Tarikat Lideri: Adam yeşil saçlıydı bir kere. Saçlarının asıl rengi bozdu ve yeşil boyayı rahatlıkla kaldırıyordu. Bitkilerden bir karışımla boyuyuordu saçını. Sorduklarında saçını boyadığını söylerdi ama sormayanlar saçlarının gerçekten yeşil olduğunu sanırdı. Zaten kimse kolay kolay bir tarikat liderine saçlarınız boyamı diye soramaz.
Öyle deli gibi hareketleri yoktu ama konuşurken eli kolu biraz çok oynardı. Çok sigara içmekten sesi boğuklaşmıştı. Sigarayı sadece kendi içmez, herkese önerirdi. "kalben çekilmiş bir nefes ibadet gibidir", derdi. Farklı giyinirdi, bazen takke sarardı, bazen kot pantolon gömlek otururdu. Eski püskü entarisini çok severdi ve onu giydiği zaman üstüne dökülmesin diye asla yemek yemez, çay içmezdi. Sakal traşını günlük olurdu ve yine bitkilerden yapılma parfümünü sıkardı. Aynı saçlarının rengi gibi, kokusunun da kendi öz kokusu olduğu sanılırdı. Ama soran olursa çekinmez kendi yaptığı bir parfüm olduğunu söylerdi.
Namazı kolaylaştırmışlardı, her vaktin farzı bir rekattı ve günün istedikleri bir vakti beş rekat namaz kıldıkları zaman günlük namazlarını eda etmiş sayılıyorlardı. Abdest sadece el yıkayarak alınabiliyordu. Haç vazifesini yok sayıyorlardı. Zekat ve fitreleri ise tarikat topluyor ve tarikatın giderleri için harcanıyordu. İlginçtir aldıkları apartmanın tamamı bu paralarla elde edilmişti.
Tarikatın farklı özelliklerinden biri de günah çıkartma vardı. Hem de olabildiğince katolikçe. Günah çıkartma yetkisi sadece Tarikat liderindeydi. Herkese yılda bir kez, tarikata katılma yıldönümünde sıra gelirdi ve başbaşa bir odaya çekilirlerdi. Orada sadece günahkar konuşur, tarikat lideri tek kelime bile etmez, tarikat üyesinin yüzüne bile bakmazdı. Sonra odadan çıkarlardı ve ritüel biterdi.
Tarikat liderinin asıl kerameti gelecekten haber vermesiydi. Bazı geceler duvara garip bir şeyler yazar ya da çizerdi. Sonra olan bir şeyi ona yorardı. Karlı bir günde çizdiği uçak resmi Eşref Bitlis'în uçağının düşmesine yormuştu.
"Kalp kırıldığında olmaz tamir,
Ayrılıkların hepsi değildir emir
Laf değil, söz değil,
Pespaye her rüya düş değil"
yazdıktan sonra yedi ay sonra Turgut Özal ölmüş kalp krizinden ölmüş; şiirinin de Özal'ın öleceğine önceden haber verdiğine inanmışlardı.
Bu gelecekten haber verme safsataları sayesinde ünü artmıştı. İnsanlar kapılarını kuyruk oluyor, hayır duası dilenip büyük paralar veriyorlardı. Tarikat lideri bu durumdan hem memnundu; hem de değildi. Para ve güç gözünü döndürse de, bunun sonunu hazırlayacağını seziyor ve her geçen gün agresifleşiyordu.
27 Haziran 2013 Perşembe
26 Haziran 2013 Çarşamba
28 şubat resimler
*Uğur Mumcu’nun cenazesi, siyah
şemsiyeleriyle yürüyen yüzbinler
*Özal’ı hastaneye götüren siyah ambulans
benzeri araç
*Tansu Çiller’in küt saçları ve
gülümsemesi, kadın kavramı!
*Sivas -2 temmuz 93-
elinde satırla koşan kasap
çekilen asker
*Ergun Göknel, İski, boşanan eşin
intikamı.
*Leyla Zana’nın meclisteki yemin töreni
*Hasan Mezarcı’nın gerçek dışı hayatı.
*Gazi olayları kahvehane tarayan taksi
*Cumartesi anneleri
*Kardak meselesi, bota atlayan Fatih
Altaylı
*Sabancı Sukasti, yüksek bir bina ve temizlikçi kadın. Kan, kan, kan ve kan.
*Sabancı Sukasti, yüksek bir bina ve temizlikçi kadın. Kan, kan, kan ve kan.
*Erbakan başbakan, çillerli hükümet.
*Ölüm oruçları
*Kaddafi’nin çadırdaki azarı
*Susurluk! Devlet, mafta, aşiret! Şöför
hasan gökçe
*Sürekli aydınlık için bir dakika
karanlık, ışık yakıp söndürme (hikaye sonu için fikir)
*Şevki Yılmaz ve muhteşem kasetleri.
*Aczimendiler, Fadime Şahin, Müslüm
Gündüz, Ali Kalkancı seks üçgeni
*11 ocak 97 başbakalık konutundaki
tarikat liderlerini iftar yemeği
*
Çirkinler tarikatı - öykünün ana hatları
*Yeşil saçlı tarikat lideri
*Tarikatın yapısı, sigaranın yüceltilmesi.
*Tarikata üye susurluk kazasının yapan kamyon şoförünün akrabası ya da bir bağlantı. Tarikatın bundan prim sağlaması ve büyümesi.
*Üye genel özelliklerinin vurgulanması.
*Tarikat liderinin Erbakan'ın verdiği iftara gidişi.
*Para vurgusu
*28 şubatla beraber içeri alınmaları
*İşkencenin izleri
*Tahliye olunca tarikat üyelerinin ve liderinin durumu
*Tarikat liderinin her akşam saat 9'da evinin ışığının yakıp söndürmesi.
24 Haziran 2013 Pazartesi
Çirkinler tarikatı - üyelerin özellikleri listesi
Tarikattakilerin ortak özellikleri
*19-30 yaş aralığındalar.
*Herkes çirkin
*Hepsini lise hayatı ezik geçmiş, ne
okul takımındalarmış, ne de popüler kızlar arasındalarmış. Dersleri de çok iyi
olmamış.
*Fakirler.
*Güzel kıyafetleri yok
*Alay edilebilecek belirgin özellikleri
var
-şişko
-sakallı kız
-iri kız
-büyük burunlu kız
-çirkin kız
-şişko çocuk
-çok zayıf kız
-saçları seyrek çelimsiz kız
-sivilceli çocuk; hatta sivilce çocuk
-arkadaşının yanında kayıp tip
-biçimsiz çirkin ergen
-büyük burunlu çocuk
-diş teli olan kız
*Ezik ile utangaç arasındalar.
*Hazır cevap değil.
*Ortalama zekaya sahipler
*Zeki gibi görünmeye çalıştıkça daha da
batmışlar.
*Hepsinin bir baş düşmanı var. Onlara
hayatı zindan eden, kötü kalp bir yaşıtları. Herkesin ortasında onlarla dalga
geçip durmuş, aşağılamış, hakaret etmiş tipler.
*Sanatla estetikle alakaları yok.
*Aidiyetleri zayıf
*Aileleri de kendileri gibi
*Hiçbirinin lise dönemi sevgilisi
olmamış; hep sevip reddedilmişler. Onlardan sadece kendileri gibi tipler
hoşlanmış. Onlar da, onları sevmemiş.
*Üniversiteye çok azı gitmiş. Gidenler
ise lise günlerindeki talihsizliklerini kıramamış.
*Aralarında hiç ateist yok, hiçbiri çok
dindar da değil.
*Hepsi sigara içiyor. Hem de izmaritin
sonuna kadar, ciğerlerini doldura doldura.
*Ümmihan
(esas kız)
*meltem
(esas kız)
*gökçen
*Dilşat
deniz
*bir
Zeynep daha
*dershanedeki
gökçen
*aykut
*vitaminsiz
*Emine
*vitaminsiz
iki
*komilinin
yanındaki sarışın tip
*Elçin
*zülküf
*Gülçin
23 Haziran 2013 Pazar
pazartesi - on beş iri adam
Konu gavga dövüş oldu mu
kendime pek güvenirim pazartesi yakın dövüşçüleri. Yıllardır izlediğim karate
filmlerini özümsemem ve içimden gelen şevk sayesinde bir sensie’ye başkalaştım.
Öğrendiğim teknikleri ışığında insanları hem keyif için, hem de eğitmek için
dövüp durdum. Ama ne olursa olsun uyku sersemi kapıyı açtığımda kapının önünde
en kısası iki metre olan, izbandut gibi, on beş tane Afrikın Amerikın görünce
insan bir irkiliyor.
*Sergilemeye korktuğu
bir stand up’ı olmalı.
*Beyzbol bilmeli.
*Sesinden silahı
tanıyabilmeli.
*Yakın tarihi, uzak
tarihten daha iyi bilmeli.
*Trafik konusunda
sezgileri gelişmiş olmalı.
Korkunun ecele faydası
yok diye içimden geçirdim ve Allah ne verdiyse daldım. Daldım da adamlar döv
döv bitmiyor. Uçan tekmelerim bile adamların karnına geliyor. Suratlarına
patlatmak için birine basıp, ötekine çakıyorum. Onlarda arada sırada “NBA”,
“Lokavt”, "All Star", “Oyuncu sendikası”, “MVP” gibi bir şeyler diyorlar. Çok emin değilim
ama sanırım iki gün falan dövdüm bunları. Sonra acıktım tabi, 16 tane tavuk
döner söyledim. Tavuk dönerlerini yeyip gittiler. Şimdi düşünüyorum da; ben bu adamları neden dövdüm
acaba?
20 Haziran 2013 Perşembe
Müzik Kutusu
-chuck palahniuk’e-
Mutluluğun
77 sırrının 28.’sini okumuştum ve henüz umduğum kadar mutlu değildim. Kitabı kenara
koydum ve üç parmağımı alnımda ve şakaklarımda gezdirerek üç parmak masajı
yapmaya başladım. Genelde hiçbir doktorun çözemediği ve ‘piskolojik’ diyerek
başarısızlıklarını kamufle ettikleri baş ağrıma bir nebze iyi gelirdi ama bu
sefer hiçbir işe yaramadı. Hemen youtube’dan üç parmak mesajının nasıl
yapılacağını tekrar izledim ve uyguladım. Olmadı. Tekrar izledim, tekrar
denedim; tekrar izledim, tekrar denedim; bir daha, bir daha... Olmuyordu.
Küfrettim. Hem de uzunca bir küfür. Kendi sesimi duydum ve gülmeye başladım.
İyi küfreden insanlar hep daha mutluydu.
Mutluluğun 77 sırrının 35.’sini okurken aklıma
üç parmak masajının yaratıcısına mektup yazmak geldi. Çünkü Mutluluğun 77
sırrının 35.’si mektup yazmaktı. Doktorun kişisel internet sitesinden muayenehanesinin
adresini buldum ve bir mektup yazdım. Önce İngilizce yazmayı denedim ama
İngilizcem yetmedi, İngilizcemi zorladım; bu da beni daha mutsuz etti. En iyisi
Türkçe yazmaktı. Hem belki uğraşır çözerdi ya da tanıdığı bir Türk vardı.
Denemeye değerdi. Sabah postaneye gidip mektubu gönderdim. Mutluluğun 77
sırrının 36.’sının dediği gibi çalışana önce “Günaydın” dedim, sonra da gününü
nasıl geçtiğini sordum. Cevap vermedi
Mutluluğun 77 sırrının 56.’sı yeni insanlarla
tanışmak için tek başına bir gece klubüne gitmekti. Kitaba teslim olmuş
durumdaydım ve teslimiyetin daha önce tatmadığım bir hazzı vardı. Googledan
gece klüplerine baktım ve 'Klapyetmişyedi' diye bir yer gördüm. Bu bir işaret
olmalıydı. En havalı kıyafetlerimi giydim ve uçarak mekâna gittim. Damsız da
girilebiliyordu. Bu tür yerlere damsız girilmez sanırdım. Mutluluğun 77 sırrının
7.'sinden öğrendiğim gibi kendimden emin ve sıcak bir gülümseme takındım. İçeri
girer girmez benim gibi gülümseyen kırmızı deri ceketli çelimsiz bir adam
"Dostum! Neredesin sen ya? Kaç zamandır boşladın buraları" dedi.
Buraya ilk kez geliyordum ve adım kadar emindim ki bu adamı ilk kez görüyordum
ama biriyle karıştırılmış olmak tanışmanın yükünü almıştı omuzlarımdan. Bana
daha önce hiçbir erkekle sarılmadığım kadar samimice sarıldı. Adamla havadan
sudan konuştuk durduk. Anladığım kadarı ile mekânın sahibiydi. Samimiyetinin
altında yatan sebep bu mu diye düşünmedim değil ama öyle sıcak konuşuyorduk ki;
telefonunu alırsam rehbere 'kenke' diye kaydedecek durumdaydım.
Mekan ilginçti. Çok klüp gezmesem de buranın
apayrı olduğunu sezmiştim. Solda, bizim durduğumuz tarafta, bar vardı ve herkes
uzun 500ml’lik plastik bardaklarda bira içiyordu. Bardakların üzerinde şekilli
bir şekilde ‘klapyetmişyedi’ yazıyordu. “Biradan başka içki yok mu?”, diye
sorduğumda, “ Biradan başka içki mi var? “ diye bir şaka yaptı ve plastik
bardaklarımızı tokuşturup sanki gülmeyi keşfeden ilk insanlarmışızcasına
gülmeye başladık.
Durmadan gülüyordum; neye, neden güldüğümü
analiz edecek durumda da değildim. Mutluluk biraz da kurcalamamaya bakıyordu.
Kaç bardak bira içtiğimi bilmiyordum ama
limitimi aştığımı hissedebiliyordum. Barın ortasındaki müzik kutusu o zaman
dikkatimi çekti. Asıl kalabalık orada toplamıştı. İnsanlar karışık da olsa sıra
bekliyor gibiydiler. O an dikkat ettim de mekanda ses kalitesi müthişti. Sanki gece evde kulaklığımdan müzik dinliyor
gibiydim. Potansiyel kenkem bana baktı ve “Buranın olayı bu” dedi. “Yoksa kim
plastik bardakta bira içmek ister ki?
Bak buraya. Şu gördüğün müzik kutusundan sadece
burada, benim barımda var. Ben icat ettim. Sadece bir lira atarak listedeki on
bin şarkıdan istediğini dinleyebilirsin. İki lira atarak da o an çalan şarkıyı
durdurup, istediğin şarkıyı çalabilirsin, dört lira atarak da değişen şarkıyı
değiştirebilirsin. İkiye katlayarak gidebildiği kadar gider bu. Şarkı bitene
kadar kimse para atmazsa yeni şarkı yine bir lira.”
Bu gece tüm gecelerden farklıydı. İyi de neden böyle
bir şey yaptığını düşünüp bulamadım. Gülümseme yüzüme yapışmıştı ve kendimi her
geçen saniye daha aptal hissediyordum.
“Neden?” dedim.
“Kargaşayı seviyorum; çatışmayı, çarpışmayı...
İnsanlar bir şarkıya olması gerektiğinden daha fazla önem veriyorlar. Kiminin
sevgilisi ile dans ettiği şarkı, bir başkasının terk edilirken dinlediği şarkı.
Bazı şarkı sağcıların, bazıları solcuların... Metalciler var asla arabesk
dinletemezsin, arabeskçiler var asla elektrikli gitara tahammül edemez. Ankara
oyun havası çalarsa muhakkak ortam karışır...
Ben genelde bir kız uğruna ya da güç uğruna
insanların kavga etmelerini seviyorum. Birbirileri iterek tartmalarını, ilk
yumruğu atanın gözünün dönmüşlüğünü, gemileri yakmışlığını; ilk yumruğu yiyenin
anlık şaşkınlığını seviyorum. Kavganın kaçınılmaz olduğu anlarda daha önce hiç
kavga etmemiş birinin ilk yumruğunu çıkartışını izlemeyi seviyorum. Baygın
taklidi yapanların elleri ile yüzünü kapatırken parmaklarının arasından etrafı
izlemesini seviyorum. Sadece kavga edenleri değil, kavga edenlerin
arkadaşlarının hallerini, ayırmaya çalışmaları, ‘Bırakın lan beni!’ diyenlerin
bırakılmaktan korkmalarını seviyorum. Bir nevi Fight Club burası. Benim Fight
Club’ım.”
Dinlerken kahkaha atıyordum, kahkaha atmadığım
zamanlarda da yüzümde Melih Gökçek gülümsemesi ile duruyordum. Kendime
dışarıdan bakabilsem tiksinirdim.
Sanki beni ilgilendiriyormuş gibi, “İyi de kavga
çıkına barın mahvolur” dedim.
“Her şeyin bir bedeli var. Kimse kimseyi öldürmesin
diye ortalıkta hiç cam yok. Bardakların neden plastik olduğunu anladın mı
şimdi? Masa ve sandalyeler kırılır bazen ki; o kadar güçlü bir nesil yok
karşımda. Çoğunun yumruğu fos, kimse kafa atmasını bilmiyor. Kavganın ruhu
başkadır. Döven çoğunlukla masrafları karşılar. İşin raconu böyledir. Şu
kasanın altındaki eski kasetçalarlara benzeyen aleti görüyor musun? Adını
duymuşsundur ‘jammer” Tam yirmi beş bin euro ateşledim bu alete. Başbakan falan
yoldan geçerken telefonlar çekmez ya. Bu da o işe yarıyor. Ortalık karıştı mı
şu sarı tuşa dokunuyorum ve kimsenin telefonu çekmiyor. Ne kimse dayısını
çağırabiliyor ne polisi. Burada başlayan kavga burada bitiyor. Zaten kimsenin
kimseyi fazla haşat etmesine de izin vermiyoruz. Kapıdaki iki güvenlik ve ben
hemen araya giriyoruz. Arada yumruk yiyor muyuz diye sorarsan; yiyoruz.”
Samimiyetsiz gülümsemem ve bir erkeğe yakışmayan şuh
kahkahalarımda dinleyip durdum. Sonra da kağıt 20lira verdim ve bozup bozamayacağını
sordum,
“Bizde her zaman bozuk para bulunur” dedi ve bozdu.
Müzik kutusunda Teoman’dan Rüzgar Gülü
çalıyordu. Şarkıyla aramda musibet olmamasına rağmen iki lirayı müzik kutusuna
atıp Nick Cave ve Shane MacGowan’dan What A Wonderful World’ü açtım. Ortam buz
kesti, müthiş bir histi. Rüzgar Gülü’nü kim seçtiyse sesi çıkmadı.
On beş dakika sonra ise Marilyn
Manson’dan Sweet Dreams çalarken şarkıyı yine böldüm ve yine Nick Cave’den
Henry Lee’yi çaldım. Bu sefer karşımda uzun saçlı deri ceketli benim boylarımda
bir adam vardı. En fazla yirmi beş yaşındaydı. Gözüme kestirdim, o da beni
gözüne kestirdi; şarkıyı bir o değiştirdi, bir ben; bir o, bir ben. Bozuğum
kalmadı, koşup bardan bozdurdum ve 32 lirayı attım. Belli ki adamın 64 lirası
yoktu. O da sol gözüme bir yumruk attı.
Ondan sonrası tam bir kargaşaydı.
Birkaç yumruk çıkarttım gibi anımsıyorum ya da beynim beni avutuyor. Beynim
beni daha önce hiç avutmamıştı, bu bir ilk.
Yeni kenkem gözüme pansuman yaparken
gülümsüyordu. Benim de yüzümde anlamsız bir gülümseme vardı. “Buraya ilk
gelişim olduğunu biliyorsun değil mi?” dedim. “Elbette”, dedi “Gerginliğini
almak için tanıyor gibi yaptım.”
Eve gider gitmez tüm kişisel gelişim
kitaplarımı çöpe attım, Kıvırcık saçlı yaşlı bir kadın, çöpçü gelmeden onları
toplamaya başladı; kendimi bırakıp onun için on beş saniye kadar üzüldüm. Eve
geçip bir kahve içip, internette gezerken gazetenin birinde bir haber gördüm.
“Üç parmak masajının mucidi intihar etti. Polis aldığı tehdit mektuplarını
inceliyor”
bir grup giriş cümle adayı, aday adayı
*Farkındalık eşiğim çok düşüktür. Gittiğin
bile fark etmedim.
*Divan edebiyatından anlamamanın da
güzellikler var; tük sanat müziğinden anlamamanın da.
*Bonfileden nefret etmek için o kadar
çok sebebim var ki!
*Muson yağmurları bu yıl erken başladı. Ben
hep hazırlıksız ve şemsiyesiz yakalanırım ama bu kadarı da aşırı
*Gerçeklik mi yargılanmaz yoksa
gerçekler mi? Hepsini boşverin de çay bardağındaki o kaşık nasıl öyle kırık
gibi duruyor.
*Tüm komşuları ile arası kötü olan bir
ülkenin vatandaşlarının nasıl sığınağı olmaz? Sığınağa sadece savaş durumunda
mı gidilir, yoksa sığınacak bir dal aradığımızda da oraya girebilir miyiz?
*Alakalı alakasız konularda konuluyordu.
Herkes gibi.
*Ben eskiden de kadına pek değer
vermezdim. Saati 200 lira falan.
*7 sayısında bir bokluk var, biri zırt
pırt 7’yi kullanırsa işkilleniyorum. Biri 7 sayısı üzerinden bir şey satmaya
kalkarsa almıyorum.
*Müzik önemli dediği an mp3playerındaki
şarkıları merak ettim.
17 Haziran 2013 Pazartesi
pazartesi - okey
Perşembe kuşluk vakti
insanların mutsuzluğunu hissettim ve durumu araştırmak için evden fırladım
pazartesi sekssiz çoğunluğu. Sokakları hızlı adımlarla arşınlarken bir tabela
dikkatimi çekti. Huzur Kıraathanesi. İlk kez bir kıraathane görmüştüm. Kıraathane
okuma salonu demek, bu ülkede güzel şeyler de oluyor
*Kahvaltıda meyve suyu
içmemeli, içirtmemeli.
*Evinde zamanı hiç
şaşmayan bir kum saati olmalı.
*Çok sızlanmamalı.
*Kiralık katil
sertifikası olmalı.
*Polisle işbirliği
yapmamalı.
İçeri bir girdim. Loş
ışık altında yüze yakın bakımsız adam. Kitap okumaktan tıraş olmaya vakitlerinin
olmadığı çok belli. Baktım ortamda bir tane dahi kitap da yok. Okunacak bir
kitap bile bırakmamışlar diye içten içe takdir de ettim. Bir masanın etrafında sekiz
adam okey diye tabir ettikleri bir oyun oynuyorlar. Kesin edebi bir şeydir diye
dikkat kesildim. Masaya davet de ettiler sağ olsunlar. 134 çay parası ödedim ve
yıllardır beklediğim kadınımı beklediğimden daha büyük bir özlemle arataşı
bekliyorum. Yardım!
13 Haziran 2013 Perşembe
alkollü benzetme
*Bira
gibiydi; sarışındı, köpüklüydü ve göbek yapıyordu.
*Rakı
gibisin. Biraz sulanınca hemen rengin değişiyor.
*Tekila
gibiydi; azdı, çarpıcıydı ve ritüelleri vardı.
*O
sonra bira, gibisin; pişmanlıklarımı seninle özetleyebilirim.
*Sex
on the beach gibisin. Adın ve vadettiklerinin gerçeklerinle alakası yok.
*Klüp
rakısı gibisin; kimse yerini dolduramıyor.
*Sen ve ben; tuborg ve efes gibiydik. Özümüz aynı olsa da hayatımız birbirimizin
kuyusunu kazmakla geçti.
*Sahte
rakı gibi kör etmişti beni.
*Alkolsüz
bira kadar yalancısın.
*Likör
gibisin; adını herkes bilir de, tadını bilen azdır.
*Alkoliğin
evindeki kolonya gibisin. Nasılsa bir gün sana da sıra gelir.
11 Haziran 2013 Salı
müzik kutusu (son durum)
Mutluluğun
77 sırrının 28.’sini okumuştum ve henüz umduğum kadar mutlu değildim. Kitabı kenara
koydum ve üç parmağımı alnımda ve şakaklarımda gezdirerek üç parmak masajı
yapmaya başladım. Genelde hiçbir doktorun çözemediği ve ‘piskolojik’ diyerek
başarısızlıklarını kamufle ettikleri baş ağrıma bir nebze iyi gelirdi ama bu
sefer hiçbir işe yaramadı. Hemen youtube’dan üç parmak mesajının nasıl
yapılacağını tekrar izledim ve uyguladım. Olmadı. Tekrar izledim, tekrar
denedim; tekrar izledim, tekrar denedim; bir daha, bir daha... Olmuyordu.
Küfrettim. Hem de uzunca bir küfür. Kendi sesimi duydum ve gülmeye başladım.
İyi küfreden insanlar hep daha mutluydu.
Mutluluğun 77 sırrının 35.’sini okurken aklıma
üç parmak masajının yaratıcısına mektup yazmak geldi. Çünkü Mutluluğun 77
sırrının 35.’si mektup yazmaktı. Doktorun kişisel internet sitesinden muayenehanesinin
adresini buldum ve bir mektup yazdım. Önce İngilizce yazmayı denedim ama
İngilizcem yetmedi, İngilizcemi zorladım; bu da beni daha mutsuz etti. En iyisi
Türkçe yazmaktı. Hem belki uğraşır çözerdi ya da tanıdığı bir Türk vardı.
Denemeye değerdi. Sabah postaneye gidip mektubu gönderdim. Mutluluğun 77
sırrının 36.’sının dediği gibi çalışana önce günaydın dedim, sonra da gününü
nasıl geçtiğini sordum. Cevap vermedi
Mutluluğun 77 sırrının 56.’sı yeni insanlarla
tanışmak için tek başına bir gece klubüne gitmekti. Kitaba teslim olmuş
durumdaydım ve teslimiyetin daha önce tatmadığım bir hazzı vardı. Googledan
gece klüplerine baktım ve 'Klapyetmişyedi' diye bir yer gördüm. Bu bir işaret
olmalıydı. En havalı kıyafetlerimi giydim ve uçarak mekâna gittim. Damsız da
girilebiliyordu. Bu tür yerlere damsız girilmez sanırdım. Mutluluğun 77 sırrının
7.'sinden öğrendiğim gibi kendimden emin ve sıcak bir gülümseme takındım. İçeri
girer girmez benim gibi gülümseyen kırmızı deri ceketli çelimsiz bir adam
"Dostum! Neredesin sen ya? Kaç zamandır boşladın buraları" dedi.
Buraya ilk kez geliyordum ve adım kadar emindim ki bu adamı ilk kez görüyordum
ama biriyle karıştırılmış olmak tanışmanın yükünü almıştı omuzlarımdan. Bana
daha önce hiçbir erkekle sarılmadığım kadar samimice sarıldı. Adamla havadan
sudan konuştuk durduk. Anladığım kadarı ile mekânın sahibiydi. Samimiyetinin
altında yatan sebep bu mu diye düşünmedim değil ama öyle sıcak konuşuyorduk ki;
telefonunu alırsam rehbere 'kenke' diye kaydedecek durumdaydım.
Mekan ilginçti. Çok klüp gezmesem de buranın
apayrı olduğunu sezmiştim. Solda, bizim durduğumuz tarafta, bar vardı ve herkes
uzun 500ml’lik plastik bardaklarda bira içiyordu. Bardakların üzerinde şekilli
bir şekilde ‘klapyetmişyedi’ yazıyordu. “Biradan başka içki yok mu?”, diye
sorduğumda, “ Biradan başka içki mi var? “ diye bir şaka yaptı ve plastik
bardaklarımızı tokuşturup sanki gülmeyi keşfeden ilk insanlarmışızcasına
gülmeye başladık.
Durmadan gülüyordum; neye, neden güldüğümü
analiz edecek durumda da değildim. Mutluluk biraz da kurcalamamaya bakıyordu.
Kaç bardak bira içtiğimi bilmiyordum ama
limitimi aştığımı hissedebiliyordum. Barın ortasındaki müzik kutusu o zaman
dikkatimi çekti. Asıl kalabalık orada toplamıştı. İnsanlar karışık da olsa sıra
bekliyor gibiydiler. Yeni kenkem bakışlarımdaki merakı görmüş olacak anlatmaya
başkadı
9 Haziran 2013 Pazar
pazartesi - gözlerim tamamen kapalı
İki haftadır gözlerim
kapalı takılıyorum ya, diğer duyularım inanılmaz gelişti pazartesi kilit
tanımazları. Suyun kokusunu alıyorum, kaldırımların tadını biliyorum,
sineklerin kokularını alıyorum. Vızlamasından bir arının cinsiyetini ve
memleketini tayin edebiliyorum. Tetriste yaptığım skolarlar, gözlerim açıkken
yaptığımdan çok daha yüksek. Yeni halimi doğada denememek çılgınlık olur diye
içimden geçirdim ve evden çıkıp doğaya doğru yürümeye başladım.
*Planlarını başkasının
planlarına göre yapmamalı.
*Koyunların tanrısına
inanmamalı.
*Çözemediği sorunları
görünce; küresel sermayeye, Rokkerfeller ve Rothschildlere sallamamalı.
*Herkesin bir fiyatı
olduğu gerçeğini reddetmemeli.
*Çantasında gaz maskesi
her zaman durmalı.
Dört gün sonra Beşparmak
Dağlarıdaydım. Koştum, vahşi aslanlardan kaçtım, yaralanmış bir fili önce
hipnotize ettim sonra filin çocukluğuna indim. Kokusu güzel ağaçların yapraklarını
yiyerek hayatta kaldım; nemin kokusunu alıp, bulduğum bir şelalede su içtim;
yıkandım. Bildiğiniz arındım. Sonra bir kuytu sezip uykuya daldım. Uyandığımda başımda
bir tüp kamyonu korna çalıyordu. Uyku sersemi gözümü açmış bulundum. Sağolsun tüpçü
beni evime bıraktı.
4 Haziran 2013 Salı
Türki Ninjalar - Alışveriş Merkezindeki Türbe farklı versiyon
Alışveriş merkezinin içinde türbe var.
Şaşırıyorum ama o kadar da çok şaşırmıyorum. Sabo hep beni farklı yerlere
götürür. Bu en acayibi ama. İçeri girelim, diyor. Yok, diyorum ama dinlemiyor
bir şekilde beni içeri sokuyor. Sabo bildim bileli böyledir, bana istediğini
yaptırır; tabağımdaki son dolmayı alır yer, kızamam.
İçeri giriyoruz, tabi önce
ayakkabılarımızı çıkartıyoruz. Türbede resmi olan sakallı yaşlı adam içerideki
yatakta yatıyor. Boyu en az iki metre on santim olmalı, kırlaşmış sakalları ise
yarım metre. Başında el örgüsü, kahverengi bir takke var. Ölü gibi yatıyor ama
ölü gibi değil. Yatağının yanında kocaman bir yorgan var. Yorgana basmadan
kenardan geçip Sabo’nun otur dediği yastıkların oraya geçiyorum. Kırmızı, sert,
rahatsız yastıklar. Ortam da çıt çıkmıyor. Sessizliğe ben de uyum sağlıyorum.
Sabo yanıma oturuyor, yüzünde bir
gülümseme var. Türbedeyiz ama ikimizin de aklında dua etmek yok. Sessizliği
yerdeki kocaman yorganın açılması bozuyor. Yorganın altında yedi sekiz tane
çekik gözlü çıkıyor. Japon mudur, Tatar mıdır, Çinli midir hiçbir fikrim yok
ama hepsi de ninja gibi duruyor. Sabo’ya bakıyorum, “ Nasıl ya? Ben bu yorgana
basıp geçmedim mi? Bu adamlar orada nasıl durdu?”. Sabo gülüyor, yüzünde
şaşkınlık yok. Demek ki çekik gözlüleri biliyor. “ Sen yorganın yanından
geçtin, ondan üzerlerine basmadın” diyor. Ninjamsılar yorganın içinden
çıktılar, dikildiler, hepsinin üzerinde beyaz bir entari var. Ayağa
kalktıklarında dikkat ediyorum da hepsi kısa adamların, beni şaşırtmaktan
memnun gibiler.
“ Bu ne ya Sabo?” diyorum, " Kim bu
adamlar?”. Adamların Türkî Cumhuriyetlerden geldiğini, özel bir görevleri
olduğunu söylüyor Sabo. Özel görev ne diye sormuyorum. Ortam öyle acayip ki
bilmek istemiyorum. Bilirim başım ağrır, bilmesem daha iyi diye bir his çöküyor
üstüme. Türkî Ninjalarla müslümanca selamlaşıyoruz; Selamın aleyküm, Aleyküm
selam. Arkalarındaki camda insanların biriktiğini söylüyor biri. İstediklerini
verelim de defolup gitsinler diyor en uzun olan. Ninjalar entarilerini
çıkartıyorlar Ninja kıyafeti giyiyorlar. Perdeyi açıp halkı selamlıyorlar ve karate
filmlerinde gördüğümüz hareketleri yapıyorlar. İnanılmaz çevikler. Birbirlerine
gerçekten de vuruyorlar, birbirlerinin kafasında kiremit kırıyorlar. Sopalar,
tuğlalar havalarda uçuşuyor. Bazen elleri, ayakları kafaları bile kanıyor ama
durmak bilmiyorlar. Vahşet kelimesinin manasını daha önce bilmediğimi fark ediyorum.
Bu gösteri on dakika kadar sürüyor. Şaşkın
şaşkın izliyorum. Saboya bakıyorum onunda yüzünde korkunç bir neşe var. İnsanların
camı arkasında izlediği gösteriyi biz sahne arkasından ve çok daha yakından
izliyoruz. Kaç yıldır tanıdığım Sabo’yu ilk kez böyle sırıtırken görüyorum. En
azından kafa göz kıran Türkî Ninjalar kadar ilgimi çekiyor görüntü. Nasıl bir
yer burası ya? Bunlar ne?
“ Sabo burası neresi? Neden beni buraya
getirdin?” diyorum. “Hadi çıkalım” diyor. Kalkıyoruz, girdiğimiz gibi saygıyla
ve sessizce önce türbe benzeri dükkânı, sonra da alışveriş merkezini terk
ediyoruz. Ben bir yalan uydurup gördüğüm ilk dolmuşa biniyorum ve Sabo’dan
ayrılıyorum. Beni hep Sabo arar buluşurduk, artık Sabo aramıyor.
3 Haziran 2013 Pazartesi
pazartesi - numaralı kasklılar
Sabah bir kalktım
burnumun direği sızlıyor pazartesi isyankarları. Ne lan bu, diye hışımla
yataktan kalkıp sokağa döküldüm. Sağ ayağımda farklı bir terlik, sol ayağımda
farklı bir terlik; röpdoşambırımın kuşağı yerlerde kokuya doğru yürüyorum. Yaklaştıkça
gözümün, burnumun yanması daha da arttı. Baktım olmayacak derin bir nefes alıp
nefesimi tuttum, gözlerimi kapatıp diğer duyularımı tam gaz çalıştırıp kırk beş
dakika daha yürüdüm.
*Oporçunisti hakaret
olarak algılamalı.
*Arabasının arkasında
bayrak ve kürek olmalı.
*Delik deşik bir
anayasası olmalı.
*Halay durumunda başa
geçmeli ve soluna bayan bir arkadaşını almalı.
*7 ölümcül günahtan en
az beşine hakim olmalı
Hissettim bir kalabalık
var, beni görünce dondular. Zaten hep öyle olur. Kalabalığı yardım, karışımda
kafalarındaki kasklarda numaralar olan tek tip kıyafet gitmiş bir grup adam. Ellerinde
de silah gibi bir şey. Kokunun oradan geldiği belli. Hemen yarım ton kırmızıbiber
istedim. Sonra da bunları ikişerli dizdim ve birbirlerinin burun deliklerine ve
gözlerine biber sürdürttüm. İşkence genelde beni sakinleştirir ama bu sefer
öyle olmadı. Sağlam da bir dövdüm. Gözlerim kapalı daha yaratıcı kavga
ediyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)