30 Temmuz 2010 Cuma

temizlik

Sabah çok erkenden kalktım. Kahvaltıyı hazırlamadan önce mutfak raflarını teker teker indirdim ve iyice sildim. Mutfakla işim bittiğinde kocam ve çocuklar kahvaltıya kalkmıştı. Beraber kahvaltımızı ettik. Sonra kocam işe, çocuklar okullarına gittiler.

 

Kahvaltı masasını topladım. Sonra buzdolabını boşalttım. Buzdolabının raflarını ve tüm kapları sildim, özellikle buzdolabının kapağındaki lastiğin arasında ne kadar çok kir varmış. Nasıl bugüne kadar göremedim? Buzdolabından çıkarttığım sebze, meyveyi de yıkadım ve temiz şekilde tertemiz olan dolaba yerleştirdim.

 

Annem, temizliğe halılardan başla en son da halılar ser, dedi. Tüm halıları topladım ve balkonda çırptım. Daha geçen perşembe halı yıkamaya verdiğim halde nasıl bu kadar çok toz çıktı anlamadım. Tüm halıları balkona serdim ve çocukların odasını temizlemeye geçtim. Önce kıyafetlerini kokladım ve kirli olanları makineye attım. İyi ki, kocamla kendi kıyafetlerimi dün yıkamıştım. Yoksa yetişmezdi. Sonra çocukların temiz eşyalarını güzelce katladım ve dolaplarına yerleştirdim. Yine yataklarını toplamamışlardı. Yataklarını topladım, dağınık olan defter ve kitaplarını düzelttim. En son da yerleri sildim. Çocukların odası pırıl pırıl olmuştu.

 

Sonra yatak odasına geçtim. Gardırobu düzelttim. Ütülenmesi gereken birkaç kıyafeti ayırdım. Çocukların kıyafetleri çamaşır makinesinden çıkmıştı. Onları balkon astım. Bu sıcakta bir saate kurulardı nasılsa. Ütüyü o zaman yaparım. Yatağımı topladım, tuvalet masasının tozunu aldım ve güzelce düzelttim. En son yerleri sildim. Yatak odası ile işimde hemen hemen bitmişti.

 

Salona mı yoksa banyoya mı geçeyim düşünürken bir sigara yaktım. Sigaram bittiğinde salona karar vermiştim. Salonu temizlemeye koltukları silerek başladım. Yarım saatte tüm koltukları silmiştim. Ne kadar yorucu bir işti bu koltuk silme. Sırılsıklam oldum. Sıra toz almaya gelmişti; televizyonun, masanın, sandalyelerin, zigon sehpasının, tozunu aldım. Sonra salonun her yerini, köşe bucak sildim.

 

Koridor, banyo ve tuvalet kaldı. En iyisi önce banyoyu temizlemek. Şu an evin en serin yeri orası. Banyoyu  güzelce çamaşır suyu ile yıkadım. Suyu da biraz müsrifçe kullanarak. Banyodaki dolabı düzenlerken yıllardır kullanmadığım fırça tarağımdaki eskiden kalma saç telleri gözüme çarptı. İçimi bir acı aldı ki hemen bir sigara yaktım ve tarağı temizledim. Sigaram bittiğinde banyonun temizliği de bitmişti.

 

Hazır elime çamaşır suyunu almışken tuvaleti temizlemeye geçtim. Yine suyu bol kullanarak iyice yıkadım tuvaleti. Kalebodurların arasındaki siyah lekeler gözüme çarptı. Elime fırçayı aldım ve o siyah lekeleri çıkarttım. Çamaşır suyu kokusu genzimi yakıyordu ve fırçayı çok sıktığımdan ellerim acımıştı ama canımın yanmasına değmişti, tuvalet tertemizdi.

 

Balkona çıktım ve kurumuş kıyafetleri alıp odama geçtim. Ütü masasını kurdum ve kıyafetleri jilet gibi ütüledim. Tüm kıyafetleri gardıroba yerleştirdikten sonra başka işim kalmamıştı. Halıları biraz daha çırptım ve yerlerine serdim. Akşam olmak üzereydi ve tüm temizlik bitmişti.

 

Kan ter içinde kaldığım için banyoya girdim. Vücudumu iki kez bol sabunla yıkadım. Etek traşımı oldum. Tertemizdim. Evimde, kendime tertemizdik. Balkona çıktım. Akşam çökmek üzereydi ve hava serinlemişti. Tatlı bir meltem bedenimi okşuyordu. Paketimdeki son sigaramı yaktım ve “ Sigarayı bırakıyorum” dedim kendi kendime. Sonra da yüzümde hüzünlü bir gülümseme çöktü. Sigaramı sonuna kadar içtim ve balkondan aşağı kendimi bıraktım.

 

Hamiş: bu hikayeyi daha önce yazmış mıydım hatırlanmıyorum. Yazıp yazmadığımı hatırlamamak iyi mi kötü mü onu da bilemiyorum.


hamiş: 19 martta daha kısasını yazmışım. onda tuz ruhu içerek ölüyor.

27 Temmuz 2010 Salı

Bir adamla neden evlenilir? DNA

Kolay göründüğü kadar da zor bir soru biliyorum. 28 yaşında iseniz ve başınızdan birçok başarısız ilişki denemesi ve bir söz olayı geçmişse; bu soruya vereceğiniz cevap bundan sekiz sene önce vereceğiniz cevap ile elbette farklılıklar gösteriyor.

 

Sekiz sene önce aradığım adamın esmer olması benim için önemliydi, sanırım kumral olduğum için. Aynı kıstas bugün de geçerli. Nedense sarışın adamları sevmiyorum. Bana erkeksi gelmiyor. Sarışın ya da kumral adamlarla arkadaş, hatta ortak oldum ama hiç sevgili olmadım. İstesem biri ile olurdum. Belki de ikisi ile.

 

Ablalarım da benim gibi kumrallar ve onlar da esmer adamlarla evlendiler. İki enişteme bakıyorum da ne kadar çok birbirlerine benziyorlar. İkisi de tamir işlerinde yetenekli, ikisi de kalburüstü ailelerin oğulları, ikisinin de şu an oturdukları evin tapusu babalarının üzerine, ikisi de kendini ailenin reisi ve karar merci olarak görüyor ve ikisini de ablalarım parmaklarında oynatıyor.

 

Şu an eş seçme aşamasındaki ben ki; artık yumurta kapıya dayandığı için evlenmem gerekli biliyorum ve eniştelerim ile aynı model bir adam karşıma çıkarsa büyük ihtimal evlenirim. Belki de babam ve özellikle annem bizleri böyle yetiştirdi. Esmer, yarı burjuva ve zeki olmayan adamlar için ideal eşleriz. Gerektiğinde susmasını, gerektiğinde atar yapmasını biliriz. Cümlelerimizin sonuna kahkaha serpiştirdiğimiz zaman seksiyizdir. Çok tutucu ailelerin çocukları olmadığımızdan evlenemeden sevişebiliriz ama asla bekaretimizi verme sınırına gelmeyiz. Bu da bizi iffetli yapar. İyi içki içeriz ve sarhoş olmayız. Çılgın ve kaygısız görünmeyi severiz ama paçamız sıkışında; aile, mahalle, din, millet der işin içinden çıkarız. Gerçekten de iyi yetiştirmiş kızlarız.

 

Şu an benimle ilgilenen üç adam var. Kumral olanı direk eleyeceğim. İyi kalpli, çalışkan, zengin, seçkin ve hatta tatlı bir gülümsemesi olmasına rağmen.

 

Diğer iki adayım ise esmer. Biri orta boy bir şirkette müdür. Öteki ise babasıyla beraber tüccarlık yapıyor. Şehir dışından hatta bazen ülke dışından ev eşyaları getirip burada kendi dükkanlarında satıyorlar. İkisi de çalışkan, iyi insanlar. Müdür olan daha hırslı, tüccar olan daha zengin. Müdür olan daha nazik, tüccar olan daha maço. Müdür olan daha renkli, tüccar olan daha neşeli. Müdür olan daha zeki, tüccar olan daha akıllı. Müdür olan daha cesur, tüccar olan daha sağlamcı. Müdür olan daha gelenekçi, tüccar olan daha yanilikçi… Liste böyle uzar gider. Ama ikisi de güzel öpüşüyor.

 

Düşünüyorum da ikisi de beni aldatabilir. İkisi de ileride arıza çıkartabilir, annelerinden kopamayabilirler, daha zengin olmayı kaldıramayabilirler, beni ihmal edebilirler, iş gezilerine çıkıp evi boşlayabilirler, benden sıkılabilirler… Bu ve benzeri riskler tüm erkeklerde mevcut, biliyorum.

 

Annem her zaman, “ Sadece çocuklarımız değil biz aileler de evleniyoruz” der dünürlerine. Çok abartılı bir söylem olsa da gerçekliği yadsınamaz. Anasına bak kızını al, denir ve bu atasözünü benimseyen birinin benimle evleneceğini zannetmiyorum. Annem geveze ve çok şişko. Umarım ben büyüyünce Annem gibi olmam. Gerçi lise bittikten sonra yirmi kilo vermeseydim şimdiki adaylardan hiçbiri bırak sevgili olmayı, selam bile vermezlerdi. Hayatıma giren tüm erkekler benim gibi kilo takıntılı.

 

Anasına bak kızını al, diye bir laf varsa neden babasına bak oğlunu al, diye bir atasözü yok ki? Madem aday sayısını ikiye indirdim ve aralarında bir seçim yapmakta zorlanıyorum belirleyici olacak olan aileler olsun. Müdür de, tüccar da benimle olan ilişkilerinde gelecek kaygısı taşıdıklarını göstermek için her erkeğin yaptığı sıradan numarayı çekiyorlar nasılsa. “Seni annem ile tanıştırmak istiyorum.” klişesi. Tanışlım bakalım anneler ile.

 

Öncelikle tüccarın teklifini kabul ettim. Bir akşamüstü çaya davet ettiler beni. “ Ailem geç kalmama izin vermiyor ondan akşam yemeğine kalamayacağım.”, yalanını utangaç bir ses tonu ile yere bakarak söyledim. Nerede olduğum hakkında telefonda yalan söyledikten sonra birkaç gün eve gitmesem bizimkiler sorun çıkartmazlardı aslında. Cici, aile kızı rolünü abartısız ama içten bir şekilde oynayarak akşam çayını geçirdim. Tüccarın annesi kesinlikle çok zeki bir kadındı. Başını bir yemeni ile bağlamış, hiç makyaj yapmamıştı. Üzerindeki kıyafetler gösterişsiz ama özenli bir seçimin eseriydi. Eteğinin yeşil kumaşı hazır alamayacağınız kadar kaliteliydi. Çok beğendiğimi söylediğimde “ Kumaştan anlıyorsun yavrum, kendim diktim. Rahmetli annem terziydi, bana da ondan geçti, elimden gelir böyle şeyler.” dedi. Sözlerinde kendini, kadınlığını beğenmişlik vardı. Benim tüccar sima olarak annesini andırıyor. Gözleri arası mesafe, kulaklar, burun dudak arası darlık, çenelerinde gamze. Tüccar, kirli sakallarını kesip, başına bir yemeni bağlasa annesine baya benzeyecek gibi. Duvardaki babasının resmiyle kıyaslıyorum da burnu aynı babası, şakakları ve yüzünün uzunluğu da benziyor. Kaşları ve alnı ne annesi ne babası. Çay servisini tüm ısrarlarına rağmen ben yaptım ve hanım hanımcık bir üç saat geçirip evlerinden çıktım. Tüccar babasının arabası ile beni eve bırakırken heyecanlıydı. Yarım saat içinde o da ben de üçer sigara içtik. Annesinin beni çok beğendiğini falan söyledi. Beğenecek tabi, benim gibi gelin bulsam bende beğenirim. Tüccarı memnun edecek birkaç samimiyetsiz cümlede ben kurdum ve eve geldim. Aile olarak sınavımı geçmişlerdi. Ben de onların sınavını geçmiş olmalıyım. Çok zaman geçmeden müdürün annesi ile de tanışmalı ve karar vermeliyim. İki adam ile takılmak gerçekten de zor.

 

Tüccardan bir hafta sonra müdür de beni annesi ile tanıştırmaya davet etti. Elbette ki akşamüstü çayına gittim ve tüccarlarda oynadığım performansın aynısını müdürün evinde gerçekleştirdim. Hatta daha iyiydim. Evlerine gittiğimde annesi ve anneannesi beni bekliyorlardı. Anneannesi 82 yaşındaydı ama anneannesi gibi değil de annesi gibi görünüyordu. 50 yaşındayım dese inanırdım. Işıldayan gözlere ve parıldayan saçlara sahipti. Hayat dolu bir insan olduğu belliydi. Yanaklarında hafif kırışıklıklar başlamıştı ama bu onu yaşlı değil de sempatik gösteriyordu.

 

Annesi ise gayet modern giyinişli ve çok güzel bir kadındı. Saçlarının boya olduğu belliydi ama yüzündeki yıpranmalar yok denilecek kadar azdı, sadece gözlerini yanındaki kaz ayakları o da gülümserken belirginleşiyordu.  Leğen kemiğine ve belinin inceliğine bakan biri bu kadının dört çocuk doğurduğuna imkansız inanmazdı. Ses tonu bile öyle gençti ki. Bırakın müdürü; ben annesine ve anneannesine aşık olmuştum. Müdür ne annesine ne de anneannesine benzemiyordu. Babasının resmine baktığımda fark ettim ki adam annesi ve anneannesi gibi değildi. Yaşını gayet gösteriyordu. Müdürde annesine değil babasına çekmişti. Çayımı içip nezaketleri için bol bol teşekkür ettikten sonra evlerinden ayrıldım. Müdür babasının arabası ile beni eve bırakırken ben kararımı vermiştim.

 

İnsanoğlu türünün devamlılığı için yaşar. Müdür dış görünüş olarak babasına benzese de annesinin de DNA’sından da izler taşımakta. Annesinden gelen çok ama çok sağlıklı genler benim genlerim ile birleşince çok güzel çocuklarımız olacak, hissediyorum.

AY romanı

r

 Ay romanı

 

Ayın 28 hali vardır. Roman da 28 geceden oluşacak.

 

Dolunay olduğu gece her şey meydandadır. Ayın gözükmediği gece ise kapkaranlıktır.

25 Temmuz 2010 Pazar

roman - dip dalga

Herkesin bilmesi gereken şeyler vardır. Ama insanlar bilmez bunları. “Gerek yok” derler, “sonra öğrenirim” derler, ertelerler hep. Bence bunların en önemlisi ilk yardım ve suni teneffüstür.

 

Başka örnekleri de not almak gerekli o ayrı.

 

Yazacağım romanda bu gerekli bilgi dip dalgada, kimse fark etmeden olmalı. Belki okuyan birinin aklının bir kenarına yapışır da işer yarar.

Akrabalık Sorunsalı Üzerine

Babanın erkek kardeşi: amca

Babanın kız kardeşi: hala

 

Annenin erkek kardeşi: dayı

Annenin kız kardeşi: teyze

 

Babanın kayınpederi: dede

Babanın kaynanası: anneanne

 

Annenin kayınpederi: dede

Annenin kaynanası: babaanne

 

Babanın baldızı: teyze

Annenin kayınbiraderi: amca

 

Dayı oğlunun - kızının, dedesi: deden

Dayı oğlunun - kızının, babaannesi: anneanne

 

Teyze oğlunun - kızının, dedesi: dede

Teyze oğlunun - kızının, anneannesi: anneanne

 

Hala oğlunun – kızının, dedesi: dede

Hala oğlunun - kızının, anneannesi: babaannen

 

Amca oğlunun – kızının dedesi: dede

Amca oğlunun – kızının babaannesi: babaanne

 

Kaynananın damadı: bacanak

Baldızın kocası: bacanak

Eltinin kocası: kayınbirader

 

 

Gibi……

Sihirbaz – sinirbaz.

Sihirbaz – sinirbaz.

belki şiir belki bir başka şey


Kim kim oturuyorsunuz?

Bir mekanda arkadaşlarım ile otururken; arkadaşlarımdan biri sevgilisiyle ya da başka biriyle telefonla konuşurken muattap olduğu sordurur, “ kim kim oturuyorsunuz?”.

 

Bu soruya muhatap olan arkadaşım ister istemez kim kim oturuyorsan sayar. Çünkü genelde “arkadaşlar”, “çocuklarla”, “bizimkilerle”, “kankalarla” gibi cevaplar doyurucu olmaz. İsim isim sayılması elzemdir.

 

Masada sadece ben varsam da sorun yok elbette. Ama masada üç arkadaşsak bende o an mesela başlar. İlk benim mi yoksa diğer arkadaşımın mı adını söyleyecek? Ya masada dört kişiysek. Ve benim adımı en son söylerse.

 

Aslında olaya başka bir yönden de bakmak gerekir. İlk söylenmek önemsendiğimi gösteriyorsa son söylenmek de kıskanıldığımı gösterebilir.

 

Değişkeni bol, çıkmazı çok bir sorun bu. Yine de altında yatanı arayıp, net bir cevap bulamamak güzeldir. Sonsöz olarak bilinç altı bilince yansır bence. Bu o anlardan biridir.

pazartesi - güneş altında çok durmayınız.

Dün aldığım bir haber beni çok üzdü pazartesi sevdalıları. Kötü niyetli insanlar güneş altında yatmaktan beyni sulanmış bazılarınızın yanına gidip; “ şu açık denizde tek başına yüzen adam var ya. O işte efsanemiz” diyerek zavallıları kandırmakta ve bana ulaşmak için deli gibi yüzen sizlerin telefonlarını ve cüzdanlarını çalmaktadırlar. Şunu açıklayayım; Şu aralar denizlerimizde değilim ve ben açıldım mı kimse beni kıyıdan göremez.

 

  • beyit ile beyti arasında farkı bilmeli. Beni çıldırmamalı.
  • Elektrik kesintisini bana hissettirmemeli
  • Evin ortasına salıncak kurma fikrime “bizim beyin kesin bir bildiği vardır” diyerek ses çıkartmamalı.
  • Evde cesaret mi doğruluk mu oynarken her zaman doğruluk deyip yalan söylemeli.
  • Orhan gencebay sevmeyenlerden olmalı.

 

 

Cankurtaranlar odası başkanı bana durumu bildirdi. Eğer ülkemizde bir sahil seçersem cankurtaran olarak pamela anderson’u getirtecekmiş. Öküz ya…

20 Temmuz 2010 Salı

Ölüler Günah İşlemez

Kapıyı ona açtığımda bir terslik olduğunu anlamıştım. “ Evde kimse var mı?” diye sormuş ve “Tekim abi gel” dediğim zaman gelmişti. Demek amacı beni tek yakalamakmış. Karım  ya da kızım evde olsa belki bu durumu yaşamazdım. Ya da iyi ki yoklar ki; şu an hayatları tehlikede değil.

 

Tişörtü sırılsıklamdı; alnından, şakaklarından terler akıyordu. “ Tişört vereyim abi” dediğim de “İstemez”, demişti beni terslercesine. Ben kendimi bildim bileli terslerdi beni. Alınmadım diyemem ama çok umursamadım da. Sigarasını yaktığında hala terliyordu. Sigaradan sararmış bıyıklarıyla oynuyordu parmakları. “ Abi bir çay koyayım içer miyiz?” dedim. “ İstemez zaten çok kalmayacağım. Konuşmamız gerekenler var koç. Sen neden beni adam yerine koymuyorsun?” dedi.

 

İşte felaketim o an başlamıştı.

 

“Estafurullah abi nerden çıkarıyorsun?” dediysem de, nerden çıkarttığını biliyordum.

 

“Hayatımda ben en çok sana güvenmiştim koç, en çok sana. Beni tüm dünya satar ama sen satmazsın bellemiştim. Sen nasıl beni dinlemezsin, adam yerine koymazsın ya? Buna hakkın var mı? Geçen kahveye oturdum, arkadaşlar dedi ki, motorsikletini satıp, üstüne kredi çekip, dönerci açacakmışsın. Hani beraber açacaktık aslanım. Fikir benim değil miydi? Anlaşmamış mıydık? Ben ustayı bile ayarlamadım mı? Sabah erkenden dükkanı sen açacaktın bende gece durmayacak mıydım? Salata taze olsun diye her sabah hale gitmeyecek miydik? Motorsiklet ile evlere dağıtım yapmayacak mıydık? Kapılara broşür dağıtmayacak mıydık? Tüm bunları beraber konuşmadık mı koç? Sana tüm fikirleri veren ben değil miydim? Şimdi neden beni sattın ulan?”

 

Tüm bunları söylerken her zaman konuştuğum gibi değil daha farklı konuşuyordu. Daha sade ve vurgulayarak. Elleri titriyordu. Sakin konuşmasına rağmen ağzından salyalar çıkıyor; o salyalar dudaklarının yanlarında birikiyordu. Derken derin bir sessizlik oldu. Bir sigara daha yaktı. İçine çektiği dumanı dudaklarından dışarı çıkarttı ve aynı dumanı burnundan tekrar çekti.

 

“Bana yanlış yaptın koçum.”, dedi.

“Abi beni bir dinl…” demek istedim ama cümlemi gözlerimin içine dik dik bakarak kesti. O bakıştan korkmamak elde değildi. “Bugün burada hesaplaşacağız koçum” dedi. Sözleri kadar ses tonu da tehditkardı. Kaçmak istedim kendi evimden ama bunu yapacak cesareti de kendime bulamadım. Benden daha güçlü değildi belki ama yıllardır benim üzerimde olan bir üstünlüğü vardı. Param yokken kahvede bana çok çay ısmarlamıştı. Onunla konuşurken hep ‘abi’ demişimdir o da bana ‘koç’ demiştir.

 

“ Seni biliyorum koç” dedi. “ Seni tanıyorum. Kaç yıldır sana bir kazık attım mı lan ben? Seni hiç yüz üstü bıraktım mı? Sana bir yamuğum oldu mu? Olmadı. Seni biliyorum koç. Sen abisi satacak adam değildin. Seni gaza getirmiş olmalılar. Seni doldurmuş, kandırmış olmalılar. Seni kim kandırdı lan? Kim seni satıcı yaptı?”

 

"Kim seni satıcı yaptı?", derken sesi keskin bir bıçak gibiydi. Beni kim satıcı yapmıştı? Tabiî ki karım. Yoksa ben satıcı bir adam değildim. Karım dedi ki; “Kızımızın, bizim rızkımızı kimse ile bölüşme. İkimiz el ele verir bu işi başarırız. Ben sabah dükkanı açarım, salatayı ellerimle yaparım. Köfte yaparım. Sen de akşam gelir sabaha kadar durursun. Biraz işlerimiz kendine gelsin bir de adam tutarız. Şimdi boşu boşuna kazancımızı ikiye bölmenin manası var mı? Hem çok para kazanınca dükkanı satın alırız, daha işlek bir yere taşırız. Yırtarız kocacım. Hayatımız değişir.”

 

Karım beni bu sözcükler doldurmuş, kandırmıştı. Gecesinde ise evliliğimizin ilk günlerinden bu yana hiç sevişmediğimiz gibi sevişince hayır diyememiştim. Yoksa ben abimi satmazdım. Ben kimseyi satmazdım.

 

Sigarası bitene kadar sustu. Ben de hem korkumdan hem de mahcupluğumdan susuyordum. Ne zaman gidecek bu adam diye düşünüyordum hem de karımın, kızımla birlikte; annesinde kalacağını bildiğim için içimde bir rahatlama vardı.

 

Bir anda ayağa kalktı ve sağ elini pantolonun arkasına götürüp silahını çıkarttı. İşte o an son anlarımı yaşadığımı anladım. Zaten işler kontrolden, kontrolümden çıkmıştı ama silah artık bana bir sonu işaret ediyordu.

 

Gözlerimin içine baktı ve dedi ki; “ Şimdi seni öldüreceğim ama hiç günaha girmeyeceğim” dedi. Silahını bana doğrultmuştu. “Abi n’olur yapma. Sen Müslüman adamsın. Adam öldürmek büyük günah. Abi eline kana bulama. Abi çok büyük günah. Beraber açarız dükkanı abi. Ben ettim sen etme abi.” ağlıyordum ve yalvarıyordum. O ise çelik gibi soğuk ve sessizdi.

 

“ Merak etme koç, seni öldüreceğim ama önce ben öleceğim. Ölüler günah işlemez.”

 

Şaşmış, korkmuş mahvolmuş durumdaydım. Yalvarmalarımın yakarmalarımın bir işe yaramayacağını anlamıştım. Bu adam delirmişti ve beni öldürecekti. İçimden bağırmak, çağırmak geliyordu. Sesimi duyan biri beni kurtarabilirdi ama sesimi yükselttiğim an beni öldüreceğini seziyordum. Çaresizliğim her zerremdeydi.

 

Oturduğum ikili koltuğa, yanıma geldi ve sağıma oturdu. Sol elini omzuma koydu. Bu hareketi umutlandırmıştı beni. Beni öldürmekten vazgeçtiğini sanmıştım. Başını başıma, yanağını yanağıma dayadı. Sonra sağ elindeki silahını sağ şakağına dayadı ve ateş etti.

******** 

Sonra uyandığımda hastanedeydim. Aradan on iki gün geçmişti. Annem yanı başımda ağlıyordu. Ne olduğu o zaman anladım. Önce kendini sonra beni öldürmek istemişti. Kurşun onun sağ şakağından girip solunda çıkacak ve yanında duran benim kafama girecekti. Öyle de oldu ama ölmedim.

cep telefonu ve roman

Eski romanların günümüz romanlarından bir büyük farkı da; iletişim yollarının gelişmiş olmasıdır.  

Bundan 200 yıl önce yazılmış bir romanda  telefon olmadığından hatta telgraf bile herkesin kullanabileceği bir araç olmadığından kişiler genelde yüz yüze görüşüyor ya da mektuplaşıyorlardı. Şimdi günümüz romanın yazan bir romancının cep telefonunu yadsıması imkansızdır.

Cep telefonu sayesinde her karakter, bir diğer karakterle anında iletişime girebilir. Bu da romanın hızını attırır.

İyi mi oldu kötü mü oldu? Kimbilir?

19 Temmuz 2010 Pazartesi

pazartesi - iç dünya çalkalanmalarınız

Biliyorum ki her biriniz bana olan duygularınızı yazsanız roman olur pazartesi iflah olmazları. Unutmayın ki; bu size kendinizin farklı olduğu hissi verse de, yaşadığınız sadece bir yanılsama. Hangi kadına sorsak aynı şeyi söyleyecektir. Lütfen beni de gözünüzde çok büyütmeyin. Sadece türümün yaşayan en elit örneğiyim o kadar. Yoksa bende ATP yakıyorum. Hatta geçen hapşurdum. gerçekten

• özgür olmalı, beni özgür bırakmalı.
• Şakacı bir kişiliği olmalı mamafih benim üzerimde şakalar yapmamalı.
• Bir cafeye gittiğimizde menüdeki adını bilmediğim her şeyi bilmeli.
• Yalanlarıma inanmalı.
• Saçma sapan derneklere üye olmalı.


Hapşurduktan iki gün sonra hala “çok yaşa” mesajları geliyordu. Hatta üstsüz dişi bir kalabalık kapımın önünde iki saat “çok yaşa” diye bağırıp gitti.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

pazartesi - dışavurumsal şarkı yarışması

Malumuz genç yeteneklere fırsat verilmesi gerektiğinin her fırsatta söylerim pazartesi sevdalıları. Biliyorum ki içinizdeki aşkı dışa vurmazsanız akıl sağlığınızı kaybedebilirsiniz. Onun için kendim temalı bir şarkı yarışması düzenliyorum. Kazanan müsabık şarkıyı benimle söyleme hakkını kazanacak. Herkese başarılar.

 

  • sesi ve fiziği güzel olmalı
  • yol yordam bilmeli.
  • Sınıf farkı konusunda çok şeyler bilmeli.
  • Yazları soğuk ve kurak, kışları sıcak ve kurak olmalı
  • Nefesini 3 dakika tutabilmeli

 

 

 

Şarkı hareketli olsun pazartesi sempatizanları. Oturmaya mı geldik?

9 Temmuz 2010 Cuma

kadın - erkek - zaman

azizim ilkel zamanda erkek avlanırdı. kadın toplar ve pişirirdi. kadın ya da erkeğin diğerlerine üstünlüğü bu meziyetleri sergilemedeki başarıları ile doğru orantılıydı.

günümüzde avcılık öldü. yoksa ben her gün 2 t-rex yakalardım. zaten dinazorların kökünü kurutanlar muhakkak benim, ben gibi durmak bilemeyen; şan şöhret düşkünü ecdadımdır.

sadede geleyim. şimdi erkeklerde avcılığın yerini futbol aldı. ne kadar iyi futbol oynarsan o derece popülersin. kendimden biliyorum. hat trick hero'dur mahlasım. biz erkekler gelişen zamana ayak uydurduk. siz kadınlar da ise yemek yapmak bin yıllardır geçerliliğini koruyor.

iyi yemek yapan kadın her zaman saygındır.

8 Temmuz 2010 Perşembe

yeni muhteşem takvim önerisi


Daha güzel bir dünya, daha adil bir dünya ile geçerli değil midir? Adalet kavramının temellerinden biri de aslında tam bölünebilme ilkesinden beslenmektedir. 3 elmayı 4 kişi nasıl paylaşır? Ya da 5 kediyi 6 kardeş. Bu ve benzeri sorunlarımız adalet kavramını zedeleyen durumlardır. Dünyayı daha çekilmez bir hale getiren de bu paylaşamama sorunu değil midir?

 

Bir haftayı iki kişi nasıl paylaşabilir? Paylaşamaz. Tek gün, çift gün uygulamasına gitseler ,ki bu kavram bana her zaman muamma gelir, biri diğerinden bir gün fazla çalışacaktır. Nerede adalet? Hadi 3’er gün çalışsınlar 7. günün biri ilk yarısını biri, öteki yarısını ikinci çalışsın. Adalet bu şekilde sağlanabilir mi? Sağlanamaz çünkü; sabah erken çalışan ile öğlen çalışan bir olmaz.

 

İki kişi bir ayı nasıl paylaşabilir? Bir ay bazen 30 gün, bazen 31 gün çekiyor. Artık yıl durumundan kaynaklı Şubat ayı 29 gün çekiyor. 31 gün çeken bir ayı iki işçi paylaşamaz. 3 işçi de paylaşamaz. 31 asaldır böyle bir ayı sadece 31 işçi eş olarak paylaşabilir.

 

Derdimi anlattığım kanısındayım. Şimdi de çözümümü üretiyorum. Bir yıl 360 gün olsun. 36’şar günden 10 ay bölünsün. Bir hafta 6 gün olsun.

 

Her hafta 6 gün olacak. 2 gün hafta sonu, 4 gün hafta içi olacak. 4 günü paylaşmak zor olmasa gerek. Her ay 6 hafta olacak ve 36 günden oluşacak.

 

Bu durumda dünyanın dönüşünden dolayı mevsim kayması olacağı kaygısını hissedebilirsiniz. Bunun çözümünü kayıp gün uygulaması ile çözeceğim. Her yıl 5 gün kayıp gün olacak, her dört yılda bir de 6 gün kayıp gün olacak. Kayıp günler herkes için tatil olacak. Hayat duracak. Bu herkes için çok faydalı bir durum bence. Herkes bazen zamanın durmasını ister. İşte bu kayıp günlerde sanki yaşam duracak. Herkese ihtiyacı olan o durmuş zamanı yılda 5 kez veren muhteşem bir sistem bu.

 

Ayların ve günlerin isimleri konusu. Bence bu sefer isim vermeyelim. Numaralandıralım.

 

7 Temmuz 2010 Çarşamba

yara izi

Eline bir bıçak al ve sapla bana

Kanım aksın.

Ben nasılsa iyileşirim

Senden bana yara izi kalsın

5 Temmuz 2010 Pazartesi

gelene hoş geldin, gidene eyvallah.

her sabah güneşe selam vererek kalkardı. garip adamdı. hava kararmaya yüz tutunca, bu sefer güneş batacakken bu sefer güneşe hareket çekerdi.

gelene hoş geldin, gidene eyvallah.

4 Temmuz 2010 Pazar

sonrası tufan

Seni sevsem her zerremle

Ve sende beni sevsen eş halde,

Öpüşsek, koklaşsak, sevişsek, uyusak.

Ve sen sabah uyandığında geceden daha güzel olsan.

 

Sonrası tufan

pazartesi - bir önyargıyı daha paramparça edişim

Bu hafta yeraltına çekildim ve emo oldum pazartesi sevdalıları. Bakayım dedim bu çocukların derdi ne? Neden siyah giyiyorlar? Ne o baygın bakışlar? Ego problemi olmayan üstün bir insan olduğum için de siyahları giydim ve kızılaydaki üst geçitin basamaklarına oturdum. Bir baktım bu emoların hepsi erkek, etrafta hiç kız yok. “ değerli emolar, sizin dişileriniz nerde?” dedim, “abi hepsi işim var deyip kaçtı”, dediler.

 

İşin aslı bir saat sonra beli oldu pazartesi kronikleri. Tüm dişiler evlerine gidip üstlerini değiştirmişler. Allı, pembeli kıyafetler; renkli makyajlar. Hepsinin gözlerini içi gülüyor. Bir pozitifler aklınız durur. Bir kısmı benim temizlik takıntımı bildiğimden üst geçiti yıkadı, ayakkabı ile kimseyi sokmadı.

 

 

*kıvırcık ya da çok dalgalı saçları olmalı

*Duyarlı bir vatandaş olmalı. Gördüğü her kanunsuz olayı polise, zabıtaya şikayet etmeli.

*Burcu esmersoy’u dövmeli.

*tüm aşılarını yaptırmış olmalı.

*tahrik gücü yüksek olmalı.

.

 

Bir önyargıyı daha parçaladık pazartesi aşıkları. Hepimiz kardeşiz bu önyargı ne diye?

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Gerçek romantik sevgili

“Tüm dünyanın tanıdığı bir adam olmak istiyorum. Adıma şarkılar,şiirler yazılmalı. Eğer uzaylılar dünya ile iletişim kurmaya karar verirlerse ve “en ünlünüz ve en akıllınız ile konuşmak istiyoruz” derlerse tüm dünya o kişinin ben olduğumda mutabakata varmalı.

 

Ünlü olduğum kadar iyi bir insan da olmak istiyorum. Ünümü iyilik için kullanmalıyım. Kansere, AİDS’e bir şekilde deva olunmasında katkım olmalı. Açlıkla boğuşan ülkelerin umudu olmalıyım. Dünyanın her yerinde doğan çocuklara benim adım verilmeli. Hatta sadece erkeklere değil kızlara da. Adım evrenselliğin sembolü olmalı.

 

Tüm dünyaya örnek bir insan olmalıyım. Cenazemde tüm ülkeler bayraklarını yarıya indirmeli, yas ilan edilmeli. Ben yaşarken de, öldükten sonra da adıma belgeseller çekilmeli. Hayatımdan parçalar tüm dünyadaki çocuklara öğretilmeli.”

 

“uçtun yine tatlım, bazen öyle şeyler anlatıyorsun ki bu dünyada mı hayal dünyasında mı yaşıyorsun bilemiyorum.”

 

“Romantik sevgili isteyen sendin Meliha”

1 Temmuz 2010 Perşembe

Değişimi denemek

   Bu sabah mutsuz uyandım. Saçlarım yapış yapış, tırnaklarım kan dolu. Kalktım yüzümü yıkadım, aynada kendi gözlerime bakmaktan korktum. Ne oluyordu bana? Gazetede kralımızın resmini gördüm.  Ne heybetli adam, dedim kendi kendime. Öyle şanslıyız ki böyle bir kralımız olduğu için. Kral tek başına yine tüm dünyaya baş kaldırıyordu. “Demokrasi falan anlamam ben, benden iyisini mi bulacaksınız? Ben sizin kralınız değil, hizmetkarınızım”. Adam haklı, diye içimden geçirdim. Nerede çokluk, orada bokluk. Hem adam “Sizin hizmetkarınızım”, diyor. Demokrasi ile seçtiklerimizde bizim hizmetkarlarımız mı olacak? Hiç sanmıyorum. İşe gittim, işten geldim, yemek yedim ve uyudum.

   Bu sabah tedirgin ve gerdin uyandım. Dişlerim, diş etlerim sızlıyor, tüm eklemlerim ağrıyordu; kendimi sıkmaktan. Zar zor kalktım, yüzümü yıkadım. Aynadaki yüzümü beğendim. Yakışıklı olmasam da fena sayılamam. Derin bakan gözlerim var. Günlerdir okuduğum kitabı açtım. Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesidir yazıyordu. Kitap haklı dedim. Benimde ülkemin geleceği hakkında, alacağı kararlar hakkında söz hakkım olmalı. Kral denilen adam sadece kendini düşünüyor. Güzellik yarışmalarını kendine eş seçmek için yapan pis bir bunak. Otuz yıldır ülkenin başında da ne oldu? Hala açız, hala mutsuz. Bir şeyler yapmalı diye düşündüm. İşe gittim, işten kovuldum, arkadaşlarla ülkeyi kurtardık, aç yattım ve uyudum.

   Bu sabah gururlu ve umutlu uyandım. Gücüm kuvvetim yerimdeydi. Yataktan ok gibi fırladım ve yüzümü yıkadım. Kendime bakarken şunları düşündüm, dünyayı değiştirecek kadar akıllı ve güçlüyüm. Ben kendime ve halkıma inandıktan sonra kim beni engelleyebilir ki? Artık hareket zamanı. Arkadaşlarımla toplandım ve onları da cesaretlendirdim. Öyle heyecanlı ve şevkli konuşuyordum ki kendi sözlerimden en çok ben etkilenmiştim. “ Hareket vakti yaklaştı arkadaşlar” dedim. “Siz de kendinize, içinize, ruhunuza, kalbinize güvenin. Refah ve mutlu günler için sizlere ant veriyorum. Her şey değişecek, sizlere bambaşka bir dünya vadediyorum”. Konuşmam bitince eve gittim, aç yattım ve gülümseyerek uyudum.

   Bu sabah korku ile uyandım. Dizlerim, dirseklerim kanıyordu. Ayağa kalkacak gücü kendimde bulmam iki saatimi aldı. yüzümü yıkayacak bir banyo bile yoktu kaldığım yerde. Sabah kalktığımda kendime bakamadığım ilk gündü hayatımda. Arkadaşlar sessiz kalmamı ve beklememi söylediler. Aranıyormuşum ve hakkımda ölüm emri varmış. Ne yaptım ki ben öldürülecek? Ki gerekirse ölürüm her şey özgürlük için. Sonra kendi kendime baktım. Yapayalnızdım. Kime mavra atıyorsun?, dedim kendime. Eski günleri özlediğimi fark ettim. Saçlarımın yapış yapış olduğu, tırnaklarımın kan dolu olduğu eski mutlu günlerimi. Sessizce korku ile ağladım. Bana mı kalmıştı ülkeyi kurtarmak, düzeni değiştirmek? Aç ve susuz; yattım ve uyudum.

   Bu sabah mutsuz uyandım. Saçlarım yapış yapış, tırnaklarım kan dolu. Artık sabahları yüzümü yıkamıyorum ve aynada kendime bakamıyorum. Utanıyorum yaptıklarımdan. Birçok kişini ölmesinin müsebbibi benim. Ama ben oları ihbar etmesem, ben ölecektim. Haklı gerekçelerim vardı. Hem kralımız o kadar da kötü biri değil. İstese beni de öldürürdü. Şimdi yine bir işim var. Her sabah gazetemi okuyorum ve aç uyumuyorum. Bir insan daha fazla ne ister ki? O konuları artık düşünmüyorum. İşe gidiyorum, işten geliyorum, yemeğimi yiyip uyuyorum. Benim özüm buymuş demek ki. Ben buyum.

yakalanamayan adam

Karakol çaycıları en dokunulmaz adamlardır. Arkasını göstermeyen camın önüne zanlılar dizildiğinde kalabalık yapmsı için hep onlar konular. Madur onu gösterdiğinde polisler ona inanmayacaklardır ve "o karakolun çaycısı" diyeceklerdir.

Yanlış hesap

Geceleri zifiri, kötüleri zengin, yalnızları yapayalnız, kökleri çürük, ruhu satılmış, kalbi taştan,  kanı koyu, erkekleri namussuz, kadınları iffetsiz, çocukları bile masum olmayan bir şehirdi bizimkisi. Bazı şehirlere çöken gece çöken kasvet, bizim şehrin her zamanki havasıydı. Kan kokusuna bok kokusu karışır ya; bizim sokaklarımız öyle kokardı. Böyle bir şehirde yapılacak en pis işlerden birini yapıyordum. Hayır, fahişe değildim; polistim.

İki aydır üzerinde çalıştığımız bir dosya vardı. Manyağın biri fahişeleri öldürüyordu. Ücra bir sokağa çekip kalplerinden bıçaklıyordu zavallıları. Ölümcül, tek hamle. Ne zaman bir psikopat cinayet işlemek istese ilk hedefi fahişeler olur zaten.

Başka şehirlerde fahişeler azınlık olabilir, sahipsiz olabilir ama benim şehrimde fahişeler devlet memuru gibidirler. Sendikaları vardır, hakları vardır. Birlik içerisindedirler. Hatta kenetlenmişlerdir. Başka şehirler gibi değildir benim şehrim, fahişelere kimse kötü gözle bakmaz, aşağılamaz. Mesleklerini kimseden gizlemezler; çocuklarından hatta babalarından bile.

Bir ayda, bu üçüncü cinayetti. Üç fahişe de birbirinden farklıydı. İlk ölen on yedi yaşında, çakma sarışın, etine dolgun bir kadındı. İkinci ölen ise esmerdi. Hem de çok esmer. Üçüncü ölen ise beyaz tenli ve doğuştan kızıldı. Tek ortak noktaları meslekleriydi. Farklı pezevenklerle çalışıyorlardı, hiçbirinin onları namussuzluklarından dolayı öldürecek bir ailesi yoktu. Katil fahişelerle ne ölmeden önce ne de öldürdükten sonra sevişmemişti. Elimizde hiçbir ipucu yoktu.

Bir hafta sonra dördüncü fahişe öldürüldü, yine aynı yöntem ile. Bu sefer kadın kırk yaşında ve sarışındı. Katilin profilini çıkartmak imkansızdı. Yirmili yaşlarda, beyaz, erkek diye uydurma bir profil verdiler elime. Bu profil ile tüm şehir zanlımdı artık.

Beş gün sonra bir fahişe daha öldürüldü.  On gün sonra bir tane daha. Bizim yaptığımız sadece cesetleri toplamaktı. Bu adam yakalanamazdı. Başka şehirlerde fahişeler iki ya da üç bölgede konumlanır. Benim şehrimde ise her köşededirler. Her köşede polis bulunduramazsınız. Hele benim şehrimde isteseniz de bulunduramazsınız.

Hata yapmasını bekliyorduk. Nasılsa yapacaktı. Herkes hata yapar. Benim hatam polis olmaktı mesela. Cinayetleri kanıksamıştık.

Sonra beklediğimiz oldu. Hata yaptı katil. Otuzlarında bir fahişeyi ara sokağa çekmiş ve yine kalbinden bıçaklamış. Bu sefer başaramamış, fahişe ölmemiş. Bıçağı göğüslerindeki silikon yumuşatmış ve kalbi yaralamamış. Fahişenin kendine gelmesi üç günümüzü aldı ama artık görgü tanığımız vardı.

“Yirmili yaşlarda, beyaz ve erkek” dedi. O an deliriyordum “ Konuşmasını bilen efendi biriydi hatta biraz hanım evladı.” İşte bu bizim şehirde ayırt edici özelliktir. Robot resim olayına hiç giremedik, karanlıkmış ve hatırlamıyormuş. Ben daha ilk cinayetin kan raporlarını bile alamadım. Bu şehirde en kolay iş katil olmak.

Katilin son kadını öldüremediği dilden dile yayılmıştı. Bunu duyan katilin işini tamamlayacağını öngörüp başına polis memuru diktim. Hiçbir işe yaramadı. Katilin hatasını bekledik, hata yaptı ama elimde hiçbir şey yok. Bir hata daha beklemekten başka elimden bir şey gelmiyor. Acaba o hatayı yapana kadar kaç kişiyi daha öldürecek?

İki kişiyi daha öldürdü son bir haftada. O sırada bana ilk üç maktulun kan sonuçları geldi. Üçünün de kanında alkol, uyuşturucu ve HIV bulundu. Bundan doğal ne vardı ki?

Bir gece devriye gezen polislerden mutlu haber geldi; katil yakalanmıştı, hem de iş başında. Bu sefer bir travestiyi öldürmeye kalkmış. Travesti  tehlikeyi sezip iyi bir dövmüş katili. Üzerinde bir maket bıçağı çıkmış. Sorgu odasında her şeyi kabul etmiş. Sabaha kadar ağlaya ağlaya anlatmış.

“Bir de ben konuşayım”,  dedim ve sorgu odasına girdim. Karşımda gerçekten bir hanım evladı duruyordu. Bu muydu o kadar çok kişiyi öldüren? Bu şehirde artık hiçbir şey beni şaşırtamaz dediğim günün mahcubiyetini yaşıyorum.

“Neden?” dedim ve anlatmaya başladı.

"Bir AİDS’li fahişe, bir ayda kaç kişiyi öldürür?

30 gün çalışsa, her gün 8 kişi ile beraber olsa, birinci dalgada 240 kişiyi öldürür.

Bu 240 kişinin yarısı evli olsa 120 günahsız kadın. Bu ikinci dalganın ilk kısmı.

Bekar 120 kişiden en az 100'ü tekrar bu mikrobu başka fahişelere bulaştıracak. Bu ikinci dalganın en korkunç kısmı.

100 ayrı fahişe de, bir ayda 240'ar kişiden 24.000 kişi eder.

Zaten bu mikrop maymunla sevişen bir şerefsizden tüm dünyaya yayılmadı mı memur bey? Bir fahişeden 24.000 kişi ölüyor. Ben Sadece 9 fahişe öldürdüm. Bu da 216.000 kişi eder. Bana madalya takacağınıza hapse atıyorsunuz!"

"Birincisi ben memur değil komiserim. İkincisi hesabın yanlış, günahsız ev kadınlarını en son toplama eklemedin.", dedim ve odadan çıktım. Hesabı yanlıştı ama ona doğru gelmişti.

Sorgudan çıkıp masama giderken bir meslektaşım yanımda geldi ve dedi ki; “Adam hem haklı hem haksız”. O an masama baktım ve diğer iki maktulun kan raporları geldi. Onlarda AİDS’liydi. “Bu adam neci?”, diye sordum meslektaşıma. “Hastanede laborantmış” dedi.

Demek AİDS’lileri böylelikle tespit ediyordu. Cinayetleri katil yakalandıktan sonra çözmüştüm.