30 Aralık 2008 Salı

AYNA


I

  Kocaman evinde yalnız başına yaşayan, kırk yedi yaşında bir kadınım. Eşim beni kızımızdan dört yaş büyük bir kız için terk edeli üç yıl olmuş. Kızımın ise; ‘’Bana çok karışıyorsun anne, beni boğuyorsun’’ deyip arkadaşlarının yanına taşınmasının üzerinden bir yıl geçmiş. Her ayrıntısının birbirinden kötü geçtiği berbat bir son beş yıl yaşamışım. Makyaj masamda üzerimde sabahlığımla oturuyorum. Saat sabahın altısı, gün yeni ışıyor. Günün ilk ışıkları ile kendime bakıyorum, önümde aynam. Alnımda kırışıklıklar var. Göz altlarım çökmüş ve kırışmış, kaz ayaklarım öyle belirgin ki... Ne kadar makyaj yapsam da artık fayda etmiyor. Belki bir aydır adam gibi, doya doya yemekte yemedim. Zaten yüzümün güzelliğim gitti, bir de kilo alırsam biterim.


  Rahmetli babamın torpili ile yirmi iki yaşında başlamıştım muhabirliğe. Zor ve heyecanlı bir meslek oldu her zaman benim için. Ben de zaten heyecanına ve temposuna kaptırdım kendimi. Zor meslektir muhabirlik. Gerçi her mesleğin kendisine göre zorlukları vardır ama ben kendi yaptığım işi bilirim. Çok yıprandım ve yoruldum. Hiçbir zaman; ne magazin muhabiri oldum ne de savaş muhabiri. Mesleğimin ilk gününden bu yana meclis muhabiriyim.


  Meclis muhabirliği; bizim mesleğin hem en kolay, hem de en zor yanıdır. Kolay yanı, haber kovalaması çok zor değildir. Milletvekilleri ya mecliste, ya parti binalarında, ya da birkaç lokantada bulabilirsin. Bazen de havaalanında demeç verirler; ama bu çok sık olmaz. Çok karışık bir şehir değildir Ankara. Haber bazen kendi kendine ayağına gelir. Meclis muhabiri olmanın diğer kolay yanı ise meclisin tatile girdiği dönemlerdir. O dönemlerde vekillerden çok az haber çıkar. Biz de vekiller sayesinde kendimizi tatilde hissedebiliriz.


  Mesleğimin zor yönleri ise vekillerin siyasetçi olmayı kurnazlık ya da insan kandırma sanatı olarak görmelerinden kaynaklı tavırlarıdır. Gözlerinizin içine baka baka yalan söylerler ve pişkinliklerine alışmak zordur. Bazı vekiller gerek dokunulmazlığın verdiği güvence ile gerekse vekil seçilmiş olmanın verdiği yüksek ego ile akıl almaz davranışlarda ve söylemlerde bulunurlar. Bir milletvekilinin söylediği hiçbir sözden sorumlu olmamasının mantığını hiçbir zaman anlayamadım.


  Beğenmedikleri bir haberi yapan muhabiri, gazete sahibine şikayet etmekten de hiç çekinmezler hatta işten attırmak için ellerinden geleni yaparlar. Mesleğimin ilk yıllarında bana takan bir milletvekili olmuştu. Kovulmamamın tek sebebi, pis adamın partiden ihraç edileceğini sezen gazete patronumdu. İğrenç adamın kovulmamı istemesinin sebebi ise akşam yemeği teklifini kabul etmememdi. Altı ay başım ağrımıştı, bir daha seçilemeyince öyle sevinmiştim ki…


  Mesleğimin zor yanlarından biri de Ankara’nın karasız havasıdır. Sabahları öyle bir ayaz karşılar ki bizi kat, kat giyinir, üzerine bir pardösü giyeriz. Öğlen oldu mu ise güneş çıkar ve sizi kavurmaya başlar. Bir ceket bile ağır gelir o saatlerde. İnsanın cildi o günlük hava değişiminden mahvolur. 


  Mesleğim gereği hep siyasetle iç içe oldum. Parti tüzüklerini, anayasayı, siyasetin yazılı ve yazısız kurallarının hepsini çok iyi bilirim. Gazeteciliği ise hiçbir zaman çok iyi yapamadım. Televizyonculuğa da geçiş yapamadım, gazetede bir köşemde olmadı. Ben bu işi sevdim ama hiçbir zaman çok iyi yapamadım.


  Şimdi makyaj masamda kendime bakıyorum. Kırk yedi yaşında yüzünde kırışıklıklar olan, eski güzelliği kalmamış bir kadın görüyorum. Saçlarım eskisi kadar kuvvetli değil, her ne kadar boyatsam da eski göz alıcı sarılığını bir türlü yakalayamıyorum. Oysa ne güzel saçlarım vardı benim…


  Basın toplantılarının ve basın açıklamalarının en zor yanı; soru sorabilmek ve en güzel fotoğrafı yakalayabilmektir. Meslekteki ilk yıllarımı hatırlıyorum da fotoğrafçı arkadaşım her zaman benim arkamda olmaya çalışırdı. Hatta diğer gazetelerde çalışan fotoğrafçı arkadaşlarda benim çevremde olmak için birbirlerini ezerlerdi. Omuzlarımdan akan, uzun,sarı saçlarımla konuşma yapan siyasetçinin dikkatini mutlaka çekerdim. Ne kadar önemli bir konuşma yaparlarsa yapsınlar gözlerini benden alamazlardı. Siyasetçinin bana baktığı anlarda en iyi fotoğrafı benim arkamdaki ya da çevremdeki fotoğrafçılar çekerdi. Benim mesleğimde en iyi yaptığım iş bu idi. Dikkat çekmek.


  Hiç unutmam bir başbakanın bana soru sordurmadığı basın açıklaması yoktu. Gözleri bende olduğu için sorumu duyar ve cevap verirdi. Yirmili yaşlarım boyunca birçok politikacıyı böyle kontrolüm altına almıştım. Otuzlu yaşlarımda da durum çok farklı değildi. Şimdi ise kırk yedi yaşındayım. Artık fotoğrafçılar çevremde durmuyor, birçok toplantıda soru dahi soramıyorum. Sıradan bir muhabir bile sayılmam artık. Başarısız, kötü bir muhabirim.


  Eskisi gibi vekillerle aram iyi değil. Benim iyi anlaştığım vekillerin birçoğu artık mecliste değiller. Yeni nesilde beni hiç umursamıyor. Kovulmamamın tek sebebi haber kaynağım olan birkaç eski dost. Onlarda bu dönemden sonra seçilemezler ve patron beni kapının önüne koyar.


  Saat sabahın yedisi oldu ve makyajım anca bitti. Tam bir saattir uğraşıyorum ve akan zamanın götürdüklerini hiçbir makyaj malzemesi geri getiremiyor. Zamana yenilmek sadece benim değil tüm insanların kaçınılmaz kaderi ama ben son kozumu oynayacağım. Yarın izin günüm, Ankara’nın en pahalı kuaförüne gideceğim ve kendimi değiştireceğim. Kendimi bildim bileli omuzlarımdan dökülen saçlarımı değiştireceğim. Öyle farklı ve öyle güzel olacağım ki eski günlerdeki gibi tüm fotoğrafçı arkadaşlar benim çevremde olmak için savaşacaklar, tüm basın toplantılarından ben söz alacağım. Her şey eskisi gibi olacak.


II


  Saat sabahın beş buçuğu. Güneş henüz daha yeni doğuyor ama Ankara’yı ışıldatmaya başlamadı. Dün hayatımın en büyük hatalarından birini yapmışım; şimdi anlıyorum. Makyaj masamdaki aynaya bakıyorum ve aynadaki aksimi tanıyamıyorum. Karşımda kısa küt saçlı bir kadın var. Saçları ensesine doğru kısalıyor; kırmızı, kızıl ve siyah karışımı renkte. Gözlerinin yanına düşen saçları kaz ayaklarını kapatmış ama göz altı morlukları çok daha belirgin.


  Hem benim ne kadar çirkin bir gıdığım varmış. Eskiden gözüme bu kadar batmazdı. Yeni saçlarım hem göz atlı torbalarımı hem de gıdığımın sarkıklığını gözler önüne seriyor. Oysa kuaför yeni saç modelimin bana ne kadar yakıştığını öyle güzel anlatmıştı ki; kuaförden çıktığım an her şeyin eski günlerdeki gibi olacağını zannetmiştim. Kuaförden eve kadar gülücükler saça saça yürümüştüm. Komşum Ayten hanım beni asansörde gördüğünde önce çok şaşırmış, sonra da ‘’Gözlerime inanamıyorum, harika gözüküyorsun, yüzünün güzelliği ortaya çıkmış’’ demişti. Ne mutlu olmuştum o an. Demek ki hem kuaför, hem de Atyen bana yalan söylemiş.


  Gerçi biz kadınlar böyleyizdir. Diğer kadınlara güzel gözüktüklerini söyleriz ki aynı iltifat bize de dönsün diye. Ayten bana güzel sözler söyledikten sonra ‘’Sen zayıfladın mı Aytenciğim? Belin incecik gözüküyor’’ dememiş miydim? Demiştim; ama Ayten zayıflamış gibi gözükmüyordu, beli de her zamanki gibi kütük gibiydi. O bana yalan söylemişti, ben de ona.


  Aptal kuaförde yalan söyledi bana. ‘’Bu saç modeli çok moda, Gülben Ergen gibi oldun, senin yüzüne çok yakıştı’’ demişti. Dünyanın parasını aldı benden, hem de beni berbat gösterdi. Geri zekalı.


  Gerçi onun da çok suçu yok. Yaşlandım artık. Ne yapabilirdi ki? Adamın elinde sihirli değnek mi var? Elinden geleni yaptı işte. Estetik ameliyat mı olsam ki? Göz altı torbalarım ve gıdığım için. Meclis açılalı henüz iki ay olmadı. Şimdi izin de alamam ki. Hem korkuyorum da… 


  Yıllardır aynı makyajı yapıyordum. Şimdi bu yeni saç modeline nasıl bir makyaj gider ki? İşin bu kısmını hiç düşünmemiştim. Acil bir karar aldım ve sonucuna katlanıyorum. Saat altı oldu ve ben hala uyandığım gibiyim. Sabah dokuz buçukta havaalanında basın açıklaması var. Başbakan Amerika ziyaretinden dönecek. Erken gitmeliyim ve mutlaka soru sormalıyım. Ama hala makyajımı bile yapmadım. Ne giyeceğim ben? Bu saça nasıl bir kıyafet gider. Ne yapacağım şimdi. Buradan havaalanı nerden baksan bir saat sürer. Ya yetişemezsem, ya soru soramazsam?


  Aynadaki kadının ben olduğumu kabullenmeliyim. Ne o ağlıyor mu o kadın. O kadın benim ve ağlıyorum. Çaresizlikten ve kaybetmişlikten ağlıyorum. Ne kadar berbat bir hayat benimkisi, her geçen günüm, düne göre daha kötü gidiyor. Kızımı iki haftadır göremiyorum. Benim anneme yaptıklarımın daha fazlasınız bana çektiriyor. Annem eşim olacak o şişman aptalla evlenme demişti. Ben ise, ‘’Anne kesin bakan olacak. Önü çok açık, hem beni seviyor da’’ demiştim. Ne bakan olabildi ne de beni sevdi. Hayatı boyunca bir kez başarılı oldu ve bir ihale aldı, başarısını da genç bir sevgili ile kutladı. Sanki yıllardır ona katlanan ben değilmişim gibi.


  Ne kadar çirkin olmuş benim saçlarım. Eski halim çok daha güzeldi. Ne kadar çirkinim ben.


  Elim makyaj masamın en alt çekmecesine gitti. Çekmeceyi açtım ve elime geçen makas ile saçımın önünden bir tutam kestim. Ellerim titriyor, sanki istediği oyuncak alınmamış bir kız çocuğu gibi için için ağlıyorum. Ağladıkça göz altı torbalarım şişiyor, gözlerim şişiyor. Ben neden saçımı kestim? Şimdi ne yapacağım? Bu şekilde başbakanın basın açıklamasına gidemem ki. Beni bu kadın deli diye içeri bile almazlar. Ne kadar büyük bir aptalım ben. Ne kadar çok hata yapıyorum. Ne yapacağım şimdi? Bu saatte açık kuaförde bulamam ki, hem bulsam kuaför ne yapacak? Saçımın ön kısmını tek seferde kesmişim. Hangi kuaför beni kurtarabilir ki? Peruk mu alsam, saçlarımı kısacık mı kestirsem? Peruklu kadınlardan nefret ederim. Artık dönüş yok farkındayım.


  Elimde makasım bir yandan ağlıyorum, öte yandan saçlarımı kesiyorum. Koşarak banyoya gidiyorum. Eski eşim olacak kel kafalının evde bir makinesi vardı. Tepesinde hiç saç kalmadığında, ‘Artık berbere gitmeyeceğim. Evde sen kısaltırsın değil mi?’’diyerek yeni aldığı makineyi göstermişti bana. Saçını o makine ile bir kez kısaltmıştım. Saçı bir daha uzamadan evi terk etmişti. Banyo dolabının içinde eski, artık kullanmadığım havluların arasından buluyorum makineyi. Onun olan her eşya gibi gözümün göremeyeceği bir yere saklamışım bunu da.


  Akıl hastanelerindeki deliler gibiyim şu an. Saçlarımın azı uzun azı kısa. Sanki kafama saç kıran girmiş gibi. Banyo aynasında kendimi gördüğüm an azalmış olan hıçkırıklarım yeniden yükseliyor. Ne yapıyorum ben kendime?


  Makineyi fişe takıyorum ve çalıştırıyorum. Ellerim titriyor ama artık dönüş yok bunun farkındayım. Yavaşça saçlarımın üzerinde gezdiriyorum makineyi. Dokunduğu yerde saçların tamamını kesiyor.


  Ağlayan aksime bakıyorum. Ve artık gülüyorum…

22 Aralık 2008 Pazartesi

BÜYÜ'K




  Ergenliğim boyunca hep aynı şeyi duydum ‘’ Daha uzarsın… Takma kafana… Erkekler yirmi dört yaşına kadar uzar… ’’ ama uzamadım. Ortaokulda da, lisede de boy sırasında sonuncu hep bendim. Boyumdan olacak ki hep ön sıralarda oturtuldum. Kısalığım hayatım boyunca bir kez işe yarayacak askere gidemeyeceğim diye sevinirken ‘’Üç santimden bir şey olmaz’’ deyip askere de gönderdiler. Cüce değil, sadece kısa boyluyum. Orantılı bir vücuda sahibim. Kısa ve zayıf bir adamım. Dar omuzlarım ince kol ve bacaklarım var. Aynı babam gibi, dayım gibi.


  Annem de babamda benim gibi minyon insanlar. Baba tarafımda da, anne tarafımda da bir metre yetmiş santimetrelik kimse yok. İkisi de aynı köylüler. Nedendir bilinmez bütün köy minyon insanlardan oluşuyor. Kendimi normal hissettiğim tek yerde bayramdan bayrama gittiğim köyüm sadece.


  Askerden dönünce yine bizim köyden bir kızla görücü usulü ile evlendirildim. Benden birkaç santimetre kısaydı. Masmavi gözleriyle, gözlerime dik dik bakışını hatırlıyorum, ’’Şehre gideceksek evlenirim seninle, yoksa bu iş yatar.’’ demişti beni ilk gördüğünde. Yazmasının altından kumral saçları gözüküyordu. İnce telli, uzun, düz saçları vardı. Beni köyden kaçış fırsatı olarak görüyordu ve ben bunu hiç umursamamıştım. Benim gönlümdeki ise başka bir kız vardı. Adı Leyla’ydı; benden daha uzun ve çok güzeldi. Onunla evlenemeyeceğimi kabullendiğimden bu mavi gözlü kızla evlenmemen için hiçbir sakınca yoktu. ‘’Bayramdan bayrama geliriz köye.’’ dedim. Gözlerinin içi güldü. Yanağıma bir öpücük kondurup koşarak evine gitti. Hayatımda ilk kez bir kız beni böyle öpmüştü.


  Mavi gözlü kumralı kızın adının adı Fatoş imiş. Gözlerinden dolayı annesi, babası ve arkadaşları ‘’maviş’’ dermiş. Ben ise hep Fatoş dedim. Maviş demek hoşuma gitmedi. O da çok umursamadı ne dediğimi. Fettan fettan bana bakıp ‘’ İçinden nasıl geliyorsa öyle de. ’’ dedi. Fatoş’u anlatacak en iyi kelime kesinlikle fettandı. Mavi gözleri ile derin derin baktığı her an içimden bunu geçirirdim. Nişanlılığımızda da evliliğimizde de tüm fettanlığı ile her istediğini bana yaptırdı. 


  Akan zamanla beraber evlendik ve şehre taşındık. Ben babamın desteği ile İstanbul’un varoşunda, Sarıgazide, bir manav dükkanı açtım. İşim fena değildi. Para kazanıyordum, evde de huzurlu gibiydik. Daha önce hiç İstanbul’a gelmemiş olan Fatoş şehri gezmek için çok hevesliydi. Koca İstanbul insanı yutar. Bunu bildiğim için tek başına gezmesine izin vermiyordum. Her gün işe gittiğim için Fatoş’u gezdiremiyordum da. Eve geldiğimde ise canının çok sıkıldığından bahsediyor ve gezmek istediğini söylüyordu. Bir akşam gözlerini gözlerime dikti ve ‘’Bir çırak almalısın, çok yıpranıyorsun; zaten çok zayıfsın.’’ dedi. Mavi gözlerini gözlerime kilitlediği zaman hiçbir isteğini reddedememiştim hemen bir köylümün çocuğunu çırak olarak işe aldım. Hafta sonları ve okul çıkışlarında geliyordu dükkana.


  Akıllı bir çocuktu çırağım. Parayı da seviyordu. Ondandır ki dükkana gelip gitmeyi seviyordu. Aradan bir ay geçtikten sonra ben de çocuğa güvenmeye başladım. Bazı akşamlar dükkanı ona emanet edip eve erken bile döndüğüm oluyordu. Çırağıma güvendiğimi anlayan Fatoş artık beraber İstanbul’u daha çok gezmek istediğini söyledi.


  Henüz evleneli beş ay olmuştu ve ilk kez karımla el ele İstanbul ‘u geziyordum. Önce beraber Sultanahmet’e gittik. Yerebatan sarnıcını gezdik. Mavi gözlerinin içi gülüyordu. Eve gidene kadar yol boyunca bana teşekkür etti. Elimi hiç tutmadığı kadar sıkı tuttu. Belki de beraber geçirdiğimiz en mutlu günümüzdü. Bir ay boyunca her gün ‘’Beni gezdir n’olur’’ deyip durdu. Dükkanı çırağa bırakıp gittiğimi duyan babam ise bana çok sert çıkışmıştı, ondandır bir ay bekletmek zorunda kaldım Fatoş’u.


  İkinci gezmeye çıkışımızda Gülhane parkına gittik. Hayatı boyunca köyünden hiç çıkmamış olan Fatoş, İstanbul’un büyüleyici güzelliği karşısında şaşakalmıştı. Bir ay sonra beraber vapura bindik, martılara yem attık, kız kulesine bakarak çay içtik. Çayını yudumlarken gözlerimin içine içine baktı ve ’’Ben bugüne kadar yaşamamışım, dünyaya bir kez geliyoruz. Her şeyi görmek, her şeyi yaşamak lazım’’ dedi, sesi heyecanını ele veriyordu.


  Her geçen gün Fatoş üzerindeki köylü kızı kimliğinden kurtuluyordu. Henüz İstanbul’a taşınalı iki yıl olmasına rağmen hem giyinişi, hem de duruşu kırk yıllık İstanbullu gibiydi. Artık eskisi gibi şiveli de konuşmuyordu. Doğma büyüme İstanbullu olan ben bile Fatoş’un yanında kendimi köylü gibi hissediyordum. 


  Bayramlarda köye gittiğinde ise arkadaşlarına ve akrabalarına ‘’Bizim İstanbul da…’’ ile başlayan cümleler kurarak gezdirdiğim yerleri anlatıyordu. Fatoş’un geçirdiği değişiklik sadece beni değil tüm köyü etkilemişti. Sonradan duydum ki eskiden ‘’maviş’’ dedikleri Fatoş’a artık ‘’İstanbullu’’ diyorlarmış.


  Bir gün köyden bir arkadaşı hastaneye gelmeyi bahane ederek İstanbul’a geldi. Köylümüzdür dedik ve elimizden geldiğince iyi şekilde ağırladık. Oturma odasındaki ikili kanepede yan yana oturduklarında bende her şeyin farkına vardım. İki yıl çok değiştirmişti Fatoş’u.


  İstanbul korkunç bir canavardır aslında. Herkes yedi tepeli şehir der; bence yedi başlı canavardır. O canavar beni korkutmuş, sindirmişti. Sarıgaziden mümkün olduğunca dışarı çıkmıyordum. Denizi görmeden ölen İstanbullular var derler ki doğrudur. Çoğu kimse yaşadığı semtten dışarı çıkmaz. Üç yıllık İstanbullu olan Fatoş ise şehrin tüm semtlerini biliyor gibiydi. 


  Yeni İstanbullu Fatoş artık kendi başına gezmeye çıkıyordu. Akşam ben gelmeden evde oluyordu sadece. Nereye gittiğini sorduğumda ise uzun uzun trafikten, karmaşadan bahsediyor ve her zaman bir işi olduğunu söylüyordu. Tek başına gezmesini istemediğimi söylediğimde ise derin mavi gözleri ile gözlerime baktı ve ‘’Ben artık eski köylü kızı değilim.’’ dedi. Meğer o bakışları bana her şeyi anlatmış; ama ben anlamamışım.


  Elimize geçen para azalınca Fatoş ‘’ Çırak para yürütüyor olmalı, çıkart onu işten’’ dedi. Haklı mıydı, haksız mıydı bilemiyorum ama çırağı işten çıkarttım. Çırağı işten çıktıktan bir hafta sonra fark ettim ki; çok iş yapıyormuş bizim çırak. Artık sabah erkenden dükkanı açıyordum ve tüm işleri tek başıma yapıyordum. Zayıf bedenim çok yıpranıyordu. Eve gider gitmez uyuyordum.


  Bir gün dükkanda çok hastalandım. O kadar çok öksürdüm ki; ciğerlerim parçalanıyor zannettim. Baktım ki olacak gibi değil, dükkanı kapatıp eve gitmeye karar verdim. Kapıyı anahtarımla açtım ve yatak odasına doğru yürüdüm. Öyle yorgun ve bitkimdim ki bir gün uyumak istiyordum. Yatak odasının kapısı aralıktı, kapıyı açtım ve Fatoş’ u bir adamla yatakta çırılçıplak gördüm.


  Şaşkındım, afallamıştım. Ne yapacağımı bilemeden kapıdan onlara baktım birkaç saniye. Soğuk sessizliği adam bozdu,’’Maviş’’ dedi ve gözlerini benden çekip Fatoş’a baktı. Fatoştan bir şeyler duymak istiyor gibiydi. Fatoş ise mahcup gözlerle bana bakıyordu. O mavi gözleri ilk kez böyle görmüştüm. Mahcubiyet hiç yakışmıyordu o derin mavi gözlere. Benden bir hareket bekler gibi bakıyordu. Çok hasta olmama rağmen kendimi toparladım ve bir anda okkalı bir küfür edip adama saldırdım.


  Yataktaki adam ona yumruk atmama izin vermedi ve beni itti. Yataktan hızlıca kalktı ve bana doğru saldırmaya başladı. Karşımda yaklaşık bir metre seksen santim boyunda, geniş omuzlu, çırılçıplak, azman gibi bir adam vardı. Kendimi toparlayıp bir kez daha saldırdım ama gözüme yediğim yumruk ile kendimi yerde buldum. Yerdeyken Fatoş’un yataktan kalkmış giyinmeye çalıştığını görüyordum. Adam ise hala karşımda çıplak duruyor ve benden bir hamle bekliyordu. Gözlerimi adamın gözlerine kilitleyip yavaş yavaş doğruldum. Bir kez daha küfür ettim ve adama doğru bir yumruk salladım. Karşımdaki çıplak adam o kadar güçlüydü ki yumruğumu bir el hareketi ile çevirip burnuma bir yumruk attı. O an burnumun kırıldığını hissettim. Yerde yatarken aldatılmış olmanın bana verdiği haklılıkla önce Fatoş’a sonra da adama bir kez daha küfrettim. Bunu duyan adam delirmiş gibi bana yumruk atmaya başladı. Birkaç dakika sonra bayıldım sanırım. 


  Gözlerimi aralık olarak açtığımda adamın sesini duyar gibiydim. Artık giyinmişti ve hem bana hem de Fatoş’a küfür ediyordu. Sonra tekrar bayılmışım.


  Ayıldığımda saat gece yarısını geçiyordu. Yaklaşık on iki saattir yerde yatıyordum ve ayağa kalkacak halim yoktu. Üstüm başım kan olmuştu, gözlerim mosmordu. Kaburgalarımda, sırtımda morartılar vardı. Sabaha kadar yerde acılar içinde yattım. 


  Aklımda sadece iki soru vardı. Fatoş neredeydi? Ve ben ne yapacaktım? 

18 Aralık 2008 Perşembe

SIR


  Küçükken yazları mahalledeki tamirhanede çalışırdım. Oranın emektarı Muzaffer amca vardı. Otuz iki yıldır aynı işyerinde çalışırdı. Duydum ki ölene dekte aynı dükkanda çalışmaya devam etmiş. Dükkanın sahibi, öz oğluna güvenmez Muzaffer amcaya güvenirdi. İşinde iyi, sessiz ve sakin bir adamdı. Beni yanına çırak olarak verdiklerinde ise bana işi öğretmekte hiç istekli olmadı. ‘’Bak, izle, öğren’’ derdi hep. Üç ay boyunca bana hemen hiçbir şey öğretmedi. Sadece çay taşıdım ona. Okulun başlamasına az bir zaman kala ise ‘’İki çay kap, gel yanıma delikanlı’’ dedi. Yanına gittiğimde; 


  ‘’ Bak oğlum yarın okulun başlayacak, sana bir iki tavsiyem var. İş hayatı farklıdır. Ben burada sana işimi öğretmedim biliyorsun. Çünkü öğrensen liseyi bırakıp bu işe başlayabilirdin. Daha genç olduğun için benden daha çok iş yapardın, daha az paraya çalışırdın. Patronunda bana ihtiyacı kalmazdı. Beni kovar, seni alırdı. İş hayatında şunu asla unutma; iş arkadaşlarınla arkadaşlığın, iş arkadaşlığından daha ileriye gitmemeli. 


  Kendine şu hayatta bir ya da iki iyi arkadaş seç. Yardıma ihtiyacın olduğunda sana yardım edebilecek, yardıma ihtiyaçları olduğunda senin yardım edebileceğim iyi kalpli, dürüst insanlar olsunlar. Ama sakın bu arkadaşların, iş arkadaşların olmasın. İş hayatı bencilliği gerektirir. İyi arkadaşlar, kendisi kadar arkadaşını da düşünmelidir. Eğer iş hayatında kendini düşünmezsen ya işsiz kalırsın ya da ölene kadar çırak kalırsın.’’


  Bu sözleri ilk duyduğumda çok anlamıştım. Liseyi bitirdim, askerden geldim ve bir devlet dairesinde işe girdim. Sıradan bir memurken arkadaşım sandığım birinin ihanetine uğradım ve kendimi yerin iki kat dibinde, arşivde, buldum. İşte o gün Muzaffer amcanın sözlerinin manasını anladım. ‘’ Ekmek aslanın ağzında; iş yerinde kimse, kimseyi tanımaz’’ , demişti. Haklıymış.


  Ben Volkan, otuz iki yaşındayım, yeni evlendim ve bir arşiv çalışanıyım. Yerin iki kat altında güneş yüzü görmeden çalışan beş kişiyiz burada. Gerek mekanın kasvetinden, gerekse yaptığımız işin tekdüzeliğinden olsa gerek; benzi sarı, kafası karışık, elleri dosyalarla dolu beş kişi. Arşiv kağıtları nasıl sarı ise; bizimde gözbebeklerimiz ve tenimiz o derece sarı. Bazı kış günleri güneş yüzü görmediğimiz haftalar olur. 


  Seniha hanım, ellili yaşlarının başında olsa gerek, müdürümüz. Murat ve Kamil beyler ise ellili yaşlarının sonlarında olmalılar. Yıllardır terfi alamamış memur olarak kalmış iki adam. Biri siyasi seçiminden ötürü; öteki ise memleketi ve meshebi yüzünden bu arşive atılmış iki zavallı. Az konuşan, işini iyi yapan, sessiz insanlar. Haklarında tek bildiğim memleketleri, oy verdikleri partiler ve kaç çocukları olduğu. Ne birinin evine gitmişliğim var; ne de iş dışında iki kelime sohbetimiz. Çalışma arkadaşlarımdan beni en çok tedirgin eden ise Birol. Bakışlarının donukluğu, konuşurkenki çok içten tavırları ve yüzündeki o yapmacık gülümsemesi ile beni çok rahatsız eden bir yanı var.


  Aramızda buraya sürülmeyen tek kişi kendisi. Benden birkaç yaş büyük sanırım, hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorum. Sadece ben değil, kimse bilmiyor. Beş iş arkadaşı olarak hepimiz yalnızız ama aramızda en yalnız olan Birol.


  Benim çalışma masamda eşimin bir fotoğrafı var. Diğer arkadaşlarında masalarında ailelerinin fotoğrafları var. Hatta Seniha hanımın panosunda, torunun çizdiği, dağların arasından akan bir nehrin yamacına kurulmuş köy evi resmi var. Hemen her çocuğun çizdiği, hiçbir karakteristik özelliği bulunmayan o sıradan resim. Birol’un masasında ise hiçbir resim yok. Çok düzenli ve tertipli; aynı zamanda hakkında hiçbir ipucu barındırmayan sıradan bir masa.


  Arşivcilik, insanı yiyip bitiren bir iştir. Dosyalar çok ağırdır, her dosyanın düzenlenmesinin hem de düzenlenmiş dosyaların dolaplara yerleştirilmesinin çok ağır bir matematiği vardır. Yapılacak bir hata tüm yıllık çalışmanın heba olmasına neden olabilir. Mesai bittiğinde kendimi eve zor attığım çok olur, hatta bazen yemek bile yemeden uyuyakalırım. Bu yorgunluk diğer arkadaşlarımız içinde geçerlidir. Sadece Birol hariç. Her ne kadar geçmişi ve ailesi hakkında hiç konuşmasa da sosyal faaliyetleri hakkında bazen bir şeyler anlatır. Donuk bakışlarıyla gözlerinizin içine bakar ve heyecanlı heyecanlı o akşam neler yaptığını anlatır. Bazen arka ayakları felç olmuş bir kanişe yaptıkları tekerlekli sandalyeyi, bazen de çocuk yuvasındaki bir çocuğun yaptığı komik bir şakayı. İşte o anlarda Biroldan nefret ederim. Aynı işi yapmamıza rağmen, hatta o benden daha çok çalışmasına rağmen bu kadar enerjiyi nasıl buluyor şaşarım.


  Birol’un yıllardır aksatmadığı bir programı vardır ve panosundaki küçük bir kağıtta yazar. Pazartesileri ve çarşambaları iş çıkışlarında çocuk yuvasına gider ve çocukların derslerini yapmasına yardımcı olur. Salıları hayvan barınağına gider ve hayvanlarla ilgilenir. Hatta benim idare ettiğim bazı öğlen tatillerini de hayvan barınağına gider ve hayvanlara bakar. Perşembeler ve cumaları huzur evine gidip yaşlılara kitap okur. Hafta sonları ise akşama kadar ziyaretçisi, refakatçisi olmayan hastalara bakıcılık ve arkadaşlık yapar; akşamda geceye kadar yine hayvan barınağından çalışır. Bu temposunu hiçbir zaman aksatmaz. Hatta bu işleri de gösteriş olsun diye yapmadığından eminim. Yoksa aldığı plaketleri masasının üstüne koyabilirdi. Arada sırada sırf konuşma olsun diye bana anlattığı anıların çok daha fazlasının herkesle paylaşabilirdi. Eminki bu yaptıkları bilinse herkesin takdirini toplar ve bu arşiv denilen bataklıktan kendisini kurtarabilirdi.


  İçimde belki de anlamamanın verdiği bir kuşku yatıyordu bu adama karşı. Bir insan bu kadar iyi olabilir miydi? Bu adam hiç uyumuyor muydu, hiç yorulmuyor muydu? Beraber çalıştığımız ve haftanın beş günü yüzünü gördüğüm bu adam hiç mi sinirlenmezdi? Hiç mi gergin bir an yaşamazdı? Polyana gibi miydi yoksa Süpermen gibi mi? Tüm bu sorular beynimi kurcalarken en çok merak ettiğim nokta şuydu; bir insan nasıl bu kadar iyi olabilir?


  Bir gün Lösemili Çocuklar Vakfından bir yetkili geldi ve Birol beyle görüşmek istediğini söyledi. Gelen adamı Birol’un yanına bırakıp dosyaların arasına gömüldüm. Bir yandan dosya ile ilgilenir gibi görünüyor diğer yandan da gelen yetkili ile Birol’u izliyor ve dinliyordum. Adamın gerek vücut dilinden, gerekse ses tonundan minnettar olduğu aşikardı. Birol yaklaşık olarak bir yıllık maaşı tutarında bir yardım yapmıştı derneğe. Dernek yetkilisi de bağış yapanlar için düzenlenecek geceye gelip, diğer bağış yapanlarla beraber plaketini almasını istiyordu. Birol ise beni çıldırtan aşırı içten konuşmasıyla bir yandan da panosundan aldığı küçük program kağıdını göstererek ,‘’Kusuruma bakmayın beyefendi. Perşembeleri ve cumaları huzur evinde gönüllü olarak çalışıyorum. Davetinize katılmayı çok isterdim ama siz bana plaketimi gönderirseniz çok sevinirim’’ dedi. Dernek yetkilisi şaşkındı. Nazikçe Birol’ün elini sıktı ve müsaade isteyip yanından ayrıldı. Açıkçası ben dernek yetkilisinden de şaşkındım. 


  Bir hafta sonra bir Birol’e bir kargo geldi. Paketi açan Birol plaketi gördü, yüzünde en ufak bir tebessüm dahi olmadan plaketi aldı ve çantasına koydu. Deli miydi bu adam? Tamam yaptığın iyiliklerin bilinmesini istemiyorsun ki bunu çok anlamasam da saygı duyuyorum ama nasıl bir insan aldığı bu plaket karşısında küçük bir tebessüm bile yaşamaz? Piskopat mı bu adam? Deli mi? Ruh hastası mı? O an aklımdan binlerce soru geçmeye başladı. Daha önce de bir şeyler gizlediğinden kuşkulandığım bu adam eminin ki içinden kocaman bir sır ile yaşıyordu.


  Akan zamanla beraber içimdeki şüphe de büyümeye başladı. Zaten son derece resmi olan iş arkadaşlığımız ise devam ediyordu. Bazı öğlen aralarından bir saat kadar önce göz göze geliyorduk. ‘’ Ben idare ederim’’ manasında başımı sallıyordum. O da öğlen arasında da bir hayır işi yapıyor ve mesainin ikinci yarısına bir saat kadar geç kalıyordu.


  Bazen iş yerinde dosyalarla uğraşırken; bazen belediye otobüsü ile eve dönerken camdan dışarı bakarken; bazen de televizyon izlerken aklıma hep Birol geliyordu. Bu adamın nasıl bir hayatı olduğunu, nasıl bir çocukluk, nasıl bir gençlik geçirdiğini çok merak ediyordum. Annesini, babasını, varsa akrabalarını… 


  Rutin bir hayat sürüyordum. İş ve ev arasında mekik dokuyordum. Hafta sonları ise tek eğlencem sabah yatakta biraz tembellik etmekten ibaretti. Ne ülkenin gidişatı, ne Avrupa Birliği, ne de Türksel Süper Lig umurumda değildi. Fakat her ne kadar insan düşünmek istemese de düşünür ya. İşte o anlarda ben hep Birol’u düşünüyordum. Kafamda yaşadığı yeri ailesini hayal ediyordum. Eşime, akrabalarıma, arkadaşlarıma hep Birolden bahsediyordum. Bir gün yine eşime Birolden bahsederken bana döndü ve dedi ki; ‘’ Büyük bir günahı var bu adamın, yoksa kimse bu kadar iyi olmaz. İşlediği ve sonradan pişman olduğu o büyük günahtan kaçmak için iyilik yapıyor. Yaptığı iyiliklerle Allahtan af diliyor.’’ Her ne kadar eşimi çok zeki bulmasam da söylediği aklıma yatmıştı. Büyük bir günah. Acaba hangi büyük günahı işlemişti de hayatını iyiliğe adamıştı.


  Günaha inanan bir adam Allah’a inanıyor demektir. Benim gözlemlediğim Birol de ise dindar hiçbir davranış görmedim. Ne oruç tutar, ne namaz kılar. Bende namaz kılmam ama arada cumaya giderim. Birol’ü hiç cumaya giderken de görmedim. Büyük bir günah işlemiş ve Allahtan korkan bir adam nasıl ibadet etmez? Belki Müslüman değildir diye düşünmeye başladığım ama farklı bir dinden ya da meshepten olduğuna dair elimde hiçbir ipucu yoktu. Bir gün arşive sürülme nedeni meshebi olan Kamil beye Birol’u sorduğumda ‘’Bizden değil’’ dedi. Kimden o zaman bu adam? Sakladığı sır neydi? Bekar olsam, akşam eve dönmem gerekmese –eşim hamile- ben Birol’u kesin takip ederdim.


  Acaba bir tanrıtanımaz aynı zamanda iyi bir insan olabilir mi? Ahiret inancı olmayan bir adam neden iyilik yapsın ki? Hadi iyilik yapabilir bunu biraz anlayabiliyorum. Daha iyi bir dünya için elbette iyilik yapabilir ama Birol’un yaptıkları iyilik sınırını zorlayan şeyler. Bu adam hayatını hayır işlerine adamış durumda. Belki de kendini önemli hissetmek için yapıyordur? Yaptığı tüm işler çok anlamlı işler. Kendini adamışlığı, özveri gerektiren uğraşlar. 


  Kafamdaki sorular arttıkça merakımda artıyordu. Bir salı günü eşimi annesine gönderip iş çıkışı Birol’u takip ettim. Gerçekten de panosunda yazan küçük kağıtta olduğu gibi iş yerine yakın olan hayvan barınağına gitti. Oradaki gönüllülerle son derece resmi bir şekilde selamlaştıktan sonra köpeklerle teker teker ilgilenmeye başladı. Akşam altıdan on buçuğa kadar hiç ara vermeden köpeklerle ilgilendi. Sonra da bekçiye ‘’ Hayırlı geceler’ deyip yürümeye başladı. Benim takip ettiğimin farkında değildi. Yaklaşık kırk dakika yürüdükten sonra evine gitti. Bende bir taksiye atlayıp eve döndüm. Yol boyunca kendimi çok kötü hissettim. Haksızlık mı yapıyordum acaba Birol’e. Adam sadece iyiydi. Sadece iyi.


  Sıradan bir iş günü hepimiz dosyalara gömülmüşken; bir an da bir ses duyduk. Bir çarpma sesi. Hemen sesin geldiği yere gittiğimde Birol’u yerde sapsarı olmuş ve titrerken gördüm. Arşivde çalışan herkesin yüzü sarıdır ama o an Birol’un yüzü altmış yıllık bir kağıt kadar sarıydı. En üst raftan bir dosya alırken adlındaki merdiven kaymış olmalıydı. Yaklaşık üç metreden yere düşmüştü ve en büyük şansı kafasını yere vurmamış olmasıydı. Elindeki dosya, kafası ile yer arasında kalmış ve darbenin gücünü azaltmıştı. Apar topar Birol’u hastaneye götürdüm. Doktor röntgen çekip, tetkik ettikten sonra merak edilecek bir durum olmadığını söyledi. Beyin kanaması riskine karşılık bu gece uyumamasını önerip bizi gönderdi.


  Olayın üzerinden birkaç saat geçmiş olmasına rağmen Birol son derece iyi gözüküyordu. Bana teşekkür ettikten sonra çantasını almak için beraber iş yerine döndük. O yapmacık gülümsemesi ile çok iyi olduğunu söyledi, çantasını aldı ve tam gidecekken Birol’un koluna sarıldım. ‘’ Birol bırakmam bize gidiyoruz, doktor beyin kanaması tehlikesinden bahsetti, yalnız yaşayan bir adamsın. Bize gel beraber sabaha kadar otururuz, sabahta işe gideriz’’, dedim. Dürüst olmak gerekirse Birol’un hayati tehlikesini umursuyordum ama bütün gece Birol’ü gözlemleme fikri de bana harika geliyordu. Her ne kadar mırın kırın etse de inatçı olduğumu gösterdim ve ikna etti. Önce Birol’un evine temiz kıyafetler almaya gidecektik, oradan da bize geçecektik. Bu plan beni çok daha mutlu etmişti. Birol’un evini de görebilecektim.


  Beraber işten çıktık ve Birol’un evine gittik. Evi de aynı iş yerindeki masası gibiydi. Tertemiz ve düzenli. Duvarlarda hiçbir resim yoktu. Eve sadece uyumak için geldiği besbelliydi. Küçük bir televizyonu; hayvanlar ve çocuk psikolojisi hakkında yazılmış birkaç kitabı vardı. Televizyonu koyduğu dolabın altındaki rafta da daha önce aldığı plaketleri gördüm. Hepsi kapalı durum üst üste konmuştu. Hızlıca kendine bir çanta hazırladı ve beraber bizim eve gittik. Eşimin hazırladığı yemeği yedik ve televizyon izledik. Birbiriyle çok zaman geçirmiş olmasına rağmen birbirini tanımayan ve ortak noktaları az olan iki kişiydik. Konuşacak konu bulamıyorduk ve sabah kadar beraber oturacaktık. Eşime Birol’un yardımsever kişiliğinden daha önce bahsettiğim için eşim sohbet açtı ve eşime yaptıklarını anlatmaya başladı. Yine suratına o yapmacık gülümseme gelmişti. O yapmacık gülümsemeyi gördüğüm her an bu adamdan nefret ediyordum. Saat gece yarısına yaklaştığında eşim müsaade isteyip yatmaya gitti. Bende uykumuz kaçsın diye kahve yaptım ve beraber televizyon izlemeye başladık. Yaklaşık iki saat kadar bir kelime bile etmeden televizyon izledik.


  ‘’Kendini nasıl hissediyorsun?’’ diye sorduğumda saat gece üçü gösteriyordu. ‘’Çok teşekkür ederim, çok iyi hissediyorum’’ dedi Birol; o nefret ettiğim gülümsemesi ile. İşte o an hiç planlamadığım bir şey yaptım ve gayet tok bir sesle onu sorgularcasına sordum,


  ‘’Neden?’’Sorumu duyan Birol bir anda afalladı. Gözlerini açıp bana baktı ve daha önce yüzünde görmediğim bir sert bir ifade ile,


  ‘’Ne neden?’’ dedi. Sorum Birol’u savunmasız yakalamış olacak ki bir anda savunmaya geçmişti.


  ‘’Tüm bu yaptığın yardım çalışmaları neden?’’


  ‘’Birilerinin bunu yapması gerekli. Yardıma ihtiyacı olanlara yardım ediyorum. Bunda yanlış olan ne var ki?’’ Sesi hala gergindi.


  ‘’Yardım sever olmak elbette yanlış bir şey değil ama neden bu kadar çok fazla yaptığını anlayamıyorum’’


  ‘’Gücüm ve zamanım var. İstersen sen de yapabilirsin. Mesela yaşlılar ile sohbet edebilirsin ya da senin matematiğin iyidir, kimsesiz çocuklara matematik dersi verebilirsin.’’ Sakinleşmişti Birol.


  ‘’Birol’’ dedim, yine sesim onu yargılarcasına çıkıyordu.’’Benim bir ailem var, hamile bir eşim var, benim bir hayatımda var, ama senin bir hayatın yok’’ özellikle son cümlemi tamamen Birol’u tahrik etmek için söylemiştim


  ‘’Benim de bir hayatım var!’’ dedi. Sesi yine sert çıkıyordu. Eşimi uyandırmaktan çekindiği için ses tonunu kontrol ederek devam etti ‘’ Kimsesiz çocuklar, yaşlılar, hastalar hatta barınaktaki köpekler. İşte onlar benim hayatım’’


  Söylediklerinin hiçbir kelimesi beni etkilemişti. İçimden bir his eteğimdeki tüm taşları dökmemi söylüyordu. ‘’ Bir şeyler gizliyorsun, bir şeyler kaçıyorsun, yaptığın tüm iyiliklerin bir sebebi olmalı. Dindar biri olsan yaptığın iyilikleri anlayacağım ama dindar da değilsin. Ne ailen var ne de arkadaşın. Söyle bana nesin sen? Söyle ne gizliyorsun?’’ kendimi kaybetmiştim. Karşımda oturan Birol’u azarlıyor hatta sorguluyordum.


  ‘’Beni bunları öğrenmek için mi evine çağırdın? Yazıklar olsun sana! İşte bu sebepten hiç arkadaşım yok!’’ dedi, sakince ayağa kalktı ve çantasını toparlayıp gitti. Kullanmadığı senelik iznini kullandı ve üç hafta işe gelmedi. İşe geldiği günde genel müdür ile görüşüp görevinin değiştirilmesini istemiş. İki gün sonra masasını toplayıp yani odasına geçti.


  Ben mahcupluğumdan ötürü yaşadığımız tartışmayı kimseye söyleyemedim. Aklımdaki soru işaretleri devam ediyor elbette. Hala arada bir takip bile ediyorum. Acaba bu adamın sırrı ne?