
“Bu adamı neden öldürdüğünüzü biliyorum. Tek merak ettiğim kaç kişisiniz ve nasıl organize olduğunuz? Eğer anlatırsan az yatar çıkarsın. Hadi Ege, konuş evladım”
Ege aynı sakinlikle “Konuşmama hakkımı kullanıyorum” dedi.
Savcı hiç şaşırmadı. “Daha konu hakkında konuşacak zamanımız olacak Ege Arslan” dedikten sonra polislere “Götürün bunları!” diye bağırdı ve olayın canlı şahitleri hayat kadınlarının yanına doğru yürümeye başladı.

Ege önce Silivri Cezaevine gitti; sonra birkaç kavgadan sonra da İzmir’e, Kemal Paşa Cezaevine nakloldu.