27 Haziran 2013 Perşembe

Çirkinler Tarikatı - Tarikat lideri ve tarikatın işleyişi

Tarikat Lideri: Adam yeşil saçlıydı bir kere. Saçlarının asıl rengi bozdu ve yeşil boyayı rahatlıkla kaldırıyordu. Bitkilerden bir karışımla boyuyuordu saçını. Sorduklarında saçını boyadığını söylerdi ama sormayanlar saçlarının gerçekten yeşil olduğunu sanırdı. Zaten kimse kolay kolay bir tarikat liderine saçlarınız boyamı diye soramaz.

Öyle deli gibi hareketleri yoktu ama konuşurken eli kolu biraz çok oynardı. Çok sigara içmekten sesi boğuklaşmıştı. Sigarayı sadece kendi içmez, herkese önerirdi. "kalben çekilmiş bir nefes ibadet gibidir", derdi. Farklı giyinirdi, bazen takke sarardı, bazen kot pantolon gömlek otururdu. Eski püskü entarisini çok severdi ve onu giydiği zaman üstüne dökülmesin diye asla yemek yemez, çay içmezdi. Sakal traşını günlük olurdu ve yine bitkilerden yapılma parfümünü sıkardı. Aynı saçlarının rengi gibi, kokusunun da kendi öz kokusu olduğu sanılırdı. Ama soran olursa çekinmez kendi yaptığı bir parfüm olduğunu söylerdi.

Namazı kolaylaştırmışlardı, her vaktin farzı bir rekattı ve günün istedikleri bir vakti beş rekat namaz kıldıkları zaman günlük namazlarını eda etmiş sayılıyorlardı. Abdest sadece el yıkayarak alınabiliyordu. Haç vazifesini yok sayıyorlardı. Zekat ve fitreleri ise tarikat topluyor ve tarikatın giderleri için harcanıyordu. İlginçtir aldıkları apartmanın tamamı bu paralarla elde edilmişti.

Tarikatın farklı özelliklerinden biri de günah çıkartma vardı. Hem de olabildiğince katolikçe. Günah çıkartma yetkisi sadece Tarikat liderindeydi. Herkese yılda bir kez, tarikata katılma yıldönümünde sıra gelirdi ve başbaşa bir odaya çekilirlerdi. Orada sadece günahkar konuşur, tarikat lideri tek kelime bile etmez, tarikat üyesinin yüzüne bile bakmazdı. Sonra odadan çıkarlardı ve ritüel biterdi.

Tarikat liderinin asıl kerameti gelecekten haber vermesiydi. Bazı geceler duvara garip bir şeyler yazar ya da çizerdi. Sonra olan bir şeyi ona yorardı. Karlı bir günde çizdiği uçak resmi Eşref Bitlis'în uçağının düşmesine yormuştu.

"Kalp kırıldığında olmaz tamir,
Ayrılıkların hepsi değildir emir
Laf değil, söz değil,
Pespaye her rüya düş değil"

yazdıktan sonra yedi ay sonra Turgut Özal ölmüş kalp krizinden ölmüş; şiirinin de Özal'ın öleceğine önceden haber verdiğine inanmışlardı.

Bu gelecekten haber verme safsataları sayesinde ünü artmıştı. İnsanlar kapılarını kuyruk oluyor, hayır duası dilenip büyük paralar veriyorlardı. Tarikat lideri bu durumdan hem memnundu; hem de değildi. Para ve güç gözünü döndürse de, bunun sonunu hazırlayacağını seziyor ve her geçen gün agresifleşiyordu.

26 Haziran 2013 Çarşamba

28 şubat resimler

*Uğur Mumcu’nun cenazesi, siyah şemsiyeleriyle yürüyen yüzbinler
*Özal’ı hastaneye götüren siyah ambulans benzeri araç
*Tansu Çiller’in küt saçları ve gülümsemesi, kadın kavramı!
*Sivas -2 temmuz 93-

elinde satırla koşan kasap
çekilen asker

*Ergun Göknel, İski, boşanan eşin intikamı.
*Leyla Zana’nın meclisteki yemin töreni
*Hasan Mezarcı’nın gerçek dışı hayatı.
*Gazi olayları kahvehane tarayan taksi
*Cumartesi anneleri
*Kardak meselesi, bota atlayan Fatih Altaylı
*Sabancı Sukasti, yüksek bir bina ve temizlikçi kadın. Kan, kan, kan ve kan.
*Erbakan başbakan, çillerli hükümet.
*Ölüm oruçları
*Kaddafi’nin çadırdaki azarı
*Susurluk! Devlet, mafta, aşiret! Şöför hasan gökçe
*Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık, ışık yakıp söndürme (hikaye sonu için fikir)
*Şevki Yılmaz ve muhteşem kasetleri.
*Aczimendiler, Fadime Şahin, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı seks üçgeni
*11 ocak 97 başbakalık konutundaki tarikat liderlerini iftar  yemeği

*

Çirkinler tarikatı - öykünün ana hatları

*Yeşil saçlı tarikat lideri
*Tarikatın yapısı, sigaranın yüceltilmesi.
*Tarikata üye susurluk kazasının yapan kamyon şoförünün akrabası ya da bir bağlantı. Tarikatın bundan prim sağlaması ve büyümesi.
*Üye genel özelliklerinin vurgulanması.
*Tarikat liderinin Erbakan'ın verdiği iftara gidişi.
*Para vurgusu
*28 şubatla beraber içeri alınmaları
*İşkencenin izleri
*Tahliye olunca tarikat üyelerinin ve liderinin durumu
*Tarikat liderinin her akşam saat 9'da evinin ışığının yakıp söndürmesi.

24 Haziran 2013 Pazartesi

Çirkinler tarikatı - üyelerin özellikleri listesi

Tarikattakilerin ortak özellikleri

*19-30 yaş aralığındalar.
*Herkes çirkin
*Hepsini lise hayatı ezik geçmiş, ne okul takımındalarmış, ne de popüler kızlar arasındalarmış. Dersleri de çok iyi olmamış.
*Fakirler.
*Güzel kıyafetleri yok
*Alay edilebilecek belirgin özellikleri var
-şişko
-sakallı kız
-iri kız
-büyük burunlu kız
-çirkin kız
-şişko çocuk
-çok zayıf kız
-saçları seyrek çelimsiz kız
-sivilceli çocuk; hatta sivilce çocuk
-arkadaşının yanında kayıp tip
-biçimsiz çirkin ergen
-büyük burunlu çocuk
-diş teli olan kız

*Ezik ile utangaç arasındalar.
*Hazır cevap değil.
*Ortalama zekaya sahipler
*Zeki gibi görünmeye çalıştıkça daha da batmışlar.
*Hepsinin bir baş düşmanı var. Onlara hayatı zindan eden, kötü kalp bir yaşıtları. Herkesin ortasında onlarla dalga geçip durmuş, aşağılamış, hakaret etmiş tipler.
*Sanatla estetikle alakaları yok.
*Aidiyetleri zayıf
*Aileleri de kendileri gibi
*Hiçbirinin lise dönemi sevgilisi olmamış; hep sevip reddedilmişler. Onlardan sadece kendileri gibi tipler hoşlanmış. Onlar da, onları sevmemiş.
*Üniversiteye çok azı gitmiş. Gidenler ise lise günlerindeki talihsizliklerini kıramamış.
*Aralarında hiç ateist yok, hiçbiri çok dindar da değil.
*Hepsi sigara içiyor. Hem de izmaritin sonuna kadar, ciğerlerini doldura doldura.


*Ümmihan (esas kız)
*meltem (esas kız)
*gökçen
*Dilşat deniz
*bir Zeynep daha
*dershanedeki gökçen
*aykut
*vitaminsiz
*Emine
*vitaminsiz iki
*komilinin yanındaki sarışın tip
*Elçin
*zülküf
*Gülçin 




23 Haziran 2013 Pazar

pazartesi - on beş iri adam

Konu gavga dövüş oldu mu kendime pek güvenirim pazartesi yakın dövüşçüleri. Yıllardır izlediğim karate filmlerini özümsemem ve içimden gelen şevk sayesinde bir sensie’ye başkalaştım. Öğrendiğim teknikleri ışığında insanları hem keyif için, hem de eğitmek için dövüp durdum. Ama ne olursa olsun uyku sersemi kapıyı açtığımda kapının önünde en kısası iki metre olan, izbandut gibi, on beş tane Afrikın Amerikın görünce insan bir irkiliyor.

*Sergilemeye korktuğu bir stand up’ı olmalı.
*Beyzbol bilmeli.
*Sesinden silahı tanıyabilmeli.
*Yakın tarihi, uzak tarihten daha iyi bilmeli.
*Trafik konusunda sezgileri gelişmiş olmalı.


Korkunun ecele faydası yok diye içimden geçirdim ve Allah ne verdiyse daldım. Daldım da adamlar döv döv bitmiyor. Uçan tekmelerim bile adamların karnına geliyor. Suratlarına patlatmak için birine basıp, ötekine çakıyorum. Onlarda arada sırada “NBA”, “Lokavt”, "All Star", “Oyuncu sendikası”, “MVP” gibi bir şeyler diyorlar. Çok emin değilim ama sanırım iki gün falan dövdüm bunları. Sonra acıktım tabi, 16 tane tavuk döner söyledim. Tavuk dönerlerini yeyip gittiler. Şimdi düşünüyorum da; ben bu adamları neden dövdüm acaba?

20 Haziran 2013 Perşembe

Müzik Kutusu

                                                                                                                      -chuck palahniuk’e-

Mutluluğun 77 sırrının 28.’sini okumuştum ve henüz umduğum kadar mutlu değildim. Kitabı kenara koydum ve üç parmağımı alnımda ve şakaklarımda gezdirerek üç parmak masajı yapmaya başladım. Genelde hiçbir doktorun çözemediği ve ‘piskolojik’ diyerek başarısızlıklarını kamufle ettikleri baş ağrıma bir nebze iyi gelirdi ama bu sefer hiçbir işe yaramadı. Hemen youtube’dan üç parmak mesajının nasıl yapılacağını tekrar izledim ve uyguladım. Olmadı. Tekrar izledim, tekrar denedim; tekrar izledim, tekrar denedim; bir daha, bir daha... Olmuyordu. Küfrettim. Hem de uzunca bir küfür. Kendi sesimi duydum ve gülmeye başladım. İyi küfreden insanlar hep daha mutluydu.

Mutluluğun 77 sırrının 35.’sini okurken aklıma üç parmak masajının yaratıcısına mektup yazmak geldi. Çünkü Mutluluğun 77 sırrının 35.’si mektup yazmaktı. Doktorun kişisel internet sitesinden muayenehanesinin adresini buldum ve bir mektup yazdım. Önce İngilizce yazmayı denedim ama İngilizcem yetmedi, İngilizcemi zorladım; bu da beni daha mutsuz etti. En iyisi Türkçe yazmaktı. Hem belki uğraşır çözerdi ya da tanıdığı bir Türk vardı. Denemeye değerdi. Sabah postaneye gidip mektubu gönderdim. Mutluluğun 77 sırrının 36.’sının dediği gibi çalışana önce “Günaydın” dedim, sonra da gününü nasıl geçtiğini sordum. Cevap vermedi

Mutluluğun 77 sırrının 56.’sı yeni insanlarla tanışmak için tek başına bir gece klubüne gitmekti. Kitaba teslim olmuş durumdaydım ve teslimiyetin daha önce tatmadığım bir hazzı vardı. Googledan gece klüplerine baktım ve 'Klapyetmişyedi' diye bir yer gördüm. Bu bir işaret olmalıydı. En havalı kıyafetlerimi giydim ve uçarak mekâna gittim. Damsız da girilebiliyordu. Bu tür yerlere damsız girilmez sanırdım. Mutluluğun 77 sırrının 7.'sinden öğrendiğim gibi kendimden emin ve sıcak bir gülümseme takındım. İçeri girer girmez benim gibi gülümseyen kırmızı deri ceketli çelimsiz bir adam "Dostum! Neredesin sen ya? Kaç zamandır boşladın buraları" dedi. Buraya ilk kez geliyordum ve adım kadar emindim ki bu adamı ilk kez görüyordum ama biriyle karıştırılmış olmak tanışmanın yükünü almıştı omuzlarımdan. Bana daha önce hiçbir erkekle sarılmadığım kadar samimice sarıldı. Adamla havadan sudan konuştuk durduk. Anladığım kadarı ile mekânın sahibiydi. Samimiyetinin altında yatan sebep bu mu diye düşünmedim değil ama öyle sıcak konuşuyorduk ki; telefonunu alırsam rehbere 'kenke' diye kaydedecek durumdaydım.

Mekan ilginçti. Çok klüp gezmesem de buranın apayrı olduğunu sezmiştim. Solda, bizim durduğumuz tarafta, bar vardı ve herkes uzun 500ml’lik plastik bardaklarda bira içiyordu. Bardakların üzerinde şekilli bir şekilde ‘klapyetmişyedi’ yazıyordu. “Biradan başka içki yok mu?”, diye sorduğumda, “ Biradan başka içki mi var? “ diye bir şaka yaptı ve plastik bardaklarımızı tokuşturup sanki gülmeyi keşfeden ilk insanlarmışızcasına gülmeye başladık.

Durmadan gülüyordum; neye, neden güldüğümü analiz edecek durumda da değildim. Mutluluk biraz da kurcalamamaya bakıyordu.

Kaç bardak bira içtiğimi bilmiyordum ama limitimi aştığımı hissedebiliyordum. Barın ortasındaki müzik kutusu o zaman dikkatimi çekti. Asıl kalabalık orada toplamıştı. İnsanlar karışık da olsa sıra bekliyor gibiydiler. O an dikkat ettim de mekanda ses kalitesi müthişti.  Sanki gece evde kulaklığımdan müzik dinliyor gibiydim. Potansiyel kenkem bana baktı ve “Buranın olayı bu” dedi. “Yoksa kim plastik bardakta bira içmek ister ki?

Bak buraya. Şu gördüğün müzik kutusundan sadece burada, benim barımda var. Ben icat ettim. Sadece bir lira atarak listedeki on bin şarkıdan istediğini dinleyebilirsin. İki lira atarak da o an çalan şarkıyı durdurup, istediğin şarkıyı çalabilirsin, dört lira atarak da değişen şarkıyı değiştirebilirsin. İkiye katlayarak gidebildiği kadar gider bu. Şarkı bitene kadar kimse para atmazsa yeni şarkı yine bir lira.”

Bu gece tüm gecelerden farklıydı. İyi de neden böyle bir şey yaptığını düşünüp bulamadım. Gülümseme yüzüme yapışmıştı ve kendimi her geçen saniye daha aptal hissediyordum.

“Neden?” dedim.

“Kargaşayı seviyorum; çatışmayı, çarpışmayı... İnsanlar bir şarkıya olması gerektiğinden daha fazla önem veriyorlar. Kiminin sevgilisi ile dans ettiği şarkı, bir başkasının terk edilirken dinlediği şarkı. Bazı şarkı sağcıların, bazıları solcuların... Metalciler var asla arabesk dinletemezsin, arabeskçiler var asla elektrikli gitara tahammül edemez. Ankara oyun havası çalarsa muhakkak ortam karışır...

Ben genelde bir kız uğruna ya da güç uğruna insanların kavga etmelerini seviyorum. Birbirileri iterek tartmalarını, ilk yumruğu atanın gözünün dönmüşlüğünü, gemileri yakmışlığını; ilk yumruğu yiyenin anlık şaşkınlığını seviyorum. Kavganın kaçınılmaz olduğu anlarda daha önce hiç kavga etmemiş birinin ilk yumruğunu çıkartışını izlemeyi seviyorum. Baygın taklidi yapanların elleri ile yüzünü kapatırken parmaklarının arasından etrafı izlemesini seviyorum. Sadece kavga edenleri değil, kavga edenlerin arkadaşlarının hallerini, ayırmaya çalışmaları, ‘Bırakın lan beni!’ diyenlerin bırakılmaktan korkmalarını seviyorum. Bir nevi Fight Club burası. Benim Fight Club’ım.”

Dinlerken kahkaha atıyordum, kahkaha atmadığım zamanlarda da yüzümde Melih Gökçek gülümsemesi ile duruyordum. Kendime dışarıdan bakabilsem tiksinirdim.

Sanki beni ilgilendiriyormuş gibi, “İyi de kavga çıkına barın mahvolur” dedim.

“Her şeyin bir bedeli var. Kimse kimseyi öldürmesin diye ortalıkta hiç cam yok. Bardakların neden plastik olduğunu anladın mı şimdi? Masa ve sandalyeler kırılır bazen ki; o kadar güçlü bir nesil yok karşımda. Çoğunun yumruğu fos, kimse kafa atmasını bilmiyor. Kavganın ruhu başkadır. Döven çoğunlukla masrafları karşılar. İşin raconu böyledir. Şu kasanın altındaki eski kasetçalarlara benzeyen aleti görüyor musun? Adını duymuşsundur ‘jammer” Tam yirmi beş bin euro ateşledim bu alete. Başbakan falan yoldan geçerken telefonlar çekmez ya. Bu da o işe yarıyor. Ortalık karıştı mı şu sarı tuşa dokunuyorum ve kimsenin telefonu çekmiyor. Ne kimse dayısını çağırabiliyor ne polisi. Burada başlayan kavga burada bitiyor. Zaten kimsenin kimseyi fazla haşat etmesine de izin vermiyoruz. Kapıdaki iki güvenlik ve ben hemen araya giriyoruz. Arada yumruk yiyor muyuz diye sorarsan; yiyoruz.”

Samimiyetsiz gülümsemem ve bir erkeğe yakışmayan şuh kahkahalarımda dinleyip durdum. Sonra da kağıt 20lira verdim ve bozup bozamayacağını sordum,

“Bizde her zaman bozuk para bulunur” dedi ve bozdu.

 

Müzik kutusunda Teoman’dan Rüzgar Gülü çalıyordu. Şarkıyla aramda musibet olmamasına rağmen iki lirayı müzik kutusuna atıp Nick Cave ve Shane MacGowan’dan What A Wonderful World’ü açtım. Ortam buz kesti, müthiş bir histi. Rüzgar Gülü’nü kim seçtiyse sesi çıkmadı.

 

On beş dakika sonra ise Marilyn Manson’dan Sweet Dreams çalarken şarkıyı yine böldüm ve yine Nick Cave’den Henry Lee’yi çaldım. Bu sefer karşımda uzun saçlı deri ceketli benim boylarımda bir adam vardı. En fazla yirmi beş yaşındaydı. Gözüme kestirdim, o da beni gözüne kestirdi; şarkıyı bir o değiştirdi, bir ben; bir o, bir ben. Bozuğum kalmadı, koşup bardan bozdurdum ve 32 lirayı attım. Belli ki adamın 64 lirası yoktu. O da sol gözüme bir yumruk attı.

 

Ondan sonrası tam bir kargaşaydı. Birkaç yumruk çıkarttım gibi anımsıyorum ya da beynim beni avutuyor. Beynim beni daha önce hiç avutmamıştı, bu bir ilk.

 

Yeni kenkem gözüme pansuman yaparken gülümsüyordu. Benim de yüzümde anlamsız bir gülümseme vardı. “Buraya ilk gelişim olduğunu biliyorsun değil mi?” dedim. “Elbette”, dedi “Gerginliğini almak için tanıyor gibi yaptım.”

 

Eve gider gitmez tüm kişisel gelişim kitaplarımı çöpe attım, Kıvırcık saçlı yaşlı bir kadın, çöpçü gelmeden onları toplamaya başladı; kendimi bırakıp onun için on beş saniye kadar üzüldüm. Eve geçip bir kahve içip, internette gezerken gazetenin birinde bir haber gördüm. “Üç parmak masajının mucidi intihar etti. Polis aldığı tehdit mektuplarını inceliyor”

bir grup giriş cümle adayı, aday adayı

*Farkındalık eşiğim çok düşüktür. Gittiğin bile fark etmedim.

*Divan edebiyatından anlamamanın da güzellikler var; tük sanat müziğinden anlamamanın da.

*Bonfileden nefret etmek için o kadar çok sebebim var ki!

*Muson yağmurları bu yıl erken başladı. Ben hep hazırlıksız ve şemsiyesiz yakalanırım ama bu kadarı da aşırı

*Gerçeklik mi yargılanmaz yoksa gerçekler mi? Hepsini boşverin de çay bardağındaki o kaşık nasıl öyle kırık gibi duruyor.

*Tüm komşuları ile arası kötü olan bir ülkenin vatandaşlarının nasıl sığınağı olmaz? Sığınağa sadece savaş durumunda mı gidilir, yoksa sığınacak bir dal aradığımızda da oraya girebilir miyiz?

*Alakalı alakasız konularda konuluyordu. Herkes gibi.

*Ben eskiden de kadına pek değer vermezdim. Saati 200 lira falan.

*7 sayısında bir bokluk var, biri zırt pırt 7’yi kullanırsa işkilleniyorum. Biri 7 sayısı üzerinden bir şey satmaya kalkarsa almıyorum.

*Müzik önemli dediği an mp3playerındaki şarkıları merak ettim.



17 Haziran 2013 Pazartesi

pazartesi - okey

Perşembe kuşluk vakti insanların mutsuzluğunu hissettim ve durumu araştırmak için evden fırladım pazartesi sekssiz çoğunluğu. Sokakları hızlı adımlarla arşınlarken bir tabela dikkatimi çekti. Huzur Kıraathanesi. İlk kez bir kıraathane görmüştüm. Kıraathane okuma salonu demek, bu ülkede güzel şeyler de oluyor

*Kahvaltıda meyve suyu içmemeli, içirtmemeli.
*Evinde zamanı hiç şaşmayan bir kum saati olmalı.
*Çok sızlanmamalı.
*Kiralık katil sertifikası olmalı.
*Polisle işbirliği yapmamalı.


İçeri bir girdim. Loş ışık altında yüze yakın bakımsız adam. Kitap okumaktan tıraş olmaya vakitlerinin olmadığı çok belli. Baktım ortamda bir tane dahi kitap da yok. Okunacak bir kitap bile bırakmamışlar diye içten içe takdir de ettim. Bir masanın etrafında sekiz adam okey diye tabir ettikleri bir oyun oynuyorlar. Kesin edebi bir şeydir diye dikkat kesildim. Masaya davet de ettiler sağ olsunlar. 134 çay parası ödedim ve yıllardır beklediğim kadınımı beklediğimden daha büyük bir özlemle arataşı bekliyorum. Yardım!

13 Haziran 2013 Perşembe

alkollü benzetme

*Bira gibiydi; sarışındı, köpüklüydü ve göbek yapıyordu.
*Rakı gibisin. Biraz sulanınca hemen rengin değişiyor.
*Tekila gibiydi; azdı, çarpıcıydı ve ritüelleri vardı.
*O sonra bira, gibisin; pişmanlıklarımı seninle özetleyebilirim.
*Sex on the beach gibisin. Adın ve vadettiklerinin gerçeklerinle alakası yok.
*Klüp rakısı gibisin; kimse yerini dolduramıyor.
*Sen ve ben; tuborg ve efes gibiydik. Özümüz aynı olsa da hayatımız birbirimizin kuyusunu kazmakla geçti.
*Sahte rakı gibi kör etmişti beni.
*Alkolsüz bira kadar yalancısın.
*Likör gibisin; adını herkes bilir de, tadını bilen azdır.

*Alkoliğin evindeki kolonya gibisin. Nasılsa bir gün sana da sıra gelir.

11 Haziran 2013 Salı

müzik kutusu (son durum)

Mutluluğun 77 sırrının 28.’sini okumuştum ve henüz umduğum kadar mutlu değildim. Kitabı kenara koydum ve üç parmağımı alnımda ve şakaklarımda gezdirerek üç parmak masajı yapmaya başladım. Genelde hiçbir doktorun çözemediği ve ‘piskolojik’ diyerek başarısızlıklarını kamufle ettikleri baş ağrıma bir nebze iyi gelirdi ama bu sefer hiçbir işe yaramadı. Hemen youtube’dan üç parmak mesajının nasıl yapılacağını tekrar izledim ve uyguladım. Olmadı. Tekrar izledim, tekrar denedim; tekrar izledim, tekrar denedim; bir daha, bir daha... Olmuyordu. Küfrettim. Hem de uzunca bir küfür. Kendi sesimi duydum ve gülmeye başladım. İyi küfreden insanlar hep daha mutluydu.

Mutluluğun 77 sırrının 35.’sini okurken aklıma üç parmak masajının yaratıcısına mektup yazmak geldi. Çünkü Mutluluğun 77 sırrının 35.’si mektup yazmaktı. Doktorun kişisel internet sitesinden muayenehanesinin adresini buldum ve bir mektup yazdım. Önce İngilizce yazmayı denedim ama İngilizcem yetmedi, İngilizcemi zorladım; bu da beni daha mutsuz etti. En iyisi Türkçe yazmaktı. Hem belki uğraşır çözerdi ya da tanıdığı bir Türk vardı. Denemeye değerdi. Sabah postaneye gidip mektubu gönderdim. Mutluluğun 77 sırrının 36.’sının dediği gibi çalışana önce günaydın dedim, sonra da gününü nasıl geçtiğini sordum. Cevap vermedi

Mutluluğun 77 sırrının 56.’sı yeni insanlarla tanışmak için tek başına bir gece klubüne gitmekti. Kitaba teslim olmuş durumdaydım ve teslimiyetin daha önce tatmadığım bir hazzı vardı. Googledan gece klüplerine baktım ve 'Klapyetmişyedi' diye bir yer gördüm. Bu bir işaret olmalıydı. En havalı kıyafetlerimi giydim ve uçarak mekâna gittim. Damsız da girilebiliyordu. Bu tür yerlere damsız girilmez sanırdım. Mutluluğun 77 sırrının 7.'sinden öğrendiğim gibi kendimden emin ve sıcak bir gülümseme takındım. İçeri girer girmez benim gibi gülümseyen kırmızı deri ceketli çelimsiz bir adam "Dostum! Neredesin sen ya? Kaç zamandır boşladın buraları" dedi. Buraya ilk kez geliyordum ve adım kadar emindim ki bu adamı ilk kez görüyordum ama biriyle karıştırılmış olmak tanışmanın yükünü almıştı omuzlarımdan. Bana daha önce hiçbir erkekle sarılmadığım kadar samimice sarıldı. Adamla havadan sudan konuştuk durduk. Anladığım kadarı ile mekânın sahibiydi. Samimiyetinin altında yatan sebep bu mu diye düşünmedim değil ama öyle sıcak konuşuyorduk ki; telefonunu alırsam rehbere 'kenke' diye kaydedecek durumdaydım.

Mekan ilginçti. Çok klüp gezmesem de buranın apayrı olduğunu sezmiştim. Solda, bizim durduğumuz tarafta, bar vardı ve herkes uzun 500ml’lik plastik bardaklarda bira içiyordu. Bardakların üzerinde şekilli bir şekilde ‘klapyetmişyedi’ yazıyordu. “Biradan başka içki yok mu?”, diye sorduğumda, “ Biradan başka içki mi var? “ diye bir şaka yaptı ve plastik bardaklarımızı tokuşturup sanki gülmeyi keşfeden ilk insanlarmışızcasına gülmeye başladık.

Durmadan gülüyordum; neye, neden güldüğümü analiz edecek durumda da değildim. Mutluluk biraz da kurcalamamaya bakıyordu.


Kaç bardak bira içtiğimi bilmiyordum ama limitimi aştığımı hissedebiliyordum. Barın ortasındaki müzik kutusu o zaman dikkatimi çekti. Asıl kalabalık orada toplamıştı. İnsanlar karışık da olsa sıra bekliyor gibiydiler. Yeni kenkem bakışlarımdaki merakı görmüş olacak anlatmaya başkadı

9 Haziran 2013 Pazar

pazartesi - gözlerim tamamen kapalı

İki haftadır gözlerim kapalı takılıyorum ya, diğer duyularım inanılmaz gelişti pazartesi kilit tanımazları. Suyun kokusunu alıyorum, kaldırımların tadını biliyorum, sineklerin kokularını alıyorum. Vızlamasından bir arının cinsiyetini ve memleketini tayin edebiliyorum. Tetriste yaptığım skolarlar, gözlerim açıkken yaptığımdan çok daha yüksek. Yeni halimi doğada denememek çılgınlık olur diye içimden geçirdim ve evden çıkıp doğaya doğru yürümeye başladım.

*Planlarını başkasının planlarına göre yapmamalı.
*Koyunların tanrısına inanmamalı.
*Çözemediği sorunları görünce; küresel sermayeye, Rokkerfeller ve Rothschildlere sallamamalı.
*Herkesin bir fiyatı olduğu gerçeğini reddetmemeli.
*Çantasında gaz maskesi her zaman durmalı.


Dört gün sonra Beşparmak Dağlarıdaydım. Koştum, vahşi aslanlardan kaçtım, yaralanmış bir fili önce hipnotize ettim sonra filin çocukluğuna indim. Kokusu güzel ağaçların yapraklarını yiyerek hayatta kaldım; nemin kokusunu alıp, bulduğum bir şelalede su içtim; yıkandım. Bildiğiniz arındım. Sonra bir kuytu sezip uykuya daldım. Uyandığımda başımda bir tüp kamyonu korna çalıyordu. Uyku sersemi gözümü açmış bulundum. Sağolsun tüpçü beni evime bıraktı.

4 Haziran 2013 Salı

Türki Ninjalar - Alışveriş Merkezindeki Türbe farklı versiyon

Alışveriş merkezinin içinde türbe var. Şaşırıyorum ama o kadar da çok şaşırmıyorum. Sabo hep beni farklı yerlere götürür. Bu en acayibi ama. İçeri girelim, diyor. Yok, diyorum ama dinlemiyor bir şekilde beni içeri sokuyor. Sabo bildim bileli böyledir, bana istediğini yaptırır; tabağımdaki son dolmayı alır yer, kızamam.

İçeri giriyoruz, tabi önce ayakkabılarımızı çıkartıyoruz. Türbede resmi olan sakallı yaşlı adam içerideki yatakta yatıyor. Boyu en az iki metre on santim olmalı, kırlaşmış sakalları ise yarım metre. Başında el örgüsü, kahverengi bir takke var. Ölü gibi yatıyor ama ölü gibi değil. Yatağının yanında kocaman bir yorgan var. Yorgana basmadan kenardan geçip Sabo’nun otur dediği yastıkların oraya geçiyorum. Kırmızı, sert, rahatsız yastıklar. Ortam da çıt çıkmıyor. Sessizliğe ben de uyum sağlıyorum.

Sabo yanıma oturuyor, yüzünde bir gülümseme var. Türbedeyiz ama ikimizin de aklında dua etmek yok. Sessizliği yerdeki kocaman yorganın açılması bozuyor. Yorganın altında yedi sekiz tane çekik gözlü çıkıyor. Japon mudur, Tatar mıdır, Çinli midir hiçbir fikrim yok ama hepsi de ninja gibi duruyor. Sabo’ya bakıyorum, “ Nasıl ya? Ben bu yorgana basıp geçmedim mi? Bu adamlar orada nasıl durdu?”. Sabo gülüyor, yüzünde şaşkınlık yok. Demek ki çekik gözlüleri biliyor. “ Sen yorganın yanından geçtin, ondan üzerlerine basmadın” diyor. Ninjamsılar yorganın içinden çıktılar, dikildiler, hepsinin üzerinde beyaz bir entari var. Ayağa kalktıklarında dikkat ediyorum da hepsi kısa adamların, beni şaşırtmaktan memnun gibiler.

“ Bu ne ya Sabo?” diyorum, " Kim bu adamlar?”. Adamların Türkî Cumhuriyetlerden geldiğini, özel bir görevleri olduğunu söylüyor Sabo. Özel görev ne diye sormuyorum. Ortam öyle acayip ki bilmek istemiyorum. Bilirim başım ağrır, bilmesem daha iyi diye bir his çöküyor üstüme. Türkî Ninjalarla müslümanca selamlaşıyoruz; Selamın aleyküm, Aleyküm selam. Arkalarındaki camda insanların biriktiğini söylüyor biri. İstediklerini verelim de defolup gitsinler diyor en uzun olan. Ninjalar entarilerini çıkartıyorlar Ninja kıyafeti giyiyorlar. Perdeyi açıp halkı selamlıyorlar ve karate filmlerinde gördüğümüz hareketleri yapıyorlar. İnanılmaz çevikler. Birbirlerine gerçekten de vuruyorlar, birbirlerinin kafasında kiremit kırıyorlar. Sopalar, tuğlalar havalarda uçuşuyor. Bazen elleri, ayakları kafaları bile kanıyor ama durmak bilmiyorlar. Vahşet kelimesinin manasını daha önce bilmediğimi fark ediyorum.

Bu gösteri on dakika kadar sürüyor. Şaşkın şaşkın izliyorum. Saboya bakıyorum onunda yüzünde korkunç bir neşe var. İnsanların camı arkasında izlediği gösteriyi biz sahne arkasından ve çok daha yakından izliyoruz. Kaç yıldır tanıdığım Sabo’yu ilk kez böyle sırıtırken görüyorum. En azından kafa göz kıran Türkî Ninjalar kadar ilgimi çekiyor görüntü. Nasıl bir yer burası ya? Bunlar ne?


“ Sabo burası neresi? Neden beni buraya getirdin?” diyorum. “Hadi çıkalım” diyor. Kalkıyoruz, girdiğimiz gibi saygıyla ve sessizce önce türbe benzeri dükkânı, sonra da alışveriş merkezini terk ediyoruz. Ben bir yalan uydurup gördüğüm ilk dolmuşa biniyorum ve Sabo’dan ayrılıyorum. Beni hep Sabo arar buluşurduk, artık Sabo aramıyor.

3 Haziran 2013 Pazartesi

pazartesi - numaralı kasklılar

Sabah bir kalktım burnumun direği sızlıyor pazartesi isyankarları. Ne lan bu, diye hışımla yataktan kalkıp sokağa döküldüm. Sağ ayağımda farklı bir terlik, sol ayağımda farklı bir terlik; röpdoşambırımın kuşağı yerlerde kokuya doğru yürüyorum. Yaklaştıkça gözümün, burnumun yanması daha da arttı. Baktım olmayacak derin bir nefes alıp nefesimi tuttum, gözlerimi kapatıp diğer duyularımı tam gaz çalıştırıp kırk beş dakika daha yürüdüm.

*Oporçunisti hakaret olarak algılamalı.
*Arabasının arkasında bayrak ve kürek olmalı.
*Delik deşik bir anayasası olmalı.
*Halay durumunda başa geçmeli ve soluna bayan bir arkadaşını almalı.
*7 ölümcül günahtan en az beşine hakim olmalı



Hissettim bir kalabalık var, beni görünce dondular. Zaten hep öyle olur. Kalabalığı yardım, karışımda kafalarındaki kasklarda numaralar olan tek tip kıyafet gitmiş bir grup adam. Ellerinde de silah gibi bir şey. Kokunun oradan geldiği belli. Hemen yarım ton kırmızıbiber istedim. Sonra da bunları ikişerli dizdim ve birbirlerinin burun deliklerine ve gözlerine biber sürdürttüm. İşkence genelde beni sakinleştirir ama bu sefer öyle olmadı. Sağlam da bir dövdüm. Gözlerim kapalı daha yaratıcı kavga ediyorum.