30 Kasım 2014 Pazar

pazartesi -neo enerjim

Takip edilmek sizler için sıkıntılı olsa da benim için sıradan ötesi bir durumdur pazartesi ruteenleri. Bu durumdan hiç rahatsız olmam. Ne dünya güzelleri peşimde Gollum’a dönmüştür. Hatta takipçilerimi: fiziksel takipçilerim, teknik takipçilerim ve mental takipçilerim olarak üçe ayırır; hiçbirini birbirinden ayırmaz, acırım. Ama pazar günü adını henüz koyamadığım yeni bir tür takipçi gözlemledim.

*Herhangi bir fan kulübün gençlik ya da kadın kolları başkanı olmamalı.
*Asla dengelenmiş kuvvetlerin etkisi altında kalmamalı.
*Takım elbise giydiğinde feminen bir maskülenliği olmalı.
*Cep telefonumu kapattığım uzun toplantılarımın dönüşünde beni sonsuz bir şefkatle karşılamalı.
*Kulağını çektiği kişilerde geçici sağırlığa, kalıcı ağırlığa yol açmalı.
*Sağlam geyiği olan pörtlek gözlü bir kankası olmalı.
*Mesela bir şarkı çalınca çığlık ata ata kaçmalı.


Türünün gideri var bir örneği olan bu kadının bir elinde yeşil duvar saati, öteki elinde ise ampermetre vardı. Saatle oynayıp duruyordu. Islık çalıp, yanıma çağırıp, ne yaptığını sorduğumda önce bayılacak gibi oldu ve “Bu saatte pil yok, sizin enerjinizle çalışıyor”, deyip öldü. Meğer kalbi pille çalışıyormuş, aşırı yüklenmeden hönk diye gitti. Neyse ben de benim tetrisin pilinin neden hiç bitmediğini çözdüm.

23 Kasım 2014 Pazar

pazartesi - bir bilim kadını teyze daha

Gergin insanlar çevresine de gerginlik yayar pazartesi gergefileri. Salı sabahı tekli koltuğumdan işte o gerilimi hissederek zıpladım. Adım adım gerilim bana yaklaşıyordu, hissedebiliyordum. Adolf'tan bu yana bu kadar yüksek gerilimli insan hissetmemiştim. Bana doğru yaklaştıkça hemen röpdoşambırımın kuşağını bağladım ve uçan tekme pozisyonunda bekledim.

*Alaycı pırtlamaları olmalı.
*Japon balıklarına her sabah başka isim vermeli.
*Çay bahçesi olan süper bir babası olmalı.
*Çay servisleri nete takılmamalı
*Misafirliklere gittiğinde içeri ayakkabı ile girme konusunda ısrarcı olmalı.
*Apartmanın zilinde “çalanın kafasına sıkarım” yazmalı.
*Google’da arama yaptığında ilk sırada çıkan sitelere itibar etmemeli.


Kapımdan içeri yaşlı, kabarık saçlı, buruşuk bir bilim kadını teyze girdi. İyi bilirim bunları, hayatları bir laboratuvarda geçer. Asistanlarına işkence ederler ve bir şeyler dener dururlar. Sosyal hayatları ise sıfırdır. Ezile büzüle “Sizi ısırabilir miyim?” dedi. Artık kaçıncı kez başıma geldiğini unuttuğum klasik durum işte. “Radyoaktif kazası değil mi?” dedim; maalesef dercesine başını salladı. Eline bir dinler tarihi kitabı tutturdum ve "Hızlıca okuyup karar ver sabaha çıkmazsın sen", dedim ve yeni kaynattığım mısırı kemire kemire yıldızları izledim.

21 Kasım 2014 Cuma

acı eşiği

Acı Eşiği

1.
Hatırladıklarım: silah sesleri, İhsan'ın başından akıp yerde küçük bir havuz oluşturan kanlar, yine silah sesleri, sol baldırımdan aşağı hissettiğim sıcaklık, ellerimdeki kan, İsmo koluma girmiş beni kaldırıyor, siyah camları kırık bir araba, soğuk, İsmo küfrediyor, İsmo bana küfrediyor, arabadan iniyoruz, İsmo beni bırakıyor.
2.
Hani Amerikan filmlerinde kurşun yemiş kanun kaçaklarının gittikleri mezbahaya benzer muayenehaneler olur ya, işte onlardan birinde uyandım. Hemşire olduğunu umduğum esmer, uzun suratlı, ince bir kız gözlerimi açınca sokakta simit satan çocuklar gibi bağırdı "Uyandiiiiii" Muhtemelen ne Türk ne de hemşireydi. Doktor olduğunu umduğum beyaz, dökük, kıvırcık saçlı adam da gözlerime küçük bir el feneri ile baktı ve sonra yan koltukta ölü gibi yatan adama bir iğne yapıp gitti. Ne üzerinde önlük, ne elinde eldiven ne de boynunda steteskop vardı. Neredeyim, neden buradayım, siz kimsiniz; gibi sorular sorduysam da mevcut hemşirem işaret parmağını kapalı dudaklarının arasına götürdü ve "Susssss" dedi.

Kafam busbulanıktı. bana tanıdık gelen tek şey ise yan koltukta ölü gibi yatan adamdı, saçları yüzünü kapatıyordu. Açık kahverengi deri bir mont, montun omzunda birkaç delik ve delikten akmış sonra da pıhtılaşmış kan izleri vardı. Sıyırmış olmalıydı, çünkü daha önce benim de omzundan kurşun sıyırmıştı. Sonra kendi baldırıma baktım. Pantolonumun sol bacağını kesmişlerdi ve dizimin bir birkaç santim üstünde bir delik vardı. Benimki sıyırmamıştı. Elimi  baldırımın arkasına götürürdüm, orada yara izi olmadığına göre kurşun hala içerideydi. Birkaç saniye bozbulanık düşündüm sonra bayıldım.
3.
Tarifsiz bir acıyla uyadım (8/10) doktor hemşireme "Sıkı tut Rawan" diye emir verdi Rawan arkamdaydı ve omuzlarımdan sarılmış hareket etmeme izin vermiyordu. Yarama tendürdiyot gibi bir şey sürdüler, doktorun elinde kerpetenle bahçe makası arası bir alet vardı, bacağıma bakmamaya çalıştım; karşımdaki adamın montunu çıkartmışlardı, saçları hala yüzünü örtüyordu. Biraz öncekinden çok daha büyük bir acı hissettim (9/10) ve bayıldım.
4.
Birkaç tokat yedim (3/10). Gözlerimi açtığımda İsmo bana bakıyordu. İhsan öldü, dedi. Neden?, dedim; cevap vermedi. Yüzünde ne İhsan'ın ölümünden dolayı matem, ne de benim kurtulmuş olmamdan dolayı mutluluk vardı. Beceremediniz, dedi ve arkasını dönüp gitti; onun gidişini izlerken göz kapaklarım yavaşça kapandı.
5.
Her yer kapkaranlıktı. Sadece  bir nefes daha duyuyordum, ya kör olmuşsam diye düşündüm, sırtımdan aşağı soğuk terler akıyordu. Rawan!, diye bağırdım. Hemşiremin adını öğrenmiştim. Doktorun gözüme baktığı parmak fenerle geldi yanıma. Günün tek iyi haberi, kör olmamışım. "Ni?" dedi, umarsız sitemkar. Ne olduğunu ben de hala bilmiyordum. Sonra yine sus yaptı ama bu sefer işaret parmağını değil feneri kullandı. Nerelisin sen?, dedim o giderken arkasından. Yemen, dedi. Yemen'den gelip neden böyle bir işte çalıştığını düşünürken uyumuşum.
6.
Baldırım sızlıyordu (5/10). Yüzünü saçları örten adamdan da başka kimse yoktu odada. Güneş doğmuştu, uzaktan araba sesleri geliyordu. En azından bir gündür burada; bu dişçi koltuğuyla, berber koltuğu arasındaki şeyin üstünde yarı yatar şekilde duruyordum. Koluma serum bağlanmıştı ve çişim gelmişti. Kalktım ve elimde serum şişesi seke seke yürümeye başladım, sol ayağım her yere değdiğinde sanki sırtıma bir bıçak saplanıyordu. Rawan sese geldi ve koluma girip beni tuvalete kadar götürdü, gerçekten çok güçlüydü. Tuvaletten çıktığımda da beni bekliyordu, yine koluma girdi ve "İsmo gelecik, sen iyileşecik" dedi. Beni oturttu ve bir bardak ılık süt verdi.

Yanımda yatan adam da uyanmıştı, saçlarını tek eli ile düzeltti. Nereden olduğunu hatırlamıyordum ama bu adamı tanıdığıma yemin edebilirdim. Sarılı omzunun üstüne açık kahverengi kanlı deri montunu attı, sağlam kolunu açabildiğince açıp bir gerildi, boynunu sağa sola sallayıp kütürdetti, bana baktı ve "Yaptıklarınız yanınıza kar mı kalacak sandınız, Piraje'nin kafasına ellerimle sıktım" dedi. (10/10). Sonra da yürüyüp gitti. Peşinden koşmak istedim, sol ayağımı yere bastığım gibi kurşun deliğimden kan boşaldı. (0/10) Yerde sürünüp ağlarken Rawan bana sarılıp kolumdan bir iğne yaptı (1/10), bayılmışım
7.
Piraje karımdı.

acı eşiği-*- girişim

1.
Hatırladıklarım: silah sesleri, İhsan'ın başından akıp yerde küçük bir havuz oluşturan kanlar, yine silah sesleri, sol baldırımdan aşağı hissettiğim sıcaklık, ellerimdeki kan, İsmo koluma girmiş beni kaldırıyor, siyah camı kırık bir araba, soğuk, İsmo küfrediyor, İsmo bana küfrediyor. arabadan iniyoruz, İsmo beni bırakıyor.

Hani Amerikan filmlerinde kurşun yemiş kanun kaçallarının gittikleri mezbaneye benzer muayenhaneler olur ya, işte onlardan birinde uyandım. Hemşire olduğunu umduğum kız gözlerimi açınca sokakta simit satan çocuklar gibi bağırdı "Uyandiiiiii" muhtelemen ne türk ne de hemşireydi. doktor olduğunu umduğum biri gözlerime küçük bir el feneri ile baktı ve sonra yan koltukta ölü gibi yatan adama bir iğne yapıp gitti. neredeyim, neden buradayım, siz kimsiniz gibi sorular sorduysam da mevcut hemşirem işaret parmağını kapalı dudaklarının arasına götürdü ve "susssss" dedi.

Kafam busbulanıktı. bana tanıdık gelen tek şey ise yan koltukta ölü gibi yatan adamdı, saçları yüzünü kapatıyordu. açık kahverengi deri bir montu ve montun omzunda birkaç delik ve delikten akmış sonra da pıhtılaşmış kan izleri vardı. sıyırmış olmalıydı, çünkü daha önce benim de omzundan kurşun sıyırmıştı. sonra kendi baldırıma baktım. sol pantolonumun tek bacağını kesmişlerdi ve dizimin bir birkaç santim üstünde bir delik vardı. benimki sıyırmamıştı. elimi  baldırımın arkasına götürürdüm, orada yara izi olmadığına göre kurşun hala içerideydi. birkaç saniye bozbulanık düşündüm sonra bayıldım.
2.
tarifsiz bir acıyla uyadım (8/10) doktor hemşireme "sıkı tut Rawan" diye emir verdi rawan arkamdaydı ve omuzlarımdan sarılmış hareket etmeme isin vermiyordu. yarama tendürdiyot gibi bir şey sürdüler bacağıma bakmamaya çalıştım, karşımdaki adamın montunu çıkartmışlardı saçlaro hala yüzünü örtüyordu. biraz öncekinden çok daha büyük bir acı hissettim (9/10) ve bayıldım.
3.
birkaç tokat yedim (3/10). gözlerimi açtığımda İsmo bana bakıyordu. İhsan öldü dedi. Neden dedim, cevap vermedi. yüzünde ne İhsan'ın ölümünden dolayı matem, ne de benim kurtulmuş olmamdan dolayı mutluluk vardı. göz kapaklarım yavaşça kapandı.
4.
her yer kapkaranlık
Baldırım acıyordu (5/10) yüzü saçlarını örten adamdan başka kimse yoktu odada. güneş doğmuştu, en az

18 Kasım 2014 Salı

Dıdımın Dıdısının Dıdısı Olan Sağlık Memuru Erdoğan Amca ve Çekirdek Ailesi

Dıdımın Dıdısının Dıdısı Olan Sağlık Memuru Erdoğan Amca ve Ailesi

-Andrej Nikolaidis-

Birinci bölüm.
Yağmur ya da kar yağmıyordu ama sular yükseliyordu... Her hafta üç santim; ne bir milim eksik, ne bir milim fazla ... Semavi dinlere inanlar kıyamet, ateistlerin azımsanmayacak kadar fazlası küresel ısınma, ülkeleri yönetenler sakin olun telaşlanacak bir durum yok, bazıları kader, bir o kadarı kısmet, bir kısmı boş ver, azımsanmayacak kadarı işaret, birçok kişi ise kendisine Nuh dedi. Birkaç haftada Hollanda Venedik’e döndü. Denize kıyısı olan şehirler yavaş yavaş batmaya başladı. Baktılar suların yükselmesinin son bulacak gibi değil, insanlar yükseklere doğru kaçmaya başladılar. Güçleri yettikçe.

Dıdımın dıdısının dıdısı olan sağlık memuru Erdoğan Amca ise emekli olunca memleketine dönmüş, babasından miras kalan arsasının ortasına bir ev yapmış; karısı ve kızı ile beraber tarım ve kümes hayvancılığı ile başarısızca ilgileniyordu.

Suların yükselmesi Erdoğan Amca’nın hayatını o kadar da etkilemedi. Sadece bir sabah kalkıp tarlasının çevresine dikenli tel çekti ve paslansınlar diye her gün onları suladı. Kırk gün geçmiş olmasına rağmen maydanozlarının sadece sapları uzamış, yaprakları büyümemişti; biberleri küçük ve cılız çıkıyordu, üstüne üstlük tatları zehir gibiydi. Tavukları haftada bir kez yumurtluyorlardı ve bir tavuk kırk gündür aynı yumurtanın üstünde oturmasına rağmen yumurtadan da civciv çıkmıyordu. Kızı çocukluğundan beri özenerek uzattığı saçlarını bir gece banyoda kahkahalarla kesti. Diğer gün başına bandana taktı, birkaç gün sonra kapanmaya karar verdi; kapalılığı da birkaç hafta sürdü. Bir gün şehre gitti, iki çanta dolusu peruğu masaya yaydığında babasının aklına gençken sinemada izlediği kovboy filmlerindeki kızılderililerin kafa derisi yüzme sahneleri geldi. Kızının parası yoktu ama artık alışverişlerde para geçerliliğini büyük ölçüde yitirmişti. Perukları nasıl aldığını cevabı duymak istemediği için sormadı. Üç ay sonra bizim buralar sular altında kalacakmış, dedi kızıl peruğunu annesine gösterirken. Annesi duymamazlıktan geldi; ölüm tehdidi hissettiği günden beri elinden şiş hiç düşmedi, durmaksızın nefes almaksızın örüyordu. Ördüğü şey artık on beş metreyi geçmişti; ince, uzun, karışık, rengarenk bir şeydi. Yünü bitince kızı şehre gidip getiriyordu, bulamazsa evdeki kazakları söküp örmeye devam ediyordu.

Benim annem ise ölmeden tüm akrabalarını görmek istiyordu. Erdoğan Amcalar’a da gittik. Biz geleceğiz diye kuluçkasının normal süresi de, uzatmaları da dolmuş olan tavuğu kestiler. Kafası kopan tavuk, kafası olan tavuktan daha hızlı koşuyormuş bunu öğrendim. Havadan konuştuysak da sudan hiç konuşmadık.

İkinci bölüm.
Dünyanın en zenginleri Everest’e yerleşmeye kalktı. Savaşlar çıktı, cinayetler arttı, uçaklar azaldı, uçak gemileri değerlendi ama bizim buralarda durum  o kadar da korkunç değildi. Zaten sular yavaş yavaş yükseldiğinden hemen kimse boğulmuyordu ve daha kaçacak çok yer vardı. Şiddeti bol günlere de daha zaman vardı. Ayakta yolcuları olan bir otobüs gibiydik ama otobüste hala yolcu alacak yer vardı; şimdilik.

Zaman akmıştı ve sular bizim buralara gelmek üzereydi. Memleketlilerimizin çoğu kaçmıştı. Annemle ben bize lazım olan her şeyi arabamıza koymuştuk. Üç ay yetecek kadar konservemiz, oltalarımız, kamp eşyalarımız ve rahmetli babamdan yadigar Heckler & Koch VP70 tabancam ise sadece dokuz kurşunu ile hazırdı. Arabada boş kalan her yere de benzin koymuştuk. Arabamızın da rahmetli babamdan yadigar Reno 12 ts olduğunu düşünürsek bir bomba ile hareket ettiğimizin bilincindeydik. Biraz daha bekleyelim, dedim anneme. Herkes gitsin, şimdi kalabalık olur, kalabalığın olduğu yerde de şiddet kaçınılmaz olur. Sadece arabadaki benzin için bizi öldürecek insanlar olabilir. Yüzünü ekşitti ama bir şey demedi annem.

Sular Erdoğan Amca’nın yeni paslanmış dikenli tellerinden içeri sızdığında kasabada onlar ve bizden başka kimse kalmamıştı. Gece yanlarına gittik, bir tavuk daha kesti Erdoğan Amca, kümesinde başka tavuk kalmamıştı; afiyetle yedik, bu sefer sudan konuşmamak imkansızdı.

Kaçmayacağız, dedi Erdoğan Amca’nın karısı; Erdoğan Amca sadece başını salladı, yeşil peruğu ve ürkütücü göz makyajı ile radyoaktik etkisindeyken bir ördek tarafından ısırılmış bir süper kahramana benzeyen kızları ise buralı olmadı hiç. Annem kızdı, bağırdı ama hiç sallamadılar. Siz gelmiyorsanız biz de burada kalıyoruz, dedi annem düşüncesizce. Kalın, dedi Erdoğan Amca’nın karısı dondurucu bir sakinlikle.

Hemen hemen bir hafta da kaldık Erdoğan Amcalarda. Çok misafirperver insanlar. Her şeylerini bizimle paylaştılar, bizse bir konservemizi bile paylaşmadık. Bir sabah kahvaltı yaptığımız ağaca asılı üç tane idam ipi gördüm. Düşündüğün gibi değil, dedi Erdoğan Amca. Sular yükselince boğulmak için boynumuza takacağız.

Diğer sabah sular arabanın tekerlerine değdi ve biz de helalleşip yola çıktık. Arkamızdan su dökmediler.

17 Kasım 2014 Pazartesi

pazartesi - GDO'lu mantarım

Pazarları manasızca severim pazartesi antimanavları. Ya da  manavları sevmem ama sebze meyveyi severim. Aslında bu üçlünün ikisini sever, birini pek sevmem ama sevdiğim ikiliden de sadece birini aslında severim; o biri de meyvedir, sebzeleri meyvelerle olan samimiyetinden olayı severim ama ananası sevmem; domatesinse meyve olduğunu pek iyi bilirim.

*Çok şık bir tekerlekli pazar çantası olmalı.
*Çarşafta yatılmamış yer bırakmamalı.
*Önce ‘bencil’ sonra ‘kendincil’ olmalı.
*Birini kınayası gelirse içindeki kınama ihtiyacını kınama mektubu yazarak gidermeli.
*Gazım olduğunda beni sosyal yönden pışpışlamalı.
*Algıları açık, vergileri kapalı olmalı.
*Faizle işi çift yönlü olmamalı.


Salı pazara gidiyim dedim. Çok güzel bir mantar gördüm hatta abartmıyorum, mantarda da kendimi gördüm. Sanki bir parçamdı.  Rengi, kokusu, mağrur duruşu, yalnızlığı... Para piçilmez bir karakter olduğum için bana benzeyen mantara da ödeme yapmayı reddettim; pazaryerini bir mantar için paramparça ettim. Eve geldim ve oto-kanibalist bir refleksle yedim. Bir hoşum. Şu GDO olayını abartmayın.

10 Kasım 2014 Pazartesi

pazartesi - gençlik hataları

Hepimiz gençken hatalar yapmışızdır pazartesi masumları. Sanki hiç yaşlanamayacakmışız gibi düşünür ve düşüncesizce davranırız. Kimseyi gençlik hataları ile yargılamamalıyız. Yıllar zaten günahların olmasa da hataların üstünü örter zaten. Sizler için kabul etmek zor olacak belki ama ben de genç oldum. Yaklaşık birkaç gün sürdü sonra geçti ama oldum.


*Zenginlikten şımarmış uranyumları fakirlikle terbiye etmeli.
*Jonkloritesi yüksek olmalı.
*Banyoda suyun sesini açıp gizli gizli yerli dizi izlemeli.
*Asi – metrik  - paralel olmalı.
*Kendi kendine doğurabilmeli.
*Primlerimi vaktinde yatırmalı.
*Yeni biçilmiş çim kokulu oda parfümü olmalı.

Çılgın gençliğim esnasında çevirmeli el telefonumdan dönemin kainat güzelini taciz etmiş olabilirm. Bakın yapmadım demiyorum. Sadece o zamanlar kainat güzelini gerçekten kainatın en güzeli sanıyordum ve her sene değiştiğinden de haberim yoktu. Zaten taciz dediğimiz masum bir evlilik teklifiydi; sonra da dönemim pop starı Ümit Besen’den 'i love you' isimli şarkıyı dinlettim ve o günlerde 8 yaşımdan sadece birkaç ay almıştım.

5 Kasım 2014 Çarşamba

civciv boyayıcılar

civciv boyayıcılar

Dünya üzerinde radyoların en iyi çektiği yer neresi biliyor musunuz, dedi Çağatay camdan dışarıyı izlerken. Nasuh iskambil kağıtlarından fal bakıyordu o sıra, duymamazlıktan geldi. Bense kaç gün öncesinin olduğunu dahi bilmediğim bir gazeteyi okur gibi yapıyordum, iş ilanlarının olduğu sayfayı görünce içim iyice bir sıkıldı. Çağatay’ın anne babası köye gitmiş, biz de onlara çökmüştük; üçümüzde işsizdik, saat öğleni geçmiş olmasına rağmen yeni kalmıştık, bir lokma dahi yememiştik, sakallarımız en az bir haftalıktı, üçümüzün de üstünde beyaz askılı atletlerimiz vardı, yaşam enerjimiz sıfırdı ve üçümüzün de bir kızın elini tutmayalı bir yılı aşmıştı. Fukuşama, dedi Çağatay şakasına gülmemizi beklercesine. Fuku fuku, fuku fuku; diye ötmeye devam etti. Bazen böyle berbat şakalarına, sırf iyi niyetimizden güldüğümüz oluyordu ama şu an gülmek için de doğru bir zaman değildi.

Birkaç saat daha geçti. Çağatay televizyondaki kadın programlarından birindeki jöntürk bıyıklı bir bunaktan avokadonun faydalarını dinliyordu. Ulan hayatımda hiç avokado yemedim, dedi yine muzipçe. Nasuh çıkmış spor gazetesi almış, yarının maçları için iddia kuponu hazırlıyordu, konsantrasyonu üst seviyedeydi. Bense bu sefer günün gazetesini okur gibi yapıyordum. Gazete okur gibi yapmanın beni sakinleştiren bir durum olduğunu düşünüyorken siren sesiyle yerimizden fırladık ve cama koştuk. Trafik sıkışıktı ve bir ambulans yana yakıla gitmeye çalışıyordu. Sol şerit şekilsiz bir şekilde boşaldı ve ambulans zar zor kaçtı. Avokado yemiyorlar, sonra kalp krizi geçiriyorlar; dedi Çağatay. İkidir şakalarına gülmüyordum, artık buna da gülmezsem ayıp olurdu, adam zaten bize evini açmıştı; tam gülmeye başlayacaktım ki, Nasuh kalktı ve bir şey söylemeden kapıyı çarpıp çıktı. Çağatayla birbirimize bakakaldık. Camdan baktım Nasuh koşarak köşeyi koşar adım birkaç saniyede döndü. Gittiği gibi birer sallama çay koyduk ve Nasuh’un arkasından sallamaya başladık. Bir acayip oldu bu herif, depresyonda bu, kafayı yedi iyice, ağzından kerpetenle laf alınıyor, insan bir nereye gittiğini söyler falan fistan...

Bu kısa dedikodu seansı ikimiz de iyi gelmişti. Çay poşetlerimizi atmayıp, üzerine su çekerek yarımşar bardak daha çay içtik. Çağatay sonra menemen yaptı, ben biraz kestirdim, üç ekmekle menemeni gömdük, spor programı izledik sonra kapı çaldı; birbirimize baktık, gelen Nasuh’tan başka kimse olamazdı. Çağatay açıp açmamakta çok kısa bir tereddüt geçirdiyse de kalkıp kapıyı açtı. Nasuh’un elleri, kolları, gömleği, pantolonu boya içindeydi. Oğlum şu civcivleri teker teker boyayacağınıza tavukları boyasanız daha mantıklı değil mi?, dedi Çağatay. Abartmıyorum yarım saat güldük.

-
Çağatay’ın annesi ve babası köyden hiç dönmedi. Tüm birikmişlerini damla sulama sistemine ve bir çift kangal köpeğine yatırdılar. Çağatay artık yalnız yaşıyordu. Ailesi ondan kira istememişti ve sadece menemenle yerse yaşayabileceği kadar maddi yardım yaparak Çağatay’ı hayata itiyorlardı. Çağatay zaten çok yemek yemezdi ama eve internet bağlatmak için çalışması lazımdı. Nasuh’la beraber civciv boyamacının yanına işe girdiler.

Ve bir iş çıkışı, bir kız gördü Çağatay. Esmer, balık etli, uzun siyah saçları olan İstabullu gibi konuşmaya çalışsa ağzı arada şivesine kaçan aslı Ağrılı, ruhu sancılı bir kız. Ağrılı kızın adı Nuray’dı  ve hayattan tek bir beklentisi vardı; o da ressam bir sevgili. Üstü başı boya içindeki Çağatay’ı görünce de resim bölümü öğrencisi olduğunu düşündü ya da resim bölümü öğrencisi olduğuna inanmak istedi. Tanıştılar ve kaynaştılar çok kısa bir sürede. Bu yalana ayak uydurmak zor olmadı Çağatay için. Zaten artık öğrenci evinde kalıyor gibiydi. Hem Nasuh gibi doğuştan sanatçı tripli bir de arkadaşı vardı; üstüne üstlük son derece de fakirdi. Muhtemelen birçok resim bölümü öğrencisinden pek farkı yoktu.

Bense bu oyuna pek katılmak istemedim. Hem Nuray’a üzülüyordum hem de bizim çocuklara. Bir de bazen gülesim geliyordu hallerine. Kız arkadaş iki civciv boyayıcının tüm atmosferini değiştirmişti. Geceleri belgesel izliyorlardı beraber diğer gün Nuray’a anlatmak için mesela. Van Gogh’tan, Leonardo’dan sanki arkadaşları gibi bahsediyorlar, Bedri Bayram’a ise her fırsatta sallıyorlardı. Postmodern, dadaist gibi daha önce hiç duymadığım şeyler anlattılar bana. Nasuh kumarı bıraktı, tribi arttırdı. Daha sık basıp basıp gidiyor bazen günlerce hiç konuşmuyordu. Eve şövaleler, guaj boyalar, paletler aldılar; hatta içlerindeki çılgın sanatçı yanlarını göstermek için odaların duvarlarını kapılarını garip garip boyadılar. Bazen buluşma yeri olarak üniversitenin kapısını seçiyorlardı. Konuşmaları bile değişmişti. Bir keresinde Çağatay Nasuh’a Oğlum ya portresini çizmemi istersen ne yapacağım?, demişti, Nasuhsa Biz sürrealistiz unutma, diye cevap vermişti.

-
Bir gece laf söz olmasın diye Nuray’ı evinin bir üst sokağına beraber bıraktılar Nasuhla Çağatay. Elleri ceplerinde eski halleri gibi konuştular, içleri sıkkın. Araftaydılar elbette, en güzel yalanlarına daha ne kadar devam edebilecekleri içlerini kemiriyordu. Bir yandan da övünüyorlardı kendileri ile. Altı aydır resim bölümü öğrencisiydiler. Okulu bitirince ne yapacaklarını bile düşünür olmuşlardı saçma sapan. Yalanları gerçeklerini ele geçirmeye başlamıştı.

Uzun uzun yürüdüler, sonra da yorulup bir duvarda oturdular ressammışcasına saatlerce. Sağı solu izlediler pek az konuşarak. Manzaraları güzeldi ucuz pavyonların sönük neonları, ya yaşlı ya da çirkin konsomatrisler, bırak yürümeyi ayakta duramayacak kadar sarhoş adamlar, fahişeler, pezevenkler, gül ya da mendil satan sokak çocukları, onları izleyip yapışkan hayaller kuran ergenler; sokağın öte ucunda da bir polis arabasının tepe ışığı yanıyordu ama sireni ötmüyordu.

Nasuhsa durmadan soluna bakıyordu. Çağatay, Nasuh’u birazdan hiçbir şey demeden kalkıp gideceğini sezmişti. Öyle de oldu. Nasuh koşmaya başladı, kısa bir teredütten sonra arkasında Çağatay yardırdı. Nasuh çok hızlı koşuyordu. Bu temposuyla istese bir kızı beden eğitimi bölümünde okuyorum ya da milli atletim diye rahatlıkla kandırabilirdi. Sollarındaki sokağa saptılar. Nasuh farkı her saniye açıyordu, araya köy kasaba kurmuştu ve artık gözden kaybolmuştu.  Çağatay nefes nefese yürümeye devam etti ve ancak birkaç dakika sonra Nasuh’u yerde yatan bir kadının başında gördü. Hiç konuşmadılar. Nasuh ayakkabılarına çıkarttı ve çoraplarını ellerine geçirdi parmak izi bırakmamak için, aynı şeyi Çağatay da yaptı. Yerde baygın yatan kadını çırılçıplak soyup her şeyini aldılar. Sonra eve doğru yürümeye başladılar.

Konuşmaları gereken ama aylardır erteledikleri konuyu sonunda Nasuh açtı. Nuray’a aşık mısın? Çağatay derin bir nefes alıp, Aşk çok genel bir kavram. Aşk değil hissettiklerim, kesinlikle aşk değil. Peki sen aşık mısın? Nasuh da ayı ses tonu ile cevap verdi, Kesinlikle seninle aynı kanıdayım dostum.
-

Soydukları kadının fiziği Nuray ile tıpa tıptı. Kadının kıyafetlerini, saatini, takılarını, cüzdanını hatta iç çamaşılarını bile belirli aralıklarla hediye ettiler Nuray’a. Garipliklerine alışmıştı Nuray bu sanatçı ikilinin, teşekkür etti, hediyeleri kabul etti ve bol bol merhum konsomatrisin kıyafetlerini giydi.

Birkaç gün sonra Çağatay avazı çıktığı kadar Mina Loy diye bağırırken Nasuh aynı sertlikte Sophie Taeuber diye bağırıyordu.  Büyük ihtimal sanatla ilgili bir şeyi tartışıyorlardı. Ben mutfakta yine kaç günlük olduğunu dahi bilmediğim eski bir gazeteyi kurcalarken Nuray da menemen yapıyordu. Sonra aniden bana döndü ve seni sevdiğimin farkındasın değil mi?, dedi. Kafamı gazeteden kaldıramadım. Bir şey söyleyemedim. Sanki bir yerde Arkadaşımın Aşkısın çalıyor gibiydi. O muhteşem şarkıya hiç yakışmayan o dizeler kafamda yankılanıyordu, ‘Sen başkasının malısın’


Belki mutlu bile olabilirdik Nurayla ama arkadaşlarıma bu kötülüğü yapamazdım. Nasuhvari bir haraketle yerimden kalktım ve basıp gittim ama duruma kendi yorumumu da kattım ve bir daha geri dönmedim. Birkaç kez telefon ettiler ama çok da aramadılar beni. Sonra duydum ki Çağatay ile Nuray aile arası bir törenle nişanlanmışlar. Yüzükleri de Nasuh takmış ve kurdeleyi kestikten sonra makası Nuray’ın karnına saplamış.

4 Kasım 2014 Salı

labratuvartero bir.

bir. hastalığım her geçen an vücudumu sarıyor. önümdeki her dakika son dakikam olabilir. kendime hiç  iyi bakmadım ama kırk yaş çürümek için çok erken. hayatım bu bodrum katındaki laboratuvarda geçti. hep büyük hayaller kurdum, hep tek çalıştım; büyük başarısızlıkların altına imzamı hep tek attım. ölümle düelloya tutuşmuş gibiyim. silahlarımızı birbirimize çektik ve saatin 12'yi vuracağı anı bekliyoruz. elimde deney tüpüm var.

3 Kasım 2014 Pazartesi

pazartesi - Barbie

Kaybettiğim savaşlar içerisinde en acısı Barbie bebeklere karşı aldığım hezimettir pazartesi lahana bebekleri. Ne zaman elinde Barbie bebek olan bir kız çocuğu görsem Barbie’nin kafasını ağzımla kopartırım ve kafayı yere tükürüp üstüne basarım. Yine ne zaman Barbie’siyle oynayan erkek çocuğu görsem; çocuğun kafasını ağzımla kopartırım ve yere tükürüp ezerim.

*Arada sesimi duyduğunu sanıp tüyleri ürpermeli.
*Saçları yemeğine girmemeli.
*İtikatı sarsıldığı durumlar için acil durum eylem planı olmalı.
*Peruklu biriyle muhatap olduğunda başındakinin peruk olduğunun farkında olduğunu belirtmeli.
*Pırıltılı bir soyadı olmalı.
*Zehirli oklarını uçlarını yakarak atmalı.
*Seksi iç çamaşırlarından toz bezi yapmamalı


Triportörümün bir kilometre bakımı geldiği için sanayiye gittiğimde gerçek bir Barbie bebek gördüm. Sapsarı saçları, aşırı ince beli ve orantısız uzun bacakları ile tam Barbie’ydi. Oto tamircisinde kaportacı olarak çalışıyordu. Oyuncaklar bizi gerçeklere hazırlamıyor değil mi?, dedim bar çapkını ses tonumla. Kadınlar da erkekler gibi her işi yapabilmeli, dedi aseksüel bir feminist hırçınlığıyla. Hangi çocuk bir Barbie bebekten bunu duymak ister ki?