30 Nisan 2014 Çarşamba

KOMODO’NUN GEMİSİ

                                               KOMODO’NUN GEMİSİ
-thich quang duc’a -                         
Kendinden su terazili malayı duymuşsunuzdur ya da çektiğinizde okyanus esintisi yaratan sifonu peki horlamayı önleyen atletleri hatta piknik tüplerle entegre çalışan mangalları? Hepsi Yıldırım’ın babasının hem projelendirdiği hem de pratiklendirdiği şeylerdir. Vurgulamaya gerek yok sanırım; Yıldırım’ın babası çok zeki bir insandır, annesi ise babasının halasının kızıdır. Yıldırım babasından yeni bir şey bulmaya olan derin merakı, annesinden ise babasına olan hırsını alarak büyümüş. En pahalı kolejleri sonunculukla bitirmiş, asla sonuçlandıramadığı yüzlerce hayal kurmuş, iki kez evlenip, bir o kadar boşanmış ve otuz yaşına gelmiş.

Babası, Yıldırım’ı sadece oğlu olduğu için - başka çocuğu yok - seviyordu ve asla işlerine karışmasını istemiyordu. Daha önce verdiği kısa süreli genel müdürlük görevinde şirketleri bol sıfırlı miktarda zarara sokmuştu, iki yıl geriye götürmüştü. Beni de sadece bu iş için tuttu. Görevim Yıldırım’a yeni projelerinde yardımcı olmak ve mümkün olduğunca az para batırmasını sağlamaktı. Hatta sırf Yıldırım beni sevsin, benimle ortak bir payda bulsun diye babası birkaç kez benim kalbimi çok fena kırdı ve rencide etti. Kabul ediyorum adam çok zeki, Yıldırım artık beni çok seviyor hatta kardeşi gibi görüyordu; bana küçük ve saçma lakaplar dahi takıyordu.(Freddy, Marşal, Tomister, Juha)

Yıldırım’ın aklında büyük akvaryumlar kurup müşterilere hem olta atma, hem de yemek yeme keyfi veren balık lokantaları zinciri fikri vardı. O olmadı diğer fikri ise devekuşlarını yarıştırmak ve insanların bunlara para yatırmasını sağlamaktı. Hatta devekuşlarının sırtına kedi ya da tavşan oturtup işe sempati katacaktı, devekuşlarına gözlük bile taktırmayı düşünüyordu. Sülük tedavi merkezi, bufaloların çektiği faytonlarla şehir turu, servisi şempanzelerin yaptığı bir natura bar, her eve bir kaplumbağa projesi... Kafası gerçekten çok ama boş çalışan bir adamdı ama için için farklı ve yeni bir şey üretmeye dayalı düşünce sistemini takdir de etmiyor değildim. Sonra bir gece sabaha karşı üçte üzerinde zengin pijamaları ile kapıma dayandı ve “Yüzyılın projesini buldum!” dedi.

Tamam son yüzyıldaki tüm fikirlerden iyi değildi ama son otuz yıllık Yıldırım fikirlerinin açık ara en iyisiydi. “Adını Nuh’un Gemisi koyacağım. Yüzen bir hayvanat bahçesi. Çıkma bir şilep nasılsa buluruz. Hatta uçak gemisi. İçine kafesleri yaparız. Hayvanları koyarız ve şehir şehir gezeriz. Hem evden çıkmadan araştırdım, en uzun hamilelik fillerde, o da 660 gün. Filler her batında tek çocuk doğursa, üç buçuk yıl sonra iki filimiz olur. Diğer hayvanlar da doğuracak. Hemen ikinci gemi. Sonra üçüncü. Sonra hayvanları satarız da, Arap milyonerler aslan besliyormuş bahçelerinde. Hem ne masrafımız olacak ki? Piyasa veteriner kaynıyor. Yem de sorun olmaz. Balık tutarız bir yandan, düşünsene hayvanların kaçma riski de yok.”

Açıkcası benim de aklıma yattı. Baktık daha önce yapılmamış. Konuyu babasına açtık, kem küm etti ama o da kabul etti. Bize gayet yüklü miktar para verdi ve asla geri ödenmeyeceğini bildiği halde bir ödeme planı bile çıkarttı. İyiliğini bilmem ama baba adamdı.

Bir çift fil ne kadar pahalı tahmin edemezsiniz. Zürafa, su aygırı, kanguru, sırtlan... İlk planda büyük, vahşi ve az görülen hayvanlar almaya karar kıldık. Şilep işi çok basit yürüdü, çıkma bir şilepçiği ucuza kapattık ve fikrin ortaya atılmasından üç ay sonra her şey hazırdı. Reklam işi kendi kendine oldu; bazı ilkokulları bedava davet ettik, zaten basın habere saldırdı; çocuk programları, ana haberler, gündüz kuşağı kadın programları... Yıldırım’a röportaj esnasında ‘Nuh Bey’ diyorlardı ve Yıldırım bundan hiç rahatsız olmuyordu. İlk altı ayın sonunda kar bile eder olduk. Önce şehir şehir, sonra ülke ülke gezmeye başladık. Gittiğimiz dördüncü ya da beşinci ülkeydi Japon’ya.  Bizi sanki yıllardır bekliyormuşcasına karşıladılar.

11 Haziran Salı günü ziyaretçilerimiz hiç olmadığı kadar fazlaydı. Herkesin elinde fotoğraf makinaları ve kameraları vardı, kimsenin yüzünü göremiyorduk. O sene Japonya’da Zürafa yılı olduğu için jest olsun diye zürafaları orta kafese aldık. İki tane zürafamız vardı. Yıldırım onlara neden bilmem “thich quang” ve “duc” isimlerini vermişti. Asgari ücretle çalıştırıp sigortasını yapmadığımız daha sonra ortaya çıkan bir çalışanımız; belki kasten, belki dalgınlıkla; kafesi kilitlemediği için zürafalar kafeslerinden kaçtılar çevrelerindeki hiçbir insana zarar vermeden koşarak denize atladılar. Boğulurken ikisi de ne hareket ediyor ne de çırpınıyordu ve o an yüzlerce kamera anı kaydediyordu.

On beş dakika sonra tüm dünya intihar eden zürafaları konuşmaya başladı. Görüntüler milyonlarca kez izlendi. Daha bir gün geçmeden Japonya hükümeti ülkelerini terk etmemizi gayet tehditkar bir şekilde söyledi. Sadece Japonya değil, tüm dünya bize sırtını dönmüştü. Yakıt ve yiyecek almak için uğrayacak liman bulmakta bile zorlanıyorduk. Türkiye’ye döndüğümüzde olayın üzerinden beş ay geçmişti ve basın bizi linç etmek için hazır kıta bekliyordu. Yıldırım’a basınla konuşmamasını söylediğim halde dinlemedi. Tüm tuzak sorulara yakalandı ve olduğundan da daha vicdansız bir durumuna düştü. Hayvanların Gardiyan’ı diyorlardı ona. Babası basın karşısına çıkıp göz yaşları ile oğluyla yeteri kadar ilgilenemediğini söyledi ve yaklaşık bir hafta sonra kaymayan fayanslarını piyasaya sürüp hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etti. Annesinin Yıldırım’a nazikçe bir süre görüşmelerinin sakıncalı olacağını söylediğinde ben de oradaydım.

Nuh’un gemisine bir ziyaretçi bile gelmiyordu ve paralar suyunu çekmişti. Babası da işleri kötü etkilenir diye yardımı kesince Nuh’un gemisinde kıtlık başladı. Yıldırım önce hayvanları satmayı düşündü ama kimse bırak onunla alışveriş yapmayı, selam bile vermiyordu. Çalışanları işten çıkarttı ve koca gemide tek başına çalışmaya başladı. Telefonları açmıyordu ve bunu doğal karşılıyordum. Ben de kendime başka bir iş buldum.

Haftalar sonra Nuh’un Gemisi On İki Ada'dan birinde kıyaya vurmuş olarak görüldü.


Nuh gemide yiyecek tükenince tüm kafesleri açmış ve kendisi de hiç saklamadan olacakları izlemeye koyulmuş. Önce geyikleri yemişler, sonra maymunları, maymunlar da bitince loeparlardan biri Nuh’u öldürmüş. Otobur bilinen filler bile yokluktan kanguruları yemişler. Köpekleri yılanlar yemiş; yılanları ise kaplumbağalar. Sonra kaplumbağalar da denize atlamışlar. Sırtlanlar ve Komodo Ejderleri bir süre leşleri yemiş, sonra Komodo Ejderi sırtlanları yemiş. Filleri, su aygırları öldürmüş; su aygırlarını ise ayılar. Gemideki vahşetin boyutu akıl almaz boyutlardaymış. Tavşanlar ve kediler günlerce direnmişler ama sonra bir arbedede ezilip gitmişler. Koalalar günlerce bayrak direğinde olanları izlemişler, güçleri tükenip yere indikleri anda karınca yiyenleri daha yeni yemiş olan aslan tarafından paramparça edilmişler. On gün sonra, sadece üç hayvan hayatta kalmış. Üç dişi; bir aslan, bir ayı ve bir Komodo Ejderi. Aynı anda birbirlerine saldırmışlar. Ayı, aslanın boynunu, Komodo  Ejderinin de çenesini kırmış ama en sonunda kazanan Komodo Ejderi olmuş. Nuh’un Gemisi kıyıya vurduğunda hayatta bir tek o varmış. Gemi artık Nuh’un değil, Komodo’nunmuş.

28 Nisan 2014 Pazartesi

pazartesi - ruh çağırma timleri

Ölülerin biz yaşayanlara göre tek şanslı yönleri artık intikam alınabilirliklerinin kalmamasıdır pazartesi dolaşım sahipleri. Son günlerde yeni ölenleriniz bir kısmına karşı çok hırslandım ve içimde kaldı. Yaşayanlarınızın canına okuyayım diyorum ama adiliyet çizgimden de sapmak istemiyorum. Zaten artık eskisi gibi güzel kliplerde çekilmiyor.

*İnsanları öldürmeyi planlayıp öldürmeyerek hayatlarını bağışlamalı.
*Vatkası olmamalı.
*80’ler yabancı popuna hakim olmalı.
*Sigorta şirketlerini girişinde resmi olmalı (içeri almasınlar diye)
*Yalnızlığı korkulu riyası olmalı.
*Cüzdan zinciri jartiyerine bağlı olmalı.
*Elli yıllık evlilere acır gözlerle bakmalı


Ölmek isteyenleriniz elbette ölebilirler. Zaten üç seçeneğiniz var. İntihar, doğal yollar ya da benim gazabım. Lütfen artık kapımın önünde intihar etmeyiniz, fil mezarlığına döndü burası. Starbaksın iki yanına da cenaze levazımatçısı açıldı, mekanın müşteri portföyü değişti, sokağım siyah giyinen insanlarla kaynıyor, cenaze arabalarının trafiğinden park edecek yer bulamıyor komşularım. Ruh çağırma timleri kurmak en iyisi. Bundan sonra intihar edenlerin ruhlarını zırt pırt çağırıp rahatsız edeceğiz. Başvurular: Müracaat.

24 Nisan 2014 Perşembe

Bul Koray'ı Al Parayı

                                                                                                                              - Huxley'e -

Buzdolabından yumurtayı alıp ve tavaya kırdığınızda tek sarılı olursa hiçbir şey hissetmezsiniz. Ama eğer iki sarılı ise kendinizi şanslı hissedersiz. Peki ya üç sarılı ise? İşte o zaman bu işte bir terslik var dersiniz. Koray, Sunay ve ben; tek yumurta üçüzüyüz ve kesinlikle bu işte bir terslik var!

Üçüzlük aslında iki ikizlik durumu olarak da özetlenebilir. Hikayeye adını veren Koray’dan ziyade, ben şimdi ise Sunay’ı anlatmak istiyorum. Aramızda kafası en çok paraya çalışan hep Sunay oldu. Annem, babam ve biz üçüzler bayramda konu komşu, hısım akrabanın elini öpmeye giderdik; tabi sağolsunlar bize harçlık verirlerdi ama nasıl oluyorsa eve gidip yatağımızın üstünde paramızı saydığımızda en çok Sunay’ın parası olurdu.

Mahallenin çocuklarıyla; tasolarla ve futbolu kartlarıyla ütmesine oynar ve hep kazanırdı. Zamanla kimse Sunay ile oynamak istemezdi ama o zaman da uzun uzun konuşur bir şekilde onları ikna ederdi. İlkokul ikideyken ganyan bayiinde müdür muavinimize yakalanıp yediği şamarla dudağını patlattırmışlığı da vardı; dörde giderken de aynı müdür muavinin yazdığı izin kağıdı sayesinde beraber kupon yapıp atlar üzerine derin analizler ve sonsuz sohbetler etmişliği de.

Sunay’ın kumar tutkusu aptal bir kumarbaz gibi de değildi. Kazandığının kaybettiğinin çetelesini çok iyi tutardı, sırf bu iş için kullandığı iyi yüz kırk yaprak bir harita metod defteri bile vardı. Kumara sadece heyecan gözüyle değil, gayet ciddi bir şekilde iş olarak bakardı. On üç yaşındayken on vitesli Yamaha marka dağ bisikletlerimizi de doğum günümüzde  o almıştı. On dördümüze geldiğimizde  her sabah okula gitmeden anneme mutfak için para bırakır, babamın sigara parasını ceketinin iç cebine çaktırmadan koyar, Koray’la bana da harçlık verirdi.

Hiç unutmuyorum bir gün ingilizce dersinde herkes ders dinlerken o ünlü harita metod defterinin arkasına ‘Her zaman kasa kazanır!!!’ yazmış ona bakıyordu. O günden sonra kumar oynamanın yanında oynatmaya da başladı. Sınıf turnuvalarına, okul turnuvalarına, yazılı sözlü notlarına hatta bazen dersin boş geçip geçmeyeceğine; eğer ders boşsa oynanan uzun eşek oyununa  bile bahis oynatırdı.

Ama oynatmayı en sevdiği ve en çok para kazandığı oyun ‘Bul Koray’ı al parayıydı’. Biz üçüzleri birbirimizden ayıran tek özelliğimiz ayak parmaklarımızdı. Başka türlü atırt etmenin imkanı yoktu. Benim sol ayağımın altında kırmızı doğum lekesi vardı. Koray’da ise yoktu. Sunay’ın iki ayağında da altışar parmak vardı. Hatta bu sebepten Sunay’ın lakabı ‘Altıparmak’dı ama söylene söylene zamanla ‘Altınparmak’ olmuştu. Neyse oyuna dönelim. Sunay, Koray ve ban yanyana dururduk ve ortaya para konurdu. Koray’ı bulan parayı alırdı. Hatta bazen sırf dikkat dağıtmak için birbirimizin arasından bile geçer, kendi etrafımızda deli gibi dönerdik bile. Bu basit oyunda keriz ,Sunay parasını aldıklarına hep keriz derdi, bir tahminde bulurdu; sonra üçümüzde ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkartırdık. Yüzde otuz üç kazanma ihtimali olan bu oyunda kerizler hiç kazanamazdı ve oyunun bir parçası olduğum halde bu işin sırrını ben bile asla anlayamadım.

Kumarbazın düşmanı bol olur. Dershane çıkışı, hafif yağmur çiseleyen bir akşam hiç tanımadığım iki adam tarafından, yağmurdan daha seri yağan yumruklarla dövüldüm. Öyle ki yüzümdeki morluklar iyileşmediği için bizimkiler ‘Bul Koray’ı al parayı’’yı üç ay kadar bensiz oynatmak zorunda kaldılar. İhtimal yüzde elliye kadar çıkmış olsa da kazanan hep Sunay olmaya devam ediyordu. Neyse, benim neden dayak yediğim çok belliydi, beni Sunay sanmışlardı; yoksa iki adamla benim ne gibi bir alışverişim olabilirdi ki.

O akşama dönelim, eve geldiğimde Sunay “Neden ayakkabılarını çıkartmadın!” diye çıkıştı bana. Sustum bir şey söylemedim ve o gün onun gözünde Koray’ın birkaç adım önüne geçtim. Mesela harçlığımı arttırdı, ikiz kız kardeşler bulmuştu, tekini bana ayarladı. Onun için yediğim dayağı hiç unutmadı. Koray ise bizden uzaklaşıyordu ve bundan da pek şikayetçi değildi(k). Üçüzlük cidden kalabalıklık haliydi.

Sunay’ın başı doğal olarak kanunla da derde giriyordu ama bir şekilde sıyırmayı başarıyordu. Polisleri genelde rüşvet, bazen de at yarışı tüyosu karşılığında başından savıyorsa da; fotofinişle biten bir başbakanlık koşusundan sonra kendini önce mahkemede, sonra da sosyal  hizmetlerde buldu. Bu sefer Sunay’ın silahları etkisiz kalmıştı. Sosyal hizmetler uzmanına hafta da iki kez, ikişer saat gitmek zorundaydı; aksi takdirde de ıslahevinde birkaç ay yatması gerekecekti.

Arife, Türkaş Şoraymışcasına kocaman güzel gözleri olan gencecik bir psikologtu. İşinde de iyi olmalı çünkü birkaç gün sonra Sunay’da gözle görülür değişiklikler olmaya başlamıştı. Hayır düşündüğünüz gibi değil, kumarı bırakmamıştı; sadece artık kaybediyordu. Uzaklara bakıp bakıp dalıyordu, hayatında ilk kez dikkatsizdi; “Bu kadın da bir şeyler var, çok acayip bir şeyler” deyip duruyordu. Son model akıllı bir telefon ve bir kaykay karşılığında seanslara gitmeyi kabul ettim. Pazarlık yapsam çok daha fazlasını alırdım ama Sunay’ı severdim.

Odasından içeri girdiğim anda  ömrümde ilk kez Sunay’la aynı şeyleri hissettiğimi hissettim. Bu kadında bir şeyler vardı. Benim Sunay olduğumu anlamadı tabi. Hoşgeldin, beş gittin kısmından sonra gözlerimin içine baka baka konuşmaya başladı “Söylediklerini çok düşündüm Sunay. Benimle dalga geçtiğini de düşündüm; deliye yatıp, cezai ehliyeti yoktur raporu almak istediğini de. Buraya gelenlerin büyük kısmı hep bu oyunları oynar; askere gitmemek için, hapse girmemek için, arkadaşlarına hava atmak için...”

Arife anlattıkça Sunay’ın Arife’ye neler anlattığını daha da bir merak eder oldum. Bana hiçbir şeyden bahsetmemişti. Arife devam etti; “... Yüzlerce böyle hikaye dinledim. Karıncalara hükmettiğini söyleyenleri, çok uluslu kapitalist şirketlerin peşinden koştuklarını, işlediği suçların amacının büyük islam imparatorluğunu kurmak olduğunu söyleyenleri. Hatta bir hastam kadınları taciz etmesinin sebebinin kayıp ablasını bulmak olduğunu söylemişti. Ablası onu öyle tanıyacakmış. Tüm bunlar ucuz, aptal numaralardı. Hiçbirine inanmadım. Senin hikayeni ilk dinlemeye başladığımda da yine aynı tiyatro oynanıyor diye düşünmedim de değil. Ama hiçkimse senin gibi inanmış anlatmıyordu. Biliyorum karşımda büyük bir kumarbaz var. Şöhretin senden birkaç adım önde geliyor, iyi bir kumarbazda olması gereken özelliklerden biridir iyi yalancılık. Ama ben senin yalan söylediğine inanmıyorum...” Kafayı yemek üzereydim. Kızarmaya başladım ve Sunay’ı asla kızarmış görmediğim aklıma geldi. Konuşursam kendimi ele vereceğimi ve Sunay’ın hapse girebileceğini hissediyordum.

“... Dünyanın başka bir gezegenin cehennemi olduğunu ve senin buraya diğer gezegende kumarbaz olduğun için işlediğin günahların bedeli olarak atıldığını söylemiştin. Şimdi de kumara devam ediyorsun. Bu yeteneğini önceki hayatından kalma olduğunu düşünüyorsun ama günah işlemeye devam da ediyorsun. Peki bu reenkarnatif gezegen transferlerin, sen kumarı bırakmadıkça son bulmaz değil mi?”

Korktuğum başıma geldi ve bana bir soru sordu. Sunay acaba gerçekten böyle mi düşünüyordu? Acaba deli deriz diye mi bu güne kadar hiçbirimize söyleyememişti bunları? Arife gözlerini gözlerime öyle dikmişti ki, retinamın acıdığını hissettim. Pısırıkça başımı evet manasında yukarı aşağı salladım ve sadece kendimin duyabileceği bir sesle “Evet” dedim.

“Seni cennete göndermenin yolu kumarı bıraktırmak Sunaycım” dedi “Ve bunu başaracağız. Sayende günlerdir ben de dünyaya neden gönderildiğimi düşünüp duruyorum. Acaba hangi günahımdan dolayı. Belki dünya kumarbazlar cehenemidir? Olamaz mı ha? Hapishanelerde işlediğin suça göre koğuşa atıldığına göre belki bu gezegen transferleri de böyledir. Bu konuyu iyice bir düşünelim ve gelecek seansta konuşalım; bugünlük bu kadar yeter. Çarşamba günü bekliyorum” dedi ve beni gönderdi. Kaçar adım uzaklaştım ve koşar adım Sunay’ın yanına gittim. Yüzünde kendini beğenmiş bir gülümseme vardı. “Yedi di mi?” dedi. “Yedi yemesine de, oğlum neler anlatmışsın. Ne gezegeni, ne cehennemi?”

Sunay’ın bir anda rengi attı ve “Yememiş”, dedi. İlk kez biri yememişti.


Diğer gün ikinci dersin ortasında okula polisler geldi ve Sunay’ı götürdüler. Üç ay yattı çıktı. Sonra uzun aralıklarla birkaç kez daha içeri girmişliği de  oldu. İşin ilginç yanı ise Koray’ın Sunay’dan daha kanunsuz biri olmasıydı. Otuz yaşına geldiğinde sanat eseri kaçakçılığından Koray’ı yakalayanlara ya da yerini bilenlere CİA bir milyon dolar ödül koymuştu ve interpol kırmızı bültenle aranıyordu. Tabi Sunay’la ben belirli aralıklarla ajanlarca yakalanıyor ve DNA örneği verip ayakkabılarımız çıkarttıktan sonra hayatımıza geri dönüyorduk.

21 Nisan 2014 Pazartesi

pazartesi - Emekli Hayvan Artistleri Adası

Hayvan dostlarımızı ne kadar sevdiğimi bilirsiniz pazartesi zoo karşıtları. Hiç unutmam yıllar önce bir adayı neşeli tavırlarından dolayı sevimli dostlarımız komodo ejderlerine hibe etmiştim ve oraya Komodo Adası ismini vermiştim. Eşek adası, Köpek Adası gibi böyle hayvanları kamplaştırdığım birçok  hareketim olmuştur. Bu hafta ise yepyeni bir ada fikrim var. Emekli Hayvan Artistleri Adası.

*Aktif dinlenme konusunda üstat olmalı.
*Sömürmeci olmalı.
*Alamancı akrabaları ile ülkenin iç işlerini konuşmamalı.
*Hobi olarak siyasetçi eskilerine umut vermeli.
*Büyüğüne saydırmalı, küçüğünü aşağılamalı.
*Pediyatriye öfke ile bakmalı.
*Küpeleri hipnotikçe sallanmamalı.

Biliyorum kimsenin aklına gelemeyek kadar güzel bir fikir. Jaws, Bugs Bunny, Eşeko, King Kong, Çaydanlık, Beethowen, maymun Charlie, Cihan, Melo, K9, Flipper, Kaptan Mağara Adamı, Ali ata bak fişindeki At, Hidalgo, Jumbo, Hello Kitty, Sezerciğin sıpası Fıstık,Sid, Lessie, Godzilla kim buluyorsanız getirin. Yeme içme her şeyi ben karşılıyorum. Hatta kamera falan da kurar küçük diziler çekeriz. Özlemiştir onlar kameraları. Yaa öyle pazartesiciler Vefa bir semt adı değildir bizde.

14 Nisan 2014 Pazartesi

Nuh'un gemisi (fikir)

İşletmeci olan Nuh'un planı basit. Gemi şeklinde bir hayvanat bahçesi. Nuh'un gemisi gibi. Her hayvandan birer çift. Liman liman gezerek müşteri toplayacak. Hatta zamanla hayvanlar üreyeceği için ikinci gemiyi çok kısa zamanda açacağını düşünüyor. Ama işler iyi gitmiyor; ne yeterli müşteri ne de hayvanlar ürüyor. Depresyona giren Nuh gemiyi açık denizde bırakıp gidiyor. Hayvanların kafeslerini açarak.

Sonra hayvanlar arası mücadele başlıyor. -burayı güzel yaz- kazanan komodo ejderi oluyor. nuh tüm görüntüleri satıyor. böyle zengin olacağını düşünüyor ama o da olmuyor.

13 Nisan 2014 Pazar

pazartesi - küllerimden doğmak

Pek değerli çekik gözlü insanların yıllar önce can sıkıntısından icat ettikleri kağıt katlama sanatını hep takdir etmişimdir pazartesi antinewagingcileri. Yeniliklere oldum olası açığımdır ve saygı duyarım. Bir şey icat etmek için de ağır bir can sıkıntısına muhtaç olduğumuzu bittabi en iyi ben bilirim. Bir de çekik gözlülerle kavga etmek çok eğlencelidir, daha iyi ter atılır.

*Soyadı soyadımı güçlendirecek şekilde tamlamalı
*Yalın ayak yürürken plaj kumları tabanını yakmamalı.
*Can sıkıntısından keyif almalı.
*Her yıl yazın gelişini hasır eteğini hurçtan çıkartarak kutlamalı.
*Kulağından daha büyük küpe takmamalı.
*Müzik dinlerken mırıldanmamalı.
*”Bu bir trajedi!” cümlesini tam gerektiği zamanlarda kullanmalı.


Ellerinde on metreye on metre beyaz kağıtla iki japon kapımı çalınca çok sevindim. Hatta adamlar kefeni ile gelmiş diye takdir de ettim. Tam röpdoşambırımın kuşağını bağladım ki; adamlar kağıdı katlamaya başladılar. Dört saat nefessiz izledim. Sonra baktım aynı ben; tabi çıplak ve albino halim. Sakal bıyığıma kadar yapmış adamlar. “Bir ateşinizi alabilir miyim?” dedim ve çakmakla origamimi yaktım. Çok garip bir histi, tarif edemem.

6 Nisan 2014 Pazar

huxley - kurgu deneme

belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir. A. Huxley

zürafa sokak. Manukyan.


Birici bölüm
Cehenemlik bir hayat .gizli bir başka gezegen vurgusu .huksley vurgusu .  

Birinci bölümün sonu

İkinci bölüm
Cehennemlik bir hayat . dünya türkiye M. Sinemacı abiyi araştır

İkici bölümün sonu.
Hikayenin de sonu.
Amaaan! Dünyanın sonu değil ya...


Kıskançlığımın kıskaçları

pazartesi - denge üzerine birkaç milisalise

Denge meselesi benim için bir saplantıdır pazartesi yingyangsızları. Mesela karasinekleri, örümceklere yedirtmem; sosyopatları, piskopatlara; elektrikli gitarcıları, bas gitarcılara; yeşilaycıları, kızılaycılara; zombileri, vampirlere yedirtmem.

*Gençlerden nefret etmeli, ergenlerden tiksinmeli.
*Ağladığını kimse görmemeli.
*İki kadın arasında kalmanın ne olduğunu bilmeli.
*Süt dişlerini saklamalı.
*Banyoda her zaman acil durum sandviçi bulundurmalı.
*Nota verebilmeli ve nota okuyabilmeli.
*Okuduğu okullara adı verilmiş olmalı.

Milisaliseler süren bir düşünce fırtınamdan sonra dublörlük mesleğine son verdim. Filmlerdeki gerçeklik duygusunu zedeliyorlar. Yeşil perdeciliği de bitirdim. Haliyle çok fazla işsiz doğdu. Evde tırnak kesilmesini ve tırnak yenilmesini de yasaklıyorum. Artık her sokakta pedikür – manikür salonları olacak; dublörler ve yeşil perdeciler bu işi yapacak. Tırnak makası sektöründekileri de KPSS’siz infaz koruma memuru yapıyorum.