30 Aralık 2013 Pazartesi

pazartesi - şu anımın analizi

Zaman beni insan sarrafı yaptı pazartesi kuyumları. İster istemez o kadar ço kişi tanıdım ki hayatta; artık sokağıma giren herkesi iki saniyede analiz edebiliyorum. Mesela size şu anı anlatayım. Merhum Adile Naşit yürüyüşlü şu kadın daha önce üç kişiyi blendırla öldürmüş ve yakalanmamış bir katil.

*Simit ve çaya öyle çok anlam yüklememeli.
*Çok fazla ‘şey’’lememeli.
*Sesini tınısındaki bir şey aklımı almalı.
*Aynı anda ayı şeyi söylersek ‘özel cips kola’ oynamamız için beni ikna etmek için cinselliğini kullanmaya kalkışmamalı.
*Metin Milli fan clup başkanı olmalı.
*Gönüllü hemşire olmalı.
*Özel koruması, özel korumama yazmamalı.


Onun çaprazındaki kasketli amcam ise Attila İlhan  hayranı bir emekli bankacı. Şu güvercinlere yem satan adam ise bana karşı yapılacak olası bir saldırıda, saldırganları etkisiz hale getirmemden sonra tutanak tutacak polis. Elazığ'ın Palu köyünden ve tek hobisi çorap örmek. Şu an sokağa giren para dolu kamyonda şoförün yanında oturan kişi de Guinness sorumlusu. Bu sene farkında bile olmadan kırdığım rekorların ödemesini yapacak.

27 Aralık 2013 Cuma

benzetiş

***** Kız düşürmek için ateist olmuş ergen gibisin.
** Stadyum girişinde insanları arayan adamlar gibisin, tek avatajın gay olman.
**Büyük yeminler etmekten korkmadığına göre dinle ilişkin sekiz yaşındaki çocuk boyutunda olmalı.
**Eski resimlerine bakıp hüzünlenmediğine göre hayatın adaletsizliği saa yaramış.
**Basın açıklaması yapacak kadar havalı bir insandı.
**Sokaktaki uydu antenini yönüne bakarak kıble bulabilecek kadar engel tanımazsın.
**Can sıkıntısını yavru kedi resimlerine bakarak çözebilecek kadar hayatı çözmüştü.
**Toplu fotoğraflar hep en dışta kalan arkadaş gibisin. Yani sadece fotoğrafı çekenden daha popülersin.
**İstiklal marşı çalmadan televizyonu kapatmadığına göre yanlış çağda yaşıyorsun.

**Uzun telefon konuşmalarını seven biri için çok sağlıklısın.

24 Aralık 2013 Salı

Büyük ikramiye mekan

Antre: Hiçbir şey yok. Duvara çakılmış sadece iki tane inşaat çivisi ve onlara asılı bir eski gocuk ve bir eski hırka.
Salon: Eski bir kanepe var.  Bir çeşit çek yat. İlk çekyatlardan. Hani bir büfesi olurdu da içine doğru itince koltuk, çekince yatak olurdu. En az 40 yıllık. Büfe kısmında ansiklopediler var. Sabah gazetesinin bir yıl boyunca kupon biriktirip karşılığında verdiği 24 ciltlik Meydan Larousse’lar. Duvarlar çok silik bir yeşil. Boyası geleli yıllar olmuş gibi. Perde ise eski desenli perdelerden. Kocaman çiçeklerle bezeli.

Bir de dev ekran bir televizyon var. 105 falan olmalı. Televizyonun altında yine gayet modern bir televizyon sehpahası. Sehpahanın altında ise uydu alıcısı. Televizyonun kumandası falan öyle havalı ki; sanki bir odada bir zaman makinası durumu var. Salonun yarısı 1980’lerde, diğer yarısı ise 2010’larda.

Oda 1: Odada hiçbir şey yok. Kapısı kapalı. Yerler toz, uzun zamandır silinmediği belli. Duvarlar maviye boyalı ama silikliği salon kadar fazla. Odada perde yok ve balkona açılıyor. Yan apartmanın balkonu tam karşısında. Yan komşu odanın bomboşluğunu her balkona çıktığında görebiliyor.

Oda 2: Bu odada da hiçbir şey yok. Durum ilk oda ile aynı. Apartmanın arka tarafına bakıyor.

Banyo: Ev gibi banyo da küçük. Küçük bir küvet var ama küvet için perde bile yok. Tuvalet için bir klozet de var ama klozetin hiç kullanılmadığı besbelli. Siyah bir klozet kapağı ve klozet kapağının üstünde bir leğen var. Az olan çamaşırlarını eliyle yıkıyor banyo da kurutuyor. Ondan ev nemli biraz. Sabunlar üst üstte dizilmiş. Çamaşırlarını da, kendisini de o sabunlarla yıkıyor. Şampuan kullanmıyor.

Mutfak: Evin darlığının yansımadığı tek yerdi mutfak. Küçük bir masa ve hemen her yerde gördüğümüz o plastik sandalyelerden bir tane vardı. İki üç tane tabağı vardı. Yine birkaç çatal ve kaşık. Çok eski bir çaydanlık, teflonu gitmiş bir tava ve küçük bir tencere. Buzdolabı da çekyat gibi müzelikti. Açık mavi küçük ve tatlı. En az kırk yıllık. Buzdolabının içinde iki kalıp peynir ve iki koli yumurta. Ekmeğini günlük alırdı.


Eski tahta dolaplardan var mutfakta. Dolapların kapısı kapalı. İçinde ise hemen hemen 80 milyon lira var. 2019’u milli piyago yılbaşı çekişili büyük ödülü.

23 Aralık 2013 Pazartesi

pazartesi - sembolizm

 Daha önce binlerce kez söylediğim gibi sembol olayını sevmiyorum pazartesi Dan Browncuları. İnsan net olmalı. Dikkatli incelemediğimizde kadın kalçasına ya da göğüs dekoltesine benzeyen; simetrik iki soru işaretini de andıran o şekil nasıl oluyor da aşkı sembolize edebilir? Nasıl olur da kalbi sembolize edebilir?

*Atlanılabilir bir balkonu olmalı.
*Vergisi düşük olmalı.
*Uzun konuşmalarının uyku getirici etkisi olmalı.
*Hava durumu sunucularına ayar olmalı.
*Köpek dişi çok uzun olmamalı.
*Facebook resim beğenicisi olmamalı.
*Arabesk bir yanı da olmalı.


Hadi tamam bu tür abuklukları kendi aranızda yapıyorsunuz, sesimi çıkartmıyorum ama bana olan sevginizi nasıl bu şekilde sığ olarak ifade edebilirsiniz? Madem sembol istiyorsunuz artık bana olan sevginizi şöyle sembolize edin. Gerçek bir beyin çizin -üstten- şöyle kıvrımlı mıvrımlı, sonra onun altına dört kapakçıklı, dört kulakçıklı bir kalp istiyorum, aortu belirgin olsun. En son da şöyle güzel bir mide resmi istiyorum, kalp ve beyni çevrelesin. Hadi yeni sembolünüz hayırlı olsun.

22 Aralık 2013 Pazar

abuk subuk seri katil tiplemeleri

Saatleri duranları öldüren seri katil. İnsanları özellikle kollarına bakıyor. Eğer saatleri çalışmıyorsa öldürüyor. Sebebi küçükken saatçide çalışması ve orada tacize uğramasıymış mesela.

Dışarı sarkmış cam silenleri öldüren seri katil. Aşağıdan tek kurşunla indiriyor. Özellikle düşüşlerini izlemeyi seviyor. O kadınların ölümle öyle dans etmelerini de kıskanıyor.

Donla denize girenleri öldüren seri katil. Kötü hatta son derece şansız bir boğaz anısından sonra kayışı kopartmış olmalı.

Erkek hemşireleri yani hemşirleri öldüren seri katil. Aslında derdi tüm meslek ile olabilir ama kadınları öldürmeyi kendisine yakıştıramadığı için hemşirleri kendine hedef seçmiştir. Zayıf bünyesinde dolayı hastanelerde geçen bir çocukluk sonrası gelişen bir tramvanın sonucu olabilir.

İntikam alamayanları öldüren seri katil. Tabiki de intikama inanıyor ve intikam alması gereken ama alamayanları öldürüyor. Polis soruşturması falan olsa da çok zeki bir dedektif belki çözer. Tüm maktullerin başından büyük trajediler geçmiş ama suçlulular ceza görmemişler.

Zabıtaları öldüren seri katil. Herkes pazarcılarda ve esnaftan şüphelenecek. Halkta bir “mustahak” havaları. Sonra katilin küçükken pazarda su satan bir çocuk olduğu ortaya çıkacak. Hatta bir yerlerde Melih Kibar’ın sucu çocuk melodisine vurgu da olabilir. Çünkü katil esnaflıkta yürüşümüş gitmiş holding sahibi olacak.

Annesine bağırıp çağıranları öldüren seri katil. Küçükken kendisi annesine bağırıp çağırdığı için annesinin intihar ettiğini düşünüyor ve ‘başka annaler çekmesin’ diye bunu yapıyor.


Kucağında bebeği varken sigara içenleri öldüren seri katil. Lakabı duman avcısı olsun. Çocuğu sevecekmiş gibi yaklaşıp ebeveynin dalağına bıçağını saplasın. Böylelikle maktül düşerken bebeğin zarar görmesini engellemek için bebeği tutabiliyor. Sonra da bebeği güvene alıp uzaklaşıyor.

benzet me

1.      Yemek programlarında yemek tadıp, o an ilk kez et yemiş gibi kendinden geçen tipler kadar yalancısın.
2.      Çocuklarla çocuk gibi konuşup, çocukları kandırmaya çalışan sözde sevimliler gibisin.
3.      Bir madenci kadar hayatı seviyorum.
4.      Ve bir madenci kadar kuşları seviyorum.
5.      Televizyon programında şarkıcının arkasında duran orkestra elemanın gibisin. Solistin sohbet ederken boş boş durman yetmezmiş gibi, şarkıları da playback yapıyor. İşte o kadar etkisizsin.
6.      Kilo almış bir kadının, kilo almış başka bir kadına “Zayıfladın mı sen?” demesi gibidir hayat.
7.      Her şeyin daha önce aklına geldiğini öne süren yaşlı amcalar gibisin. Kimse seni sallamıyor.
8.      Kaseti çıkmış siyasetçi gibisin. Mağduriyet hiç üstünde durmuyor.
9.      Tek bilinmeyenli bir denklem kadar sığsın.

10.  Rodeoya gönül vermiş bir hintli gibiyim.

20 Aralık 2013 Cuma

altınla dolu saray

Çok geniş bir alan. Belki şimdiye kadar yapılmış en büyük sarayın içi kadar devasa. O ihtişamlı sarayın içinde hiçbir şey yok. Sadece altınlar var. Büyük kısmı sikke gibi olsa da mücevherler de var. Hemen her şey altından gibi gözüküyor. Eski çizgi filmlerdeki Varyemez Amcanın daldığı altın havuzu gibi.

Altınların altında ise bir ejderha yatıyor. Uzun boynu, sivri dişleri, yeşil rengi, kanatları, kuyruğu ile tam tanımı ile ejderha. Güzel akıcı bir ingilizcesi var. Tam nüktedan sayılmasa da kendine has bir mizahı var.


Sarayın içinde çatıyı tutan  sütunlar, kavisli merdivenler, irili ufaklı duvarları işlenmiş odalar var. Ama saray ölü. Sadece altınlar ve ejderha var. 

16 Aralık 2013 Pazartesi

pazartesi - gündelikçimin güncesi

Belçika first laydisi benim bir peçeteye yazdığım rapor sonucu aşırı güvenlikli bir akıl hastanesine yatırıldığından beri; temizlik için çakma sarışın seksi bir hanım kızımız cumaları geliyor pazartesi hannibalları. Yetenekli değil ama gayretli. Yeteneksizliğini farklı çözüm yolları üreterek kapatmaya çalışıyor.

*Buffı olmalı ve buffını iyi kullanabilmeli.
*Anne – babasının balatayı sıyırmış olmasında etkisi yüksek olmalı.
*Aptal saptal bir yanı da olmalı.
*Madalyası ve madalyonu olmalı.
*Ateistleri, aslında nihilist oldukları konusunda ikna etmeli.
*Çantasında ilkyardım seti olmalı.
*Girdiği rollerden şırpıdanak çıkabilmeli.

Mesela eve toz girmesini engellemek için bizim semtin her yerine beton döktü ve semt girişine devasa ayakkabılıklar yaptırdı. Kimse ayakkabısı ile semte girmiyor. Hakeza arabayla girmek isteyenlerde zorunlu olarak arabalarını yıkatıyorlar. Bir de geçen cam silerken dışarı sarkmıştı hanım kızımız. Bana el sallamak için ellerini bıraktı ama düşmedi. Sanırım uçamasa da havada durabiliyor.

12 Aralık 2013 Perşembe

Hakkında pek bir şey bilmediğim bir grup şey


1.      Denizcilik.
2.      Esnaflık
3.      İkna
4.      Prostat
5.      Çin
6.      12 ada
7.      Ebevenlik
8.      İsntagram
9.      Akıllı telefonlar
10.  Türkiye futbol 2. Ligi
11.  Amerikan seçim sistemi.
12.  Go
13.  Japonların dini
14.  Mezhepler ve farklılıkları
15.  Editörlük
16.  Toplanan kağıtların ne olduğu
17.  Kennedy suikasti
18.  Bilgisayar programcılığı hatta format atmak
19.  Ateş etmek
20.  Vampirler ve insanların vampirlere ilgisi
21.  Boya badana
22.  Makyaj
23.  Özel korumalar, özel güvenlikçiler
24.  Su topu
25.  Reji
26.  İran sineması
27.  Resim

28.   

kötü şairler - ben kişisi ile

Yıllar yıllar önce sağ kolum Turgut ve sol kolum Nejdet ile beraber butik bir mafyanın üç ayağıydık. Öyle çok büyümekte gözümüz hiç olmadı, az olsun bizim olsun dedik ve küçük esnafı sömürüp, küçük çekleri kırdık. Turgut şiddet kullanılmasının gerektiği durumlarda sahneye çıkar ve rolünü en iyi şekilde oynardı. Hormonel dengesizlikle geçmiş ergenlikte kalma çopur yüzü, parasının çoğunu harcadığı italyan takımları ve kocaman elleri ile şiddet için doğduğu besbelliydi.

Sol kolum Nejdet ise işin siyasi kısmı ile ilgilenirdi. İyi konuşurdu, Melih Gökçek gibi gülerdi ve çözüm odaklı tavırlar sergilerdi. SHP’den Küçükçekmece Belediyesi encümen üyeliği bile vardı. Nezaketini hiç bozmadan insanları öyle tatlı tehdit ederdi ki şaşardınız.

Biz büyümeyelim, az olsun bizim olsun, durmasını bilse Osmanlı çökmezdi, bir balonu ne kadar şişirirsen patlamasına o kadar yaklaşırsın gibi şeyler söyleyip yirmi yıla yakın hüküm sürdüysek de; genç ve umut vadeden siyah paltolu bir organizasyon tarafından darmaduman edildik. Öyle ki savaşın sonunda elimizde hiçbir şeyimiz kalmadığı gibi artık yürüyemiyorduk bile. Eskiler topuğa sıkardı, yeniler belden aşağısını felç ediyor. Yine de “Omerta deriz, çekeriz” dedik ve sustuk. Onlar da üçümüzü Suz Huzurevine yerleştirdi ve burası kesinlikle sloganındaki gibi “Cennete açılan cennetten bir köşe” değildi.

Biz bir kere hürmet görmeye, insanların bize korkarak bakmasına, göz teması kuramamasına alışmışız. Suz Huzurevinde bunların hiçbirini bulamadık. Sosyal yönden de hiç gelişmediğimizi de yine burada fark ettik. Mesela normal insanlar gibi konuşamıyoruz, iki dakika sonra ya racon kesiyoruz ya da sohbeti kesiyoruz. Bir de üstüne üstlük birkaç Yeşilçam filminde jönlük yapmış bir adam da bizim gibi burada kalıyor. Herkes jöne hürmet ediyor, arada sırada televizyon kanalları geldiği için yönetimle de arası çok iyi.

Bir de Beril Hanım var. Ufak tefek, küçücük elleri var, kişisel gelişimciler gibi konuşuyor ve çok güzel gülümsüyor. Dört evlilik yapmış olmasına ve dördünün de şair olmasına şaşırmamak gerek. Bir keresinde okey oynarken “Tüm kötü şairler bana aşık olur, 1962’deki Artist Mecmua’sının açtığı yarışmanın jürisinde bir tane daha fazla kötü şair olsa Filiz Akın değil ben artist olurdum” demişti. Huzurevinde en çok mektubu o alırdı; merhum bir oda arkadaşının dediği gibi “Zarfı açar ve şiirse okumadan direkt çöpe atar ve ona sadece şiirler gelir” Ama Beril Hanım’la on beş dakika geçirip kağıt kaleme sarılmamak mümkün müydü?

Değildi. Ama duyduklarımdan sonra ona şiir yazıp vermek de olmazdı.

Bitmiş tükenmiş bir mafya olmamıza rağmen kendi aramızdaki hiyerarşimizi koruyorduk. O Salı sabahı Posta Gazetesi Turgut’un elinde olmasına rağmen önce okumam için bana uzattı. Ben de her sabah olduğu gibi heyecanla Yurdum Şairleri köşesini açtım ve beynimden vurulmuşa döndüm. Üçümüzün şiirleri yan yana yayımlanmıştı.

Önce Nejdet’in “Kalp Atışım” isimli şiiri, onun sağında benim “Tek Hayalim Sensin” şiirim, benim de sağımda Turgut’un “Yar” isimli şiiri. Üç şiirinde Beril Hanım’a yazıldığı besbelliydi. Özellikle kendisine emeli deyip, kırk beş buçuk yıldır şiir yazdığını öne süren Turgut ‘Beril’im’ diye akrostiş bile yapmıştı.

Öğlen olmada üçümüz de odalarımızı değiştirdik. Hatta Nejdet kendisini tebrik eden jön eskisinin sol ayağının üstünden tekerlekli sandalye ile geçerek adamın ayak tarak kemikleri un ufak bile etti.

Üçümüz de kötüydük, üçümüz de daha önce adam öldürmüştük, hem de hiç pahasına. Yine yapabilirdik. Hem zaten tekerlekli sandalye bağımlı olarak Suz Huzurevinde yaşıyorduk. Cezaevi şartları şimdiki halimizden ne kadar kötü olabilirdi ki? Yaşlıyız diye hapse bile atılamazdık.

Olaydan sonraki ilk öğlen yemeğinde üçümüz de salonu birer köşesinde tek başımıza oturmuş Beril Hanım’a bakıyorduk. O ise bu filmi kim bilir kaç kez görmüştü, gözünü üçümüzden de kaçırıyor umursamaz gözükmeye çalışıyordu.

İlk hamle Turgut'tan geldi ve akşam yemeğinde elindeki meyve bıçağı ile bana saldırdı. Araya yıpranmış adaleler, tekerlekli sandalyelerimizin tekerlekleri ve görevliler girdi ve emeline ulaşamadı. İş hemen önce yönetime, sonra polise yansıdı. “Şakalaşıyorduk, arkadaşlar yanlış anladı” dedim ve olayın üstünü örttüm. Hatta Turgut’la sarılıp öpüştük bile. Hem de hayatımızda ilk kez.

Bir hafta sonra ise Nejdet hastanelik oldu. Odasını temizleyen görevli ayakkabısının içinde haplarını buldu. Nejdet ilaçlarını içmiyordu. Herkes yaşlılığın insanı delirtmesine yorduysa da asıl amaç Turgut ve beni zehirlemekti. Hastaneden iki ay sonra taburcu olduğunda artık sağ tarafını hiç hissetmiyordu.

Tabi ki ki ben de boş durmadım. Hasta bakıcıya köşeye ayırdığım parayı verdim ve bana silah temin etmesini istedim. “Ayıpsın dede, biz Karabayır çocuğuyuz”, dedi ve bir daha işe gelmedi. Biraz daha param vardı, yeni hasta bakıcıya da aynı teklifi yaptım ve aynı şekilde kazıklandım. Artık eskisi kadar zeki değildim. Arada sırada namaz kıldım ve “Allah’ım rica ediyorum Turgut ve Nejdet ölsün” diye dua ettim. Dualarım bir fazlası ile kabul oldu.


Bir sabah üçümüz de ölü bulunduk. Daha doğrusu öldürülmüş bulunduk. Katil ya da katillerimiz asla bulanamadı. Hayır polis ne yapsın, o kadar çok kötü şair var ki.

11 Aralık 2013 Çarşamba

benzetme işte birazı kötü şairlerle ilgili

*Buz gibi soğuktu oda, morg gibi, belki biraz daha kirli.
*Herkes o kadar yavaştı ki; istesem de hiçbir ayrıntıyı kaçıramıyordum
*Ona gelen mektuplar yüzünden postacı vücut geliştirmeci olmuştu.
*Artık eskisi kadar zeki olmadığını anlaması için çok para kaybetmesi gerekiyordu.
*Tekerlekli sandalye artık ücudunun bir parçası gibiydi, eski model bir transformers gibiydi.
* Nazardan korunmak için gözü olanın gözüne ateş ederdi.
*Kaybetmeyi kaybede kaybede değil, tek bir mağlubiyetle öğrenmişti.
*İşlevsiz icatler peşinde koşan bir mucit gibi sadece sempati puanlarını topluyorsun.
*Arkasında vergi levhası olan mafya kadar güvenilirsin.

*Karacaahmet mezarlığının karşısına güneş gözlükçüsü açacak kadar geniş vizyonu vardı.

10 Aralık 2013 Salı

huzurevi - mekan

Kırk çok yaşlı bir solundayız. Ortada sandalyeler ve masalar var. Erkekler televizyonunda başında doğru hareketlenmeye başladı bile. Öğlen haberlerine on beş dakika var ve bir kısmınızı televizyona kadar yürümesi zaten on beş dakika alıyor. Kadınlardan gözleri iyi görebilenler belki gelir diye bekledikleri torun torbasına bir şeyler örüyor. Tescilli vefasızlıklar vefa dilercesine.

Haberler bitti, duyanlar duymayanlara olanları anlattı. Bir kısım tartışmaya devam etti. Çok ses yapıyor ve kavga ediyorlar diye televizyon akşamüstüne kadar kapalı. Evlenme programına kadar kimse açmayacak.

Masalarda okey ve kağıt oynuyorlar. Bir şeyine oynamak yasak ve bir o kadar imkansız. Çünkü üzerine oynanacak bir şeyleri olsa çoğu kişinin burada işi olmaz. Sakinleştiricisine ya da uyku hapına büyük oyunlar oynanır belki ama ilaçları mavi önlüklü hastabakıcılar içirdiği için kimseni eline ilacı geçmiyor.

Sigara yasak ve sigara odası yok. Herkes de romatizma olduğu için cam açmak her zaman sorun. Ondan sigara içen dışarı çıkmak zorunda.

Odalar birer ya da üçer kişilik. F tipi hapishaneler gibi. Az biraz gücü olan kadınlar yataklarını topluyor, erkekler yataklarını ne kadar güçlü olurlarsa olsun toplamıyorlar. Çarfaşlar ve yastık kılıfları tek tip. Hepsi koyu mavi ya da koyu yeşil.

Yaşlandıkça alerjik olduğundan insan;  çiçek ve hayvan kesinlikle yasaklar listesinden en üstlerde. Herkes daha sinirli, daha öfkeli, daha küfürbaz ve daha kavgacı. Ortamda bir tane bile ermiş ya da erme potansiyeli olan biri yok gibi. Herkes anlatıyor bir şeyler. Herkes, herkesi hikayesini en ince ayrıntısına kadar biliyor. Dinleyeni dinleyen yok. Herkes daha acımasız. Ölüm çok daha sıradan.



9 Aralık 2013 Pazartesi

pazartesi - canım NASA'cığım

NASA’ya olan kırgınlığım sürse de; her seferinde bir yolunu bulup gönlümü alıyorlar pazartesi kauntumcuları. Eşek sıpaları bu sefer o kadar tatlı bir sürprizle kapımı çaldılar ki; inanın ne dövebildim ne de kalplerini kırabildim. Evin her odasına yangın alarmı gibi bir şey kurdular ve elimi öpüp gittiler.

*Islak beton gördü mü adını ve tarihi yazmalı.
*Abuk subuk şakaları olmalı.
*Soluma yakışmalı.
*Televizyona çıkmalı ama beş kilo fazla çıkmamalı.
*Ne mobil ne de yayayken buzda kaymamalı.
*Şansı yaver gitmeli.
*Dakik olmamalı, zamana yaymalı.


Onlar gider gitmez hemen yeni oyuncağımı denedim tabiki. Tuşa bastığım gibi yerçekimsiz ortamdaydım. Evde tatlı tatlı süzüldüm, tavandaki örümcek ağlarını aldım. Ağları aldığım yerde tetris oynadım. Süperdi, tetris bile tersti. Sonra uyuya kalmışım, uyandığımda ise kafam şöminemim içindeydi. Kafamdaki isi yıkamak için banyoya girdim ama yıkanamadım. Tüm banyo su oldu. Tuvalet konusuna ise hiç girmiyorum. Ama ne olursa olsun, çok eğlenceli.

2 Aralık 2013 Pazartesi

pazartesi - zebze meyve ağaç falan

Kozalaklar çam ağacının meyvesidir ya pazartesi botanikçileri; benim de meyvem umarsızca salladığım yumruk ve tekmelerim. Düşününce çam ağaçları ile ne kadar çok ortak noktam var. Mesela ben de yaprak dökmüyorum. Dallarım kadar köküm var. Sakin ve durgunum; yağmur ve rüzgardan etkilenmiyorum.

*Uyuklarken salyası dudağının yanından akmamalı.
*Yüzünün mimiksiz hali derin düşüncelere dalmış gibi olmalı.
*Arabayı hep gölgeye park etmeli.
*Kışın çamaşırları vücut sıcaklığıyla anında kurutabilmeli.
*Çoraplarını çıkartıp kapılara tırmanabilmeli.
*Makyajla badana arasındaki farkı bilmeli.
*Bir bakan bir daha bakmalı, üçüncü kez bakının burnunu kırmalı.

İşte bunları düşündükten sadece sekiz saniye sonra aklıma muhteşeme yakın bir fikir geldi. Her yer çam ormanı olsun. Sonra düşündüm de meyvelerden en çok karpuza benziyorum pazartesi herbalisteri. Sert kabuğumun altında sulu ve tatlıyım, sekiz saniye düşündüm de; hemen her yer karpuz ormanı olsun. Böylelikle susuzluğa da önlem almış oluruz. Düşündüm de sebzelerden en çok turba benziyorum pazartesi yumru köklüleri...

27 Kasım 2013 Çarşamba

avuca topukla basmak

ı.
Güneşten yeni kopmuş dünya misali; kendi etrafında dönen, bir toz ve gaz bulutu gibiydim. Milyonlarca yıla ihtiyacım vardı. Belki biraz daha fazla.

O güne kadar gördüğüm en iri kadın karşımdan bana doğru geliyordu. Başı yeşil bir eşarpla kapalıydı, Siyah modern bir pardösüsü topuklu ayakkabıları vardı. Genelde genç bir kadın görünce farklı duygulara kapılırım ama bu sefer hissettiklerim apayrıydı. Olası bir kavgada kim döver? Geniş omuzları, sağlam adımları ve muhtemelen fit vücuduyla gördüğüm hiçbir kadına benzemiyordu.

Tam yanımdan geçerken de bir omuz attı. En son ilkokulda yan sınıftaki İri Murtaza beni dövmeden omuz atmıştı ama onda bile bu kadar canım yanmamıştı. İki adım geri savruldum ve ona baktım. O da bana bakıyordu. Hem de öfkeyle. İri Murtaza da bana öyle bakmıştı. Kız kardeşinin saçını çektiğim için öfkesini biraz anlayabiliyordum. Ama şimdi...

Üzerime doğru yürümeye başladı ve sağ avucunun içiyle alnıma vurdu. Sonra iki eliyle yakama yapıştı ve susmaya başladı. Hiç konuşmuyordu. Aslında bir insanın yakasına yapıştığın zaman onu neden döveceğini açıkladığın zamandır. Baktım konuşmuyor, yakamı kurtarmaya çalıştım ama olmuyordu. Çok güçlüydü, çaresizce etrafıma baktım. Üç dört kişi vardı ama onlarda buraya bakmıyordu. İlk sekiz on saniye yüzümü saran aptal gülümsemenin yerini donukluk almıştı. İkimiz de donuk donuk birbirimize bakıyorduk ki; ayak bileğime izini ölen kadar saklayacağım o tekme geldi. Keşke düşseydim ama düşemedim. Mideme dizi yeyince ise yerdeydim. Cenin pozisyonunda yatıyordum ve zaman geçirmek için yere yatan futbolcu gibi etrafı kesiyordum. O da belime ve sırtıma tekmeler atıyordu. Tam o an yaşadığım en büyük acıyı hissettim. Avucuma topuğu ile bastı.

ıı.
Binlerce yıllık kayalar gibiydim. Zerre esnekliğim yoktu. Demircilerin üzerinde demir dövdükleri demir gibiydim. Üzerime meteor düşse bana bir şey olmaz, o parçalanırdı. Bana çarpacak olan tren akordiyona dönerdi.

İnsanların bana bakmasına dayanamıyordum. Boyumun bu kadar uzun olmasının hiçbir mantıklı açıklaması yok. Ne basketbol oynadım ne de geç adet gördüm. Bırak ailemi, sülalemin en uzunu benim. Spor yaptım elbette ama hep odamda tek başıma. Yüzlerce şınav ve mekik çekebiliyorum ama hiç barfiks çekmedim. Çünkü odamda vücudumu çekebileceğim bir aparatım hiç olmadı. Zaten parmak uçlarıma kalkınca tavana dokunmam için çok az mesafe kalıyordu. Kendimi güçlü hissediyordum ama kendimi hiç sınamamıştım.
Her zaman basitle başlamak en mantıklısıydı. Ve onu karşımda gördüm. Yeni çıkmaya başlayan sakallarını uzatmaya çalışıyordu. Uzun ama sıskaydı. Kot pantolonundan bacaklarının ince olduğu, tişörtünden de kollarının kassız olduğu belli oluyordu. Bakışları hatta beni süzmesi midemi bulandırmıştı. Dayanamadım ve omuz attım.

O kadar güçsüzdü ki; araba çarpmış gibi sarsıldı. Dayak gerçekten de bir yansıtma durumu.İlkokulda Gözde’nin bana durup dururken yaptığı alnımı avuçlamasını ben de ona yaptım. Sonra da hesap sorar gibi yakasına yapıştım. Onunla bir hesabım yoktu ki. Güçsüz kollarıyla çırpındı durdu. Çaresizliği hoşuma gidiyordu. Önünü kapattıkça yön değiştiren bir karafatma gibiydi.

Vurdum, vurdum, vurdum ve vurdum. Bir daha vurdum. Avucunu topuğumla ezince kendime gelmişim. Çocuğu hali perişandı. Ayağa kalmasını bekledim. Baktı vurmuyorum, kalktı. Bana vurmayı düşündü, cesaret edemedi; kaçmayı düşündü, onu da yapamadı; konuşmak istedi, laflar ağzından çıkamadı; ağlayası da vardı ama ağlayamıyordu.

Birkaç adam arkasından merakla bize doğru yürümeye başladığını görünce çığlığı bastım ve ağlamaya başladım. Onun gibi benim de ağlamaya ihtiyacım vardı; baktı ben ağlıyorum, o da ağlamaya başladı.


Polis geldi, karakola gittik, aileler geldi, avukatlar geldi, adli tıbba gittik. Raporlar ve görgü tanıkları çocuğun benden dayak yediğini göstermesine rağmen herkes bana inandı. Avucundaki topuk izinin nasıl olduğunu bilmediğimi söyledim ve çocuktan şikayetçi olmadım. Nedeni hakkında birkaç fikrim var ama nedense o da benden  şikayetçi olmadı.

25 Kasım 2013 Pazartesi

pazartesi - işsizlik rakamlarım

İş ve işçi kurumu diye bir şey duymuş muydunuz pazartesi abileri. Ben bu çarşamba duydum. Günümüz devlet memuru profiline uygun; ucuz takım elbiseli, demode kravatlı, badem bıyıklı ve bıyık altı gülümsemeli bir grup ziyaretime geldi. "Abdest alabilir miyiz?" demelerinden ölüme susamış olduklarını hemen anladım.

*Çayı porselen demlikte demlemeli.
*Tahripkar bir öfkesi olmalı.
*Amatör olarak voodoo büyüsü ile ilgilenmeli
*Takip mesafesini korumalı.
*Politik şakalar yapmamalı, politikacı taklidi asla yapmamalı.
*Saatleri sessiz çalışmalı.
*Çalar gibi yaptığı bir müzik grubu olmalı.


Ortamda manasız bir neşe vardı. Çalışıp çalışmadığımı, sigortam olup olmadığını sordular ve hayatımda hiç duymadığım bir hitap şekli ile karşı karşıya kaldım. Bana iki lafın birinde "Abi" dediler. Sordukları sorulardan bir şey anlamadığımı söyledim ve baktım ben de onlara "Abi" diyorum. Ne illet bir sözmüş yahu. "Pazartesi gel, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak başla abi" dediler. Birbirimize yüz yüz elli kez daha abi dedik sanırım. En son biri "Abi n'olur bıyıklarımı yolma, iş hayatım biter" diyordu.

21 Kasım 2013 Perşembe

Kötü Şairler

ı.
Cumhur’un sağ kolu Turgut , organizasyonlarının şiddet gerektiren anlarında ortaya çıkardı. Hormonal dengesizliğiyle geçmiş ergenliğinden yadigar kalan çopurlu yüzü; uzun kolları, bacakları ve kürek gibi elleri ile rolü için doğduğu aşikardı. Eskiden İtalyan mafyaları gibi giyinirdi, kazancının çoğu ayakkabılarına ve takım elbiselerine giderdi.

Cumhur’un sol kolu ise Necdet’ti. O da organizasyonun siyasi kısmıyla ilgilenirdi. SHP’den Küçükçekmece Belediyesi encümen üyeliği bile vardı. Konuşmayı bilir, çözüm odaklı tavırlar sergilerdi.

Cumhur‘ un da liderliğinde  üç ayak üzerine şekillenmiş butik bir mafyaydılar. Büyüdükçe sorumlulukların ve sorunların artacağını öngördükleri için ‘Az olsun bizim olsun‘ dediler ve küçük esnafı  sömürüp, küçük çekleri kırdılar. Çeyrek yüzyılı aşkın süre gül gibi geçinip gitseler de; bir gün siyah paltolar giymiş genç ve gelecek vadeden bir organizasyon tarafından darmaduman edildiler. Mücadelenin sonunda üçü de tekerlekli sandalyeye mahkumdular. ‘Omerta deriz, çekeriz’ deyip seslerini çıkarmadılar ve Suz Huzurevi'nde yaşamaya başladılar .

ıı.
Suz Huzurevi kesinlikle vadettiği gibi “Cennete açılan cennetten bir köşe” değildi. Aydınlatması zayıftı, çalışanları her ay değişiyordu ve hizmet biraz olsa da hürmet sıfırdı. Cumhur ve ekibi ise hayatta hiç hürmetten eksik kalmadıkları için büyük sorunlar yaşıyorlardı. İşin kötü kısmı ise; eski bir jön de aynı huzur evindeydi. Adam yaşına göre hala yakışıklı ve güçlüydü. Arada sırada gazeteciler geldiği için huzur evinin reklamı olduğundan tüm hürmeti de o kapıyordu.

Bir de Beril hanım vardı; ufak tefekti, küçücük elleri vardı, psikolog gibi konuşuyordu ve yalancı gülümsemesini bile samimiymiş gibi gösterebiliyordu. Belki bu sebeplerden belki de bambaşka bir sebepten dolayı tüm kötü şairler ona aşık olurdu. Gençliğinde bu büyüye kendini kaptırıp güzellik yarışmalarına katıldıysa da; jürilerde yeterli sayıda kötü şair olmadığı için hiç kazanamamıştı. O da çaresiz birçok kötü şairle evlendi ve hepsini boşadı.

Suz Huzurevinde tek sosyal aktivite okey, tavla, domino oynamaktı ve doğaları gereği Cumhur ve çetesi bu işlerden uzak duruyorlardı. Eskileri de omerta gereği konuşamadıkları için yapayalnızlığa itildiler. Bir kelime dahi etmedikleri günler oluyordu. Sadece gazete okuyup, televizyon izleyip odalarına çekiliyorlardı.

Bir Salı sabahı aralarında hala sessizce yaşayan hiyerarşiden dolayı Cumhur gazeteyi eline alıp sayfaları çevirince beyninden vurulmuşa döndü. Posta Gazetesi, yurdun şairleri köşesinde üçünün şiirleri yan yana yayımlanmışlardı. Önce Necdet ‘in “Kalp Atışım” şiiri, onun yanın da Cumhur ‘un “Tek Hayalim Sensin“ şiiri ve en sonunda da Turgut‘un “Yar” şiiri. Üç şiirin de Beril Hanım’a yazıldığı besbelliydi. Özellikle kendisine emekli deyip, 54 yıldır şiir yazdığını öne süren Turgut ‘Beril Hanım’ diye akrostiş bile yapmıştı .

Öğlen olmadan üçünün odalarının yerleri bile değişmişti. Hatta Necdet şiirini tebrik eden eski jönün sol ayağını tekerlekli sandalyesiyle ezip tarak kemiklerini bile kırmıştı.

Üçü de daha önce cinayet işlemişti ve bir kadın için bir kez daha cinayet işleyebileceklerini biliyorlardı. Yaşlıydılar, tekerlekli sandalyeye bağımlıydılar ve bir huzurevinde yaşıyorlardı. Hiçbirin de cezaevi korkusu yoktu. Her ne kadar tövbe etmiş olsalar da üçü de cehennemde yanacaklarına inanıyorlardı. Suz Huzurevini saran huzursuzluğun şiddeti herkesin hissettiğinden de fazlaydı ve bunun da en çok Beril Hanım farkındaydı.

Turgut öfkesine hakim olamadı ve bir akşam yemeğinden sonra meyve bıçağıyla Cumhur’a saldırdı. Araya yıpranmış adaleler, tekerlekli sandalyeler, görevliler girdi ve emeline ulaşamadı. Cumhur tabi ki şikayetçi olmadı. ”Şakalaşıyorduk arkadaşlar yanlış anladı” dedi, polislerin yanında sarılıp öpüştüler.

Necip bir gece ağır hastalandı ve hastahanelik oldu. Odasını temizleyen görevli ayakkabısının içinde haplar buldu. Necdet ilaçlarını içmiyordu. Herkes yaşlılığın insanı delirtmesine yorduysa da asıl amacı o ilaçlarla diğer ikisini zehirlemekti. Hastahaneden iki ay sonra anca taburcu oldu. Artık sağ tarafını hiç hissetmiyordu.

Cumhur hasta bakıcıya büyük paralar verdi ve kendisine bir silah ayarlamasını istedi.Hasta bakıcı parayı aldı ve bir daha işe gelmedi. Bir başka hasta bakıcıdan da aynı şeyi istedi ama yine parasını kaptırdı. Parası bitti ve artık eskisi kadar kıvrak bir zekaya olmadığı gerçeğiyle yüzleşti. Her gün iki üç rekat namaz kılıyor ve namazdan sonra “Allah’ım n’olur Turgut ve Necdet ölsün” diye dua ediyordu.

ııı.
Bir sabah Necdet ,Cumhur ve Turgut öldü. Ecelleriyle.Öldürüldüler.Katil ya da katiller asla bulunamadı. Şöyle düşününce çevre de o kadar çok kötü şair vardı ki.





18 Kasım 2013 Pazartesi

pazartesi - deney sonuçlarım

Geçen haftaki kadın sayımı kisvesi altında düzenlediğim kadınlara sokağa çıkma yasağı deneyimin sonuçlarını aldım pazartesi saftirikleri. Cidden evinize gelip sizi sayıcağıma inanmış olmanıza inanamıyorum. Umutlarınızı aklınızın önüne koymanız güzel de aslında. Bir ayakkabı ile külkedisinin bulunabileceğine de inanmış çocuklarsınız en nihayetinde.

*Seçici geçirgen olmalı.
*İntihar girişimi olmalı.
*İstanbul maratonunu her yıl tamamlamalı.
*Nüfus cüzdanı çamaşır makinasında yıkanmış olmalı.
*Organlarını bağışlamalı.
*İstediği kadar su geçirmez olsun, kol saatiyle denize girmemeli.
*Mızıka çalmamalı


Deneyim sonucunda bu hafta karbon salınımı %60 azaldı. Acaba bir hafta nefes almayın mı desem? O zaman karbon salınımının %75’lere kadar azalacağını öngörüyor ve ölürsünüz diye söylemiyorum. Bu arada işsizlik, mobbing ve taciz de bitti. Gayet güzel oldu yahu. Aşırı dincilerin ve aşırı kıskançların meğersem daha farklı farkındalıkları varmış. Önyargılarımızdan sıyrılmamız dileğiyle.

11 Kasım 2013 Pazartesi

pazartesi - kadın sayımı

Rakamlar çok önemlidir pazartesi irasyanolleri. Çünkü rakamlar gerçekleri çarpıtmazlar ve yalan söylemezler. Ben şahsen oldum olası matematiğe çok önem vermişimdir. Liselerde zorunlu ders olması ve üniversite sınavlarında bu kadar çok matematik sorusunun çıkmasının sebepleri hep benim eski listelerimin etkisidir. Şiirin de zorunlu ders olmasını düşünmüştüm ama bir anda o kadar çok şair istemediğime karar verip caydım. Ki ona rağmen hala çok fazla şair var.

*Tepkisi  ve öfkesi net olmalı.
*Kahvesini falsız içmeli.
*Derdini anlatacak kadar Kuzey Korece bilmeli.
*Benliği gibi derin yırtmaçları olmalı.
*Çeyizinde gırgır olmalı.
*Telefonla hep başka bir odada konuşmalı.
*Kitapların arasında çiçek kurutmalı.

Şimdi merak ettiğim nokta ise listem kaç kadına ulaşıyor? Diyeceksiniz ki, tüm kadınlara ulaşıyor. Tamam, onu biliyorum da kaç tane kadın var? Soruma cevap olsun diye nostaljik bir uygulama olan nüfus sayımını "Kadın sayımı" olarak geri getiriyorum. Ben evinize gelip sizi saymadan hiçbir kadın evden çıkmasın, an itibari ile kadınlara sokağa çıkma  yasağı başlamıştır.

4 Kasım 2013 Pazartesi

pazartesi - mahallemin muhtarları

Bu aralar bizim mahalle pek bir şenlendi pazartesi ihtiyar heyetleri. Süper bir muhtarımız var, çok baba bir insan. Onun bir de laz kızı var "Babacuğum, babacuğum" diye gezip duruyor. Sonra kahvecimiz Temel var. İnanın mahallemizin neşesi. Temel'in sırtında duran bir de maymunu var, Çaydanlık, öyle tatlı ki.

*Konuşmalarına viral reklam almamalı.
*Boğası sırtüstü yüzerek geçebilmeli.
*Kıbrıs konusunu çok kafasına takmamalı.
*Kısa gülüşleri davetkar olmalı.
*Bakışları gözlerinden güzel olmalı.
*Sabah uyandığında yüzü gözü az şişmiş olmalı.
*Uzaktan eğitime yatkın olmalı.

Elinde direksiyonla gezen mahallemizin delisi var. Her gün çok zekice laflar söylüyor. Müzevir Müzeyyen var, çok dedikoducu bir insan. Kasap, manav, bakkal hepsi çok iyi anlaşıyor. İşin en güzel kısmı ise ben yokmuşum gibi davranıyorlar. Öyle hayran hayran bakmıyorlar. Beni görünce dil tutulan, bayılanlar yok.

1 Kasım 2013 Cuma

zaman çarpışması bilmem kaç

katolik bir eş ve aynı güne gelen kurban bayramı ve noel; çocuklar için ramazan bayramı ve cadılar bayramı. şeker toplama sorunsalı.

28 Ekim 2013 Pazartesi

pazartesi - annem annem

pazartesi - annem annem

Annem geldi pazartesi sılayırahimleri. Durmadan konuşuyor ve yaptığım her şeye karışıyor. Bilirsiniz her zaman derim çoraplar çift satılıyor diye çift giymek zorunda değiliz. Farklı çorap giymeme bile izin vermiyor. Röpdoşambırımın kuşağının yere sürtmesine karışıyor. Şöminede çöplerimi yakmama karışıyor. Gözlüğümün kirine karışıyor. Uzaklara dalıp gitmeme hatta camdan sarkmama bile karışıyor.

*Anneme benzememeli.
*Anneme hiç benzememeli.
*Anneme zerre benzememeli.
*Anneme gram benzememeli
*Anneme miligram benzememeli..
*Anneme asla benzememeli.
*Annemi andırmamalı bile.

Sırf benden uzak dursun diye sınırsız kredi kartımı verdim, yıllardır dünyayı gezdiriyorum ama yine arada bana uğrayacak zamanı buluyor. Babamın ekmek almaya gidiyorum dedikten sonra lejyona yazılmasını yadırgamamak gerek. İki üç gündür Ay'a seyahat konusunu çıtlatıyorum. Umarım başka gezegenlerde de hayat vardır da, oraları da gezmeye gider.

21 Ekim 2013 Pazartesi

zaman çarpışması 4

Tuvalet sorunsalı.

1. Tam tuvaletteyken okunan ezan. Hele upuzun olan sabah ezanı. uzun bir kabızlıkla birleştiğinde insanı mahveden bir 5-6 dakika olabilir.

20 Ekim 2013 Pazar

pazartesi - bayram falan

Sanırım şu aralar cadılar bayramı pazartesi tatilciler. Tüm bayramlar gibi bu bayrama da uzak durmak zorundayım. Hiç unutmam; on on beş sene önce herkes kurban kesmeli demiştim de koyun soyu tükenmişti. Sonra genetikçi arkadaşlarla gece gündüz çalıştık da, türü tekrar canlandırdık. Tabi o zamanlar gencim. Öyle laflarım nereye çekilebilir çok bilemiyorum

*Kavramlar üzerinden tartışmaya asla girmemeli.
*Soyu firavun olmalı.
*Şaşkın yüz ifadesini herkesten uzun koruyabilmeli.
*Tuvalete ameliyat eldiveni ile girmeli.
*İleri derecede Powerpoint kullanabilmeli.
*Uçuşan tozları görmemek için hep güneşi sırtına vermeli.
*Terapiye ve terapiste karşılık vermeli.
*Kendisini zeki hissetmediği zamanlarda kimse ile konuşmamalı.



Sonuç olarak kimse cadılar bayramı diye cadı kesmesin ya da yakmasın. Cadı görenler bana söylesin. Cidden cadı avı başlatayım. Hiç unutmam yıllar önce USA’da cadı avı diye komünistleri avlamışlardı. Kim bilir o da benim hangi listemin yanlış anlaşılmasındandı. Öyle işte pazartesi mütekaitler. Bu haftam sakin geçti. Juijutsu ve bale falan yaptım.

14 Ekim 2013 Pazartesi

Konuyu değiştirebilecek 50 güncel cümle



1.Yerel seçimler de yaklaşıyor.
2.Mevsim değişikliği dönemindeyiz, hasta olmamaya dikkat edelim
3.Kurbanı ne yapacaksın?
4.Peruda herkes hak eden birini öldürebiliyormuş.
5.Catan süper oyun ya.
6.Elimde iki tane kapağı açılmamış Mehmet Bilgehan Pektaş anısı var.
7.Araba Ankara’dan İstanbul’a giderken, İstanbul’dan Ankara’ya gelirken de daha az yakar.
8.Oğlum 12 yaşındaki çocuğu okulda döverek öldürmüşler ya la.
9.Akustikhane süper program.
10.Düelloyu konuşalım.
11.G



pazartesi - sörf tabiki yerim

Kapıma bermuda şortlu birkaç alelade adam gelince ister istemez aynaya bakıp “nooluya la?” dedim pazartesi yüzleşmecileri. Bu ne cesaretti? Aşağıdan kapımı çaldılar. Camdan sarktım ve “Sadece kafasına tükürdüğüm konuşsun” deyip tükürdüm. Tükürüğümü yemek için süper bir mücadele ettiler ve en uzun olanı yükselip tükürüğümü bıngıldağına yedi. “Sörfçüyüz biz…” deyince lafını kestim otomatı açtım.

*Kedilerle samimi, köpeklerle seviyeli bir ilişkisi olmalı.
*Bir aile sırrı olmalı.
*Taksimetre yerine pazarlık yöntemini benimsemeli.
*Gizli bir silahı olmalı ve dırdırı olmamalı.
*”Yavşak” kelimesini dilimize kazandıran Cavit Çağlar’ı unutmamalı, unutturmamalı.
*Cinnete yatkın olmalı.
*İç gıcıklayıcı iç çekmeleri olmalı.


“Hiç konuşmayın”, dedim. “Nereden bileceğim sizin sörfçü olduğunuzu sıradan insanlarsınız.” Sıradan sıradan sustular. Ben zaten o ara küveti doldurmuştum. Kitaplığım bir rafını söktüm ve dolmuş küvetin üstüne koydum. “ Haydi” dedim. Sırayla çıkıp çıkıp, battılar. En son ben küvetin üstünde rafın üstünde durdum. Sonra da artık sırf benim için üretilen sörf marka çikolatamı açıp “Sörf tabiki yerim” dedim ve yedim. 

7 Ekim 2013 Pazartesi

pazartesi - Nolan

Malum artık hava soğudu, gece buğulanmış odamın camının buharına postmodern bir Guarnica yapıp eski dostum Picasso’yu bir kırmızı şarapla anıyordum ki; çok acayip bir şey gördüm pazartesi sürrealistleri. Bulutun tekinde tetris işareti şeklinde bir ışık vuruyor. Batman’i çağıran Gotham misali. Süper kahraman sanılmasına rağmen radyoaktif yememiş ve uzaydan gelmemiş yegane karakter Batman’i sevdiğim için gidip bakayım dedim. Zaten bir şehrimize adını verip zamanında onurlandırmışlığım da vardır.

*Bir grubu olmamalı.
*Tehditkar teşekkürleri olmalı.
*Yanağımdan öperken ıslaklık bırakmamalı.
*Mahallenin delileri ile kanka olmalı.
*Elini omuzuma atmamalı.
*Sempatik çantaları olmalı ve ben de o çantaya ıvır zıvırımı koyabilmeliyim.
*Yaptığı iyiliklerin listesini yapmalı.



Işığı kaynağını takip ettim. Emniyet müdürlüğünün çatısı. Artistlik yapıp duvarı tırmanmadım, efendi efendi kapıdan girdim ve çatıya çıktım. Kadın polisler soğuğa aldırmadan; mini ve gayet seksi kıyafetler giymiş, parti halindeler. Cristopher Nolan bana baktı ve; “Ben size gelir demedim mi?”, dedi. Bir canım sıkıldı anlatamam. Batman gibi çatıdan atladım ve eve kadar batmobilimle geldim. Tabi Nolan’ı da ayağından bayrak direğine asmayı ihmal etmedim.

30 Eylül 2013 Pazartesi

pazartesi - kadim sorunlar

Uzun zamandır kadim bir sorunu çözmeyerek gizli bir tembellik içerisindeymişim de farkında değilmişim pazartesi miskinleri. Ellerim cebimde sokakları turlayıp “Ne çözsem, ne çözsem de şöyle keyfim yerine gelse…” diyordum ki; üç kilometre ötede, spor salonundan çıkmış bir kadın gördüm. Çevresi erkek kaynıyor, hepsi ona hayranlıkla bakıyorlardı ama hepsinin de eli burnundaydı. Şöyle derin bir nefes aldım ve olayı çözdüm.


*Pazartesi sabahları erkenden bayrağı göndere çekmeli.
*Başkalarını bana şikayet etmemeli.
*Başkalaşım geçirmemeli.
*”Bence...” ile başlayan cümleler kurmamalı
*Saçlarını arkaya taradığında farklı bir çekiciliği olmalı.
*Eşkıya bir yanı olmalı
*Hiç hıçkırmamalı


Bu son derece güzel ve bir o kadar seksi hanımkızımız spor salonunda köpek gibi terlemiş; haliyle leş gibi kokuyordu. İşte o an aklıma fikir geldi. Ter kokusuyla mücadele edeceğim. İnsanların ter bezleri olmasa terlermezler. Liseyi iki yıla indirsem. Oradan sağlık yüksek okullarına sınavsız geçiş versem. Orada da iki yılda ter bezlerini almaya öğrenseler. Herkesin ameliyata girmesini zaten zorunlu kılarım. 2033’e kadar sorunu çözerim.

29 Eylül 2013 Pazar

Biz babadan böyle gömdük

Dedem. Adı Enginmiş. Ben doğmadan yıllar yıllar önce mesleğini icra ederken, ki baytarmış, hamile bir boğanın doğumunu gerçekleştirirken iş kazası sonucu ölmüş –kafası ezilmiş-. Merhum küçüklüğünde hayvanlarla fazla haşır neşirmiş. Kedi köpek gördü mü dayanamaz sever, hatta fazla sever, canlarını yakarmış. Elinde sopa boyu kadar sokak köpekleri ile kavga eder, sapanı ile kuş vurmaya gider, elinde kaya deredeki balıklara taş atar, karınca yuvalarına su dökermiş. Garip olduğunun herkes farkındaymış elbette. Bakmışlar olacak gibi değil, meslek öğrensin diye baytarın yanına vermişler.

İşi çok çabuk kavramış dedem Engin. Elinin çabukluğu ve yatkınlığı ile nam salmış. En deli hayvanların korkusuzca yanına gidiyor, çağının çok ilerisinde deneysel tedaviler deniyor hatta ameliyatlar yapıyormuş. Tam on yedi yaşındayken de Kurtuluş Savaşı patlamış. El mecbur kendini Doğu cephesinde Ermenilerle savaşırken bulmuş. Baytarlıktan sonra bir diğer iyi yaptığı şey adam öldürmekmiş. Geceleri kimseye haber vermeden cepheden ayrılıp; gözü dönmüş, elleri kanlı döndüğünde bilirlermiş ki dedem yine birkaç Ermeni’nin canını almış. Komutanları bile çok dokunmazmış dedeme.

Savaş bitmiş, dedeme kimse madalya vermemiş; o da memlekete dönüp baytarlığa ve Ermeni katilliğine devam etmiş. Sevilen, korkulan ve şaka yapılmayan bir insan olarak yaşamış durmuş. Halasının kızı ile evlendirmişler. Ölene kadar babaanneme dünyadaki cehennem nimetlerini sunmuş.

Babam. Adı Doğan. Dedem öldüğünde babama kötü bir şöhret, korkulan bir soyadı, bolca para ve birkaç araba dayakla dolu çocukluk anıları bırakmış. Genelde beni dövmek yerine babasının onu nasıl dövdüğünü anlatmayı tercih ederdi. Yediği dayakları o kadar uzun ve ayrıntılı anlatırdı ki; keşke iki tokat atıp gitse diye içimden geçirirdim. Babam, babasının güncellenmiş bir yeni versiyonu gibiydi; her baba oğul gibi.

Küçükken tek başına ormana gidip ağaç kesermiş. Sonra bakmış bu işi çok seviyor; öyle geçinmeye başlamış, oduncu olmuş. Hem kendi ormandan keser hem kendi satarmış. Dükkanındayken muhakkak jilet gibi bir takım elbise giyer ve şapka takar, herkese ise hak ettiklerinden misli misli saygı gösterirmiş. Ama konu kasabadaki rakipleri olunca da onları harcamaktan hiç çekinmezmiş. Binbir çeşit oyun çevirmiş ve yirmi iki yaşında kasabanın,
otuz yaşında şehrin en büyük oduncusu olmuş. Çalışkan ve acımasızmış. Sırf büyümek, daha çok para kazanmak için çok kişinin sırtına basmış, çok kişiyi ezmiş, tüketmiş. O kadar acımasızmış ki; piyasada başka bir rakip oduncunun varlığına bile dayanamazmış. Oyunu pis oynamaktan ve ellerini kirletmekten hiç çekinmezmiş.

Ben kendimi bildiğimde çok paramız vardı. Beni özel okullara gönderirdi. Eve çok geç gelir ve anneme hizmetçisi, bana da veliaht prens gibi davranırdı. Ama ne zaman evimize bir misafir gelsin her şey değişir, dünyanın en örnek ailesi olurduk. Babacımlar, karıcımlar, kocacımlar, aşkımlar havalarda uçuşurdu.

Babamın beklentilerini pek karşılayamasam da tek çocuk olduğum için benden asla umudunu kesemedi. Büyüme planlarının bir parçası olarak bana evleneceğim kadının adını söyledi. Bizde babaya itiraz edilmez, evlendim. Çırağan Saray’ında yapıldı düğünümüz. Biz balayına Tayland’a gittik, Babam o sene hacca gitti. Annem ise evde oturdu.


Ben. Adım Cihangir. Hem babam ve dedem gibiyim; ne de babam ve dedem gibiyim. Ne onlar kadar zekiyim; ne de onlar kadar acımasız. Herkesin uğrunda ömrünü harcadığı şeyler bana doğuştan geldi. Hem şanslıyım, hem şansız; temelde kararsız.

On beş yaşında arabam vardı, on altı yaşında latin bir bebeğin bel boşluğundan kokain çekiyordum. Okumayacağımı anlayan babam bana iş kurup durdu; ben de babamın kurduğu işleri batırıp durdum. Hayata karşı pervasız, umarsız ve umursamaz tavrım sürse de; babamı görünce hep Nirvana’yı görmüş Budist gibi sessiz ve saygılıydım.

Karımla ise hep kavga ettik. Hem sözlü hem de fiziksel. Benzer ailelerden geliyorduk ve ikimiz de seviyorduk kavga etmeyi. Çevremizde insanlar varken birimize laf sokuyor, baş başa kaldığımız da ise tekme tokat dalıyorduk. Dayak yemeyi de dayak atmayı da seviyorduk. Bazen o kazanırdı, bazense ben. Geldiğine geleceğine herkesi pişman ettiğimiz bir doğum günü sonrası; herkes gittikten sonra karıma bir yumruk attım. Göz bebekleri yukarı doğru çıktı ve ölüp, düştü. Ne yapacağımı bilmiyordum, ben de ne yapacağımı bilmediğim zamanlarda yaptığımı yaptım babamı aradım.

Takım elbisesi ve şapkası ile kapımı çaldığında saat gecenin üçüydü. Olaya soygun süsü verdi. Polis benim nerede olduğumu sorduğunda sabaha kadar onun hasta yatağının başında olduğumu söyledi. Defnettik, taziyeleri kabul ettik; ağlamamam metin olmamla ilişkilendirildi.

Demiştim ya; ne babam ne de dedem gibiyim. Cinayet içimi kemirdi durdu. Babam beni tatile gönderdi, haklıydı da, ayakaltında durmam sakıncalıydı. Kendimi yine Tayland’da buldum. Korumam ve şoförümle muhteşem zaman geçirdim. Onları atlattığım da ise kendimi bir dövmecide buldum. O yumruğu çıkarttığım sol koluma Tayca *“ผมฆ่าภรรยาของฉัน  yazdırdım.

O dövmeyi yaptırmak bana muhteşem geldi. Normale dönmesem de normalime döndüm. İlk zamanlar sırf babam görmesin diye onun yanında uzun kollu gömlekler giyiyor, babam yokken dövmemi sergiliyordum. Sonra Serenay dövmemi gördü. Tayca biliyordu ve şantaj konusunda çok başarılıydı. Şimdi beraber yaşıyoruz ve hep uzun kollu kıyafetler giyiyorum.

Oğlum. Adı Buğra. Annesini öldürdüğümde çok küçüktü. Şu an ne yapıyor bilmiyorum ama sezebiliyorum. Ülke ülke geziyor ve kanundan kaçıyor. Parası bitince bana, başka bir isimle kartpostal atar, ben de o adrese para gönderirim.


*Karımı öldürdüm