31 Mart 2014 Pazartesi

pazartesi - referandum

Geçen salı sadece spor amaçlı bir yürüyüş yapayım dedim pazartesi sahicileri. Ben ne zaman sokağa çıksam beni gören kadınlar ağzı açık kalır; %28 oranında da bayılma olayları, %7 oranında da delirme olaylarına rastlanır. Bu sefer bir kız yanımdan geçti ve yürümeye devam etti. Yoksayılmak, daha önce hiç tatmadığım bir duyguydu. Eve gittim ve hemen iki telefon konuşması yaptım.

*Rüyalarıma girmemeli.
*Torpido gözünde boğma teli, bagajında ceset torbası olmalı.
*Kum saatini dekoratif değil, asıl amacına uygun olarak kullanmalı.
*Bir köpekle kavga ederse dövmeli.
*Fiş istemesinden dolayı küçük esnafın korkulu rüyası olmalı.
*Sakallarımı usturalamalı.
*küfrü küfürle savuşturmalı.


Çarşamba gününe referandum kararı çıktı. Beni “çok mu seviyorsunuz” yoksa “çok çok mu seviyorsunuz” onu oylattım. Elektrikler falan kesilmiş geceleyin ve sabaha sonuç tahmin ettiğim gibi %101 ile “çok çok seviyorum” çıktı. Halkımdan güvenoyunu da aldım ama o kız kimdi ya? Balkona çıktım ve kadınlarıma şöyle seslendim. “Bulun o kadını! Bulun ve yolun!”

26 Mart 2014 Çarşamba

Bir uzaylı neden idam edilir?

1.Postacıdır ama postaları dağıtmamıştır. Mektupları dağıtmadığı için bir çok ailenin çökmesine neden olduğu gibi birçok borçlunun borcunu bilememesine neden olmuştur.
2.Uyku hapını icat etmiştir. Depresyona giren uzaylılar çareyi uykuda aramışlardır. Bu da hem üretimi hem de düzeni bozmuştur.
3.Cadıdır. 
4.Sadece çözümünü kendi bildiği sorular yazan bir matematikçi. Matematiğe uzun süreçte fayda sağlamış olsa da, oluşturduğu rekabet ortamından dolayı birçok matematikçinin mesleği bırakmasına neden olduu için.
5.Oralarda ikiz doğurmak lanettir. Bir ikiz toplum tarafından idare edilebilse de ikinci ikizden sonra annenin akıbeti bellidir.
6.Sözlük yazmasını işsiz kalırım diye bitirmeyen sözlükçü. 

25 Mart 2014 Salı

çikolata

Çikolata

1.Sezen Cumhur Önal; çikolata renkli sanatçı. Acaba nasıl bir kafayla söyledi bunu? Irkçılığa karşı zekice bir tepki miydi? Değilse bile öyle olduğunu düşünmek istiyorum.

2. Toblerone, doğru ellerde kesinlikle bir cinayet aleti olabilir. Hatta doğru sıcaklıkta – soğuklukta – bir ordu bile yok edilebilir.

3.Bokla aynı renkteki bir yiyeceğin bu kadar sevilmesi de ilginç.

4. Aslında ödül yanı da var çocuklar için. Yetişkinler için de ceza. Şeker hastaları için ise ölüm.


5.geç kalmışlık ve pişmanlık hissi.

uzaylı infazı isimli eserimin büyük bir kısmı

Bölüm bir.
Karşımda binlerce yeşil yaratık var. Hani şu filmlerde gördüğümüz; ince, uzun, kocaman gözlü, ağızsız, burunsuz, mimiksiz, saçsız, çıplak, cinsiyetsiz, cibiliyetsiz, soğuk şeylerden. Hepsi birbirine benziyor. Sanki bir arabanın fabrika çıkış mağazası gibi. Sesler duyuyorum sonra, çığlıklar... Söylenilenleri anlamıyorum. Ağızları yok bunların, nasıl konuşabiliyorlar? Sonra kendime bakıyorum. Ellerim yeşil. Çok uzun parmaklarım var, beş boğum; bileklerim kelepçeli. Kelepçeler bizim kelepçelere benzemiyor ama ellerimi de hareket ettiremiyorum.

İki yanımda iki yeşil yaratık daha var. Korku üst sınırımdayım. Özellikle gözlerine bakamıyorum. ekşi bir koku var etrafta. bozuk turşu gibi kokuyor ama o kadar keskin değil. dilimde de bozuk süt tadı var belki de çürük kabak çekirdeği. türkürmek istiyorum ama beceremiyorum. sanki ağzımı bağlamışlar. Elleriyle omuzlarımdan tutuyorlar. Çok uzunuz, belki üç metre. ayaklarım da ellerime benziyor. kaçmak istiyorum ama elleri o kadar güçlü ki kaçamıyorum. kalabalığın ne dediğini anlamasam da sabırsızlandıklarını seziyorum. Birkaç tane daha yeşil yaratık yanıma geliyor. bir şey söylüyorlar ama anlamıyorum.

omzumdan tutan yaratıklar beni ileri itiyorlar. önümde üç tane yol var. kalabalık deli gibi bağırıyor. en sağdaki bir darağcı, önünde de bir tabure var. ortadaki şey duş kabinine benziyor. içinde bir sürü delik var. deliklerden hava fıslıyor ve her fıslamasında yeşil bir gaz çıkıyor. en solda da bir havuz var. ama içi su değil yeşil kertenkelelerle dolu. komodo ejderlerine benziyorlar. çok fazlalar ve birbirlerinin üstüne çıkıyorlar. öldürüleceğimi anlıyorum

23 Mart 2014 Pazar

pazartesi - günlerimden bir gün

Bu hafta pek bir şey olmadığı için sizlerle bir anımı paylaşmak istiyorum muhterem pazartesi retroları. Hiç unutmuyorum yapış yapış bir haziran perşembesiydi. Öğleden sonra uyanmıştım. Sonra hiç unutmuyorum iki bardak suyu nefessiz içtim. Uyumadan önce pembe tüylü pandifimin tekini avizeye fırlatmıştım, orada asılı kalmış. Diğer pandifimi atarak diğerini de düşürmüştüm.

*Yemek yerken bir yandan yemek müziği yapmalı.
*Bütün yasakları yasaklamalı.
*Kabullenememe sorunu olmalı.
*Agresif bir nezaketi olmalı.
*Üye olduğu derneklere aidat ödememesine rağmen ihraç edilmemeli.
*Her sene bir önceki senenin fotoğraflarını yakmalı.
*İçimdeki çocuk huysuzlanır diye her zaman çantasında oyuncak araba bulundurmalı.


Sonra ılık bir duş almıştım. Duş alırken Mary Hopkin’nin unutulmaz şarkısı Those were the days’i opera biçiminde yorumlamıştım. Sonra evimdeki tüm kitapların önsözlerini nasılsa okumuyorum diye yırtıp balkondan uçak yapıp atmıştım. Sonra kadınlar bunları topalmış; bir kısmı muska gibi yanında taşıyormuş, bir kısmı arabasının dikiz aynasına takmış, bir kısmı da demleyip içmişti. Unutmada gece de uyumadan önce FlashTV’de amerikan güreşi izlemiştim.

20 Mart 2014 Perşembe

Yeni Hayatçı


ı.
Bir alışveriş merkezindeki saatçinin önünde, tapu kadastro dairesinin kantininde, hipodromdaki erkek tuvaletinde, hayvanat bahçesinde baykuş kafesinin önünde ve sabahın köründe gül mezatında buluşma ayarlamasına rağmen hiçbirine gelmemişti. Her ne kadar gelmemesinin sebebinin isteğimi ölçmek olduğunu seziyorsam da; sabah uyandığımda içimden, ‘Bu son’ dedim.

Bir kız meslek lisesinin çıkışında buldum kendimi. Taşlanmış kot pantolonlar, dar tişörtler giyen, yer çekimine direnen saçlarıyla cinsel açlıkları gözlerinden okunan bir sürü varoş serseriyle aynı ortamdaydım. Beyaz Şahin marka arabalardan “dum tıs dum tıs, çık tak çıs tak” sesler geliyordu ve ben hariç herkesin gözlerinde umut ve heyecan vardı. ‘Ben ne yapıyorum burada ya?’ diye kendime sorduğum anda arkamdan biri omzuma dokundu ve “Kusura bakma bekletmek zorundaydım”, dedi. Esmer, biraz dökük saçlı, siyah yeşil bir eşofman takımı giymiş tombulca bir adamdı. Onu görünce gülümsedim. Beyaz Şahinlerden biri onunmuş. Arabasına binip şehri amaçsızca turlarken konuşmaya başladık.

“Neden yeni bir hayat istiyorsun?”, diye bana sorarken yüzüme bakmıyor, önümüzdeki parlak kırmızı piç kasa BMW’yi selektör yapa yapa, nedensizce sıkıştırıyordu.

“Borçlarım var. Komiydim, çok çalıştım KOBİ oldum. Rüzgar tersine döndü ve borcum boyumu aştı.”

“Yeni  bir hayat için bunlar yeterli nedenler değil. Hem zaten bu iş sana ucuza da mal olmayacak.”

“Para sorununu biraz çözdüm. Batmama neden olan borçlularımdan birkaçı ödemelerini yaptı. Ben sadece eski hayatımı istemiyorum.”

“Kimse hayatından memnun değildir. Ve hemen herkes bir kaçıp gitmeden bahseder. Ben sana o her şeyi bırakıp kaçıp gitmeyi satıyorum. Ya bana doğru nedenleri ver ya da müsait bir yerde indireyim seni.”

“Batma sürecimde kimse yardım etmedi. Annem babam ellilerinden sonra gelen zenginlikleri gidecek diye bana tavır aldılar. Kaynanam, kayınpederim zaten fakirdi, onlardan bana doğacak bir güneş yoktu. Arkadaşlarım var sanırdım; işten, askerden, mahalleden ve askerlikten. Meğersem hiç yoklarmış. Şairin dediği gibi. ‘Ne kadınlar sevdim zaten hiç yokturlar.’

“Hiç değil, sadece yoktular.”

“Nasıl?”

“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular. Şiirin adı bu, şairi de Attila İlhan.”

“Neyse, meğer benim karım da hiç yokmuş. Hiç aldatmadım onu. Benimle evlenmeden önce yaşayan bir ölü gibiydi. Acıdığım için evlendim onunla ‘Sensiz yaşayamam’, dedi ve ikna da etti beni. Bir hayat kurtarma fırsatı her zaman karşımıza gelmez.

Mesela çocuğumuz olmadı. Sırf onun ergenliğindeki bir intihar girişiminden dolayı. Hayatta tek, yegane istediğim bir evlat. Onu verememesine ve evlatlık edinme isteğimi hep şiddetle reddetmesine rağmen sevdim onu. Terk etmeyi de hiç düşünmedim. Ama batımımla beraber bana sırtını döndü. Aşağılamalar başladı. Yemek yapmayı bile bıraktı. Konuşurken yüzüme bakmaz oldu, yok saydı. Enerjisi değişti. Kendimi o kadar çok kötü hissetmeme neden oldu ki anlatmaya Türkçem yetmez. Bir gece horluyorum diye uyandırdığında öldürmek istedim onu. Ben doğduğum günden beri horlarım.

Beni ‘Sensiz yaşayamam’ diyerek evlemeye ikna etmişti ve gerçekten de bensiz yaşayamaz. İşte en çok bu yüzden istiyorum yeni hayatı; onu bensiz bırakmak için.”

“Katolik misyoner bir papaz mı olmak istersin, ufak çaplı bir palyaço mu, cezaevi aşçısı mı yoksa bir belediyenin haşaratla savaş timinin şefi mi?”

“Palyaço!”

ıı.

Hayatımın beş yılı da ‘Sihirbaz palyaço; muhteşem Nuriço!’ olarak geçti. Önceleri düz palyaçoydum. Düğünlerden çocukların pistte koşmasını engelliyordum, bazen de orta gelirli ailelerin doğum günü partilerine gidiyordum. Eski hayatı ile aynı şehirde yaşamak için bence daha iyi bir meslek olamazdı. Pür makyaj suratım, turkuaz peruğum ve yastıktan göbeğim ile kimse tanıyamazdı beni. Hem sevdim de işi, çocuklarla iç içeydim.

Damarlarıma işlemiş girişimci ruhum sayesinde hızlıca işleri büyüttüm. Sihirbazlık setlerinden aldım ve küçük numaraların çoğunu kaptım. Şapkadan tavşan da çıkartabiliyordum, küçük bir çocuğu yatırıp etrafından halka geçirerek uçuyormuş gibi de gösterebiliyordum. Zamanla tatlı ve sarışın bir asistanım da oldu ve tek başıma bir saatlik gösterilerden yapabilir hale geldim. Zengin çocuklarının doğum günlerinden güzel paralar kazanıyordum. Hatta asistanım – o zamanlar asistanımdı – yüzünden umutların sömürüldüğü bir yetenek yarışmasında ‘iki evetle’ bir üst tura bile kaldım.

Asistanımla aramdaki iş ilişkisi zamanla aşk ilişkisine başkalaşıyordu. Aşk doğru  kelime mi hala bilemiyorum; tek bildiğim sahnede her istediğimi tereddütsüz, sorgusuz  yapan asistanımın sahne dışında da aynı tavrı sürdürmesi gururumu okşuyor, kendimi iyi hissetmeme sebep oluyordu. Bizim işte güven esastır; ben de asistanıma sahnede güvendiğim kadar hayatta da güveniyordum.

Öte yandan ölüme terk ettiğim eski karımın Facebook’ta birkaç aydır paylaşım yapmaması ve sonrasında mezarlıkların girişindeki bilgi işlem noktasından ölüm tarihi olarak evlilik yıl dönümümüzü, ölüm nedeni olarak da intiharı görmek bana bir şey hissettirmedi. Eve gittim, takım elbisemi giydim ve asistanımla buluşup cevabından emin olduğum soruyu sordum, “Benimle evlenir misin?”

Tüm kadınlar aynıydı ya da evlendiğim tüm kadınlar aynıydı. Bu evliliğimin ilk evliliğimden tek farkı ise bu sefer bir çocuğumun olmasıydı. Umduğum kadar mutlu olmasam da gayet mutluydum. Ona eski hayatımdaki adımı verdim. Ferhat.

Bebek bereketi ile geldi. İşlerim açıldı. Eşim anlaşılabilir nedenlerden dolayı yeni asistan tutmama tepki koyduysa da bir cüce ile anlaşarak bu sorunu da aştım. Kira ödemekten kurtulmak için TOKİ’den ev almanın hesabını yaparken bir yandan arabanın kredisinin bitmesini bekliyordum ki, o talihsiz gün yaşandı. Ben bir zengin çocuğunun ilk süt dişinin dökülmesi partisinden eve döndüğümde karım ve çocuğumun cesedi ile karşılaştım.
ııı.

Katil benim ailem dışında sekiz aileyi daha yok ettikten sonra şans eseri yakalandı. Mobeselere yakalanmamak için arabasını düğün arabası gibi süslüyormuş. Ön plakanın üstüne Mutluyuz, arka plakanın üstüne de Ayvayı Yedik yazıyormuş. Bir cinayetinden daha sonra, izini kaybettirmek için varoş mahallelerin birinden geçerken çocuklar arabanın önünü kesip zarf istemişler. Katil zarfları çocuklara vermiş ama zarflar boş çıkmış. Çocuklar zarfı boş görünce arabaya tekme atıp süsleri sökmeye başlamışlar. Katil arabadan inince bir arbede olmuş. Mahallenin çocukları dayak yiyor diye büyükleri de olaya karışmış. Katilin tokat attığı çocuklardan birinin babası katille asker arkadaşı çıkmış. Bu arada bebelerden biri arabanın arka plakasındaki ‘Ayvayı Yedik’ yazısını sökmüş. Hatta o arada katilin parmağı kanamış ve çocuklardan birinin tişörtünde kan izi kalmış.

Polis ipuçlarını birleştirene kadar katil iki cinayet daha işlemiş ama o sırada ailesi katledilenlerden biri, dedektif gibi iz sürüp katili yakalamış. Birkaç gün işkence edip; ağzını burnunu ve parmaklarını kırıp polise teslim etmiş.

Ben ise katili televizyonda görene kadar ne hissettiğimi bilmiyordum ama kırlaşmış saçlarını ve gözaltı torbalarını görünce kalbimde intikam ateşi yandı. İlk kez o an ağladım, ilk kez o an duvarları yumrukladım. Uyuyamaz, çocukları güldüremez oldum. Zor durumlarda kaldığımda aradığım tek bir kişi vardı, ben de onu aradım. Yeni Hayatçı.

iv

Onu ilk ve tek kez gördüğüm kız meslek lisesinin önündeydim. Nasılsa beni daha çok bekletir diye öylesine sağa sola bakarken bir anda arkamda bitti. Yine beyaz Şahinine bindik ve şehri turlamaya başladık. Radyoda  Gönül Akkor’dan ‘Tanrım beni baştan yarat’ çalarken ilk o konuştu.

“Başın sağolsun.”

Daha ona hiçbir şeyden bahsetmemiştim. Televizyonlara hiç konuşmadığım gibi bir kare bile görüntü vermemiştim. Çok istememe rağmen tanınırım diye mahkemelere bile katılamama rağmen demek ki konuyu biliyordu.

“Teşekkür ederim” dedim ve biraz daha sustuk.

“Eee nasıl yardımcı olabilirim sana?” dedi biraz sonra.

Bir anda gözlerim doldu. Ağlamadım ama, “İntikam istiyorum!”, dedim. “Katili öldürmek istiyorum!”

İlk kez gülümsediğini gördüm. Sağ köpek dişi yoktu. “İntikam zordur. Hem karar verildi, adam ölüm cezasına çaptırıldı. Ölmüş olması yetmez mi?”

“Ölmesinden çok öldürmek istiyorum. O benim yavrumu öldürdü!”. Sanırım bu lafları ederken birkaç damla ağladım. Emin değilim.

“Planın ne? Ve daha önemlisi paran var mı? Biliyorsun bu işi hobi olarak yapmıyorum”

“Planım da var, param da. Palyaçoluk da sandığımdan daha çok kazanç varmış. Hatırlar mısın geçen seferki buluşmamızda ‘Katolik misyoner bir papaz mı olmak istersin, ufak çaplı bir palyaço mu, cezaevi aşçısı mı yoksa bir belediyenin haşaratla savaş timinin şefi mi?’ demiştin. Şimdi cezaevi aşçısı olmak istiyorum.”

Gülümsedi ve “Oldu bil. Git de birkaç tane yemek kitabı al”, dedi.

v.

Sıradan bir aşçı olacağım sanıyordum ama Yeni Hayatçı beni tüm cezaevinin mutfağının şefi yapmıştı. Yemek işiyle çok ilgilenmiyordum; menüyü belirliyordum, teftişte bulunuyordum ve alımları yapıyordum, o kadar. Bir de öğlenleri de cezaevi savcısı, cezaevi müdürü ve cezaevi doktoru ile kahve içip özel bir istekleri olup olmadığını soruyordum. Biraz abartı olacak belki ama işimden çok memnundum; hatta şimdiye kadar çalıştığım en güzel işti. Cezaevine yakın bir de ev tutmuştum. Evden işe, işten eve gidiyor; çok az insan görüyordum. Gizlenmek, yeni bir hayat kurmak için cezaevi aşçılığı da en az palyaçoluk kadar uygun bir meslekti.

Katilin infazı 10 Mayıs Salı günü akşam saat sekizde ilaçla yapılacaktı. Her ne kadar cezaevi müdürü “Son yemek diye bir şey bizde yok” dediyse de onu ikna ettim. Katil son yemeğinde düğün çorbası, kızarmış patates, kızarmış tavuk ve çilekli yaş pasta istedi. Diğer yemeklere karışmadım ama düğün çorbasını ellerimle hazırladım ve zehirledim.


Yemeğini yemiş, infaz koruma memurları onu götürürken sessizmiş ama çok direnmemiş. Ölüm masasına yattığında da zaten ölmüş. Bence cezaevi doktoru durumu anladı ama sesini çıkartmadı.

Son üzerine son derece ürkütücü bir hikaye

Baştan söyleyeyim kendine güvenmeyen okumasın aşağıdaki hikayeyi. Kimsenin geceler sürecek kabuslarının mesuliyetini almıyorum. Özellikle hamileler, sakın ha!

Bir ikiz kız kardeşler varmış; adları Meryem ve Mêryêm’miş, yaşları yirmi beşmiş, ikisi de lise birden terkmiş. Bu iki kız kardeş Batı Anadolu'nun denize kıyısı olmayan bir şehrinde, şehir merkezinde uzak bir köşkte aileleri ile beraber yaşarlarmış. Kız kardeşlerin anne babası cemrenin suya düştüğü gün doğal nedenlerle – doğalgaz zehirlenmesi - ölmüş. Hiç eş dost, hısım akraba, konu komşuları olmadığı için cenazelerini belediye kaldırmış. Rahmetlileri iyi bildiğini söyleyen kalabalık aslında rahmetliler hakkında hiçbir şey bilmiyormuş.

Cenazeden bir hafta sonra kız kardeşler bahçede, anne babalarının anıları peşlerini bıraksın diye kılık kıyafetlerini ve özel eşyalarını yakarken; birbirlerini hiç bırakmayacaklarına ve  evlenmeyeceklerine dair yemin etmişler. O günden sonra merhumların adlarını da hiç anmamışlar.

Yemin ettikleri geceden sonra ikiz kardeşlerin ikisinin de adetleri kesilmiş, durup dururken ağlar olmuşlar, ayak bilekleri şişmiş, canları ekşi çeker olmuş, karınları büyümeye başlamış ve aynı gün aynı saatte kendi odalarında doğumlarını yapmışlar.

Meryem’in de, Mêryêm’in de ikiz kızları olmuş; bebekler birbirlerine benzedikleri kadar teyze kızlarına da tıpatıp benziyorlarmış. İkizler kendilerine sorulmasını istemedikleri soruları ikizlerine sormazlarmış hiç.

Bir gün anneler, kızlarını el birliği ile yıkamak için küvete sıcak su doldurmuşlar ve bebeklerini yıkamaya başlamışlar. Bebekler suyu çok sevdiği için bir yandan gülüyor bir yanda da ellerini ayaklarını oynatıyorlarmış. Köşkte o güne kadar hiç böyle büyük bir neşe yaşanmamış. Bıcı bıcı bittikten sonra Meryem eline havluyu almış ve Mêryêm’e “Karıştırdım kız kardeşim, benimkiler hangisiydi?” diye sormuş. Mêryêm omuzlarını kaldırmış ve alt dudağını sarkıtarak “Bilmem”, demiş.

Bitme hissi. Bir hikaye okurken kaç sayfa ya da kaç satır kaldığına bakıp; bitip bitmeyeceğini, finalin gelip gelmediğini görürsünüz. Ona engel olmak için bu satırları yazıyorum. Aslında hikaye Mêryêm’in “Bilmem” dediği an bitti. Bence son, başlangıçtan daha önemli. Bu hikayenin girişi fena değildi ama sonu tahmin edilemezdi kabul edin; hem de başlıktaki ‘son’ vurgusuna rağmen.


18 Mart 2014 Salı

Son üzerine son derece ürkütücü bir hikaye - ham-

Baştan söyleyeyim kendine güvenmeyen okumasın aşağıdaki hikayeyi. Kimsenin geceler sürecek kabuslarının mesuliyetini almıyorum. Özellikle hamileler, sakın ha!

Bir ikiz kız kardeşler varmış; adları Meryem ve Mêryêm’miş, yaşları yirmi beşmiş, ikisi de lise birden terkmiş. Bu iki kız kardeş Batı Anadolu'nun denize kıyısı olmayan bir şehrinde, şehir merkezinde uzak bir köşkte aileleri ile beraber yaşarlarmış. Kız kardeşlerin anne babası cemrenin suya düştüğü gün doğal nedenlerle – doğal gaz zehirlenmesi (çok mu soğuk şaka?) - ölmüş. Hiç eş dost, hısım akraba, konu komşuları olmadığı için cenazelerini belediye kaldırmış. Rahmetlileri iyi bildiğini söyleyen kalabalık aslında rahmetliler hakkında hiçbir şey bilmiyormuş.

Cenazeden bir hafta sonra kız kardeşler bahçede, anne babalarının anıları peşlerini bıraksın diye kılık kıyafetlerini ve özel eşyalarını yakarken; birbirlerini hiç bırakmayacaklarına ve  evlenmeyeceklerine dair yemin etmişler. O günden sonra merhumların adlarını da hiç anmamışlar.

Yemin ettikleri geceden sonra ikiz kardeşlerin ikisinin de adetleri kesilmiş, durup dururken ağlar olmuşlar, ayak bilekleri şişmiş, canları ekşi çeker olmuş, karınları büyümeye başlamış ve aynı gün aynı saatte kendi odalarında doğumlarını yapmışlar.

Meryem’in de, Mêryêm’in de ikiz kızları olmuş; bebekler birbirlerine benzedikleri kadar teyze kızlarına da tıpatıp benziyorlarmış. İkizler kendilerine sorulmasını istemedikleri soruları ikizlerine sormazlarmış hiç.

Bir gün anneler, kızlarını el birliği ile yıkamak için küvete sıcak su doldurmuşlar ve bebeklerini yıkamaya başlamışlar. Bebekler suyu çok sevdiği için bir yandan gülüyor bir yanda da ellerini ayaklarını oynatıyorlarmış. Köşkte o güne kadar hiç böyle büyük bir neşe yaşanmış. Bıcı bıcı bittikten sonra Meryem eline havluyu almış ve Mêryêm’e “Karıştırdım kız kardeşim, benimkiler hangisiydi?” diye sormuş. Mêryêm omuzlarını kaldırmış ve alt dudağını sarkıtarak “Bilmem”, demiş.

Bitme hissi. Bir hikaye okurken kaç sayfa ya da kaç satır kaldığına bakıp; bitip bitmeyeceğini, finalin gelip gelmediğini görürsünüz. Ona engel olmak için bu satırları yazıyorum. Aslında hikaye Mêryêm’in “Bilmem” dediği an bitti. Bence son, başlangıçtan daha önemli. Bu hikayenin girişi fena değildi ama sonu tahmin edilemezdi kabul edin; hem de başlıktaki ‘son’ vurgusuna rağmen.

17 Mart 2014 Pazartesi

pazartesi - mobil radyo uygulaması

Her ne kadar benim müzikle pek aram olmasa da sizlere asla müziği yasaklamamışımdır pazartesi detoneleri. En azından biraz kafa dağıtırsınız, hayallere dalarsınız; en güzeli de daha az konuşursunuz. Hayal gücünüz gelişir. Zaten müzik başka bir şeye de yaramaz. Ha bir de beğendiğinizi zil sesi yaparsınız.

*Gerekiyorsa burun deliği simetrisi ameliyatı olmalı.
*Oltayı attığı gibi balıklar sıraya girmeli.
*Asla benimle aynı renkte kıyafetler giymemeli.
*Halkın nabzını tutmak için arada sırada mitinglere gitmeli.
*Sabahları çok ses çıkartmamalı.
*Planlı-programsız olmalı.
*Her fabrika bacası gördüğünde ağzını bozmalı.
*Fikri-kibrinden geçilmemeli.


Her ne kadar bu düşüncelerimi sizlerle daha önce paylaşmasam da nasıl olduysa sezmişsiniz. Geçen sabah müzikle uyandım, öğlen başka bir şarkı çalıyordu dışarıda. Camdan baktım bir otobüsten yayın var. Şarkıcının resmini de otobüse yapıştırmışlar. Üç dört çok kötü şarkıyı, gayet çirkin adamlar söylüyor sanırım. Hep aynı şarkılar. Ama olsun bu da bir başlangıçtır. Benden uzak olduktan sonra problem görmüyorum.

9 Mart 2014 Pazar

Yeni hayatçı 1-2


ı.
Bir alışveriş merkezindeki saatçinin önünde, tapu kadastro dairesinin kantininde, hipodromdaki erkek tuvaletinde, hayvanat bahçesinde baykuş kafesinin önünde ve sabahın köründe gül mezatında buluşma ayarlamasına rağmen hiçbirine gelmemişti. Her ne kadar gelmemesinin sebebinin isteğimi ölçmek olduğunu seziyorsam da; sabah uyandığımda içimden, ‘Bu son’ dedim.

Bir kız meslek lisesinin çıkışında buldum kendimi. Taşlanmış kot pantolonlar,dar tişörtler giyen, yer çekimine direnen saçlarıyla cinsel açlıkları gözlerinden okunan bir sürü varoş serseriyle aynı ortamdaydım. Beyaz şahin marka arabalardan Dum tıs; çık tak sesler geliyordu ve ben hariç herkesin gözlerinde umut ve heyecan vardı. ‘Ben ne yapıyorum burada ya?’ diye kendime sorduğum anda arkadam biri omzuma dokundu ve “Kusura bakma bekletmek zorundaydım”, dedi. Esmer, biraz dökük saçlı, siyah yeşil bir eşofman takımı giymiş tombulca bir adamdı. Onu görünce gülümsedim. Beyaz şahinlerden biri onunmuş. Arabasına binip şehri amaçsızca turlarken konuşmaya başladık.

“Neden yeni bir hayat istiyorsun?”, diye bana sorarken yüzüme bakmıyor, önümüzdeki parlak kırmızı piç kasa BMW’yi selektör yapa yapa, nedensizce sıkıştırıyordu.

“Borçlarım var. Komiydim, çok çalıştım KOBİ oldum. Rüzgar tesine döndü ve borcum boyumu aştı.”

“Yeni  bir hayat için bunlar yeterli nedenler değil. Hem zaten bu iş sana ucuza da mal olmayacak”

“Para sorununu biraz çözdüm.Batmama neden olan borçlularımdan birkaçı ödemelerini yaptı. Ben sadece eski hayatımı istemiyorum.”

“Kimse hayatından memnun değildir. Ve hemen herkes bir kaçıp gitmeden bahseder. Ben sana o her şeyi bırakıp kaçıp gitmeyi satıyorum. Ya bana doğru nedenleri ver ya da müsait bir yerde indireyim seni.”

“Batma sürecimde kimse yardım etmedi. Annem babam ellilerinden sonra gelen zenginlikleri gidecek diye bana tavır aldılar. Kaynanam, kayınpederim zaten fakirdi, onlardan bana doğacak bir güneş yoktu. Arkadaşlarım var sanırdım; işten, askerden, mahalleden ve askerlikten. Meğersen hiç yoklarmış. Şairin dediği gibi. ‘Ne kadınlar sevdim zaten hiç yokturlar’

“Hiç değil, sadece yoktular”

“Nasıl?”

“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular. Şiirin adı bu, şairi de Attila İlhan”

“Neyse, Meğer benim karım da hiç yokmuş. Hiç aldatmadım onu. Benimle evlenmeden önce yaşayan bir ölü gibiydi. Acıdığım için evlendim onunla ‘Sensiz yaşayamam’, dedi ve ikna da etti beni. Bir hayat kurtarma fırsatı her zaman karşımıza gelmez.

Mesela çocuğumuz olmadı. Sırf onun ergenliğindeki bir intihar girişiminden dolayı. Hayatta tek, yegane istediğim şey bir evlat. Onu verememesine ve evlatlık edinme isteğimi hep şiddetle reddetmesine rağmen sevdim onu. Terk etmeyi de hiç düşünmedim. Ama batımımla beraber bana sırtını döndü. Aşağılamalar başladı. Yemek yapmayı bile bıraktı. Konuşurken yüzüme bakmaz oldu, yok saydı. Enerjisi değişti. Kendimi o kadar çok kötü hissetmeme neden oldu ki anlatamaya Türkçem yetmez Bir gece horluyorum diye uyandırdığında öldürmek istedim onu. Ben doğduğum günden beri horlarım.

Beni ‘sensiz yaşayamam’ diyerek evlemeye ikna etmişti ve gerçekten de bensiz yaşayamaz. İşte en çok bu yüzden istiyorum yeni hayatı ; onu bensiz bırakmak için.”

“Katolik misyoner bir papaz mı olmak istersin, ufak çaplı bir palyaço, cezaevi aşçısı mı yoksa bir belediyenin haşeratla savaş timinin şefi mi?”

“Palyaço!”

ıı.

Hayatımın beş yılı da ‘Sihirbaz palyaço; muhteşem Nuriço!’ olarak geçti. Önceleri düz palyaçoydum. Düğünlerden çocukların pistte koşmamasını engelliyordum, bazen de orta gelirli ailelerin doğum günü partilerine gidiyordum. Eski hayatı ile aynı şehirde yaşamak için  bence daha iyi bir meslek olamazdı. Pür makyaj suratım, türkuaz peruğum ve yastıktan göbeğim ile kimse tanıyamazdı beni. Hem sevdim de işi, çocuklarla iç içeydim.

Damarlarıma işlemiş girişimci ruhum sayesinde hızlıca işleri büyüttüm. Sihirbazlık setlerinden aldım ve küçük numaraların çocuğu kaptım. Şapkadan tavşan da çıkartabiliyordum, küçük bir çocuğu yatırıp etrafından halka geçirerek uçuyormuş gibi de gösterebiliyordum. Zamanla tatlı ve sarışın bir asistanım da oldu ve tek başıma bir saatlik gösterilerden yapabilir hale geldim. Zengin çocuklarının doğum günlerinden güzel paralar kazanıyordum. Hatta asistanım – o zamanlar asistanımdı – yüzünden umutların sömürüldüğü bir yetenek yarışmasında iki evetle bir üst tura bile kaldım.

Asistanımla benim aramdaki iş ilişkisi zamanla aşk ilişkisine başkalaşıyordu. Aşk doğru  kelime mi hala bilemiyorum; tek bildiğim sahnede her istediğimi tereddütsüz, sorgusuz  yapan asistanımın sahne dışında da aynı tavrı sürdürmesi gururumu okşuyor, kendimi iyi hissetmeme sebep oluyordu.

Öte yandan ölüme terk ettiğim eski karımın facebookta birkaç aydır paylaşım paylaşım yapmaması ve  sonrasında mezarlıkların girişindeki bilgi işlem noktalasından ölüm tarihi olarak evlilik yıldönümümüzü, ölüm nedeni olarak da intiharı görmek bana bir şey hissetirmedi. Eve gittim, takım elbisemi giydim ve asistanımla buluşup ve cevabından emin olduğum soruyu sordum, “Benimle evlenir misin?”

Tüm kadınlar aynıydı ya da evlendiğim tüm kadınlar aynıydı. Bu evliliğimin ilk evliliğimden tek farkı ise bu sefer bir çocuğumun olmasıydı. Umduğum kadar mutlu olmasam da gayet mutluydum. Ona eski hayatımdaki adımı verdim.

Bebek bereketi ile geldi. İşlerim açıldı. Eşim anlaşılabilir nedenlerden dolayı yeni asistan tutmama tepki koyduysa da bir cüce ile anlaşarak bu sorunu da aştım. Kira ödemekten kurtulmak için TOKİ’de ev almanı hesabını yaparke bir yandan arabanın kredisinin bitmesini bekliyordum ki, o talihsiz gün yaşandı. Ben bir zengin çocuğunun ilk süt  dişinin dökülmesi partisinden eve döndüğümde karım ve çocuğumun ölüsü ile karşılaştım.
ııı.


Katil benimki gibi beş aileyi daha yok ettikten sonra şans eseri yakalandı.

pazartesi - bacamda gelen sesler

Tüm huraferlerden kızarım ama beni en çok kızdıranı Noel Baba zımbırtsıdır pazartesi anti-teokratikleri. Geçenlerde sırf denemek için gözlerimle eşyaların yerini değiştirmeye çalışırken duvarlardan sesler geldiğini fark ettim. Malumuz apartmanımda benden başka kimse kalmaz; alt katımdaki starbaksa inip herkesi azarladım ve eve çıktım ama duvarlardan ses gelmeye devam ediyordu.

*Olurda kayık gezintisine çıkarsak kürekleri çekmeli.
*Televizyon kumandasını naylona sarmalı.
*Çocukluk anılarıyla beni değil psikoloğunu boğmalı.
*Günlüğünü ters eliyle tersten ve şifreli bir dille yazmalı.
*Schopenhauer’ın İstenç ve Tasarım Olarak Dünya’sını ben uyuyayım diye geceleri masallaştırarak anlatabilmeli.
*Bir intikamı olduğunda polise gitmeyecek kadar hayatı bilmeli.
*Maç kaç kaç olursa olsun hakem düdüğü çalmadan stadı terk etmemeli.


Sesler birkaç gün sürünce keseri aldığım gibi duvara daldım. Yarım saat sonra sesin şömine bacasından geldiğini fark ettim ve orayı yıktım. Yıktığım gibi de Noel Baba kıyafetli simsiyah bir kadın küt diye yere düştü. Sonra toparlandı ve “Sürprizzz... Mutlu yıllar!” diye bağırıp ve zıplama başladı. Hiç sinirlenmedim, çok tatlı bir insan; üç aydır bacamdaymış. Adı da Oprah Winfrey. Duvarı örüp, boya badana yapsın gitmesine izin vereceğim.

3 Mart 2014 Pazartesi

pazartesi - tetrisimin pilleri

‘Son’ kavramını benim kadar düşünen kimse yoktur pazartesi endorfinlileri. Ne zaman elime tetrisimi alıp; hayallerim eşliğinde bloklar yıksam sonsuzluğu düşünürüm. Bir işim çıkınca oyunu durdurur, sonra devam ederim ve bu otuz yıldır böyle devam eder. Daha hiç yanmadım, skor tabelası kaç kez sıfırlandı hatırlamıyorum bile. Bir de ben hiç pil değiştirmedim.

*Aksansız olmalı.
*Kıyafetleri hiç kırışmamalı.
*Saçını topladığında bir tel bile asilik yapmamalı.
*Tatlı bir obsesifliği olmalı.
*Telefon görüşmelerini kayıt altına almalı.
*Amatörce caps işiyle ilgilenmeli.
*Apansızca iyilik yapmalı.


Pil değiştirmediğimi fark edince tetrisimin pil kısmına baktım. Markasız iki kalem pil vardı ve birinde ‘Bekliyorum” yazıyordu, diğerinde de bir adres vardı. Üstümü bile değiştirmeden adrese koştum. Metruk bir prefabrikti. Kapıyı çaldım açan yok. Koştum koştum ve pencereden içeri hopladım. Işığı yaktım. İçeride kimse yoktu. Sadece koltukta oturan bir iskelet vardı ve iskeletin saçları sarıydı. Anlamadım. Girdiğim pencereden çıkıp eve dönüp, tetrisime kaldığım yerden devam ettim.