31 Mart 2013 Pazar

pazartesi - ipucu


Salı sabah gazetede dilenciye selam vermem haber olmuş pazartesi paparazzileri. Ama işin ilginç kısmı, sayfanın diğer tarafında Tibet'de işlenen bir töre cinayet haberi vardı. Haberin yalan olduğu aşikardı, hemen Tibet'e gidip olayın aslını araştırdım ve şüphelerimin yersiz olmadığını gördüm. Olay mahallini incelerken duvardaki “Yankee go home” grafitisi beni hemen New York’a sürükledi. Jetime atladığım gibi gittim. Hava alanından çıkıp taksiye atladı. Şehri gezip ipucu arıyordum ki; Werder Bremen forması giymiş bir velet topunun peşinden arabanın altına atladı.

*Tavşan kulaklı taç ve papyon yakışmalı
*Gerekirse şalını silah gibi kullanabilmeli.
*Çok fazla şey bilmeli.
*Evinde ayna olmamalı.
*Odasındaki resmimin önünde her gece mum yakmalı.

Yapmam  gereken basitti, Bremen’e gittim. Bremen mızıkacıları heykelinin orada iz sürerken bir türkü çalındı kulağıma. Gurbetçi bir vatandaş sokak müziği yapıyor, sözlerini google’da arattım, bir Kırşehir türküsü. Dört aktarma ile Kırşehir’e indim. Vali ve halk oyunları ekibi beni garda karşıladı. Şehir hakkında bilgi alırken meymenetsizin biri “Belçika’da çok Emirdağlı var.” dedi. Zaten bu işin altından Belçika first laydisinin çıkacağı baştan belliydi. Şimdi bir çimento kamyonun arkasında nefesimi tuttum Belçika'ya giriyorum. İpucunu yaktım ateş devam ediyor...

28 Mart 2013 Perşembe

Emekli Bürokrat


Yere sağlam basarak yürüyen adamlar vardır, hani adımları herkesten daha çok ses çıkartır. Kaç yaşında olurlarsa olsunlar sandalyede dimdik otururlar. Sesleri biraz toktur; buyurgan, samimiyetsiz tavırları vardır. İşte emekli bürokrat Tunç Güryokuş bu türün en elit örneklerinden biridir. Ömrü yurt dışında, konsolosluklarımızda çalışarak ve ülkemizi temsil ederek geçmiş bir vatanseverdir. Milli bayramlarımızdan bir gün önce balkonuna yirmi metrekare büyüklüğündeki Türk bayrağını açar, bayramdan sonraki gün hava kararınca toplar. Alt komşusu sırf bu yüzden üç gün evin içinde kırmızı loş  bir ışıkta oturur ama yapacak bir şey yoktur. Tunç Güryokuş'la tartışılmaz, hele bazı konular hiç tartışılmaz.
                                  
Emekliliğinin ilk yılı çıkmadan bir sabah eşi Mehtap Güryokuş’un kendisinden önce uyanmadığını hissedince bir terslik olduğunu anladı. Nabzına kontrol etti, hayat arkadaşı ölmüştü. Sakince 112’yi arayıp eşinin öldüğünü, acele etmelerine gerek olmadığını söyledi. Ambulans sadece on dakika sonra geldiğinde Tunç Güryokuş tıraşını olmuş, takım elbisesini giymiş ve saçlarını taramıştı.

Devlet töreni yapıldı. Tabutu askerler taşıdı. Emekli askerler, emekli bürokratlar ve emekli milletvekillerden oluşan bir kalabalık defne katıldı. Çoğunun cenazeye katılma sebebi yarın bir sıra kendilerine geldiğinde kendi cenazelerinin kalabalık olmasını istemeleriydi. Az konuşuldu ama çok fısıldandı. Herkes; “Bahar nerede”, “Bahar’ın haberi var mı?” diye birbirine sordu durdu. Ama kimse Tunç Güryokuş’a soramadı. Yurt dışı görevleri farklı özellikle katar insana. Mesela daha iyi duyarsınız, bir kokteylde on metre ilerinizde konuşulanları duymaya çalışa çalışa gelişir bu yetenek. Dudak okuyabilirsiniz. Hem de birkaç dilde. Eşinin cenazesinde hep aynı kelimeyi duyup durdu: “Bahar”

Bahar Amerika’da otoban üzerindeki restoranların birinde eşiyle beraber çalışmaktaydı. Babasının zoruyla, babasının izinden gitmişti. Özel bir üniversitede uluslararası ilişkiler bitirdi ve o yaz iki aylık bir dil kursu için Amerika’ya gitti. Yirmi iki ay dönmedi. Orada Adrian ile tanıştı. Birbirlerini çok sevmeselerde  adını koyamadıkları başka şeyler buldular birbirlerinde ve evlendiler. Tunç Güryokuş evlendiğini öğrendiği gün evlatlıktan reddetti ve reddi miras davası açtı. Hiçbirine şaşırmadı Bahar. Annesinin öldüğünü de yirmi iki ay sonra öğrendi. Mezarını ziyaret edip tekrar Amerika’ya döndü, babasının yanına uğramadı.

Yalnızlığının ilk günlerinde Tunç Güryokuş günlerini kitap okuyarak, haber kanallarını izleyerek, politikacılara kızarak, açık oturumlara telefonla katılarak ve başka isimlerle gazetelerin internet sayfalarındaki haberlerin altına yorum göndererek geçirdi. Pantolonu hep ütülüydü. Kendi işlerini kendi hallediyor, kimseyle gerektiğinden bir kelime bile fazla konuşmuyordu. Sonra bir gün canı tıraş olmak istemedi.

“Mehtap Hanım yaşasaydı da beni bir günlük sakalla görseydi keşke” diye içinden geçirdi. O gün karısını özlediği ilk gündü. Elinde kumanda haber kanallarını gezip durdu. Gündem durağandı. Ne Türkiye’de ne Dünya’da yaprak kıpırdamıyordu. “Bir son dakika haberi olsa da neşemizi bulsak”, dedi ama o gün haber niteliği taşıyan hiçbir şey olmadı.

Yine böyle son dakika gelişmesi olmayan bir gün aklına bir fikir geldi. Emekli bir bürokrattı, yıllarca elçiliklerde çalışmıştı, yüksek risk grubundaydı. Eski gazetelerden özenle harfleri kesti ve kendi kendine bir tehdit mektubu yazdı. Sonra da polisi arayıp durumu haber etti. Emniyet müdürü olayla şahsen ilgilendi ve eve kadar geldi. Akla hemen yasa dışı örgütler geldi. Tunç Güryokuş eski günlerdeki gibi önemli bir adam olmuştu. Çevresindekilere şüpheli listesini verirken bir yandan da vatanını ne kadar sevdiğinden ve ölümden zerre korkmadığından bahsediyor; herkes saygı, hatta hayranlıkla onu dinliyordu. Dışişleri Bakanı ile telefonla bile görüştü.

Emniyet müdürü hemen üç koruma verdi. İkisi evde duruyor, üçüncü apartmanın girişinde bekliyordu. Sekiz saatte bir nöbet değiştiriyor ve Tunç Güryokuş ne derse emir adlediyorlardı. Çayını bile koruma polisler demledi. Zaten Tunç Güryokuş’da anıdan bol bir şey yoktu. Yaşlılık ve aylar süren sessizlikten olsa gerek anlattıkça anlattı. Macar Büyükelçisine ettiği küfrü, Gana’da kendisine hediye edilen zenci kızları, Belçika Konsolosuna soktuğu lafı hatta İngiltere’de bir davette Kraliçe Elizabeth’in  burnunda tatak olmasını...

Bir hafta sonra korumalar ikiye, bir ay sonra bire düştü. Son  koruma da gittiğinde Tunç Güryokuş elinde kumanda haber kanalını izliyordu. Aylar sonra aynı numarayı bir kez daha çekti, hatta arabasının camlarını da kırdı. Bu sefer ne emniyet müdürü geldi ne de bakan aradı. Bir koruma verdiler o kadar. O da hiç hoşsohbet değildi, cep telefonuyla oynayıp duruyordu.

Tunç Güryokuş bir gün bitirdiği gazeteyi sıkıntıdan tekrar okurken bir ilan gördü. “Yatılı çalışacak Rus hizmetçiler”. Hemen aklına yattı. Zaten Rusça da biliyordu.

25 Mart 2013 Pazartesi

neden tur operatörü


tur operatörü fantezisi her erkekte vardır çünkü:

1. güzellerdir. çirkin olsalar bu işi yapamazlar.
2. iletişimleri yüksektir. bin bir çeşit insanla muhatap olurlar.
3. bol bol şehir dışına çıkarlar. bu sayede daha az dırdır yaparlar.
4. eşlerine lüks otellerde hesaplı tatiller imkanı sunarlar.
5. bir sürü abuk subuk anıları olur.
6. çok seyahat yaptıkları için araba ya da uçak kazasında ölme ihtimalleri yüksektir. bu da nafakadan kurtulmak demektir.
7. iyi para kazanırlar ama harcayacak zaman ve yer bulamazlar.

neden palyaço


palyaço fantezisi her erkekte vardır. çünkü:

1. çocuklarla arası iyidir. çocuklarla arası iyi olan kadın potansiyel annedir. türün devamlılığı ilkesinden dolayı erkeklerin ilgisini çeker
2. ağır makyaj yapar. bir nevi maske gibi. erkekler kadınların her zaman bir maske taktığını bilir ve bunu aleni yapan kişiye ilgi duyarlar.
3. maskenin altında çok güzel bir kız olduğunu düşündürürler.
4. her zaman gülerler. güler yüz çok önemli.
5. renkli ve parlak kıyafetler giyerler. ister istemez algıda seçicilik olur.
6. burunlarında kırmızı bir top vardır. bu da sanki topun altında hokka gibi bir burun oldu yanılsamasına yol açar.
7. durmadan hoplar zıplarlar.
8. hafif bir delilik içerisindedirler. tatlı bir delilik tercih sebebidir.
9. küçük sihirbazlık numaraları bilirler. bu da onları sanki insanüstü özellikleri varmış gibi gösterir.
10. hüzünlü bir yanları da mevcuttur.

niyeyse yazmışım (yıllar sonra bak)


Yaşıt olduğunuz komşu çocukları ile ister istemez bir kader birliği olurdu bizim oralarda. Beraber oynardınız, aynı okulda aynı sınıfta okurdunuz, akşam ya kapının önünde ya da misafirlikte beraber zaman geçirirdiniz.

pazartesi - mitolojia


Bilirsiniz mitolojiyi çok severim pazartesi gaiyaları. Kim yazdı, uydurdu bilmiyorum ama kesinlikle aramızda kan bağı olduğundan eminim. Özellikle Narcissus’u dinler dinler hüzünlenirim. Karakter olarak ise elbetteki Zeus ile özdeşleşirim. Her sene mart ayının üçüncü salısı mitoloji ile ilgili tipleri toplarım ve bana özet olarak bir tekrar geçerler. Ben de kırmızı şarabımı içer bir yandan tetris oynarım

*Borçlarını borç aldığı kişilerin canını bağışlayarak ödemeli.
*Facebook muhalifi, klavye delikanlısı olmalı.
*Oy verdiği milletvekilini beş sene boyunca kontrol etmeli.
*Özür dilememeli.
*Hayatı kendisi için mümkün olduğunca zorlaştırmalı.

Bu sene bu tiplerden biri hadsiz bir fikirle geldi. ”Emredin yeni mitolojiyi yazayım siz de yeni Zeus olun”, dedi. Tetrisin pause tuşuna bile basmadan adamın kafasına fırlattım. Pil çıktı ve puanımı silindi. Öyle delirmişim ki; sinirden icat yaptım. Pil yerlerinden kablo çekip densizin kulaklarına soktum. Artık tetrisim pilsiz adamın ürettiği 6 wolt ile çalışıyor. Yeni Zeus olacakmışım. Tek kişilik mitoloji mi olur?

20 Mart 2013 Çarşamba

Tunç Güryokuş (emekli bürokrat geliştir)


Yere sağlam basarak yürüyen adamlar vardır, hani adımları herkesden daha çok ses çıkartır. Kaç yaşında olurlarsa olsunlar sandalyede dimdik otururlar. Sesleri biraz toktur; buyurgan, samimiyetsiz tavırları vardır. İşte emekli bürokrat Tunç Güryokuş bu türünen elit  örneklerinden biridir. Ömrü yurt dışında, kosolosluklarımızda çalışarak ve ülkemizi temsil ederek geçmiş bir vatanseverdir. Milli bayramlarımızdan bir gün önce balkonana yirmi metrekare büyüklüğündeki türk bayrağını açar, bayramdan sonraki gün hava kararınca toplar. Alt komşusu sırf bu yüzden üç gün evin içinde kırmızı loş  bir ışıkta oturur ama yapacak bir şey yoktur. Tunç Güryokuşla tarışılmaz.

Emekliliğinin ilk yılı çıkmadan bir sabah eşi Mehtap Güryokuş’un kendisinden önce uyanmadığını hissedince bir terslik olduğunu anladı. Nabzına kontrol etti, hayat arkadaşı ölmüştü. Sakince 112’yi arayıp eşinin öldüğünü, acele etmelerine gerek olmadığını söyledi. Ambulans sadece on dakika sonra geldiğinde Tunç Güryokuş traşını olmuş, takım elbisesini giymiş ve saçlarını taramıştı. Tören

18 Mart 2013 Pazartesi

on kendi chuck norris'im


1.Chuck norris kaldırımın çizgilerine basmadan yürür, çünkü kaldırılar chuck norris'in adımlarına göre şekil alır.
2.Chuck Norris'in öl dediği adamlar gazete kağıdı ile kendi üstlerini örtüp, tebeşir ile kendi çevrelerini çizerler.
3.Chuck Norris'in televizyonun kumandasının pili asla bitmez.
4.Birinin parmağı koparsa Chuck Norris oraya işer ve yeni parmak ortaya çıkar.
5.Chuck Norris hayvan sevmez. Çünkü bilir ki bir hayvanı severse o hayvan evrimleşir.
6.Chuck Norris istese uçabilir ama istemez.
7.Chuck Norris bir futbol maçı izleyeceği zaman takım kaptanlarına istediği skoru verir takımlar ona göre oynar.
8.Med cezir (gel-git)'lerin temel sebebi Chuck Norris'in okyanusa yaklaşıp uzaklaşmasıdır.
9.Chuck Norris asla bir buluşmasına geç kalmaz, çok işi çıkarsa zamanı büker.
10.Chuck Norris'in yazlık evinde yaz hiç bitmez.

17 Mart 2013 Pazar

4 Hemşire (devam ve vurucu son)


ı.
Ellerindeki tüm parayı Pakistan pakisine yatırıp kısa zamanda zengin olma fikrini onlara baş hekim yardımcıları Hulki Bey vermişti. Evimi ve arabamı sattım ve çift çapraz kurdan Pakistan pekisi aldım. Bir yılda param üç kat arttı. İstesem üç ev ve son modeli iki tane araba alırım, diyerek hemşirelerine hava atmıştı. Aslında dördü de sevmezdi Hulki Bey'i. Emir aldığı kişiyi kimsenin kalben sevemeyeceği gibi.

Melek başhemşireydi, Hasret kat sorumlusu hemşire, Gizem ve Zeyno ise hemşire statülü kat görevlileriydi. Sonda, lavman yapıp, tansiyon ölçüp, çarşaf değiştiriyorlardı. Dördü de  özel bir hastanede karın tokluğuna hayata tutunmaya çalışıyor, o da yetmezmiş gibi yüksek egolu doktorlar tarafından her gün eziliyorlardı. Pakistan pakisini de ilk kez duymuşlardı, çift çapraz kur lafını da. Nasıl olacağını anlamasalar da biraz daha fazla paralarının olabilme ihtimali dördünü de heyecanlandırmıştı. Melek'in öncelikli hayali yurt dışında bir tatildi; çocuklar büyüdü, biraz da kendim için yaşayacağım diyordu. Hasret ise bir otomobil istiyordu, dolmuşta sıkış tıkış içinde geçmişti ömrü. Gizem hayal kapısını çoktan örtmüştü. Biraz daha fazla para istiyordu o kadar, bir de kredi kartı borcunu ödemek. Zeyno'nun hayali ise oğluyla, kızını; kaynanasının yanından alıp kreşe yazdırmaktı. Sırf bu yüzden diğer gün kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırıp başhekim yardımcısı Hulki Bey'in yanına gidip, "Nasıl?" diye sordular.

Hulki Bey başarı hikayesinden uzun süre bahsettikten sonra sanki hemşirelere bahşedercesine. "Sizin paranız çaprak kura yetmez, bana getirin, kendi hesabıma eklerim. Ay sonunda da karınızı veririm. Sizden komisyonda almam merak etmeyin", dedi. Sözleri bitince dünyanın en çirkin kahkahasını attı. Dördü de o an Hulki Bey'i öldürmek istedi. Hergün onlarca kişinin tüm samimiyetiyle istediği gibi.

Altınlar bozduruldu, borçlar alındı, krediler çekildi, var yok ortaya çıktı ve pazartesi sanki gizli bir harekat yürütürcesine para Hulki Bey'e verdiler. Hulki araya bir iki başarı hikayesini daha sıkıştırarak parayı aldı. Sonra Melek'e diğer başhekim yardımcısı hakkında sorular sordu. Hasret'e kattaki en güzel oda boşaldığı an kendisine haber vermesini söyledi. Gizem'e elektrik faturasını verdi ve bir koşu yatırmasını söyledi. Zeyno'ya ise sadece çamur gibi bir gülümseme ile baktı. O bakışın anlamını tüm kadınlar bilirdi.

Aradan yedi ay geçmişti. Herkesin eline gerçekten de güzel paralar geçmeye başladı. Parayla mutlu anlar yaşanabiliyordu. Herkesin yüzünde kocaman gülümsemeler vardı. Hemşireler bazen hastanede çıkan yemeği yemiyor ve dışarıdan pizza bile söylüyorlardı. Gizem yıllar önce kapattığı umut kapısını açtı ve hayaller kurmaya başladı ama Zeyno mahalle ve sülale baskısını yenemedi ve çocukları kreşe veremedi. Kreş planı tutmasa da kaynanasına para veriyor ve onu hakimiyeti altına alıyordu. Para uğruna kendini paralamadığın zaman güzel bir şeydi.

Bir yıl sonra dört hemşire de hem  daha güzel, hem daha mutluydu. Melek Hemşire Venedik fotoğraflarını gösterirken hiçbiri Melek'i kıskanmıyordu. İsterlerse birkaç ay sonra onlar da Venedik'e gidebilirlerdi.

ıı.
Melek hemşire kağıt işleri ile uğraşırken, Hasret hemşire su içmeyen bir hastayı ikna etmeye çalışırken, Gizem ve Zeyno yüz kırk kilo bir adama lağman yapmaya çalışırken Pakistan'da bombalar patlıyor ve Benazır Butto paramparça oluyordu. Akşam haberlerde izlediklerine hepsi bu habere üzüldü. Başarılı bir kadın ölmüştü. Bir kadın başbakan ölmüştü.

Hulki Bey diğer gün işe gelmedi ama hemşireler bu durumdan hiç işkillenmediler. Sonraki günde gelmediğini ve izin de almadığını duyunca durumun ciddiyetini anladılar. Kötüyü düşünmemeye çalışsalar da durum kötüydü, çok kötüydü. Hulki'nin artık beyliği kalmamıştı. Telefonlara çıkmıyordu ve evinde de yoktu. Fransa'da dil kursundaki kızına, Bandırma'da köyde yaşayan halasına, huzurevinde yaşayan dayısına bile ulaşıldı ama nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Polise kayıp ilanı verildi, kimliği belirsiz cesetlere bakıldı ama iz bulunamadı. Hulki hemşireler gibi onlarca kişiyi de beraberinde batırmıştı... Taksitleri ödenmeyen kızı Fransa'dan iki ay sonra döndü...

Melek, Hasret, Gizem ve Zeyno'un hem ceplerinde kuruş paraları yoktu hem de eski borçlarının yanısıra yeni borçları da vardı. Hulki'ye küfürler ederken, diğer yandan ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Hayatları tepe taklak olmuştu. Eski fakir günlerinden de kötüye döndüler. Mutsuzluktan çirkinleşmişlerdi. Hepsi yıkıldı ama en çok Gizem yıkıldı. Diğerleri hayallerinin az da olsa bir kısmını gerçekleştirmişlerken Gizem hayal kurmaya yeni başlamıştı. Çatı katı bir evi olacak, salsa öğrenecek, göğüslerine silikon taktıracak, evine koşu banı alacak, diksiyon kursuna gidecek, saçlarını uzatacak, kollarında çıkan tüylere kökten çözüm bulacak, mimar bir sevgilisi olacak, çok kitap alacak, evinini bir duvarı kitaplık olacak, ikiz çocukları olacak, çocukları üç yaşında ingilizce öğretmeye başlayacak, çocuklarıyla beraber o da ingilzce öğrenecek, beş yıldızlı otellerdeki yaz tatillerinde animasyonlara katılacak, kim beşyüz milyar ister de yüz yirmi beş milyar kazanacak, çalıştığı hastanenin en güzel odasını kendi dekore edecek ve adını verecek, artık paraya ihtiyacı olmayacağı için sırf iyilik için hemşirelik yapacaktı...

Benazır Bottu'yu parçalayan bombalar hayallerini de parçalamıştı. Gizem uzun süre kendine gelemedi. Umutsuz, mutsuz, ruhsuz sallandı durdu. Her yere yürüyerek gidiyor ve inceden kendi kendine konuşuyordu. Herkes durumuna üzülse de yapabilecek fazla bir şey yoktu. Antidepresan kullanmayı reddetti; kendi kendine fısıldımalarını dinleyen herkes Gizem'in Hulki'yle konuştuğunu bilirdi. Her delilik gibi önce üzüldüler, sonra alıştılar ve zamanla görmemezlikten gelmeye başladılar.  Ta ki bir cuma iş çıkışı Melek, Hasret ve Zeyno'yu çaya çağırana kadar.

ııı.
Aynı kazığı yemiş in

pazartesi - ben hep seçerim


Hayat herkesi seçim yapmaya zorlar pazartesi apolitikleri. Malumunuz ben seçilmem seçerim. Milletvekillerinizi, başbakanlarınızı, generallerinizi, askeri ateşelerinizi, hangi takımın şampiyon olacağını, oskarı kimin alacağını, grammy’i kimin kazanacağını, kral tv video müzik ödülleri en iyi arabesk fantazi sanatçısını, dünya güzelini, şampuan güzelini, kainat güzelini... Siz seçtik sanırsınız ama ben seçerim.

*Dilencilere bozukluk değil, nasihat vermeli.
*Telefonları kilitlenmemeli.
*Üç topu iyi, amerikanı idare eder olmalı.
*Ahlak kuralları cüzdanının kalınlığına göre esnetebilmeli.
*Pedikürcüysüyle, manikürcüsünün arkasından sallamalı


Ama en gıcık olduğum seçimdir papa seçimi. Kapalı bir odada 80 yaşlıyla oturmak kim ister ki? Bu üçüncü seçimim, üçünde de üstüm başım yaşlı koktu. Gösteri devam etsin diye işi uzatmak zorunda kalmak da çok sıkıcı. Bir de bunlar bakir ya; şakaların, fıkraların çirkinliğine hiç girmiyorum. Neyse sonra düşündüm, çayı iyi demleyen her işi iyi yapar. Ondan o elemanı seçtim. Tüm katolik ailemine hayırlı uğurlu olsun.

16 Mart 2013 Cumartesi

yokuş


Penceremin önündeki yokuş, dar ve sola dönemeçli yoldan aşağı doğru hızlıca yürüyordu. Altında buz rengi dar bir kot pantolon, üstünde ise kırmızı ekoseli bir mont vardı. Küçüktü ayakları; bağlamadığı botları, yokuş aşağı inerken ayağından fırlayacak gibi oluyordu. Sol koluyla göğsüne sıkıştırdığı bir kitabı vardı o kadar. Muhtemelen öğrenciydi ama saat üniversitelerde derslerin başlaması için bile çok erkendi. Gözümden kayboldu sonra...

Sonra ilk dolmuşa binmiş. Dolmuşun nereye gittiğine bakmamış bile. En arka koltuğa oturmuş ve cep telefonunu sessize alıp koltuğun arkasındaki boşluğa dikkatsizce yerleştirmiş, sonra içindeki paraları aldığı cüzdanını da aynı yere koymuş. Sonra "Müsait bir yerde" demiş ve kendisi için asıl müsait bir yer olan Mamak'daki ablasının evine doğru yola koyulmuş.

Yol boyunca geceki olayları düşünmüş. "Neden ben ya?", "Neden ya?" diye kendine öyle şiddetli soruyormuş ki; yoldan gelip geçenler bu kız ne diyor diye ona bakmadan edemiyorlarmış. Adımları hızlanmış, nereye gittiğini bilmeyen bir güvercin misali savrulup durmuş. Arada ağlıyor ama göz yaşlarını silmiyormuş. Serin hava göz yaşlarını hemen soğutuyor ve ıslaklığın yanan yüzüne verdiği serinlik hissi belki de bayılmaması için ona güç veriyormuş.

Sonra gözyaşları tükenmiş ve kızcağız bayılmış. Ayıldığında bir üniversite hastanenin acil servisindeymiş ama ayıldığını kimse anlamasın diye bayılmış rolü yapmış. Çok acıkınca ayılmış gibi yapıp bir şeyler yemiş ve ardından yine hemen bayılmış gibi yapmış. Bayılmış gibi yaparken en iyisinin hafızasını kaybetmiş gibi yapmak olacağına karar vermiş ve hafızasını kaybetmiş gibi yapmış.

Önce doktorlara, sonra polise " Ben kimim?" diye sormuş. Kimse rol yaptığını düşünmemiş. Kimse onun kadar içten "Ben kimim?" ve "Burada ne işim var?" diyemezmiş. Psikiyatrı merkezi ve polis merkezlerinde geçen bir süreden sonra kendini sokakta bulmuş. Annesinin, babasının ve ablasının onu bulamamış olmasına çok içerlermiş. Acaba onlar da o gece olanları bildikleri için mi susmuşlar diye uzun uzun düşünmüş. Sonra bir telefoncuya gitmiş ve elden düşme bir telefon alıp eski hattını çıkarttırmış.

Zaman akmış ve ölene kadar mutsuz ve huzursuz yaşamış; herkes gibi...

14 Mart 2013 Perşembe

Esaret mi? Doğruluk mu?


ı.
Planlanan bir çocuktum. Ebeveynlerimin ellerinde termometre ile doktorun söylediği günde ve saatte gerçekleştirdikleri sevişmelerin –ki o işe ne kadar sevişme denir muamma- belki de yüz ellincisinde temellerim atılmıştı. "Olası olmayan, doğru düzgün olmaz", babamın mottosudur ki; sebebinin ben olduğum aşikar.

Oyuncak silahla esnaf soymaya kalkmak on iki yaşındayken gülüşmelerle karşılansa da on dört yaşındayken öyle karşılanmıyordu. Ben bir anda boy atmış, sakallanmış ve çirkinleşmiştim.  Sakarya Semt Kasabına oyuncak silahımla girip "Eller yukarı bu bir soygundur" diye sadece dört ay önce bağırsam kasap amca yalandan ellerini kaldırır ve gülümserdi. Ama ne yazık ki zamansın soygun teşebbüsüm kasap ve oğlu tarafından sağlam bir sopa ile cezalandırılmıştı. Semt komiseri babama durumu güzelce anlattı. "Şikayetçi olursanız, kasap da şikayetçi olur."

Komiserle uzlaşan babam benimle uzlaşmıyor ve neden kasap soymaya kalktığımı anlayamıyordu.

Hezimetle sonuçlanan birkaç kasap soygunumdan sonra bazı çıkarımlar yapabildim. Kasaplarda öfke kontrolü çok düşük. Karşısında çocuk var mı yok mu umursamadan, tekme tokat girebiliyorlar. Her zaman dükkanı emanet edecek birilerini buluyorlar, dövmeden polise gitmiyorlar ve polisler kasapları çok sevip kolluyor.

Polisler hakkındaki çıkarımlarım ise şunlar. Çoğu polis olmak için doğmamışlar, kasaplara karşı diğer insanlara davrandıklarından daha çok imtiyazlı davranıyorlar. Suçlu birinin yakınını gördükleri zaman da onlara akıl vererek ezmeyi çok seviyorlar; ki bence bu da bir çeşit işkence.

Babamın bana şiddet uygulamamasının sebebi muhtemelen silahlı soygun teşebbüslerim ve ardından kasaplardan yediğim dayakların beni çok etkilememiş olması. Ama polislerden öğrendiği işkence yöntemini üzerimde kullanıyor ve nasihat verdikçe veriyor. Atasözlerinin yarısını kendi söylüyor, diğer yarısını benim tamamlamamı bekliyor.

"Ne demiş atalarımız... Haram mal yiyenin ruhuu..."
"... iflah olmaz yüzyıl geçseee."
"Ne demiş atalarımız... Çalanın çiğnediği her lokmaaa...."
"... gelir tıkanır gursağınaa"

Babamın bana öğrettiği atasözlerini bizim aileden başka kimse bilemez. Babamın hayali, uydurduğu atasözlerinin bir tanesinin tutması. Hayalinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini asla bilemeyecek ama olsun. Adamcağız en azından çabalıyor. “Çabalamak, çalmaktan bin kat yeğdir”; evet bu da babamdan.

Hayatın saçmalığı; benim kanunsuzluğa yönelmem evin betini bereketini arttırdı. Babam eskisinden sekiz kat daha fazla kazanıyor. Soframızdan pastırma eksik olmuyor. Zaten pek beceremezdi ama annem artık hiç yemek yapmıyor, dışarıdan yemek söylemenin tarifsiz hazzı içerisindeyiz. Babamın parasını harcayacak yer bulamadığından beni özel psikiyatriste bile götürüyor.

Psikiyatristin sekreterinin masasına çıkıp, sekreterin alnına tekmeyi attıktan sonra "Bu bir soygundur! Kimse polisi aramasın" diye bağırdığımda Doçent Doktor Nalan Hanım panik halinde odasından çıkıyor ve "Sakin ol tatlım, kimse polisi aramayacak, hadi lütfen elindeki bırak ve biraz konuşalım tamam mı?" diyor. Sakinleşiyorum, odasında kola içiyoruz, arada sırada omzuma bana güvendiğini ve yanımda olduğunu gösteren dokunuşlarda bulunuyor.

Doçent Doktor Nalan Hanım amerikan dizilerinden fırlamış gibi bir karakter. Sanırım sadece o hala çocuk olduğumu düşünüyor ve bu yüzden benden çocukluğuma dönmemi istemiyor. Renkli kalemleri ile bana resim yaptırıyor ve karşılığında babamdan bir kırtasiyecinin on beş günlük kira geliri kadar para alıyor. Kötü bir yalancı aynı zamanda. Ağzı ve sağ eli sigara kokuyor ama sigara içmediğini iddia ediyor. İçki içtiğini de düşünüyorum ama bu sadece sezgi.

Sekreteri Özge ile arasında ise manasız bir soğuk savaş var. Elimde silahım Özge'nin masasına çıkıp alnına tekme atışımdan sonra , Özge'nin kanayan kaşıyla değil benimle ilgilenmesinden ve şikayetçi olmak isteyen Özge'ye, "Sana bu işin zorluklarından ilk gün bahsetmiştim" dedikten sonra kısık sesle "Senin maaşını bu çocuğun babası ödüyor" diye rest çekmesinden hissediliyor. Muhtemelen aynı adamdan hoşlanıyorlar. O adam bir hastalarıyla çok şenlikli olur, ya bir de babamsa macerayı düşünemiyorum.

-Babam değilmiş-

Özge'nin öteki kaşını da yarınca psikiyatristim Nalan Hanım evimize gelmeye başladı. Annemle babama; düzelme eğiliminde olduğumu, isterlerse davranışlarımdan sorumlu olmayacağımı gösteren bir rapor verebileceğini söyledi. Babamı en son İlhan Mansız Senegal'e gol attığında böyle mutlu görmüştüm, annem de Sertap Erener Eurovision aldığında bu kadar sevinmişti. Artık raporluydum.

ıı.
Babam işe gittikten sonra annem kahvaltıda bitirdiği şarap şişesini masanın üstüne koydu ve çevirdi. Şişe döndü, döndü ve beni gösterdi. Annem gözlerini bana doğru kısıp sordu,
“Esaret mi doğruluk mu?”
“Esaret annecim” dedim.
Bizim oyun ergenlerin birbirlerinin sevgilisi olup olmadığını öğrenmek ya da öpüşmek için oynadıkları oyuna benzemezdi. Annem uydurmuştu. Doğruluk, dediğin zaman yüzüne asla duymak istemeyeceğim bir gerçek çarpılırdı. Esaret, dediğin zaman ne emredilirse onu sorgulamadan yapardın, bu kısım cesareti andırırdı ama daha acımasızdı. Annem her şişe şarabı bitirdiğinde oynamak zorundaydık.

“Git ve bankamatikten çıkan yaşlı bir kadını soy, nasılsa artık raporlusun”, dedi
“Peki annnecim”, dedim. Evden çıkmadan oyuncak silahımı da yanıma aldım. Hala on dört yaşındaydım.

kasap (son bağla)


Kasap hırsızı (unutma devam et)

Planlanan bir çocuktum. Ebeveynlerimin ellerinde termometre ile doktorun söylediği günde ve saatte gerçekleştirdikleri sevişmelerin –ki o işe ne kadar sevişme denir muamma- belki de yüz ellincisinde temellerim atılmıştı. "Olası olmayan, doğru düzgün olmaz", babamın mottosudur ki; sebebinin ben olduğum aşikardır.

Oyuncak silahla esnaf soymaya kalkmak on iki yaşındayken gülüşmelerle karşılansa da on dört yaşındayken öyle karşılanmıyordu. Ben bir anda boy atmış, sakallanmış ve çirkinleşmiştim.  Sakarya Semt Kasabına oyuncak silahımla girip "Eller yukarı bu bir soygundur" diye sadece dört ay önce bağırsam kasap amca yalandan ellerini kaldırır ve gülümserdi. Ama ne yazık ki zamansın soygun teşebbüsüm kasap ve oğlu tarafından sağlam bir sopa ile cezaladırılmıştı. Semt komiseri babama durumu güzelce anlattı. "Şikayetçi olursanız, kasap da şikayetçi olur."
Komiserle uzlaşan babam benimle uzlaşmıyor ve neden kasap soymaya kalktığımı anlayamıyordu?

Hezimetle sonuçlanan birkaç kasap soygunumdan sonra bazı çıkarımlar yapabildim. Kasaplarda öfke kontrolü çok düşük. Karşısında çocuk var mı yok mu umursamadan, tekme tokat girebiliyorlar. Her zaman dükkanı emanet edecek birilerini buluyorlar, dövmeden polise gitmiyorlar ve polisler kasapları çok sevip kolluyor.

Polisler hakkındaki çıkarımlarım ise şunlar. Çoğu polis olmak için doğmamışlar, kasaplara karşı diğer insanlara davrandıklarından daha çok imtiyazlı davranıyorlar. Suçlu birinin yakınını gördükleri zaman da onlara akıl vererek ezmeyi çok seviyorlar ki bence bu da bir çeşit işkence.

Babamın bana şiddet uygulamamasının sebebi muhtemelen silahlı soygun teşebbüslerim ve kasaplardan yediğim dayakların beni çok etkilememiş olması. Ama polislerden öğrendiği işkence yöntemini üzerimde kullanıyor ve nasihat verdikçe veriyor. Atasözlerilerinin yarısını kendi söylüyor, diğer yarısını benim tamamlamamı bekliyor.

"Ne demiş atalarımız... Haram mal yiyenin ruhuu..."
"... iflah olmaz yüzyıl geçseee."
"Ne demiş atalarımız.. Çalanın çiğnediği her lokmaaa....
"... gelir tıkanır gursağınaa"

Babamın bana öğrettiği atasözlerini bizim aileden başka kimse bilemez. Babamın hayali, uydurduğu atasözlerinin bir tanesinin tutması. Hayalinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini asla bilemeyecek ama olsun. Adamcağız en azından çabalıyor. “Çabalamak, çalmaktan bin kat yeğdir”; evet bu da babamdan.

Benim kanunsuluğa yönelmem evin betini bereketini arttırdı. Babam eskisinden üç kat daha fazla kazanıyor. Soframızdan pastırma eksik olmuyor. Parasını harcayacak yer bulamadığından beni özel psikiyatriste bile götürüyor.


Babam işe gittikten sonra annem kahvaltıda bitirdiği şarap şişesini masanın üstüne koydu ve çevirdi. Şişe döndü, döndü ve beni gösterdi. Annem gözlerini bana doğru kısıp sordu,
“Esaret mi doğruluk mu?”
“Esaret annecim” dedim. Bir kere doğruluk demiş ve duymak istemediğim şeyler duymuştum. En iyisi esaret.
“Git ve psikiyatristini soy”
“Başüstüne annnecim”

10 Mart 2013 Pazar

pazartesi - komodo


Hayvan terbiyecileri kadar terbiyesiz insanlar yokturlar pazartesi yüksek ahlaklıları. Yıllardır özellikle baharla beraber kapıma gelirler ve sonra da köteği yeyip tıpış tıpış evlerine yürürler. Ama hakkını vereyim bu sefer gelen biraz daha farklı bir modeldi. Kocaman füze memeleri, sarı upuzun saçları, süper mini eteği ve gayet düzgün bacakları vardı. Tasmayla yanında getirdiği hayvanda iki buçuk metre uzunluğunda dişi bir komodo ejderiydi.

*Ailesinde kopyacı seri katil olmamalı
*Arka cebinde tarak taşımamalı
*Takma dişleri olmamalı.
*Çalışma arkadaşlarının altını oymalı
*Düşene bir tekme de o vurmalı.
*Zenci gırtlağı olmalı


Doğada en çok saygı duyduğum hayvan olan komodo ejderi hatrına kapıyı açtım. Hayvan terbiye(sizi)cisi hemen "Gel tostos" dedi, komodo içeri girdi, "Yat tostos" dedi komodo yattı, "Hamamda kocakarılar nasıl bayılır tostos?" dedi, tostos olağanüstü shakespiryen bir canlandırma yaptı. "Kolbastı yap tostos" dedi, evde karadeniz rüzgarı esti. Dayanamadım "ben de denemek istiyorum" dedim. Sağolsun beni kırmadılar. "Sahibini ye tostos" dedim ve bir dakikada kadını yuttu, sonra da "öl tostos" dedim. Küt gitti. Bir komodo ejderinin emir almasına dayanamadım.