11 Nisan 2017 Salı

İzlanda - belki bir gün -

İZLANDA
-İzlandalılar’a-
İzlanda hakkında vikipedik bilgi: En yakın komşusu Grönland olup, 350 km uzaktadır. Diğer komşuları Norveç 1050 km, İskoçya 800 km uzaklıktadır.

O sene verilen tüm prestijli ödüllerin hepsini İzlanda topladı. Hem de bileğinin hakkıyla, ilk akla gelenler:
*Nobel Tıp Ödülü
*Nobel Kimya Ödülü
*Nobel Edebiyat Ödülü
*Olimpiyatlarda 63 Altın madalya, 14 dünya rekoru.
*Yabancı dilde en iyi film Oscar’ı ve Altın Palmiye
*Avrupa Futbol Şampiyonası Şampiyonluğu
*Eurovision Birinciliği
*Pritzker Mimarlık Ödülü

Ne olduğu rasyonel olarak anlatılamaz bir şekilde parladı İzlanda. Başarılı olduğu kadar mutluydular da. Mesela trafik polisler kimse kurallara aykırı davranmadığı ve kaza olmadığı için bir törenle topluca istifa ettiler ve bir modern dans topluluğu kurdular. Danslarının temelinde ise yine trafik kuralları vardı. Turneye gittikleri her ülkenin trafiğinde gözle görülür düşüşler yaşandı. O kadar

-
Náinn Vinum sadece İzlanda’da yayımlanmış bir gençlik dizisidir. Friends, Coupling, How I Met Your Mother tarzı bir, birbirinden farklı tipte insanlarda oluşa bir arkadaşlığı konu alan bir yapım





Habil de Kabil de çok bayılmıyordu - yaz bir ara-

Habil de Kabil de çok bayılmıyordu

1.
Nuh’tan çok önce, Adem’den az sonra zamanlardı.
Dünyada hepi topu 2000 insan vardı. Ne bir eksik ne bir fazla. Ve bu 2000 insan 1000’er kişilik iki gruba ayrılmışlardı. Ne bayrak vardı o zaman ne de sınır. Biri ötekine gafiller. Öteki de diğerine Savruklar adını takmış kendilerine ise bir isim verme gereği duymamışlardı. Aralarında savaş yoktu, çünkü savaşacak kadar gelişmemişlerdi. Avcılıkta şanslılarsa doyuyorlar, yoksa su içip yaprak yiyorlardı. Ne taşı yontmuşlardı ne de tekerleği bulmuşlardı; öyle yuvarlanıp gidiyorlardı.

Bize göre bir Perşembe, onlara göre ise adı dahi olmayan bir akşamüstü yaşlı bir iguanaya benzeyen sürüngenin peşinden koşarlarken iki klanın (klan olmadı ad düşün) doğal liderleri; en güçlü olanları, rastlaştılar ve birbirlerine düşmanca baktılar. Daha önce birbirlerini hiç görmemiş ama birbirlerinin nefreti ile büyümüşlerdi. İkisi de birbirini süzdü bir süre. Hiç konuşmadan. İkisinin de bir elinde sopa, diğerinde ise taş vardı. Bu sessiz bekleyiş o kadar uzun sürdü ki, hava karardı, iguana bile gözden kayboldu. Acıktılar ve susadılar. Ama hareket etmeden birbirlerini izlemeye devam ettiler. Nehir kuzeylerindeydi. İkisi de nehre doğru baktı bir an. Gözlerini birbirlerinden ayırmadan nehre doğru yürüdüler. Ve beraber su içtiler. Savruklardan olan (klan ismi dğeiştir) sopasını karınca yuvasına soktu ve biriken karıncaları yalayarak yedi. Gamsızlardan olan ise nehrin dibindeki taşın tuttuğu yosunu yedi. Sonra birbirlerinin yediği şeyleri merak ettiler savruklardan olan yosunun tadına baktı, gamsızlardan olan ise karıncaların. İkisi de bu yeni lezzeti yabancı ama arada denenebilir buldu. Bir taşın üzerine oturdular ve aynı anda “Selamın aleyküm”, dediler.
2.
Şaşılacak şey, aynı dili aynı şekilde konuşuyorlardı. Onlara diğerlerinin iyi konuşamadıkları ve Allah’ı umursamadıkları öğretilmişti. Ve birbirlerine anlatacak çok şeyleri vardı. Şartları düşününce elbette havadan sudan konuştular. Savruklar tavuğa benzeyen bir şey bulmuş ve evcilleştirmişti. Tadı çok güzel ve çok enerji veriyor demişti. Gamsızlar ise kuş tüylerinin üzerinde uyumanın çok güzel olduğunu bulmuşlardı. Savruklar toprağı kazınca su çıktığını bulmuştu, Gamsızlar ise otların insanı çok güldürdüğü eve hayaller gördürdüğünü, bazı otların ise insanı öldürdüğü bulmuşlardı. Savruklar


2. bölüm küslük sebebi. Keyifli ve sudan bir sebep olmalı. Tabi kız meseles olmadan

3. bölüm o zaman. mağara düğünü.

ateş yakılmış, mamutlar çevriliyor. diğer klan da tavuk getirmiş. hemen orada bir bilgi alışverişi. evlenen kız klan liderinin kızı, evlendiği adam ise tabiki en iyi avcı ve potansiyel lider.

misafir tarafta ise meyve toplamaya başlamış. ilk kez çilekle tanışan ev sahibi klan - klnalara isim de lazım-





ölü doğanlardan biri

MacGyver

Biraz yaşlı, son derece saçsız ve çirkince bir adam bir bara girer. Adamın yanına ise sarışın, koca memeleri

Ben küçükken..
*n
*anorma
*n
*anormal
*suluboyadaki kırmızının kuzu kanından yapıldığını sanardı
*Çikolataların rendelenmiş zenci sanırdım
*pelüş oyuncakları doldurulmu gerçek hayvanlar sanırıö
*pamuk şekerlerş bulutlardan yapılıyor sanrıım
*be küçükken gömülen ölülerin dünyanın öteki ucundan çıkıp yaşamaya devam ettiğini sanırdım
*

Dayım yengemden dayak yediği geceler ağlayarak bize gelirdi. Annem bir kovaya koyduğu su ile dayımın yüzündeki kanları temizler ve kesiklerine dikiş atardı. Babam ise hiç istifini bozmaz, televizyon karısında çekirdeğini çitlerken bir yandan da elindeki tükenmez kalemi çevirir dururdu. Babamın en sevdiği şeylerden biri gazetedeki fotoğraflara kaş göz yapmaktı. Annem dayımın yaralarını dikerken bazen dayım çok bağırırdı, o zamanlarda babam televizyonun sesini açardı.

*Küçükken ben 

sülayman go - giriş... zincirli çembere ek olabilir belki-

Süleyman - Go

i.
Tinerci çocuklar üzerime doğru koşmaya başladıkları zaman başıma gelecekleri az çok tahmin etmiştim. Öldürmeyecek ama sağlam dövecekler, hayata olan hırslarını benden çıkartacaklar, telefonumu ve cüzdanımı alacaklar, tam giderlerken biri ayakkabılarıma bakacak ve onu da alacak, sonra biraz yerde yatacağım, sonra çıplak ayak biraz yürüyüp birini bulmaya çalışacağım, kaldırım soğuk olacağı için kendimi biraz iyi hissedeceğim, önce bir fahişe beni görmemezlikten gelecek, sonra bir başka fahişe bana bakıp, “hayatım kusura bakma, telefon taşımıyorum” diyecek. Bu ikinci fahişenin ses tonu ve geniş omuzları kafamı karıştıracak. Yanımdan arabalar geçecek ama bana bakmayacaklar, yürümeye devam edeceğim; fiziksel acılarımla yıpranmış sinirlerim birleşip ağlamama neden olacak. Zaman akışkanlığını yitirecek ve bayılacağım. Ve bir hastanede başımda annem ağlarken uyanacağım. Orada ne gezdiğimi kimse sormayacak önce, sonra sorduklarında da “Hatırlamıyorum” diyeceğim. Dayım pis pis sırıtacak. Ve yediğim dayak yanıma kar kalacak…
Ve yediğim dayak yanıma kar kalacak, diye içimden geçirirken tinerci çocuklar önümde durdular. Tinerci olmayacak kadar iyi kıyafetleri ve parlak gözleri vardı. Ellerinde ekranları yanık cep telefonları bana bakıyorlardı. Derin sessizliği arkada duranlardan biri bozdu ve yanıma yaklaşıp elini uzattı. “Merhaba! Ben Aykut! Siz de ‘O’ olmalısınız?”
O mu? Hiçbir şey anlamamıştım ama bu kadar güzel ve vurgulu konuşan bir çocuktan dayak yiyeceğimi düşünmediğimden rahatlamıştım da.
Yirmi dakika sonra dünyanın en büyük fast foodçusunda süt tozundan yapılmış, fazla tatlı dondurmalarımızı yerken bana durumu anlattılar. Ben ‘O’ idim. Ben onların level geçmesi için gerekli adam. Uygulama beni göstermişti onlara ve benim hayatımı kalıcı şekilde güzelleştirmeleri gerekiyordu. Yoksa diğer bölüme geçemezlerdi. Senin için ne yapabiliriz? Ne istersiniz?, dedi yine Aykut. Dondurmamdan bir dil daha aldım, mısır şurubundan yapılan şeker genzimi yaktı ve Bilmiyorum, dedim. Ben genelde ne istediğimi değil, ne istemediğimi bilirim.
Dondurmalarımız bittiğinde artık tanışmıştık. Sekiz erkek çocuğuydu karşımdaki. Liderleri Aykut’tu. Eve doğru yürürken, Uygulama benim hayatımın güzelleştiğini nasıl anlayacak, diye sordum. O anlar deyip geçiştirdi Aykut. Ananız babanız bu saatte buralarda sürtmenize bir şey demiyor mu, diye sorduğumda ise arkadaki bir arabayı gösterdi ve “Merak etme, her gece birimizin babası bizden sorumludur ama sadece izleyebilir. Eğer oyuna dahil olmaya kalkarsa makine bizi oyundan atar, dedi yine Aykut. Aykut neden sadece sen konuşuyorsun, dediğimde ise İşbölümü, dedi ve vedalaştık.
Sabah uyandığımda kahvaltımı Kerem hazırlamış masanın başında bekliyordu.
ii


yarım kalmış benzetme listesi



*Bağımlılıktan çok korkup; bağlanmamak için su yerine bazen soda bazen de ezo gelin çorbası ise sıvı ihtiyacını giderecek gibisin.
*Evrim teorisini tartışmaktan keyif alan ateistler gibisin. Terminoljin zayıf, kanunla teori arasındaki farkı bilmiyorsun.
*Durmadan zıtlıklardan örnek veren tipler gibisin, sanki kendi diyalektiğin var.
*Küçükken ormanda bukalemunlar tarafından yetiştirilmiş bir çocuğun büyümüş hali gibiydi.
*Tüm yolculuk camdan bakan yolcular gibisin, hostes çıplak gezse haberin olmayacak.
*Otobüslerde yayınlanan filmi bitirmek için başka yerde inecek kadar sinema sevdalısıdır.
*Olmaz da belli mi olur, diye otobüs biletini kadın alacak kadar umutsuzsun.
*Bir fazla topkek için muavinle hemşeri çıkacak kadar küçüksün.
*Koltuğunu müsade istemeden yatıracak kadar düşüncesizsin.
*Otobüs gara girmeden kapoya doğru ayaklanan tiplerdendir ve işin acısı ona sarılmak için kimse beklemez.
*Işıkların sönmesinden o kadar çok korkar ki; 45 kişi ile aynı otobüste bile olsa içi bir titrer.
*Otobüsteki okuma ışığını gerçekten okumak için kullanan adamlardandır. Hatta o ışık belki de onun için yapılmıştır.
*Yaklaştıkça yolun uzadığını bildiği için yolculuklara saatsiz çıkacak kadar kendini bilir.
*

Otobüs yolculuğu ile ilgili 10 benzetme

bir türlü yazılamayan kışı gören sinek hikayesinini belki beşinci girişi

4 Aralık gününü görmek Ankara’daki bir sinek için imkansıza yakındır ama ben şu an yaşıyorum. Tamı tamına sekiz aylık oldum bugün. Doğum günü pastam olmasa da Züheyla Hanım’a torunu artık ölsün diye getirdiği ucuz tulumba tatlısının üzerine konup ayaklarımı batıra batıra emçirdim. Züheyla Hanım şeker hastası, benimse sanırım şekere bağışıklığım çok yüksek. İkimiz de ölemiyoruz. İkimiz de çok yaşlıyız ve aylardır birbirimize dokumuyoruz. Birkaç kez kanının tadına baktım aslında. Ama kadıncağızın böbrekler iflas etmiş sayılır ondan kanı tatlı değil. Onun yerine yapay gıdalarla idare ediyorum.
Zaman öğretiyor. Geçen ay pencerelerden dışarı çıkamayacağımı öğrendim mesela, belki de 100 kere kafamı o şeye vurduktan sonra. Dışarıyı gösteriyor ama geçilmiyor. Garip farklı bir şey. Mesela dün akşam da türk dizilerinin matematiğini öğrendim. İyiler hep çok iyi ve kötüler hep iyilerden aptal. Hep bu matematik üzerine kurulu. Züheyla Hanım hala her gece dizi izliyor ama ben artık sıkıldım. Kumandanın üstünde zıpladıysam da bir türlü kanal değiştirecek güce sahip değilim.
İçerisi çok sıcak ve bunalıyorum. Hanımefendi merhum kocasından kalan tüm maaşını ısınmaya ve yemeğe harcıyor. Ayda bir gelip alışverişini yapan farklı enerjiler aldığım –kadın mı erkek mi belli değil- torununa da biraz para veriyor ve geçinip gidiyor. Kombi hep en üst derece yanıyor ve içeriyi hiç havaladırmıyor. Hafif bir cam açsa ölüp kurtulacağım ama yok. Oksijensizlik benim tüm hayat enerjimi sömürüyor
İki kısa ayrıntı:
Bir. Bu evi ben seçmedim, ben bu evde doğdum. Annem dünyaya gelir gelmez hamile kalmış ve beni dünyaya getirmişti.
İki. Evde başka sinekler de vardı. Çok sevmesem de avizenin etrafını beraber tavaf eder ve haç vazifemizi yerine getirirdik. Sonra büyük kısmı bir birkaç ay önce bir portakal kabuğunun altında kalarak vefat etti. Diğerleri de ecelleri ile öldüler. Bir ben kaldım.
Ayrıntılar bitti.

-


10 Nisan 2017 Pazartesi

1.208 Öfkeli Adam

208 öfkeli adam
208 öfkeli adamdılar. Sigortasız işlerde çalışmak zorunda bırakılmış, bekar, itilmiş, çirkin 208 öfkeli adam. Gece gördüğünüz zaman yolunuzu değiştireceğiniz, bir şey sorduğunda korkuyla bakacağınız; hiçbir genç kızın hayalini süslemeyen, tüm kız babalarının korkulu rüyası 208 öfkeli adam.
Malum internet sürprizlerle dolu, insan bir şeyler ararken kendini bambaşka şeyler izlerken bulabiliyor. Günübirlik iş ilanları olan bir facebook grubu da zamanla amacından sapıp kafalarına adlarına tarihe bir şekilde yazdırmayı koymuş 208 öfkeli adamın yollarını o puslu pazartesi sabahı İstanbul’da kesiştirebiliyor.
O 208 adama dönersek hepsi çok öfkeliydiler ve öfkelenmek için sağlam bir nedenleri vardı. Lidersiz içgüdüleri ile hareket eden bir grup adamdılar. Simit aldıkları üç simitçi onlara katılmak istese de izin vermediler. Çünkü biri evliydi, diğeri ise onlar kadar ezilmiş, hor görülmemiş,  daha o mertebeye çıkmak için yeteri acı çekmemiş bir üniversite öğrencisiydi; son simitçi ise engelli oğlu için çalışan yaşlı bir teyzeydi. Simitçiler para almak istemediler ama hepsi simitlerinin parasını ödedi.
Yürümeye başladı 208 öfkeli adam. O pazartesi İstanbul öyle kalabalıktı ki; hiç kimsenin dikkatini çekmedi toplu hareketleri. Nasıl yaban ördekleri uçarken sürünün en ucundaki ördek sırayla değişiyorsa, 208 öfkeli adamın da yürürken benzer bir durum oluşuyordu. Bazen biri, bazense başka biri en önde yürüyordu. Adımları düzensiz ama ahenkliydi. Çok değil yaklaşık yarım saat yürüdüler. Zaten kıt kanaat geçindikleri için yürümeye alışkındılar. Sonra içlerinden biri plazayı gösterdi.
O plaza ülkenin en kötü fıkrasının kahramanındı; laz, kendini ağa sanan, çok zengin, çok kaba, iğrenç bir adamın. Silikon memeli, ince belli kadınlarla gününü gün ediyor; lüks arabaları ve yatları ile herkese hava atıyor; mafya ve siyaset bağlantıları ile de etrafına dehşet saçıyordu. 208 öfkeli adamın hedef olarak onu seçmesi kadar normal bir şey yoktu. Adamda ne varsa 208 öfkeli adamda o yoktu.
Sakin adımlarla plazaya doğru yürümeye başladılar. Ön kapıya doğru yaklaştıklarında güvenlik görevlileri bir sıkıntı olduğunu fark etti ama 208 öfkeli adamı durduracak kadar güçleri yoktu. Şiddet uygulamadı 208 öfkeli adam güvenlik görevlilerine. Tatlı tatlı etkisiz hale getirdiler ve plazadan içeri girdiler.
İçeride çok farklı bir dünya vardı. Yüksek tavan, tablolarla bezenmiş sütunlar, tertemiz ve pırıl pırıl bir zemin, şatafatlı aydınlatmalar… 208 öfkeli adamdan herhangi biri içeri tek başına girse kılığından kıyafetinden utanır; ezilir, büzülürdü muhtemelen; gerçi zaten güvenlikler içeri girmesine izin dahi vermezdi. Çoğunlukla erkeklerden oluşan bir kalabalık vardı ve hepsinin üzerindeki takım elbiseler; ikinci el, temiz, boya takıntısı olmayanlar aramasıncı bir yerli araba fiyatıydı. Kadınlar eteklerinin içine soktukları gömlekleri, topuklu ayakkabıları ve topuz saçları ile çok güzeldiler. 208 öfkeli adamdan herhangi biri ile yolları anca evleri taşınacağı zaman kesişebilirdi o kadar.
Hiçbir şey söylemedi 208 öfkeli adam. Plaza insanları aynı anda korku dolu bir sesle 27. katta dediler. Hedefine kilitlenmiş füze gibi 208 öfkeli adam merdivenlere koştular. Asansöre tek seferde binmeleri imkansızdı ve ayrılmak istemiyorlardı. Ayrıldıkları anda güçlerini kaybedeceklerini biliyorlar. 27 kat merdiveni tek koşumda çıktılar. Ve kimse yollarına çıkmadı. Bu sefer karşılarında toplantı odasının önünde silahlı korumalar vardı. Tam dört tane Amerikan askeri kılıklı, siyah takım elbiseli adam. Aşağıdan haberi almış bekliyorlardı. Biri “Beyefendi toplantıda…” dediği gibi öfkeli adamlardan biri üzerine atladı. Diğerleri silahlarını çektiler ama öfkeli adamlardan hiçbiri geri adım atmadan üzerlerine yürümeye başladı. Sadece aralarından sarışın Street Fighter’daki Gulie gibi saçları olan silahını ateşledi. Tam on el ateş etti ve üç öfkeli adamı orada öldürdü, dört tanesini de yaraladı. Diğer öfkeli adamlar birkaç saniye içerisinde özel korumaları paramparça ettiler. Pirana gibiydiler.
Odanın kapısı kapalıydı. Ama 201 adam o kadar öfkeliydiler ki, çelik kasa olsa bile bu öfkeye dayanması imkansızdı. Birkaç omuzda kapıyı kırdılar.
İçeride Laz müteahhit ve iki fahiş fiyatlı fahişe vardı. Kadınların üzerlerinde mini etekler ve göbeklerini açık bırakan kıyafetler; müteahhitin ise üzerinde mor parlak bir gömlek ve yeşil dar bir pantolon vardı. Kadınların arkasına saklanmaya çalıştı mafyöz müteahhit korkudan dişleri birbirine çarpıyordu. Öfkeli adamlardan ikisi kadınları kolundan tuttu ve “Siz çekilin bacım” dedim. O iki öfkeli adamlardan soldaki hayatı boyunca ilk kez bir kadının elini tutmuştu. Devasa odanın köşesinde berbat bir natürmort tablonun önünde iki kadın birbirlerine sarılarak olacakları izlemeye çalıştı.
Önce para teklif etti hayatındaki tüm sorunları para ile çözmüş olan müteahhit. Hem de güzel para. “Herkese bir ev” dedi sonra “İki ev” dedi. Sonra çek defterini çıkarttı ve “İstediğiniz rakama imza atayım”, dedi. En son “Kasada 3 milyon var” dedi. Ama dediklerinin hiçbiri 201 öfkeli adama işlemedi.
Biraz önce önüne çıkan özel güvenlikleri pirana gibi parçalayan 201 adamın bu sefer acelesi yoktu. Tokatlarla başladılar. Aralarında çember kurup top gibi döndürdüler sonra. Herkes vuruyordu, ama kimse öldüresiye vurmuyordu. Nasıl cenaze defnederken arkadaki kalabalık çoksa küreğin ucuyla toprak atarsın ya herkes sevabını alsın diye. Ülkenin en kötü şakası olan müteahhiti öyle dövüyorlardı. Dakikalarca çevirdiler aralarında. Tokat atmayan kimse kalmadı.
Sonra 201 öfkeli adamdan biri hınçla bir yumruk çıkarttı tam ağzının ortasına. Ön iki dişini kırdı ve kan tükürdü müteahhit. Sonra bir başkası diz kapağının arkasına çok sert bir tekme attı ve yere dizleri üzerine düşürdü. Başka bir öfkeli adam ise tam karın boşluğuna bir yumruk attı. Diğeri topuğu ile kulağına vurdu ve kulağından kan getirdi. Bir başkası tam kalbinin üstüne bir yumruk çıkarttı ve herkes kırılan kaburgaların sesini duydu. Tüm çalıştıklarının kanını emen müteahhit bu sefer kan tükürüyordu. Yüzüne sağlı sollu yumruk attı iki tanesi. Biri elmacık kemiğini kırdı. Diğer tam kuyruk sokumuna tekme çıkarttı. Bir başkası orta parmağını tuttu ve ters yöne iterek kırdı. Müteahhitin yüzüğü de o an elinde kaldı. O yüzüğün ederi, parmağı kıranın bir ömür kazanacağından daha fazlaydı ama hiç umursamadan yüzüğü suratına fırlattı. 201 öfkeli adam herkesi şaşırtacak bir şekilde vücudundan daha çok yüzüne vurdular müteahhitin. Tüm dişleri döküldü mesela, iki kaşından gamzelerine doğru kanlar damlıyordu. Burun ameliyatı olmuş ve burnunu küçültmüştü müteahhit, şimdi o küçük burnu yüzünün soluna doğru yapışmış olarak duruyordu. Kan tükürmeye devam etti, çok yalvardı; çok değil on on beş dakikadan sonra da ruhu bedenini terk etti.
Müteahhit ölmüştü ama 201 öfkeli adamın öfkesi sanmıyorum ki dinsindi. Yaralılarını omuzladılar ve geldikleri gibi basamaklardan aşağı inmeye başladılar. Artık 205 öfkeli adamdılar. Plaza tamamen boştu ve parlak taşlarla süslenmiş döner kapıdan çıkarlarken; polis arabalarının sirenlerini ve saniyeler sonra da acı fren seslerini duydular. Çok değil dört polis arabası vardı. “Teslim ol yoksa ateş ederim!” diye bağırdıysalar da 205 öfkeli adam polisi duymamazlıktan geldi ve yürümeye devam ettiler, geldikleri gibi kendin emin ve ağır adımlarla. Polis birkaçını tuttu ve kelepçeledi. Ne kelepçelenenler ne de onun yanındaki öfkeli adamlar polise pek mukavemet göstermedi. İstanbul çok kalabalık ve çok öfkeliydi. Kalan 193 öfkeli adamı yutması sadece birkaç dakikasını aldı.


7 Nisan 2017 Cuma

208 öfkeli adam giriş

208 öfkeli adam
208 öfkeli adamdılar. Sigortasız işlerde çalışmak zorunda bırakılmış, bekar, itilmiş, çirkin 208 öfkeli adam. Gece gördüğünüz zaman yolunuzu değiştireceğiniz, bir şey sorduğunda korkuyla bakacağınız; hiçbir genç kızın hayalini süslemeyen, tüm kız babalarının korkulu rüyası 208 öfkeli adam.
Malum internet sürprizlerle dolu, insan bir şeyler ararken kendini bambaşka şeyler izlerken bulabiliyor. Günübirlik iş ilanları olan bir facebook grubu da zamanla amacından sapıp kafalarına adlarına tarihe bir şekilde yazdırmayı koymuş 208 öfkeli adamın yollarını o puslu pazartesi sabahı İstanbul’da kesiştirebiliyor.
O 208 adama dönersek hepsi çok öfkeliydiler ve öfkelenmek için sağlam bir nedenleri vardı. Lidersiz içgüdüleri ile hareket eden bir grup adamdılar. Simit aldıkları üç simitçi onlara katılmak istese de izin vermediler. Çünkü biri evliydi, diğeri ise onlar kadar ezilmiş, hor görülmemiş,  daha o mertebeye çıkmak için yeteri acı çekmemiş bir üniversite öğrencisiydi; son simitçi ise engelli oğlu için çalışan yaşlı bir teyzeydi. Simitçiler para almak istemediler ama hepsi simitlerinin parasını ödedi.
Yürümeye başladı 208 öfkeli adam. O pazartesi İstanbul öyle kalabalıktı ki; hiç kimsenin dikkatini çekmedi toplu hareketleri. Nasıl yaban ördekleri uçarken sürünün en ucundaki ördek sırayla değişiyorsa, 208 öfkeli adamın da yürürken benzer bir durum oluşuyordu. Bazen biri, bazense başka biri en önde yürüyordu. Adımları düzensiz ama ahenkliydi. Çok değil yaklaşık yarım saat yürüdüler. Zaten kıt kanaat geçindikleri için yürümeye alışkındılar. Sonra içlerinden biri plazayı gösterdi.
O plaza ülkenin en kötü fıkrasının kahramanındı. Laz, kendini ağa sanan, çok zengin, çok kaba, iğrenç bir adamın. Silikon memeli, ince belli kadınlarla gününü gün ediyor; lüks arabaları ve yatları ile herkese hava atıyor; mafya ve siyaset bağlantıları ile de etrafına dehşet saçıyordu. 208 öfkeli adamın hedef olarak onu seçmesi kadar normal bir şey yoktu. Adamda ne varsa 208 öfkeli adamda o yoktu.
Sakin adımlarla plazaya doğru yürümeye başladılar. Ön kapıya doğru yaklaştıklarında güvenlik görevlileri bir sıkıntı olduğunu fark etti ama 208 öfkeli adamı durduracak kadar güçleri yoktu. Şiddet uygulamadı 208 öfkeli adam güvenlik görevlilerine. Tatlı tatlı etkisiz hale getirdiler ve plazadan içeri girdiler.
İçeride çok farklı bir dünya vardı. Yüksek tavan, pırıl pırıl kalibodurlar, şatafatlı aydınlatmalar… 208 öfkeli adamdan herhangi biri içeri tek başına girse kılığından kıyafetinden utanır; ezilir, büzülürdü muhtemelen. Çoğunluklar erkeklerden oluşan bir kalabalık vardı ve hepsinin üzerindeki takım elbiseler bir yerli araba fiyatıydı. Kadınlar eteklerinin içine soktukları gömlekleri, topuklu ayakkabıları ve topuz saçları ile çok güzeldiler. 208 öfkeli adamdan herhangi biri ile yolları anca evleri taşınacağı zaman kesişebilirdi o kadar.
Hiçbir şey söylemedi 208 öfkeli adam. Plaza insanları aynı anda korku dolu bir sesle 27. katta dediler. Hedefine kilitlenmiş füze gibi 208 öfkeli adam merdivenlere koştular. Asansöre tek seferde binmeleri imkansızdı ve ayrılmak istemiyorlardı. Ayrıldıkları anda güçlerini kaybedeceklerini biliyorlar. 27 kat merdiveni tek koşumda çıktılar. Ve kimse yollarına çıkmadı. Bu sefer karşılarında toplantı odasının önünde silahlı korumalar vardı. Tam dört tane Amerikan askeri kılıklı, siyak takım elbiseli adam. Aşağıdan haberi almış bekliyorlardı. Biri “Beyefendi toplantıda…” dediği gibi öfkeli adamlardan biri üzerine atladı. Diğerleri silahlarını çektiler ama öfkeli adamlardan hiçbiri geri adım atmadan üzerlerine yürümeye başladı. Sadece aralarından sarışın Street fighter’daki Ken gibi saçları olan silahını ateşledi. Tam on el ateş etti ve üç öfkeli adamı orada öldürdü, dört tanesini de yaraladı. Diğer öfkeli adamlar birkaç saniye içerisinde özel korumaları paramparça ettiler. Pirana gibiydiler.
Odanın kapısı kapalıydı. Ama 201 adam o kadar öfkeliydiler ki, çelik kasa olsa bile bu öfkeye dayanması imkansızdı. Birkaç omuzda kapıyı kırdılar.
İçeride Laz müteahhit ve iki tane kadın vardı. Kadınların üzerilerinde mini etekler ve göbeklerini açık bırakan kıyafetler; müteahhitin ise üzerinde mor parlak bir gömlek ve yeşil dar bir pantolon vardı. Kadınların arkasına saklanmaya çalıştı mafyöz müteahhit korkudan dişleri birbirine çarpıyordu. Öfkeli adamlardan ikisi kadınların kolundan tuttu ve “Siz çekilin bacım” dedim. O iki öfkeli adamlarda soldaki hayatı boyunca ilk kez bir kadının elini tutmuştu. Devasa odanın köşesinde berbat bir natürmort tablonun önünde iki kadın birbirlerine sarılarak olacakları izlemeye çalıştı.
Önce para teklif etti hayatındaki tüm sorunları para ile çözmüş olan müteahhit. Hem de güzel para. “Herkese bir ev”, dedi sonra “İki ev” dedi. Sonra çek defterini çıkarttı ve “İstediğiniz rakama imza atayım”, dedi. En son “Kasada 3 milyon var” dedi. Ama dediklerinin hiçbiri 201 öfkeli adama işlemedi.
Biraz önce önüne çıkan özel güvenlikleri pirana gibi parçalayan 201 adamın bu sefer acelesi yoktu. Tokatlarla başladılar. Aralarında çember kurup top gibi döndürdüler sonra. Herkes vuruyordu, ama kimse öldüresiye vurmuyordu. Nasıl cenaze defnederken arkadaki kalabalık çoksa küreğin ucuyla toprak atarsın ya herkes sevabını alsın diye. Ülkenin en kötü şakası olan müteahhiti öyle dövüyorlardı. Dakikalarca çevirdiler aralarında.
Sonra 201 öfkeli adamdan biri hınçla bir yumruk çıkarttı tam ağzının ortasına. On iki dişini kırdı ve kan tükürdü müteahhit. Sonra bir başkası diz kapağının arkasına çok sert bir tekme attı ve yere dizleri üzerine düşürdü. Başka bir öfkeli adam ise tam karın boşluğuna bir yumruk attı. Diğeri topuğu ile kulağına vurdu ve kulağından kan getirdi. Bir başkası tam kalbinin üstüne bir yumruk çıkarttı ve herkes kırılan kaburgaların sesini duydu. Tüm çalıştıklarının kanını emen müteahhit bu sefer kan tükürüyordu. Yüzüne sağlı sollu yumruk attı iki tanesi. Biri elmacık kemiğini kırdı. Bir başkası orta parmağını tuttu ve ters yöne iterek kırdı. Müteahhit’in yüzüğü de o an elinde kaldı. O yüzüğün ederi, parmağı kıranın bir ömür kazanacağından daha fazlaydı ama hiç umursamadan yüzüğü suratına fırlattı. 201 öfkeli adam herkesi şaşırtacak bir şekilde vücudundan daha çok yüzüne vurdular müteahhitin. Tüm dişleri döküldü mesela. Çok değil on on beş dakikadan sonra da ruhu bedenini terk etti.
B42EACFB-0E8F-4A9B-AB15-F00BB34146F4-1-1280x960-oriented.pngMüteahhit ölmüştü ama 201 öfkeli adamın öfkesi sanmıyorum ki dinsindi. Yaralılarını omuzladılar ve geldikleri gibi basamaklardan aşağı inmeye başladılar. Artık 205 öfkeli adamdılar. Plaza tamamen boştu ve tam kapıdan çıkacaklardı ki; polis arabaları plazanın girişine acı fren sesleri eşiğinde geldiler. Çok değil dört polis arabası vardı. “Teslim ol yoksa ateş ederim” diye bağırdıysalar da 205 öfkeli adam polisi duymamazlıktan geldi ve yürümeye devam ettiler. Polis birkaçını tuttu ve kelepçeledi. Ne kelepçelenenler ne de onun yanındaki öfkeli adamlar polise mukavemet göstermedi. İstanbul çok kalabalık ve çok öfkeliydi. 193 öfkeli adamı yutması sadece birkaç dakikasını aldı.

4 Nisan 2017 Salı

Etik kapitalizm

Etnik Kapitalizm

Babam her zamanki gibi baba koltuğunda apış arasını kaşıya kaşıya televizyon izliyor ve yalılarda yaşayan insanların karmakarışık aşk hikayelerini düşünerek günün yorgunluğunu atmaya çalışıyordu. Saçlarını yıkardı her işten geldiğinde ve o gece gibi yaz günlerinde kurutmazdı. Bazen sağa, bazense sola yatırır saçlarını, bazense mohawk gibi gezerdi. Babamı tek kelime ile anlatmam gerekirse seçeceğim kelime yorgun olurdu. Göz altları yorgundu babamın, kumandayı tutuşu yorgundu, terliklerini giyişi yorgundu, çayını karıştırışı yorgundu, ‘Hadi Allah rahatlık versin ben uyuyorum’ deyişleri yorgundu, sabah annemin telefonundan haberleri okuyuşu  yorgundu…
Annem ise evliliğinin çok büyük bir kısmında olduğu gibi yine depresyonlardaydı. Elinde telefonu facebookta gezerken bir yandan ablamın çakma sarışın kız arkadaşının nişanlısının at yarışı bağımlısı olduğu için üzülüyor, diğer yandan babamın patronunun ablasının ikinci düşüğüne içi parçalanıyor, aynı zamanda da günlerdir basının ilk haberi olan fakir güzel kızı öldüren zengin çocuğuna öfke kusuyordu. Annem feministti ama farkında değildi; ben değil de yıllardır gittiği kuran kursu hocası Hanife Teyze anneme feminist olduğunu söylese kesin kabul ederdi. Babama öfkeli değildi, üzülürdü babama, kavgalarında bile 'Git başımdan kalbini kırdırtma, bir laf ederim aylarca altından kalkamazsın' dediğini bilirim. Çünkü yıllar önceki bir tartışmadan sonra babam aylarca hiç konuşamamışlığı vardı.
Ablam aynıydı. Sessiz sedasız. Uykulu gözleri ile belki yüzüncü bebek yeleğini örüyordu. Muhteşem ev kızıydı. İkinci iki yıllık okulunu bitirmiş ve kpss'den yine çok düşük puan almıştı. Arada girdiği işlerden hep tacizkar bakışları bahane ederek çıkıyordu. En son erkeğim diye bana bile el vermeyen hacı sütannemi hadi çıldırtmış ve - buraları laz aksanı ile okuyunuz- ' Ne var kızım bakıyorlarsa, alımlısın ki bakıyorlar' dedirtmişti. Zavallım belli ki sarışın devlet memurlarının ilgi alanı değildi; talipleri ise hep özel sektördeki esmer ara elemanlardı. Az uyuyor, az yiyor, az gülüyor, az konuşuyor ve korkarım ki az hayal kuruyordu. Ablamın kelimesi ne yazık ki 'az''dı. Kendimden çok ona üzülüyordum.
Ben mi? Bense nostalji pop çalan bir radyo kanalına sarmıştım bu günlerde. Geceleri taksiye çıkıyordum bazen, Rıfat Abi aradığında -üçüncü yedek şoförüydüm- bazenleri de marketlerin sebze reyonunda duruyordum. Ne zaman ki sebzelerin kodlarını öğrenmeye başlayayım işime son veriyorlardı. Son mağaza müdürümün kafasında japon turpu parçaladığımdan beri evden çıkmadan önce camdan bakmak zorundaydım. Herifçi aşiretmiş ve adam gibi Türkçe konuşamayıp, leş gibi kokmasına rağmen müdür olmasının nedeni de belki akrabaları gelir de alışveriş yapar diyeymiş. Sağlam bir dayak beni bekliyordu. Elimden bir kaza çıkmasın diye yanımda çakımı taşımıyordum. Evdekilere durumu anlatamamıştım. Ben zaten genelde anlatmam. Benim kelimem ise sır. Büyük değil, küçük sır.
Ve tam radyosa da Aşkın Nur Yengi’den, Ay İnanmıyorum çalarken annem facebookta gördüğü bir mesajı okumaya başladı. 'Ay inanamıyorum! Dinleyin bi! Son dakika gelişmesi, Atatürk'ün gizli çalışma defteri bulunmuş. Atatürk daha o zaman, Suriye'den gelenleri asla aranıza almayın. Onlara vatandaşlık vermeyin. Suriyeliler'i içinize aldığınız zaman sizin birliğinizi bozar, ailenizi bozar, dirliğinizi bozar demiş. Bu bölüm Nutuk’un yeni baskısına yetiştirecekmiş ama ömrü izin vermemiş' dedi. Evde öyle buz gibi bir sessizlik olmadı, nasılsa facebook haberiydi, annem sol seçmen olmasa da facebookta sol grupları tercih ediyordu. Kimse bir şey demedi, iş olarak sayılmasa bile işlerimize kaldığımız yerde devam ettik. Canımıza okuyan etnik kapitalizme karşı tek direniş noktası reklam izlememek olan babam, dizisi uzun reklama girdiğinde zaten elinden hiç bırakmadığı kumandasının tuşlarını P+ ya basarak haber kanallarına geldi. Bizim asparagas olarak değerlendirdiğimiz haber tüm haber kanallarında son dakika notu olarak geçiyordu. Gizli defter Kılıç Ali'nin torunlarında çıkmıştı ve basına verilmeden önce Louvre Müzesi tarafından incelenmiş ve yüzde yüz gerçek raporu almıştı.
Atatürkçü bir aile sayılmazdık. Babamın ya da benim hiç Atatürk baskılı kravatımız olmamıştı, evimizde Atatürk imzalı kahve fincanları da yoktu ve ergenliğimin hiçbir zamanında koluma Atatürk imzalı dövme yaptırmayı düşünmemiştim. Milli bayramlarda ya da 10 Kasımlarda sosyal medyamda Atatürklü paylaşımlar yapmazdım. Birkaç kez yolum Ankara'ya düşse de hiç Anıtkabir'e gidesim gelmemişti ama radyomu kapattım ve ciğerlerimi titrete titrete bağırdım 'Atam be!' Babam kalktı bana sarıldı, annemle ablam da sarıştılar ve gözlerinden birkaç damla yaş yanaklarından dudaklarının kıvrımına doğru uzadı.
Suriyelilerin gelişinin onu dördüncü yılıydı ve artık çok geçti. Çok çalışmışlar ve çok güçlenmişlerdi. Birbirlerini iyi kolluyor ve birliklerinden güç doğuyordu. Babamın Suriye'li patronu çok daha gergin bir adam oldu ve babama daha kötü davranmaya başladı, Suriyelilerden iş kalmadığı için ben de eski pop şarkıları dinlemeye devam ettim. Ablamın da annemim de mutsuzlukları onlardan kaynaklıydı . Atam bu sefer bizi kurtaramamıştı...
-

Madem o kadar anlattım bir de şöyle bir durum var, bu olayın üzerinden çok vakit geçmemişti ki; babama çalıştığı dükkanda temizlensin diye yola attığı paspası alırken araba çarptı ve öldü. Kameralardan da izledik, kazaydı ve arabayı kullanan çok iyi bir adamdı. O günden sonra bizle çok ilgilendi, ablamı oğlu ile evlendirdi mesela. Annem artık şimdi ablamlarda kalıyor. Bense radyo dinlemeye devam ediyorum. Bazen istek şarkı bile istiyorum. Ayten Alpman söylüyor, Bir Başkadır Benim Memleketim. Lay lay lay lay lay lay lay lay; lara lay lay, lara lay lay; lara lay lay lay lay lay lay lay laaaaaaay