28 Haziran 2016 Salı

duygusal enişte anıları - 8

Son cezaevi olayından sonra bir daha hasan enişteciğinle yemek yememe kararı almıştım ki; geçen Salı iftara davet etti beni aliciğim. Gitmemek için; ançüezli pizza isterim dedim, orucu on dakika sonra açarım ben açmadan da kimseye açtırtmam dedim, kuyu kebabı isterim ama o kuyu sizin bahçede açılıp yapılacak yoksa gelmem dedim, hindimi füme isterim dedim, alkolsüz şampanya isterim dedim, maymun beyni bile istedim ve enişteciğin hepsine evet deyince el mahkûm gittim.

Yardım edeyim, alkolsüz şampanyayı buzdolabına koyayım diye de erkenden gittim. Aziz büşracığıma baktım elinde balta maymunun beynini çıkartırken bana ters ters bakıyor; oruç siniridir, olabilir diye düşündüm ve tuvaletim geldi bahanesi ile kırk dakika tuvalette oturdum. O ara enişteciğin kuyu için emekli albay olan apartman komutanıyla tartışıyordu. Askeri vesayetle arası hep iyi olduğu için sorunu bir şekilde çözdü, büşracım kazma küreği aldı ve kuyuyu kazmaya koyuldu. O ara biraz sakinleşti sanki, toprak insanı sakinleştiriyor tabi.

Biraz televizyon izledim, çıktığımda bu sefer büşracığımı hindi yolarken gördüm ve bakışları hiç hoşuma gitmedi. “Ben biraz hasan’a bakayım”, dediğim gibi kaçtım ve açtığı kuyuya saklandım. Ançüezli pizza hamurunu büşranın bir yoğuruşu vardı ki, o hırsa birinin boğazını sıksa gözleri gerinden fırlar alimallah.

Neyse yemek hazırlandı, ben de buzdolabından alkolsüz şampanyayı çıkarttım ve tam sofraya oturacaktık ki; hiç sevmediğim tüccar akademisyen Bilgehan geldi. Öyle pis, öyle itici bir insan ki; sofrayı terk etmeyi düşündüm ama büşracığımla bir an göz göze gelince dizlerimin bağı çözüldü ve oturdum. Hoca “Allahu ekber…” deyince Bilgehan yemeğe sanki daha önce hiç maymun beyni yememiş gibi saldırdı. Büşra eline nazikçe çatalı saplayıp “Onur konuğumuz Barış iftarı on dakika geç açıyor… beklemelisin Bilgehan” dedi.

Ama vakit geçmek bilmiyor aliciğim. Buz gibi bir on dakika. Bilgehan’ın iticisinin eline pansuman yaptı enişten o ara ve son üç dakika kala bu pislik bu sefer hindiye doğru uzanınca ablan delirdi.

Önce bilgehan’ın burnuna bir uçan kafa attı. Bildiğin kafa. Ama bir kemik sesi geldi anlatamam. Bilgehan’ın burnundan kanlar boşaldı. Sonra sofra kan olmasın diye Bilgehan’ı saçından tuttu ve kanı balkondan aşağı akıttı. O arada bir yandan sırtına çatal saplıyor. Bilgehan’ın beyaz tişörtünden çatal saplanmış yerden kanlar akıyor. Tam o ara “On dakika oldu buşiciiiim”, dedi enişteciğin. Büşra Bilgehan’ın omzuna bir dirsek atıp yere gömdü, sonra bir yudum su içti “Barışcığım Allah kabul etsin” dedi ve Bilgehan’ı dövmeye devam etti. Biz de pizzadan yemeye başladık tabi o ara.

Yerdeki Bilgehan’ın karnına en az iki düzine çok sağlam tekme attı. Sonra geldi hindiden bir lokma aldı. Sonra yere oturup suratına suratına yumruk saydırmaya başladı. Ama nasıl aliciğim. İki sol vurup, sonra çok sağlam bir sağ yumruk çıkartıyor. İki sol, bir sağ; iki sol, bir sağ. Derken o ara biraz kan büşracığımın çeyizinden çıkarttığı masa örtüsüne gelmesin mi?

Tırnaklarını Bilgehan’ın boğazına bir sapladı. Bir sıkıyor boğazını. Elleri, dirsekleri falan hep kan. Diyeceksin ki abi bizim konumuz enişciğimin duygusallığıydı. İnan hiç üzülmedi. Ve yine ne varsa yedi. Onun için ilginç bu hikaye. Sinek öldürsek gözleri dolan adam Bilgehan öldürünce hiç umursamadı.


Sonra malum. Bir halıya sardık, gece kırsala gömdük. 

27 Haziran 2016 Pazartesi

pazartesi - yine seçim vakti geldi

Belediye başkanlarının yaptıkları sürprizler kadar kötüsü yoktur pazartesi tarifsizleri. Sırf bu sebepten ben mütemadiyen başkan azlederim ve bizim ilçede seçim bitmez. Bu seferki belediye başkanı artık nereden etkilendi bilmiyorum ama çok farklı bir icraatla sabahımı selamladı.

*Bulduklarının peşine düşmeli.
*Bazı geceler çığlıklarla uyanıyor gibi yapmalı.
*Okuduğu her kitaba sekiz on sayfa kadar ek bölüm yazıp yazara postalamalı.
*Şans oyunları ile mevcut şansını tüketmemeli.
*Yakın arkadaşlarının yakın arkadaşlarına yakınlık duymamalı.
*Vakit geldiğinde üzerine düşeni yapmalı.
*Anahtarlıktan karakter analizi yapmalı.


Adam gece apartmanımın etrafını kepçe ile kazıp, su doldurup göl gibi bir şey yapmış. Ve nereden bulduysa içine timsahları salmış. Elinde bir kuzu budu bana el sallayıp timsahları besliyor ve “artık sizin eve hırsız giremez” diyor. Ulan benim evime zaten hiç hırsız girmedi ki. Geçen sene içtiği çayın yanına koyduğum kesme şekeri cebine atan Belçika Başbakanı hariç. Aslında hoşuma gitti ama sivrisinek yapar. Ondan pazar seçime gidiyoruz.

26 Haziran 2016 Pazar

yirmisine saatler kala handan

Yirmisine saatler kala Handan cep telefonundan resimlerine bakıyor ve serbest çağrışım hayaller kuruyordu. Uykusu yoktu ama uyuyası vardı; şöyle uzun bir ve dingin bir rüya göresi vardı. Odasında yalnızdı ve çorapları yoktu. Saatler sonra birçok farklı sosyal medyadan, birçok bildirim alacağını bildiği için telefonunu şarja taktı. Ayakları üşüdüğü için on beş dakika önce çıkartıp attığı çoraplarını giydi. Eline bir kitap aldı, okumadı, canı çekmedi.

Odasında bir duvar saati vardı, sadist tavşan Bugs Bunny’li, halası 15. yaş gününde almıştı. Sarı yeşil üstünde “canım kankam” yazan bir kalemlik vardı kitaplığın en üst rafında, içinde tükenmiş tükenmez kalemler olan. On altıncı yaş gününde sınıfta yaptıkları çekilişti o hoşlandığı sarışın çocuk çıkınca oysa ne kadar çok sevinmişti. Kalemliği aldığı günden sonra birbirlerine kanka demeye başlamışlar, sonra da her şey gibi azalarak tükenmişlerdi. Yatağının üstündeki bez bebek ise babasının hediyesiydi ama kaç yaş olduğunu bilemeyecek kadar küçüktü, üç ya da dört olmalı. Çünkü babası ile iletişimleri sonra talihsiz bir şekilde kopmuştu, insanın babasının öldüğünü ana haberde görmesi hiç hoş bir durum değil, hele bir de üzerine yıldırım düşmüşse, hatta arada sırada internet sitelerinde bile o görüntü dönüyorsa. ‘5 Sevgi Dili’ diye bir kitap vardı kitaplığında. Annesi almıştı geçen sene. Kadıncağız zaten Handan’ı üç kişilik seviyordu. Handan ise o kitabı hiç okumadı. Okumuş gibi yaptı ama annesi üzülmesin diye, ayracı her gün onar sayfa kaydırdı ve annesine sevgi hakkında bir şeyler anlattı, severdi Handan sevgi üzerine konuşmaları. Nasılsa annesi de okumamıştı ve kitap muhtemelen çok dandikti. Çoraplarını çıkarttı.

Halıya takıldı gözleri. Bu da bir hediyeydi ama kimdendi hatırlamadı, eve alınan şeyler hediye sayılmamalıydı. Zaten artık bu pembe halıyı sevmiyordu. Mustafa Ceceli’yi de artık sevmiyordu, paten kaymayı da. Ki onlar da bir sene önceki doğum günü hediyelerinin bir parçasıydı. “Hediyeler ve doğum günleri” yazdı günlüğüne. Üç nokta yan yana koymayı düşündü. Sonra vazgeçti. İki nokta üst üsteyi düşündü, sert geldi; vazgeçti. Tek bir nokta koyup koymamayı düşündü, ona da eli gitmedi. Dört nokta koydu sonra, sonra bir nokta daha, sonra bir nokta daha. Ve on son bir nokta daha. Yedi nokta yan yana. Oysa Handan noktalamalar konusunda çok hassastı. Ayaklarını üşüdü, çoraplarını giydi.

Duvarlar üstüne üstüne gelmeye başladı Handan’ın. Keşkeler üstüne yağmaya başladı. Hava çok sıcaktı ama Handan serindi. Yorganın altına girdi, yaz kış yorganla yatanlardandı. Yorulmuştu bütün gün. Pastane pastane gezip kendine yaş pasta bakmıştı iş çıkışı ve hiçbir pastayı beğenmemişti. Zaten annesi alırdı mutlaka. Yorgan Handan’a iyi geldi. Ellerini kullanmadan, ayak başparmaklarını kullanarak çoraplarını çıkarttı ve usulca yorganın altından atarken uyudu.

-Çoğunu unuttuğu bir rüya gördü-
-Hatırladıkları ise aynı boydaki sinekler ve güvercinlerdi. Buzdolabından çıkan yeşil soda şişesi ve batmakta olan bir güneş-

Uyandığında ise sevindi ve hemen şarjdaki telefonuna baktı. Sandığı kadar uzun uyumamıştı, sadece on beş dakika. Ve hala yeni güne, doğum gününe, bir saat vardı. Ama enerjisi yerine gelmişti. Yorganı üstünden attığı gibi ayakları üşüdü. Oturdu kitaplarını saydı, sonra kaçını okuduğunu saydı. Toplam kitapların kaçta kaçını okuduğunu hesaplarken içi sıkıldı. Rakamları değil harfleri; sayıları değil kelimeleri seviyordu Handan. Sonra tekrar günlüğünü eline aldı. Nasıl şövalyelerin kılıçlarının bir ismi varsa; Handan’ın günlüklerinin de bir ismi olurdu. Hep aynı marka defterin farklı desen kapaklarını alır ve ilk sayfasına bir merhaba yazardı. Dört önceki günlüğünün adı Hilal, üç önceki günlüğünün adı Emine, iki önceki günlüğünün adı Ömür, bir önceki günlüğünün adı Hande ve bu son günlüğün adı ise Neva’ydı. Yere oturdu, çorabını giydi ve yazmaya başladı…

“Vakit geçmiyor be Neva. Zaman akmıyor. Canım sıkılıyor be Neva. Hem de çok. Hiçbir şey istediğim gibi olmuyor. Rüyalarımı unuttuğum hızda unutmak istediğim onlarca şey var. Ama unutulmuyor. Ayaklarımdan da çok şikayetçiyim Neva. Bir yanıyor, bir üşüyor.”


Neva’yı kapattı, çoraplarını çıkarttı, gün döndü ve doğum günü mesajları gelmeye başladı…

20 Haziran 2016 Pazartesi

pazartesi - en iyi insan arayışım

Uzun zamandır en iyi insan kim acaba diye düşünüyordum pazartesi melekleri. Tahmini ve sezgisel olarak insanlığın bu gezegende on milyar yıldır yaşadığını ve nuh tufanı gibi sıfırdan başlamaların on altı kez daha yaşandığı düşünüyorum. Malum her dinden sevenim olduğu ve din ve aşk ilişkilerini ayırdığım için kabul edilmiş peygamberleri listeden çıkarttım.

*Sıradan insan olmamalı
*Evlerinde yağlı boya bir aile resmi olmalı.
*Kimlikleri arası çatışmalar yaşamalı.
*Ailesinden en az biri kendini ‘sanayici’ olarak tanıtmalı.
*Dondurmasından bedava çıksa da kullanmamalı.
*Düğme mi yoksa çıtçıt mı isimli bir yazı dizisi olmalı.
*Yaşlandıkça duygusuzlaşmalı.


Araştırmaların sonucunda insanı kötüleştiren şeyin duyu organlarımız olduğuna karar verdim. Görmeyen, duymayan, hissedemeyen, koku ve tat alamayan biri varsa; bence o dünyanın en iyi insanıdır. Mür: ben

13 Haziran 2016 Pazartesi

duygusal enişte anıları 7

Bak bu olay çok yeni oldu aliciğim. Ramazandan bir hafta kadar önce; öğle vakti enişten beni aradı ve “let’s mangal!” dedi. Bu benzersiz lezzete asla hayır diyemediğim için hemen evden çıktım ve yolda aklım başıma geldi ve arayıp sordum. “nerede?”

 

Verdiği adres bir cezaeviydi. Yüksek yargıda tanıdıklarım var; çok nezih, çok elit bir yer, diyerek beni ikna etti. Zaten mangal dediği an ben çoktan ikna olmuştum. Cezaevinin girişince beni karşıladılar. Mekan gerçekten çok güzeldi. Yemyeşil; ağaçlar, hamaklar var; insanlar voleybol oynuyor, herkes gülümsüyor...

 

Üç mangal enişteciğinin önündeydi, üç mangalı da büşracığım yakıyordu. Yüksek yargıdan arkadaşının önünde de üç mangal ve onun eşinin önünde de üç mangal vardı. Benim de önüme iki mangal koydu ve yellemeye başladık. Sanırım bir ton tavuk kanat vardı önümüzde pişecek. Enişteciğinin iyi yediğini, yerken kendinden geçtiğini de biliyordum ama bir ton bana dahi fazla geldi, geçen sefer üç yüzüncü kiloda doymuş, dört yüz kiloya tamamlamıştık “Olum kim yiyecek bu kadar mangalı” dedim, o ise gülümseyerek “Yeriz be kanka” dedi.

 

İlk postayı pişirdik enişten çok acıktığını söyleyerek hepsini topladı ve gitti. Sonra yedim diyerek geldi. İkinci posta yine aynı şey, üçüncü posta yine aynı şey. Tam bir kanatı ağzıma atacağım, elimden kaptı ve gitti. Ama arı gibi. Pişirdiklerimizi götürüp, hemen mangalın başına geçiyor.

 

Bir tonun sonuna doğru ben mangalımdaki kanatlar yanarsa yansın dedim ve enişteciğini takip etmeye başladım. O yufka yürekli insan ne yapıyormuş biliyor musun?

 

Mahkumlar camları açmışlar, enişteciğin kanatları onlara fırlatıyor. Bileği de düzgün adamın, her hücreye eşit olarak fırlatıyor. Gözlerim doldu inan, sarıldım eniştene ve “senin yüreğin göbeğinden daha büyük hasanım” dedim. Bir dakika kadar sarılıp ağlaştık ama henüz bir tane bile kanat yememiştim. En azından son postadan biraz yiyelim diye enişteciğini ikna ettim ve mekana döndük. Bir de ne görelim; kalanları da Büşra, koray ve esra yemiş.

 

Tabi benim gözüm döndü. Bir daldım eniştene aklın durur. Sağlı sollu indiriyorum yumrukları göbeğine. Olay cezaevinde olduğundan ve şahitlerden biri hakim olduğundan olsa gerek beni içeri attılar. Sonra gece camdan tık tık bir ses geldiğini duydum. Baktım enişten. Ben severim diye brokoli salatası yapmış, camdan onu fırlatıyor.

 


Yedim, yattım ve çıktım; pişman değilim

pazartesi - robotlar arası hemşericilik

Mücadeleden asla kaçmam, kaçınmam pazartesi gladyatörleri. Severim çatışmayı. Çatışma sanıldığı kadar yıkıcı bir durum değildir ve bazen yükselmenin sırrı sağlam olmayan katların yıkılmasına bağlıdır. Olay ise şu. Bilim insanları bir makine yapmış. Makine tetris oynuyor ve beni geçecekmiş. Altı günlük bir oyun kararı aldık, altıncı günün sonunda kim daha çok puan alacaktı?

*Karışık davalarda polise yardım mailleri atmalı.
*Frizbiyi bumerangmışçasına kullanabilmeli.
*Kol saati kullanmamalı.
*Arada Darwin’e rahmet okutmalı.
*Doğruyla yanlışla çok kafa yormamalı.
*Grev hakkını sessizlikten yana kullanmamalı.
*Burcunun özelliğini cebinde taşımalı.


İlk gün başa baş geçti. İkinci gün biraz önce geçtim. Üç, dört ve beşinci günlerde de farkı korudum. Altıncı gün ise makine beraberliği sağladı. Son gün mücadele inanılmazdı. İyi gidiyordum ama bir türlü bana çubuk gelmemeye başladı. Makinaya ise resmen çubuk yağıyor, dörder blokları yıkıp duruyordu. Tetris resmen makinaya hemşericilik yapıyordu. Sinirlendim ve şalteri indirdim!

6 Haziran 2016 Pazartesi

pazartesi - pedikürist

Her yıl kendimi zorlamak için abuk subuk şeyler yaparım pazartesi içtamahkarları. Bu sene biraz da ter atayım diye çıplak ayak Everest’i tırmanayım dedim. Ve tırmandım. Ve indim. Gayet sıkıcıydı. Sadece ayak tırnağım biraz kalktı. Macera olayın bu kısmında değil. Tırnakta.

*Trafikte mizahi sollamalar yapmalı
*Sadece su içmemi değil, aynı zamanda tuvalete gitmemi de hatırlatmalı.
*Eğer birini serçe parmağımla göstermişsem hemen sütyeninin destekli mi yoksa desteksiz mi olduğunu söylemeli.
*Ödü beni tanımadan önce patlamış olmalı.
*Ejderhası olmasa da iguanası olmalı.
*Rakipleri rakip olarak görmediğini söylememeli.
*Korumalarını kötü alışkanlıklardan korumalı.


Şehre inince baktım canım yanıyor, neden katlanayım ki dedim ve tüm ülkelerin sağlık bakanlarını çağırıp ayak parmağımı gösterdim. Aralarından doktor olmayanları hastanelik ettim. Hint sağlık bakanı “Sizin pediküre ihtiyacınız var” dedi. Sonra tüm ülkelerin pedikür bakanlarını çağırdım. Kimse gelmedi. Ben de mahalledeki pediküriste gittim. Şimdi iyiyim.