30 Ağustos 2010 Pazartesi

Kedi sever teyze - yazılabilir bir öykü,,,

Kedi sever bir teyze. Hemen hepsi gibi bekar, alınmamış kaşlar, feminenlikten uzak kıyafetler, çocukları olmadığından kocası onu aldatmı ve terk etmiş. O da kendini sokak kedilerine adamış.

 

Sayısız kedisi var. evinde değil bahçede besliyor. Eve sadece bebekler, hastalar ve sakatlanış olan kediler girebiliyor.

 

İğdişe karşı

 

Maddi durumu fena değil,  zaten çok masrafı yok. Tüm parasını kediler içi harcıyor.

 

En iyi dostlarım hayvanlar. “Çünkü onlardan asla zarar görmedim” klişesi

 

Derken kedilerinin kaybolduğunu ve işkence edildiğini fark ediyor.

 

Kedi kaçar demeyin… O kedilerini çok iyi tanıyor.

 

İşkence gören hayvanlardan yola çıkarak konuyu araştırıyor ve bunu caniliğe, seri katilliğe gittiğini öğreniyor. Tv’den, haberlerden falan fistan.

 

Sonra katili tespit polise haber veriyor tabi polis sadece para cezası veriyor. Bundan sonra onu öldürülme korkusu sarıyor. Ve yaşamak için öldürme kararını veriyor.

 

 

Dırıdıdıdn..

 

 

 

Yazılabilir bir hikaye…

Hareket çekişten millet tahlili

Orta parmak ile hareket çekmek

 

Argoda manası çok derin bir harekettir bu. Menşeinin ise bizim topraklarımız olmadığı aşikar. Amerikan filmlerinde görürüz genelde. Bizim milli hareketimiz işaret ve orta parmağımızın arasından geçen baş parmağımızdır. Biz bununla da kalmaz hareket çektiğimiz bileğimizi aşağı yukarı sallarız. Hatta en abartısı, bildiğim en abartılısı, hareket çekilecek elin bileğini yalayarak başlayan ve “şak” sesi ile devam edenidir. İki el ile yapılan bu harekette çıkarılacak sesin yüksekliği, şrakkklığı çok mühimdir. Ben bu hareketi aşağılayıcı bulmaktan ziyade sempatik bulurum.

 

Konumuz olan orta parmak ile işaret bizim kültürümüze geçmiştir geçmiş olmasına ama geçerken belirli değişimlere uğramıştır. Batılı orta parmağını kızdığı kişiye gösterirken işaret parmağını ilk boğumundan büker. Diğer üç parmağı zaten tamamen kapalıdır ve tek seferde net bir şekilde yapar. Biz ise bu işareti yaparken sadece orta parmağımızı kaldırırız ve milli hareket çekmemizde olduğu gibi bileğimizi aşağı yukarı sallarız.

 

Hareket çekiminden karakter tahlili yapılır mı bilmiyorum ama orta parmak hareketi çekişinden millet tahlili yapılabilir. Ya da kişinin Türk olduğunu biliyorsam, ne kadar batılılaştığını görebilirim.

29 Ağustos 2010 Pazar

Pazartesi - huzurevi ziyaretim

Bazen beni cidden şaşırtıyorsunuz pazartesi sevdalıları. İstihbaratınız inanılmaz. Ramazan münasebeti ile geçen akşam huzurevi ziyaretine gideyim dedim. Yaşlıları pek sevmesem de idare edebilirim diye düşündüm ve yola çıktım. Huzurevinden içeri girdim ki ne göreyim? En yaşlısı 27 yaşında, ki bir taneydi ve kazulet gibi duruyordu, 18-20 yaşlarındaki kızlarımız üzerlerinde seksi pijamaları yastık savaşı yapıyorlar.

 

*İstatistiklerimi tutmalı. “bu sene 12 kez çüş dedin” ya da “1104 kez yüzünde manasız bir gülümseme oldu”, gibi.

*Wordabulada bana durmadan yenilmeli.

*Hayatında “j” harfi olmamalı.

*Ofansif yönden yaratıcı olmalı.

*Hayatında bir dönem satanist olmalı.

*Yazdığım şiirlerden çok acayip manalar çıkartıp mutlu olmalı.

 

Kızdım tabi. “Nerede yaşlılar değerli seksiler” dedim. “Burası huzurevi biz huzuru burada bulduk” dediler. Sonra parmakları ile o 27 yaşındaki kızı pis pis gülerek gösterdiler. Haklı kızlar. Nerde huzur bulursan orası huzurevidir.

Birol - porteci' de bir karakter

Küçükken yazları mahalledeki tamirhanede çalışırdım. Oranın emektarı Muzaffer amca vardı. Otuz iki yıldır aynı işyerinde çalışırdı. Duydum ki ölene dekte aynı dükkanda çalışmaya devam etmiş. Dükkanın sahibi, öz oğluna güvenmez Muzaffer amcaya güvenirdi. İşinde iyi, sessiz ve sakin bir adamdı. Beni yanına çırak olarak verdiklerinde ise bana işi öğretmekte hiç istekli olmadı. ‘’Bak, izle, öğren’’ derdi hep. Üç ay boyunca bana hemen hiçbir şey öğretmedi. Sadece çay taşıdım ona. Okulun başlamasına az bir zaman kala ise ‘’İki çay kap, gel yanıma delikanlı’’ dedi. Yanına gittiğimde;

 

  ‘’ Bak oğlum yarın okulun başlayacak, sana bir iki tavsiyem var. İş hayatı farklıdır. Ben burada sana işimi öğretmedim biliyorsun. Çünkü öğrensen liseyi bırakıp bu işe başlayabilirdin. Daha genç olduğun için benden daha çok iş yapardın, daha az paraya çalışırdın. Patronunda bana ihtiyacı kalmazdı. Beni kovar, seni alırdı. İş hayatında şunu asla unutma; iş arkadaşlarınla arkadaşlığın, iş arkadaşlığından daha ileriye gitmemeli.

 

  Kendine şu hayatta bir ya da iki iyi arkadaş seç. Yardıma ihtiyacın olduğunda sana yardım edebilecek, yardıma ihtiyaçları olduğunda senin yardım edebileceğim iyi kalpli, dürüst insanlar olsunlar. Ama sakın bu arkadaşların, iş arkadaşların olmasın. İş hayatı bencilliği gerektirir. İyi arkadaşlar, kendisi kadar arkadaşını da düşünmelidir. Eğer iş hayatında kendini düşünmezsen ya işsiz kalırsın ya da ölene kadar çırak kalırsın.’’

 

  Bu sözleri ilk duyduğumda çok anlamıştım. Liseyi bitirdim, askerden geldim ve bir devlet dairesinde işe girdim. Sıradan bir memurken arkadaşım sandığım birinin ihanetine uğradım ve kendimi yerin iki kat dibinde, arşivde, buldum. İşte o gün Muzaffer amcanın sözlerinin manasını anladım. ‘’ Ekmek aslanın ağzında; iş yerinde kimse, kimseyi tanımaz’’ , demişti. Haklıymış.

 

  Ben Volkan, otuz iki yaşındayım, yeni evlendim ve bir arşiv çalışanıyım. Yerin iki kat altında güneş yüzü görmeden çalışan beş kişiyiz burada. Gerek mekanın kasvetinden, gerekse yaptığımız işin tekdüzeliğinden olsa gerek; benzi sarı, kafası karışık, elleri dosyalarla dolu beş kişi. Arşiv kağıtları nasıl sarı ise; bizimde gözbebeklerimiz ve tenimiz o derece sarı. Bazı kış günleri güneş yüzü görmediğimiz haftalar olur.

 

  Seniha hanım, ellili yaşlarının başında olsa gerek, müdürümüz. Murat ve Kamil beyler ise ellili yaşlarının sonlarında olmalılar. Yıllardır terfi alamamış memur olarak kalmış iki adam. Biri siyasi seçiminden ötürü; öteki ise memleketi ve mezhebi yüzünden bu arşive atılmış iki zavallı. Az konuşan, işini iyi yapan, sessiz insanlar. Haklarında tek bildiğim memleketleri, oy verdikleri partiler ve kaç çocukları olduğu. Ne birinin evine gitmişliğim var; ne de iş dışında iki kelime sohbetimiz. Çalışma arkadaşlarımdan beni en çok tedirgin eden ise Birol. Bakışlarının donukluğu, konuşurkenki çok içten tavırları ve yüzündeki o yapmacık gülümsemesi ile beni çok rahatsız eden bir yanı var.

 

  Aramızda buraya sürülmeyen tek kişi kendisi. Benden birkaç yaş büyük sanırım, hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorum. Sadece ben değil, kimse bilmiyor. Beş iş arkadaşı olarak hepimiz yalnızız ama aramızda en yalnız olan Birol.

 

  Benim çalışma masamda eşimin bir fotoğrafı var. Diğer arkadaşlarında masalarında ailelerinin fotoğrafları var. Hatta Seniha hanımın panosunda, torunun çizdiği, dağların arasından akan bir nehrin yamacına kurulmuş köy evi resmi var. Hemen her çocuğun çizdiği, hiçbir karakteristik özelliği bulunmayan o sıradan resim. Birol’un masasında ise hiçbir resim yok. Çok düzenli ve tertipli; aynı zamanda hakkında hiçbir ipucu barındırmayan sıradan bir masa.

 

  Arşivcilik, insanı yiyip bitiren bir iştir. Dosyalar çok ağırdır, her dosyanın düzenlenmesinin hem de düzenlenmiş dosyaların dolaplara yerleştirilmesinin çok ağır bir matematiği vardır. Yapılacak bir hata tüm yıllık çalışmanın heba olmasına neden olabilir. Mesai bittiğinde kendimi eve zor attığım çok olur, hatta bazen yemek bile yemeden uyuyakalırım. Bu yorgunluk diğer arkadaşlarımız içinde geçerlidir. Sadece Birol hariç. Her ne kadar geçmişi ve ailesi hakkında hiç konuşmasa da sosyal faaliyetleri hakkında bazen bir şeyler anlatır. Donuk bakışlarıyla gözlerinizin içine bakar ve heyecanlı heyecanlı o akşam neler yaptığını anlatır. Bazen arka ayakları felç olmuş bir kanişe yaptıkları tekerlekli sandalyeyi, bazen de çocuk yuvasındaki bir çocuğun yaptığı komik bir şakayı. İşte o anlarda Birol’dan nefret ederim. Aynı işi yapmamıza rağmen, hatta o benden daha çok çalışmasına rağmen bu kadar enerjiyi nasıl buluyor şaşarım.

 

  Birol’un yıllardır aksatmadığı bir programı vardır ve panosundaki küçük bir kağıtta yazar. Pazartesileri ve çarşambaları iş çıkışlarında çocuk yuvasına gider ve çocukların derslerini yapmasına yardımcı olur. Salıları hayvan barınağına gider ve hayvanlarla ilgilenir. Hatta benim idare ettiğim bazı öğlen tatillerini de hayvan barınağına gider ve hayvanlara bakar. Perşembeler ve cumaları huzur evine gidip yaşlılara kitap okur. Hafta sonları ise akşama kadar ziyaretçisi, refakatçisi olmayan hastalara bakıcılık ve arkadaşlık yapar; akşamda geceye kadar yine hayvan barınağından çalışır. Bu temposunu hiçbir zaman aksatmaz. Hatta bu işleri de gösteriş olsun diye yapmadığından eminim. Yoksa aldığı plaketleri masasının üstüne koyabilirdi. Arada sırada sırf konuşma olsun diye bana anlattığı anıların çok daha fazlasının herkesle paylaşabilirdi. Eminki bu yaptıkları bilinse herkesin takdirini toplar ve bu arşiv denilen bataklıktan kendisini kurtarabilirdi.

 

  İçimde belki de anlamamanın verdiği bir kuşku yatıyordu bu adama karşı. Bir insan bu kadar iyi olabilir miydi? Bu adam hiç uyumuyor muydu, hiç yorulmuyor muydu? Beraber çalıştığımız ve haftanın beş günü yüzünü gördüğüm bu adam hiç mi sinirlenmezdi? Hiç mi gergin bir an yaşamazdı? Polyana gibi miydi yoksa Süpermen gibi mi? Tüm bu sorular beynimi kurcalarken en çok merak ettiğim nokta şuydu; bir insan nasıl bu kadar iyi olabilir?

 

  Bir gün Lösemili Çocuklar Vakfından bir yetkili geldi ve Birol Beyle görüşmek istediğini söyledi. Gelen adamı Birol’un yanına bırakıp dosyaların arasına gömüldüm. Bir yandan dosya ile ilgilenir gibi görünüyor diğer yandan da gelen yetkili ile Birol’u izliyor ve dinliyordum. Adamın gerek vücut dilinden, gerekse ses tonundan minnettar olduğu aşikardı. Birol yaklaşık olarak bir yıllık maaşı tutarında bir yardım yapmıştı derneğe. Dernek yetkilisi de bağış yapanlar için düzenlenecek geceye gelip, diğer bağış yapanlarla beraber plaketini almasını istiyordu. Birol ise beni çıldırtan aşırı içten konuşmasıyla bir yandan da panosundan aldığı küçük program kağıdını göstererek ,‘’Kusuruma bakmayın beyefendi. Perşembeleri ve cumaları huzur evinde gönüllü olarak çalışıyorum. Davetinize katılmayı çok isterdim ama siz bana plaketimi gönderirseniz çok sevinirim’’ dedi. Dernek yetkilisi şaşkındı. Nazikçe Birol’un elini sıktı ve müsaade isteyip yanından ayrıldı. Açıkçası ben dernek yetkilisinden de şaşkındım.

 

  Bir hafta sonra bir Birol’e bir kargo geldi. Paketi açan Birol plaketi gördü, yüzünde en ufak bir tebessüm dahi olmadan plaketi aldı ve çantasına koydu. Deli miydi bu adam? Tamam yaptığın iyiliklerin bilinmesini istemiyorsun ki bunu çok anlamasam da saygı duyuyorum ama nasıl bir insan aldığı bu plaket karşısında küçük bir tebessüm bile yaşamaz? Psikopat mı bu adam? Deli mi? Ruh hastası mı? O an aklımdan binlerce soru geçmeye başladı. Daha önce de bir şeyler gizlediğinden kuşkulandığım bu adam eminin ki içinden kocaman bir sır ile yaşıyordu.

 

  Akan zamanla beraber içimdeki şüphe de büyümeye başladı. Zaten son derece resmi olan iş arkadaşlığımız ise devam ediyordu. Bazı öğlen aralarından bir saat kadar önce göz göze geliyorduk. ‘’ Ben idare ederim’’ manasında başımı sallıyordum. O da öğlen arasında da bir hayır işi yapıyor ve mesainin ikinci yarısına yarım saat kadar geç kalıyordu.

 

  Bazen iş yerinde dosyalarla uğraşırken; bazen belediye otobüsü ile eve dönerken camdan dışarı bakarken; bazen de televizyon izlerken aklıma hep Birol geliyordu. Bu adamın nasıl bir hayatı olduğunu, nasıl bir çocukluk, nasıl bir gençlik geçirdiğini çok merak ediyordum. Annesini, babasını, varsa akrabalarını…

 

  Rutin bir hayat sürüyordum. İş ve ev arasında mekik dokuyordum. Hafta sonları ise tek eğlencem sabah yatakta biraz tembellik etmekten ibaretti. Ne ülkenin gidişatı, ne Avrupa Birliği, ne de futbol umurumda değildi. Fakat her ne kadar insan düşünmek istemese de düşünür ya. İşte o anlarda ben hep Birol’u düşünüyordum. Kafamda yaşadığı yeri ailesini hayal ediyordum. Eşime, akrabalarıma, arkadaşlarıma hep Birol’dan bahsediyordum. Bir gün yine eşime Birol’dan bahsederken bana döndü ve dedi ki; ‘’ Büyük bir günahı var bu adamın, yoksa kimse bu kadar iyi olmaz. İşlediği ve sonradan pişman olduğu o büyük günahtan kaçmak için iyilik yapıyor. Yaptığı iyiliklerle Allahtan af diliyor.’’ Her ne kadar eşimi çok zeki bulmasam da söylediği aklıma yatmıştı. Büyük bir günah. Acaba hangi büyük günahı işlemişti de hayatını iyiliğe adamıştı.

 

  Günaha inanan bir adam Allah’a inanıyor demektir. Benim gözlemlediğim Birol de ise dindar hiçbir davranış görmedim. Ne oruç tutar, ne namaz kılar. Bende namaz kılmam ama arada cumaya giderim. Birol’u hiç cumaya giderken de görmedim. Büyük bir günah işlemiş ve Allahtan korkan bir adam nasıl ibadet etmez? Belki Müslüman değildir diye düşünmeye başladığım ama farklı bir dinden ya da mezhepten olduğuna dair elimde hiçbir ipucu yoktu. Bir gün arşive sürülme nedeni mezhebi olan Kamil Bey’e Birol’u sorduğumda ‘’Bizden değil’’ dedi. Kimden o zaman bu adam? Sakladığı sır neydi? Bekar olsam, akşam eve dönmem gerekmese –eşim hamile- ben Birol’u kesin takip ederdim.

 

  Acaba bir tanrıtanımaz aynı zamanda iyi bir insan olabilir mi? Ahiret inancı olmayan bir adam neden iyilik yapsın ki? Hadi iyilik yapabilir bunu biraz anlayabiliyorum. Daha iyi bir dünya için elbette iyilik yapabilir ama Birol’un yaptıkları iyilik sınırını zorlayan şeyler. Bu adam hayatını hayır işlerine adamış durumda. Belki de kendini önemli hissetmek için yapıyordur? Yaptığı tüm işler çok anlamlı işler. Kendini adamışlığı, özveri gerektiren uğraşlar.

 

  Kafamdaki sorular arttıkça merakımda artıyordu. Bir salı günü eşimi, annesine gönderip iş çıkışı Birol’u takip ettim. Gerçekten de panosunda yazan küçük kağıtta olduğu gibi iş yerine yakın olan hayvan barınağına gitti. Oradaki gönüllülerle son derece resmi bir şekilde selamlaştıktan sonra köpeklerle teker teker ilgilenmeye başladı. Akşam altıdan on buçuğa kadar hiç ara vermeden köpeklerle ilgilendi. Sonra da bekçiye ‘’ Hayırlı geceler’ deyip yürümeye başladı. Benim takip ettiğimin farkında değildi. Yaklaşık kırk dakika yürüdükten sonra evine gitti. Bende bir taksiye atlayıp eve döndüm. Yol boyunca kendimi çok kötü hissettim. Haksızlık mı yapıyordum acaba Birol’e. Adam sadece iyiydi. Sadece iyi.

 

  Sıradan bir iş günü hepimiz dosyalara gömülmüşken; bir an da bir ses duyduk. Bir çarpma sesi. Hemen sesin geldiği yere gittiğimde Birol’u yerde sapsarı olmuş ve titrerken gördüm. Arşivde çalışan herkesin yüzü sarıdır ama o an Birol’un yüzü altmış yıllık bir kağıt kadar sarıydı. En üst raftan bir dosya alırken adlındaki merdiven kaymış olmalıydı. Yaklaşık üç metreden yere düşmüştü ve en büyük şansı kafasını yere vurmamış olmasıydı. Elindeki dosya, kafası ile yer arasında kalmış ve darbenin gücünü azaltmıştı. Apar topar Birol’u hastaneye götürdüm. Doktor röntgen çekip, tetkik ettikten sonra merak edilecek bir durum olmadığını söyledi. Beyin kanaması riskine karşılık bu gece uyumamasını önerip bizi gönderdi.

 

  Olayın üzerinden birkaç saat geçmiş olmasına rağmen Birol son derece iyi gözüküyordu. Bana teşekkür ettikten sonra çantasını almak için beraber iş yerine döndük. O yapmacık gülümsemesi ile çok iyi olduğunu söyledi, çantasını aldı ve tam gidecekken Birol’un koluna sarıldım. ‘’ Birol bırakmam bize gidiyoruz, doktor beyin kanaması tehlikesinden bahsetti, yalnız yaşayan bir adamsın. Bize gel beraber sabaha kadar otururuz, sabahta işe gideriz’’, dedim. Dürüst olmak gerekirse Birol’un hayati tehlikesini umursuyordum ama bütün gece Birol’u gözlemleme fikri de bana harika geliyordu. Her ne kadar mırın kırın etse de inatçı olduğumu gösterdim ve ikna etti. Önce Birol’un evine temiz kıyafetler almaya gidecektik, oradan da bize geçecektik. Bu plan beni çok daha mutlu etmişti. Birol’un evini de görebilecektim.

 

  Beraber işten çıktık ve Birol’un evine gittik. Evi de aynı iş yerindeki masası gibiydi. Tertemiz ve düzenli. Duvarlarda hiçbir resim yoktu. Eve sadece uyumak için geldiği besbelliydi. Küçük bir televizyonu; hayvanlar ve çocuk psikolojisi hakkında yazılmış birkaç kitabı vardı. Televizyonu koyduğu dolabın altındaki rafta da daha önce aldığı plaketleri gördüm. Hepsi kapalı durum üst üste konmuştu. Hızlıca kendine bir çanta hazırladı ve beraber bizim eve gittik. Eşimin hazırladığı yemeği yedik ve televizyon izledik. Birbiriyle çok zaman geçirmiş olmasına rağmen birbirini tanımayan ve ortak noktaları az olan iki kişiydik. Konuşacak konu bulamıyorduk ve sabaha kadar beraber oturacaktık. Eşime Birol’un yardımsever kişiliğinden daha önce bahsettiğim için eşim sohbet açtı ve eşime yaptıklarını anlatmaya başladı. Yine suratına o yapmacık gülümseme gelmişti. O yapmacık gülümsemeyi gördüğüm her an bu adamdan nefret ediyordum. Saat gece yarısına yaklaştığında eşim müsaade isteyip yatmaya gitti. Bende uykumuz kaçsın diye kahve yaptım ve beraber televizyon izlemeye başladık. Yaklaşık iki saat kadar bir kelime bile etmeden televizyon izledik.

 

  ‘’Kendini nasıl hissediyorsun?’’ diye sorduğumda saat gece üçü gösteriyordu. ‘’Çok teşekkür ederim, çok iyi hissediyorum’’ dedi Birol; o nefret ettiğim gülümsemesi ile. İşte o an hiç planlamadığım bir şey yaptım ve gayet tok bir sesle onu sorgularcasına sordum,

 

  ‘’Neden?’’

 

Sorumu duyan Birol bir anda afalladı. Gözlerini açıp bana baktı ve daha önce yüzünde görmediğim bir sert bir ifade ile,

 

  ‘’Ne neden?’’ dedi. Sorum Birol’u savunmasız yakalamış olacak ki bir anda savunmaya geçmişti.

 

  ‘’Tüm bu yaptığın yardım çalışmaları neden?’’

 

  ‘’Birilerinin bunu yapması gerekli. Yardıma ihtiyacı olanlara yardım ediyorum. Bunda yanlış olan ne var ki?’’ Sesi hala gergindi.

 

  ‘’Yardım sever olmak elbette yanlış bir şey değil ama neden bu kadar çok fazla yaptığını anlayamıyorum’’

 

  ‘’Gücüm ve zamanım var. İstersen sen de yapabilirsin. Mesela yaşlılar ile sohbet edebilirsin ya da senin matematiğin iyidir, kimsesiz çocuklara matematik dersi verebilirsin.’’ Sakinleşmişti Birol.

 

  ‘’Birol’’ dedim, yine sesim onu yargılarcasına çıkıyordu.’’Benim bir ailem var, hamile bir eşim var, benim bir hayatımda var, ama senin bir hayatın yok’’ özellikle son cümlemi tamamen Birol’u tahrik etmek için söylemiştim

 

  ‘’Benim de bir hayatım var!’’ dedi. Sesi yine sert çıkıyordu. Eşimi uyandırmaktan çekindiği için ses tonunu kontrol ederek devam etti ‘’ Kimsesiz çocuklar, yaşlılar, hastalar hatta barınaktaki köpekler. İşte onlar benim hayatım’’

 

  Söylediklerinin hiçbir kelimesi beni etkilememişti. İçimden bir his eteğimdeki tüm taşları dökmemi söylüyordu.

 

   ‘’ Bir şeyler gizliyorsun, bir şeyler kaçıyorsun, yaptığın tüm iyiliklerin bir sebebi olmalı. Dindar biri olsan yaptığın iyilikleri anlayacağım ama dindar da değilsin. Ne ailen var ne de arkadaşın. Söyle bana nesin sen? Söyle ne gizliyorsun?’’ kendimi kaybetmiştim. Karşımda oturan Birol’u azarlıyor hatta sorguluyordum.

 

  ‘’Beni bunları öğrenmek için mi evine çağırdın? Yazıklar olsun sana! İşte bu sebepten hiç arkadaşım yok!’’ dedi, sakince ayağa kalktı ve çantasını toparlayıp gitti. Kullanmadığı senelik iznini kullandı ve üç hafta işe gelmedi. İşe geldiği günde genel müdür ile görüşüp görevinin değiştirilmesini istemiş. İki gün sonra masasını toplayıp yani odasına geçti.

 

  Ben mahcupluğumdan ötürü yaşadığımız tartışmayı kimseye söyleyemedim. Aklımdaki soru işaretleri devam ediyor elbette. Hala arada bir takip bile ediyorum. Acaba bu adamın sırrı ne?

 

 

Birol’u portreci’de kullanacağım. Ateistliğine vurgu yaparak.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

barda nasıl yer bulunur?

aşırı kibarlık üzerine gelişmiş araştırma sahibiyim. mesela genelde yaptığım şey,
çok kalabalık bir bar yerinden kıpırdayamıyorsun. biranı içmek için kaldıramıyorsun insanlar üzerine üzerine mi tepiniyor hemen ceyda1 isimli yöntemi kullanmanı öneririm,
1. sigara yak
2. en dibindeki kişinin koluna sigarayı çaktırmadan ama büyük bir güçle bastır
3. kız/erkek yandığı anda "ahhh canım çok çok özür dilerim sakarım biraz ay bakayım bişey olmuşmu?" de
4. o kişi yok önemli değil sorun değil derken sen özür işini uzat
5. yanan kişi uzaklaşırken kıçınla gül ve boş alanın keyfini çıkar

not: istediğiniz sıklıkta tekrarlayabilirisniz.

---

plan ceyda'nın bunun üzerine biraz çalışılıp O "henüz ismi olmayan kadın" ın yöntemlerinden biri olabilir. Özellikle barda tek oturan adamı kaldırmak için üzerine bira dökebilir.

27 Ağustos 2010 Cuma

karakterlerin cinsel hayatı

 Bir insanın nasıl seviştiği karakterinin önemli bir parçasıdır aslında.ne kadar sıklıkla ve ne kadar süre ile seviştiği. Edilgen mi etken mi olduğu? Yaptıkları, ettikleri. Aynı zamanda “cinsellik her zaman satar”’ da yadsınamaz bir gerçektir

 

Romanın tüm karakterleri için bir sevişme sahnesi yazmalıyım. Her karakterin sevişmesi yayınlanacak diye bir şey yok. Not olarak, done olarak bir kenarda durur. Sıkıştığımda, ya da bir kısmı yazmaya başlamadan orayı okur ve karar veririm.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Kim kim oturuyorsunuz - tekrar üzerinden geç

Bir mekanda arkadaşlarım ile otururken; arkadaşlarımdan biri sevgilisiyle ya da başka biriyle telefonla konuşurken muattap olduğu sordurur, “ kim kim oturuyorsunuz?”.

 

 

 

Bu soruya muhatap olan arkadaşım ister istemez kim kim oturuyorsan sayar. Çünkü genelde “arkadaşlar”, “çocuklarla”, “bizimkilerle”, “kankalarla” gibi cevaplar doyurucu olmaz. İsim isim sayılması elzemdir.

 

 

 

Masada sadece ben varsam da sorun yok elbette. Ama masada üç arkadaşsak bende o an mesela başlar. İlk benim mi yoksa diğer arkadaşımın mı adını söyleyecek? Ya masada dört kişiysek. Ve benim adımı en son söylerse.

 

 

 

Aslında olaya başka bir yönden de bakmak gerekir. İlk söylenmek önemsendiğimi gösteriyorsa son söylenmek de kıskanıldığımı gösterebilir.

 

 

 

Değişkeni bol, çıkmazı çok bir sorun bu. Yine de altında yatanı arayıp, net bir cevap bulamamak güzeldir. Sonsöz olarak bilinç altı bilince yansır bence. Bu o anlardan biridir.

 

 

İçinden çıkamadığım ve ilginç bulduğum bu konuyu romanda kullanmalıyım. Adının sayılma sırasına kafayı takan bir kadın karakter olmalı.

Roman bitince kalan karakterler

Her roman bir şekilde biter. Mutlu son, mutsuz son, bu romanın devamı yazılır diye uydurulmuş açık son, okuyucu şaşsın kalsın diye yazılmış saçma son....

Bir şekilde biten sondan sonra kimi karakterler ölür, kimi kalır. Her karakter aslında bir insan olduğunu varsayarsak ve her insan ölür gerçeği yadsınamaz son olduğuna göre her okuyucunun emek verip okuduğu, zihninde oluşturduğu karakterin sonunu öğrenmeye hakkı vardır.

Romanımın son cümlesini yazıp bitireceğim. Sonra da şöyle bir liste yazacağım.

Mehmet, 2012, trafik kazasında öldü.

Selçuk 2044, huzur evinde eceli ile öldü.

Fatma 2021, ikinci kızının doğumunda öldü.

Derya 2012, Mehmet'in öldüğü trafik kazasından sonra bunalıma girip intihar etti.

Evren 2031, bir banka soygununda öldürüldü.

Ceylan 2029, eşini ve çocuklarını uğrunda terk ettiği motorcu serseri tarafından dövülerek öldürüldü.

Mert 2050, aralarında en son o öldü. En tehna cenaze onundu. Bunun bir sebebi de ölmeden önce delirip bir kreş servisine ateş etmesi olabilir. Polisle çatıştı ve kalbinden vurularak öldü.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

rastlaşsak - dudaklar

Keşke arada rastlaşsak seninle.

Ben bakkala girerken, sen çıkıyor olsan,

Otobüslerimiz farklı da olsa, duraklarımız aynı olsa.

Hatta sen otobüsün camından dalmış etrafı izlerken seni görüp;

Ben de senli hayallere dalsam.

Hatta selam bile versek birbirimize.

Sessizce ve gözlerimizle.

Hafifçe başını eğsen ve gözlerini bir kez kapatıp açsan,

Utangaç bir tını ile “merhaba” desen.

Ve sesini sadece sen duysan,

Ben dudaklarını okusam.

 

Yine de alışmasak birbirimizi görmeye,

Her rastlaştığımızda karmakarışık olsak,

Her biri ilkmiş gibi heyecanlı,

Sonmuş gibi hüzünlü olsa.

Gözlerini kapattığın o an hayat dursa.

 

Benim dudaklarıma bir kez baksan.

Kuruluğundan sana susuzluğumu,

Duruşundan tutsaklığımı okusan.

Beni bir tek sen okusan.

Helikopter böceği - börtü böcek

En son ne zaman helikopter böceği gördüm acaba? Üzerinden en az on yıl geçmiştir. Bir garip uçan böcekti. Havada sabit durduğu an beni saran korkuyu hatırlıyorum. Zehirli olduğuna inandırmıştı beni hem de hiçbir şey yapmayarak; sadece var olarak. Şimdi istesem helikopter böceği hakkında birçok bilgi bulabilirim. Latince adını, nerelerde yaşadığını, gerçekten zehirli olup olmadığını, falan filan.

En son nerede görmüştüm ben onu? – İkinci paragrafa soru cümlesi ile başlama sorunumun teşhisini yaptım, umarım sıra tedaviye gelir-

Kuşadası’nda ya da İstanbul’da görmüştüm. Soyu tükenme tehlikesinde mi acaba? – yine soru cümlesi – paragraf biter.

Ömrüm boyunca en çok hangi hayvanı böceği öldürdüm acaba? -üçüncü kez ve pes- Bilinçli olarak küçükken karınca ezdiğimi anımsıyorum, Allah affetsin, artık özellikle basmamaya çalışıyorum. Zaten eskisi kadar çok karınca göremiyorum da. Bilinçli olarak en çok öldürdüğüm böcek açık ara ile karafatmadır. O iğrenç yaratıklarla olan ilişkim aslında korkuyla başladı. Gecenin köründe babamı kaldırıp karafatma öldürttüğü anımsıyorum. Şimdi ise yanımdan geçse dahi eskisi kadar korkmuyorum ve rahatlıkla öldürebiliyorum.

Arı öldürmüşlüğüm de var azımsanmayacak sayıda. Denizde yüzerken su fışkırtarak öldürmüştüm bir tanesini. Bence böcek camiasında en korkunçlardan biri. Hem de sarı.

Sivrisinekler beni tatilden nefret ettirmiş hayvanlardır. Anamur’da uykumu zehir ederek, beni intihar sınırına bile sürüklemişlerdi. Zaten dünyada en çok insanın ölümüne neden olan hayvan da onlar. Ankara’da ki sivrisinekler ise karaktersiz. Sadece poz veriyorlar ve ses çıkartıyorlar. Kan emmiyorlar. Sivrisinek öldürdüğümde çıkan kan aklıma geldi, eskiden o kan böceğin sanacak kadar aptaldım. Zamanla insan bir şeyler öğreniyor. Bir de “Vızz” diye bir hikaye yazmıştım.

Tırıl öldürmüşlüğümde var şu dünya da. Küçük bir sora ile ikiye bölmüştüm. Yeşil bir sıvı çıkmıştı ortaya. Sene 1996. Yanımda Hasan vardı ve ikimizde üzülmüştük.

Örümceklerden bahsetmemem olmaz. Dindarlaştıkça daha az öldürdüm onları. Ama bir böceği öldürmeden evden dışarı atmak öyle zor ki. Banyoya girdiğimde kırmızı bir tanesini gördüm ve verdim suyu, verdim suyu ve delikten gitmesini izledim. Sonra da üzerine banyo yaptım. Ölmüş müdür acaba? Böcekler, örümcekler boğulur mu? İlkokul fen bilgisi, bilgi kırıntısı trake solunumu yaptıklarını anımsıyorum ve bu bilgi kırıntısından hiçbir sonuca ulaşamıyorum.

Kanal 7’de çıkan çember sakallı, saman kağıt kullanan, eski ve cildi dağılmak üzere olan kitapları kaynak gösteren, din ile ilgili sorulara cevap veren bir amca var. Nedense saman kağıt kullanan adamları seviyorum. Bir benzeri de eskiden TGRT’ de vardı. Neyse o böcek öldürmeyin demişti. Eğer öldüreceksek üç defa “Cinsen çık, cinsen çık, cinsen çık, Hazreti Süleyman’a verdiğin sözü unutma” deyip öyle öldürün demişti. Eğer hayvanın içince cin varsa çıkıp gitsin ki cin ölmesin diye. Artık televizyonlarda üç harfliler diyorlar.

Börtü böcek üzerine eşsiz bilgilerimi paylaştıktan sonra şunu söyleyebilirim ki en havalısı helikopter böceği. Belki yıllardır görmediğimden bana öyle geliyor. Helikopter icat edilmeden önceki adını merak ettim şimdi.

Merakımla beraber google yazdım ve bir adı da “Yusufçuk”’muş. Karadul gibi eşini yok etme durumu da varmış.

24 Ağustos 2010 Salı

İsa - Karakter oluşumu ve birkaç fikir

İsa, sıradan bir sokak çalgıcısı. Portreci ile aynı sokakları paylaşıyorlar. Aralarında gizli bir bağ var. Yakın arkadaş ya da kanka değiller. Aralarında konuşuyorlar ama üstünkörü, birbirlerinin özellerine girmiyorlar. Hoş geldin, beş gittin.

 

Dış görünüşü: İsa’nın görünüşünü en iyi anlatan kelime sıska. Hatta çok sıska. Sağlıksız bir görüntüsü var. Kavruk tenli. Yüzü ince uzun, göz altları ise mosmor. Seyrek ama uzun sakalları var. Güney Amerikalı reggie şarkıcıları gibi. Saçları ise uzun sayılır. Açık alnına doğru dökülen ince sağlıksız saçlar. İsa peygamberin resimlerini andırıyor. Kürt İsa peygamber gibi. Ergenliğinde çok arabesk dinlemiş. Damardan, Müslüm’cüymüş. O günlerden yadigar kollarındaki façalar kalmış. Utanıyor o façalardan, ondan pek kısa kollu kıyafetler giymez. Zaten çok zayıf olduğundan, çok üşür.

 

Sadece sokaklarda gitar çalarak para kazanıyor İsa. Çok iyi bir gitarcı değil. Uyumsuz bir tip olduğundan hiçbir grupta tutunamıyor. Sokaklarda gitar ile rock klasiklerini çalıyor genelde. Bir de eski püskü mızıkası var. Arada onu da çalıyor. Gitar kutusunu açıp her zaman sağına koyuyor ve günü sonunda biriken parayı saymadan gitarını da çantasına koyup gidiyor.

 

Bu eski damardan arabeskçiyi, sokaklarda rock klasiklerini çalarak hayatını idame eden bu isyankar rakçı haline getiren ne? Portreciyle hikayelerini kesiştiren noktalardan biri bu. “Bir kadın”. Bir kadına aşık oluyor ve aşık olduğu kadın arabesk dinleyen bir varoşa bakmayacak bir tip. Kadının peşinden gidiyor ve değişiyor. Arabesk ve rock onun için çok farklı kültürler değil. İkisinde de fakirlik ve isyan var. Sadece dışavurumları farklı diyor.

 

Hamiş: ileride İsa’ya sokakta para veren Portreciye isyan sahnesi olabilir. Yine paralel bir isyan İsa’nın arabeskçiden rakçıya dönmesini sağlayan o kıza verebilir.

 

Hatta o kız da bir süre sonra rakçılığı bırakıp kariyer peşinde koşan kapitalist bir tip olsun. İsa, “Senin peşinden rakçı oldum ama kapitalist olamam” diyerek isyan etmesi.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Birkaç eski resim

Resim yapabildiğimi keşfettiğimde on yaşımdaydım, iyi resim yaptığımı keşfettiğimde on iki, bu işten para kazanacağımı fark ettiğimde ise on beş. Bu yeteneğim sayesinde, istediğim kızı kandırıp yatağına girebiliyor; istediğim zaman, istediğim kadar para kazanabiliyordum. On beş yaşında, babasının iki katı para kazanan genç bir adam olarak aileye ihtiyacım yok diye düşünüyordum. Bir iki kavga çıkarttım ve evi terk ettiğim gün, on sekizinci yaş günü haftamdı. Evi terk etmekle de kalmadım, daha büyük şehre gittim kaçarcasına. Aradan yıllar geçti, şimdi alkoliklik sınırında bir sokak portrecisiyim. Karakalem çiziyorum, canım istediği kadar çalışıyorum ve ne işimi, ne hayatı eskisi kadar sevmiyorum.

 

Dumanlı bir gecenin sabahı, yatağımda değil yerde, yanımda yarısı dolu bir bira şişesi ile uyandım ve aklıma küçükken çizdiğim birkaç resim geldi. Yeteneğimi keşfettiğim, ışığımı gördüğüm birkaç resim. Belki o birkaç resim beni bu çıkmazımdan kurtarabilir, içimdeki ateşi yeniden harlayabilirdi. İlk trene atladığım gibi, on sekiz yaşımda terk ettiğim; annem babam ölünce satmak için bile uğramadığım evime doğru yola koyuldum. Acaba annem resimlerimi atmış mıydı? İki sene önce bir telefon konuşmamızda atmadım demişti ama ya attıysa? Anılarla yaşayan insanlar değillerdi. Ben onların ziyaret etmedim belki ama onlar da beni hiç ziyarete gelmedi. Biz bir aile olamadıysak tüm suç bende miydi?

 

Yıllardır gitmediğim eski evimin kapısının önüne gelene kadar kendime bu soruları sorup, cevapsızlıklarında savruldum. Sonra bir çilingir bulup evin kapısını açtırdım ve içeri girdim. Evin içerisi toz içerisindeydi. Ondan ayakkabımı çıkartmadım ve koşarak odama yöneldim. Amacım o birkaç eski resmi bulup, bu evi terk etmekti. Beni bir şeyler boğuyordu bu evde ama neydi bulamıyordum. Eski dolabıma baktım resimler yoktu, kitaplığın çekmecelerinde de bulamadım. Televizyon dolabımın altında, bir sürü eski püskü şeyin arasında, ilkokul karnemi ve hatıra defterimi buldum; ama çizimlerim yoktu. Her yeni yere baktığımda umutlanıyor, bulamayınca öfkem artıyordu. Odamı darmadağın ettikten sonra annemlerin yatak odasına geçtim. Gardıroplarını, yataklarını, çekmecelerini yerle bir ettim. Beni bir ay idare edecek kadar para bile buldum ama zerre umurumda olmadı. Eski resimlerim hala yoktu. Annemlerim odasından çıktığımda kendimi kaybetmiş gibiydim. Tüm hırsımla evin dört bir yanına saldırdım. Her yeri darmadağın ettim ama nafile. Demek ki atmışlardı.

 

Sonra çocukluğumun geçtiği basamaklara oturup düşünmeye başladım, değer miydi? Annemi, babamı bensiz bırakıp; para ve kadınların peşinde koşmuştum. En güzel kadınlarla beraber olmuş, güzel paralar kazanıp fütursuzca harcamıştım. Ne bayramlarda, ne de doğum günlerinde aramıştım onları. Onlar aradığında da, hep çok önemli bir işin ortasında olduğumdan kapatmam gerekmişti telefonlarını. Ölüm haberleri geldiğinde bile ağlamamıştım. Üç bardak viski içip, sevişebileceğim en yakın kadınla sevişmiştim. Cenazeye gitmem için zaten çok geçti. Öldüklerinden bir hafta sonra haberim olmuştu.

 

Son bir umutla evin odalarına üstünkörü baktım ve çoğu acı, azı tatlı anılarımı yanıma alarak çocukluğumun geçtiği evi terk ettim. Yıllar önce umutlarla ayrıldığım evden bu sefer umutsuzluk ve kaybetmişliklerle ayrılıyordum.

22 Ağustos 2010 Pazar

pazartesi - arkeolojik bulgular

Bu hafta önüme gelen bir rapor beni derinden etkiledi hatta uçuklattı değerli pazartesimanialar. Çankırı’da yapılan son arkeolojik kazılarda çıkan tabletlerde şöyle bir bulgu oraya çıkmış. “Yedi bin sene sonra bu topraklardan biri gelecek ve tüm kadınları kendine esir edecek. Alçak gönüllüğü, güzel bacakları ve kıvırcık sakalları olacak.” Hani bir tc kimlik numaramı vermemişler, tamamen beni anlatıyor.

 

*Pantolon cebince telefon, cüzdan taşımamalı.

*Koca kafalı olmamalı

*Bana arada sırada sakal tıraşı olmam gerektiğini makul bir dille söylemeli. 4 ay olmuş yahu.

*Ahlaka mugayir bulduğundan sumo güreşi izlememeli.

*Yaptığım hatalardan sonra “Yönetim istifa” diye bağırmamalı.

 

Demek ki gelişim yedi bin sene önce müjdelenmiş pazartesi müptelaları. Aradaki yedi bin sene yaşayıp, bana rastlayamamış zavallı kadınlar için hepinizi bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

saçmalardan seçemeler

sonra dedim ki; "ahmet abi dizel arabalar mangal gibi kokuyor" ahmet abinin tepesi attı, kıpkırmızı kesildi. hemen tehlikenin farkına vardım ve topukladım.
---
bizim bakkalın hanımı geçen çocuğunu dövüyordu. şöyler ters ters baktım bıraktı çocuğu. "iki ekmek" dedim günde iki paket maltepe içen yaşlı adam ses tonuyla, ekmekleri aldım çıktım. oda çocuğunu dövmeye devam etti.
---
sokakta benden hoşlanan sarı kafalı salak bir sübyan var. ne zaman yanında geçsem kafama top atıyor. geçen tam gözüme geldi gözlüğüm düştü, geldi özür diledi. " benim adım serkan ve evliyim " dedim gitti. o günden beri kafama top gelmiyor.
---
kapımızın önünde tezgah açan pazarcıyla üç yıldır aynı sohbeti yapıyoruz. konu başlıkları şunlar;

*zabıtalar şerefsiz
*aziz yıldırım şerefsiz
*tayyip vatan hayini
*hal mafyanın elinde.

öfke dolu bir kalbi var, sanırım annesi böyle yetiştirmiş.

19 Ağustos 2010 Perşembe

muhteşem çarşamba - bir iyilik hikayesi

İyilik yapmak aslında biraz da şanstır, yerde cüzdan bulmak gibi. Her gün sokaklarda yürürsünüz ama her yürüyüşünüzde yerde cüzdan bulamazsınız. Karşıdan karşıya geçen yaşlı bulmak da gerçekten zordur ya da bir anda bayılan birine rastlamak. Yanan bir binada, yanmak üzere birilerini bulup kurtarma ihtimalimiz ne kadar da düşüktür.

Şanslı çarşambam tam anlamı ile muhteşem bir gündü. Sabah yürümeye başladım ve daha iki adım atmıştım ki iki koltuk değneği ile yürüyen yaşlı bir kadıncağız karşıdan karşıya geçmeye çalışıyordu. Hemen yanına gittim ve trafiği durdurup yardım ettim. Bu güzel rastlantı demek muhteşem günün habercisiymiş.

Ellerim cebimde biraz daha yürüdüm. Bir yandan da ıslık çalıyordum ki uzaktan bir ses duydum. Bir genç kız ağlamaklı çığlıklarla; “ İmdat! Yardım edin! İmdat!” diye bağırıyordu. Ellerimi cebimden çıkarttım ve koşmaya başladım; koştukça sese yaklaşıyordum ve kızcağızın çığlıkları yüreğimi parçalıyordu. Daha hızlı koştum, daha hızlı koştum ve kızın yanına vardım. Orta yaşlı, fötr şapkalı, kahverengi ceketli bir adam kıza sarkıntılık ediyordu ki; beni görünce hareketsiz kaldı. “Siktir git ulan” diye boğazımı yakarcasına bağırdım ve adam kaçtı. Hemen polisi aradım ve durumu ihbar edip, adamın eşkalini verdim. Sonra yürümeye devam ettim.

İnsan iyilik yapınca dünyaya daha farklı gözlerle bakıyor, kendini daha iyi hissediyor; hem kendini hem de dünyayı daha çok seviyor sanki. Böyle neşe ile yürürken yerde yorgan diken yaşlı bir teyze gördüm, uzaktan el etti ve yanına gittim. “Evladım şu ipi, iğneye takar mısın? Yorgan dikerken çıktı, gözlerim de iyi seçmiyor, işim yarım kaldı” dedi. Yaşlı teyzenin benden iyilik istemesini şanslı çarşambanın devam etmesine yordum ve “ Elbette teyzeciğim” deyip ipliği iğneden geçirmeye koyuldum. Her ne kadar kolay gözükse de çok zor bir işmiş bu. Sanırım bir on beş, yirmi dakikamı aldı. En başta mahcupça gülümseyen teyze, ilerleyen dakikalarda sıkılgan ve somurtkan olmuştu. Ama ben pes etmedim ve uğraşıp, başardım. Teyze yarım ağız bir teşekkür etti ve bende mutlu şekilde yürümeye devam ettim.

Öğlen olmuştu ve güneş tam tepedeydi. Sokakta benden başka yürüyen çok az kişi vardı. Benden yaklaşık yirmi metre ileride, uzun saçlı bir, bol pantolonlu bir adam; bir anda yere düştü. Koşarak olay mahalline gittim. “Açılın, açılın bunaltmayın” diye bağırarak kalabalığı kontrol ettim. Sonra kalabalıktan en uzun boylu olanını seçtim ve “ Sen şurada dikil arkadaşım, tam şurada dur ki gölge olsun. Zavallıyı güneş çarptı sanırım” dedim. Sonra bir başkasının eline para tutuşturup su aldırdım. Hemen cep telefonumdan da ilk yardımı aradım. Öyle hızlı hareket ettim ki; yapılabilecek tüm iyilikleri kendim kaptım. Su gelince baygın adamın kafasından aşağı döktüm. Kendine gelir gibi oldu ve gitmeye çalıştı ama izin vermedim ve yerinden kalkmadan ambulansı beklemesini sağladım. Ambulans gelince iyilik yapmış biri olmanın verdiği huşu ile yoluma devam ettim.

Ne kadar muhteşem bir gündü bu. Yüzümde kocaman bir gülümseme ile yürümeye devam ettim. Herkese, her şeye karşı gülümseyerek yürüyordum ki ipince, upuzun, güpgüzel bir kızın çaresizlik içerisinde ağladığını fark ettim. Günün harikalığının da verdiği özgüven ile “ Niçin ağlıyorsunuz güzel bayan? Nedir sizi üzen?” dedim. Zavallı kızcağız benim yardımsever, babacan sesimden etkilenmiş olacak ki; bir anda boynuma sarılıp hüngür hüngür ağlamayarak, anlatmaya başladı.” Ben güzellik yarışmasına katılmak için memleketimden geldim, yarışmaya başvuracaktım ki benden bikinili resim istediler. Benim bikini alacak param yok ki!” dedi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti. Hemen kendisini teselli ettim ve beraber alışveriş merkezine gittik, ona bir bikini aldık. Öyle mutluydu ki görmeliydiniz. Ben bikinin parasını ödedikten sonra teşekkür edip yanımdan ayrıldı. “İsterseniz fotoğrafı ben çekebilirim” dedim arkasından ama korkarım ki duymadı. Nasıl duysun, zavallıcığın acelesi vardı.


Dünyalar güzeli kızımıza iyilik yapmış olmanın verdiği huzurla yoluma devam ettim. Artık hava kararmıştı. Bir semt pazarının önünde buldum kendimi. İnsanlar sebze meyve ihtiyaçlarını karşılamış evlerine dönüyorlardı. Birden yaşlılıktan iki büklüm olmuş yaşlı bir amcanın zar zor torbalarını taşıdığını gördüm ve hemen elindekileri alıp evine kadar taşıdım. Daha pazarın toplanmasına bir saat var hemen gidip başka yaşlılara da yardım edeyim diye düşündüm ve pazaryerine koştum. Pazar toplanana kadar üç yaşlıya daha yardım ettim. Kan ter içerisinde kalmıştım ama olsun, nasılsa bugün harika bir gündü.

Artık çok geç olmuştu ve insanlar evlerinde uykularına dalmışlardı. Issız sokaklar; zavallı seks işçilerine, hırsızlara ve onların peşinden koşan polisler ile bana kalmıştı. Ellerimde cebimde, kafamda bir şarkı ile yürürken bir köşe başında esmer, uzun, iri, mini etekli bir seks işçisi gördüm. Zavallının yanına yaklaşan bir araba dahi yoktu. Bu harika günü adına yakışır bir iyilik ile kapatmak için yanına gittim ve “Vizite ne kadar?” diye sordum. Biraz kalın ama feminen bir ses ile cevap verdi; “Burası kerhane değil ne vizitesi? Bir keresi 60 lira, sabaha kadarı ise 400” dedi. Bir kadın için ne kalın bir sesi ve geniş omuzları var diye düşündüm. Sonra cebimden 400 lira çıkarttım ve “Al bu parayı hanım ablacım. Al ve evine gidip yat, bu gece çalışma” dedim. Ben kadıncağızın yanından ayrılırken bir araba yanına yanaştı. Kadıncağızla biraz konuştular sonra zavallı seks işçisi arabaya bindi. Korsan taksiydi sanırım. Zavallı kadıncağız bu saatte otobüsü nerden bulsun?

Sonra ellerim cebimde yürümeye devam ettim; ağzımda bir ıslık, kulağımda bir şarkı.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Kötüler için el kitabı

28 Ağustos 2008 Perşembe

"dünyayı sevmeyen adam" daki bir durum. bu sefer dünyayı sevmeyen adam çok daha akıllı. dünyayı bok etmek için bir ton fikri var ve bunu bir kitap yapıp yayınlıyor. birçok kişi bunu okusun ve şlham alıp dünyayı yok etmesinde yardımcı olsun diye

roman ile ilgili fikir

Bir karakter peydah olur ortalarda bir yerde. biraz ondan bahseilir. potansiyelinden, planlarından belki. bir şeyler yapması için okuyucuda beklenti oluşturulur ama karakter bir anda intihar eder.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

en narsist cümlem

Kendi kıymetimi bilmem için siz insanlara şöyle bir bakmam yeterli oluyor.

pazartesi - ramazan özel

Ramazan geldi pazartesi sevdalıları. Sizden ricam bu mübarek ayda benim kafamı bozmayın, saçma sapan işler yapıp benim orucumu sakatlamayın. Yine bu ay sürecinde ziyaretçi de kabul etmiyorum haberiniz olsun. Günde 7 saat Nihat Hatipoğlu izleyip huşuya ereceğim. Birkaç tv kanalı özellikle benim için iftar saatinde televizyonda ezan okutacakmış. Hata yapıp oruçlarınız o an değil, bulunduğunuz ilin ezanına göre açınız.

 

 

* İftar sahur arasında nefes almadan yemek yememi sağlamalı.

* tehlikeli sahnelerde dublör kullanmamalı

* utanmaz bir yalancı olmalı

*Gta San andres’ı bitirmiş olmalı

*suicide girl tecrübesi olmalı.

 

Buradan tüm pazartesikopatlara R.E.M den “loosing my religion”’u armağan etmek istiyorum. Diyalektik iyidir, kafa açar.

15 Ağustos 2010 Pazar

pastırma kokusu

İki arkadaştılar. Veysel ve Faik. İki tutunamayan, iki kaybetmiş, iki yalnız, iki sapkındılar. İkisinin de aileleri vardı ama evlerine sadece uyumaya giderlerdi. Çocuklarını severlerdi ama kaçıncı sınıfa gittikleri bilmezlerdi. İki adi, kötü, karaktersiz, namussuz, pislik adamdılar.

Veysel badanacıydı, arada sırada iş çıkınca çalışırdı. Bu sefer şansına iyi bir iş çıkmıştı ve bir hafta çalışıp, cebine sağlam para koymuştu. “Bu akşam içiyoruz Faik, Kayserili’nin yerinde masa ayırtalım. İçelim rakıyı, yiyelim pastırmayı.”, dedi sevinçle ve akşam Faik’i de alıp içmeye gittiler.

Felekten bir geceydi, hesap gelince daha bir neşelendi Veysel. Artan para ile nataşaya da gidebilecekti. Ama sadece kendine yetecek kadar parası kalmıştı, Faik’i götüremezdi. Kayserili’nin yerinden çıktıklarında “ ben nataşaya gidiyorum Faik, hadi eyvallah” dedi ve Faik’i iki yanağından öpüp yanından ayrıldı. Sonra da bir nataşa bulup sabahlamak için bir otel odası ayıttı.

Uyandığında saat öğleden sonra ikiydi. Üzerinden kamyon geçmiş gibiydi. Gece neler yaptığını düşünerek bir on dakika daha yattı ve yüzünde kafir bir gülümseme ile evinin yolunu tuttu. Kapıyı açan karısı her zamanki; ne bir soru sordu, ne de bir hoş geldin dedi. Veysel üzerindekiler değiştirdi ve tuvalete girdi. Tam işeyecekti ki; burnuna o koku geldi, kesik çemen kokusu. Evdekilerde pastırma yiyecek para olmadığına göre gece eve Faik gelmişti. 


Hamiş: kafir gülümseme. Fena olmadı.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Dünyanın En Şansız Adamı

*Karısı ile metresinin adet günleri aynı olan adamdır.

*4 tane karısı olup, tüm karılarının adet günleri aynı olan adamdır.

13 Ağustos 2010 Cuma

Gelini öpebilirsiniz - kaçırılış

O, eski karısının düğününe gider. Amacı karınsının onu görüp evlenmek vazgeçmesini sağlamak değildir. O acıyı, o acı anda tüm kalbiyle hissetmek ister. Yazardır o. Acı çekmeyi birazda ondan sever. 

 

Karısı “evet” derken kalbini kanar. Yüzünde boşvermiş bir gülümseme vardır o an; zaten bu boşvermişlik zırhını her daim takar. Düğün akar, danslar edilir, rutin, rutin… Gelin ve damadı tebrik eder ve arabasına binip tam gidecekken eski karsının sesini duyar. “ bekle beni, bende geliyorum”. O an mutludur. O anın mutluluğu tarifsizdir. Arabaya atlarlar ve kaçarcasına uzaklaşırlar. Dikiz aynasından peşlerinden koşan zavallı damadı görür ve daha da bir neşelenir. Damat, karısı ile evlenmek üzere olmasalar bile sevilmeyecek bir adamdır.

 

O de mutludur, kaçak gelinde. Arabayı kahkahaları inletirken gelin içinde bulunduğu anın heyecanına dayanamaz ve onu dudaklarından öper.O yıllardır bu öpücüğe hasrettir ve araba kullanıyor olmasına rağmen kendini tutamaz ve öpüşmeyi uzatır. Bir saniye daha, bir saniye daha…

 

 

Derken bir çarpma sesi duyulur. On, on iki yaşlarında bir kız ve annesi yerde yatıyordur.


hamiş: californication sezon 1 finalinden esinlenme

11 Ağustos 2010 Çarşamba

porteci - iki resim ile gelen kadın - büyülü kaynana

Kadınlar ilginç mahluklar. Hayatımın çoğunu uğurlarına adadığım kadar varlar açıkçası. Şu an beni ben yapan tek gerçekler de onlar. Eskisi kadar ilgimi çektiklerini söyleyemem, büyüsü olanlar hariç; güzel ve çekici olanları arzulamıyorum bile. Aradığım şey büyüsü olan kadınlar ve onlar artık o kadar azlar ki. Bir tanesiyle sevişmeyi bir kenara bırakalım rastlaşmak, ateş istemek, seslerini bile duymak büyük şans. En son ne zaman rastlaşmıştım ki öylesine?

 

Kadınlar müşterim, kadınlar hobim, kadınlar amacım… Kısaca kadınlar hayatım. Doğmamış çocuklarının portesi isteyenler genelde kadınlar oluyor tabiî ki. Kadınlar genelde çocuk sahibi olmayı düşündükleri adamların resmi ile geliyorlar. Kadınların yanında gelen erkek sayısı ise çok az. Ve bu ilişkilerin hemen hepsi de kadın baskın ilişkiler.

 

Birkaç yıllık bu işimde geçenlerde farklı bir deneyim yaşadım. Kumral kısa saçlı, kısık gözleri olan, cilveli kahkahaları insanın içini bir hoş eden ve ne istediğini çok iyi bilen bir kadın müşterim geldi. Kısa hoşbeşten sonra çantasından iki adet erkek resmi çıkarttı. İki resmi de kendi çekmiş ve detaylı olması için büyüttürüp gelmiş. Titiz insanları seviyorum.

 

İki adam da birbirlerine gayet benziyorlardı. İkisi de esmerdi, kirli sakallıydı ve yüz boyları birbirine yakında. Onun dışında kaşları, gözleri, burnu, dudakları birbirinden farklıydı ama her ne kadar birbirinden farklı olsa da orantıları birbirine çok yakın olduğundan iki apayrı kişi demek zordu. Sanki kardeş gibi değil de, amca oğulları gibiydiler.

 

Müşterim bana durumu çok güzel özetledi. İkisiyle de sevgiliymiş şu an. Biri tüccar, öteki ise müdürmüş. “ Hangisi ile evleneyim bilemiyorum, hatta hangisi ile evlensem olur; tercihimde çizeceğiniz resim çok belirleyici olacak.”, dedi. Anlattığına göre ikisi de onunla evlenmek niyetindeymiş ve aileleri ile tanımasını istiyormuş. İçinde bulunduğu kararsızlık onu bunaltmış ama “Olmadı yazı tura atarım” dedi ve çok işveli bir kahkaha attı. Karşımda kadın gibi bir kadın duruyordu.

 

İşim bu sefer her zamankinden zordu. Çizeceğim iki çocuk portesi de birbirinden farklı olmalıydı. Adamlar her ne kadar birbirlerine benzeseler de. Kadının sohbeti hoşuma gittiğinden ve gün sonuna kadar başka randevum olmadığından işi uzattım ve iki saatte iki portreyi de verdim. Kızı olursa nasıl olacağını merak etmişti müşterim. İki tane birbirinden güzel kız portresi çizmiştim. Müşterim kısa saçlı olduğu için çizdiğim portelerdeki kız çocuklarını gür ve uzun saçlı çizdim. Hoşuna gideceğimi biliyordum.

 

Müşterim portrelere baktıktan sonra; “ Ama ikisi de çok tatlı. Kafam iyice karıştı. Acaba ikisinden de birer tane mi doğursam” dedi ve davetkar kahkahalarından bir tane daha atıp gitti.

 

Aradan iki hafta geçmişti ki aynı müşterim tekrar geldi. “ Kararımı verdim, müdür ile evleneceğim” dedi. Karar vermesine çok sevindiğimi söyledim. Anlatmaya devam etti. Öyle heyecanlı anlatıyordu ki;

 

“İki adayımda beni anneleri ile tanışmam için evlerine davet etti. Önce tüccarın evlerine gittim. Annesi çok zeki ve kendini beğenmiş bir kadındı. Hanımağa gibi, güvenebilirsin, koruyucu bir tip. Ondan kötü kaynana olmaz, anlaşabilirim diye düşündüm. Sonra da müdür beni annesiyle tanıştırdı ve annesini görür görmez karar verdim. İnanabiliyor musun anneannesini annesi sandım. Kadın 82 yaşında ama 50 gösteriyor. Asıl annesini göreceksin. Dört çocuk doğurmuş ama beli incecik. Yüzünde çok az kırışıklık var, sadece kaz ayakları. O kadar sağlam genleri var ki ailenin şaşarsın. Bizim damat babasına çekmiş, babası gibi yaşını gösteriyor. Şimdi senden bir portre daha çizmeni isteyeceğim” dedi.

 

Şaşırdım,  Benden ne isteyeceğini aşağı yuları tahmin edebiliyordum. Elini çantasına attı ve birkaç tane, geçen seferki gibi, büyüttürülmüş resimler çıkarttı.

 

“ Bu annem, bu babam, bu kayınpederim ve bu da müstakbel kayınvalidem. Nasıl çok güzel değil mi? Senden bir portre daha istiyorum. Ne dersin müdür ile çocuğumuz nasıl olur? Canım, bir tanem, kaynanam gibi harika genleri olur mu?”

 

Kaynanasının resmine uzun uzun baktım, gerçekten çok güzel bir kadındı. O yaşlarda bu kadar parlak gözleri olan bir kadın görmemiştim. Kesinlikle büyüsü olan kadınlardandı. Ve gerçekten de 50 yaşında olduğuna kimse inanmazdı, hele de dört çocuk doğurduğuna. İşim çok zordu, çünkü şimdi çizeceğim portre ilk çizdiğime benzemezse kendimle çeliştim demekti ve bu hiç işime gelmezdi. Şansıma aradan uzun zaman geçmemişti, müdürün fotoğrafını da alıp bir portre daha çizdim. Gülümseyen, gür saçları olan güzel bir kız resmiydi. Porteyi müşterime gösterdikten sonra, “Kesinlikle çok güzel bir kızın olacak, senin güzelliğin ile kaynanasının güzelliğini taşıyan büyülü bir güzellik.”, dedim.

 

Meslek hayatımın en zor vakalarından biriydi. Her ne kadar beni zorlasa da bu müşterimle tanışmak büyük ayrıcalıktı.

Bana her şey beni hatırlatıyor

bir insan nasıl beni unutabilir ya. etrafında beni çağrıştıracak hiçbir şey görmedin mi?

hiç mi;
*yakışılı adam
*kitap okuyan şişko
*beşiktaş forması
*duba
*çiftleşen sokak köpekleri
*cola turka
*cumhurbaşkanı
*parmaklarının arasına kaçan kum
*yeşilimsi karasinek
*turbişon
*mossad ajanı
*su
*polka dinleyen zenci
*BİM
*koli basili
*kanaat lideri
*kestaneci sivil polis
*turan taktiği
*martılar
*ganyan bayii
*arnold schwarzenegger
*tüp kamyonu
*rapunzel
*süikast girişimi
*kaliteli bir şaka
*sünnet konvoyu
*modern folk triosu
*met üst
*starbucks
*mehmet ali ağaca
*HSYK
*toktamış ateş
*bir parça mutluluk
*özlem dolu bir şiir
*tam kaşarlı tost
*yardımlaşma ve dayanışma derneği
*bir adet rasist


bana her şey beni hatırlatıyor...

Oyunbozan - mektup

“Sen bana bir mektup yaz, bende sana bir mektup yazayım ama hiç okumayalım. Sadece aramızdan biri ölünce öteki mektubunu okusun.”, dedi. Kabul ettim elbette. Onun bu tür garipliklerini seviyordum.

 

Benim mektubum kısaydı. “ Senden nefret ediyorum frijit kaltak. Sana neden katlandığımı hala bilemiyorum. Umarım senden önce ölürüm de hayatının geri kalanın bu duygularımı bilerek yaşarsın.”

 

Oyunbozanmış. Mektuplarımızı birbirimize vermemizin üzerinde bir hafta geçmişti ki; çıktı hayatımdan. Telefonlarımı açmadı ve beni hiç aramadı.

 

Şu an elimde onun mektubu var ve açmaktan korkuyorum.

10 Ağustos 2010 Salı

Porteci - kısa geçmiş ve fikrin doğuşu - doğmamış çocuğun resmi

Ben: İyi bir ressamım. Tamam, dürüst olalım; vasatın üstündeydim o kadar. Çizgi çizme çalışmalarını falan sevmem. İstediğim zaman resim yapmayı severim ki; son yıllarda canım çok istemiyordu da. Hayatta başka işler yapmayı denemem gerektiğin söylemişti bir arkadaşım; acaba şu an nerede, neler yapıyor bilemiyorum. Sanırım o kadar da iyi arkadaş değildik. Zaten pek arkadaşım yoktur benim.

 

Bir ressam neden resim yapar? Bu sorunun bin tane cevabı olabilir ama benden duyacağınız cevaplar sanatseverleri tatmin etmeyecektir. Ergenken kızları etkilemek için resim yapardım. Herkes ders dinlerken, çizgili defterin orta yerine, karakalem ile karaladığım şeyler ergenliğimin bir Amerikan dizisi modunda geçmesini sağladı.

 

Genelde etkilendiğim ve etkilemek istediğim kızların portrelerini çizdim. Ayran gönüllü olduğumdan olacak ki; o kadar çok kızın yüzünü çizdim ki şaşarsınız. Sırf bu sayede gelişti porteciliğim. Sonra bu işten para kazanabileceğimi öğrendim. Köşe başlarında, kafelerde, ısmarlama olarak portreler çizdim. Tanrı vergisi yeteneğim, hayatımı idame ettirmeme ve güzel yaşamama sebep oluyordu. Şanslı doğanlardandım.

 

Sonra mı? Sonra sıkıldım. Manasızlaştı, anlamsızlaştı, sıradanlaştı resim yapmak benim için. Kadınlara olan zaafım da azaldı. Portrecilikten kazandığım para da yetmez oldu. Ben karakalem de iyiydim. Portreden iyi para kazananlar yağlı boya çalışanlar olur hep. Tabi müşteri renk istiyor. Bende yağlı boya çizebiliyorum ama karakalemde olduğu gibi ne başarılıyım ne de zevk alıyorum. Biraz çalakalem çalışmayı seviyorum aslında.

 

İyi bir portreciyim ben. Vasatın üstünde bir ressam ama iyi bir porteci. İyi portreciyi anlatayım. İyi portreci çizeceği yüzü iyi tahlil eder. Yüzdeki en güzel ve en çirkin noktalar çok önemlidir. Mesela çizilecek kişinin çok güzel kaşları var ama dudakları silik. Eğer portreci hem kaşları olduğundan güzel çizer, hem de dudakları kalınlaştırırsa ortaya çıkacak portre berbat olur.

 

İnsanlar, özellikle de kadınlar, yüzlerindeki en güzel ve en çirkin yeri çok iyi bilirler. Portreci en güzel yerini olduğu gibi çizmelidir ki müşteri portesinde en güzel yerini olduğu gibi görsün ve mutlu olsun. En çirkin yeri çizerken de portreci dikkat etmelidir. Silik dudakları, dolgun yaparsan olmaz. Çıkan portre, müşteriye, muhakkak benzemeli. Yüzdeki çirkin yer biraz biraz düzeltilmelidir. Silik dudaklar biraz kalınlaştırılabilir. Gıdı biraz toparlanabilir. Asimetrik gözler ya da burun delikleri simetrikleştirilebilir. Portrecinin görevi mükemmeli, olması gerekeni yapmak değil, olanı biraz daha düzeltmektir. İyi portre, müşterinin yüzünden güzel olmalıdır ama asla çok daha güzeli olmamalıdır.   

 

Zamanla paraya olan tamahım arttı. Karakalem portre çizerek kazandığım paradan daha çoğunu istiyordum. Sürrealizm, dadaizm, kübizm, şuizim, buizimle de işim olmazdı. Hiçbir sanat akımıyla uzaktan yakından bir ilişim de yoktu. Öyle ki renosans döneminde dört ressam say desen ninja kaplumbağaları sayabilirim o kadar. Hayatta yapmak istediğim tek şey portre çizmek ve bu işten iyi para kazanmaktı.

 

Bu çelişki ile geçen günlerin birinin gecesinde, bir barda, barmenden aldığım kağıda tükenmez kalemle çizdiğim portre eskizi sayesinde tavlayıp; sabahladığım o esrarengiz kadın hayatımın tüm akışını değiştirdi.

Sabahın ilk saatleriydi. Ten uyumunu yakalamış olsak ta çok ateşli bir gece geçirmedik. İkimizi de uyku tutmamıştı ve ben ona sarılmaya ve kokusuna bayılmıştım. İçkinin etkisinde olsa gerek, hayatımın kadının buldum duygusu kaplamıştı benliğimi. O da vaziyetimizden rahatsız değil gibiydi. Günün ışıdıkça ne kadar güzel güldüğünü gördüm.

 

“Ne kadar güzel dudakların var” dedim. Sıradan bir komplimandı. O da bana bakıp;

“Seninde kaşların çok güzel” dedi.

“Senin burnun harika”

“Senin dişlerin inci gibi”

 

Böyle birbirimize yalanlar söylerken o sarhoş kahkahasını attı ve hayatımı değiştirecek o cümleyi söyledi.

 

“İkimizin çocuğu olsa nasıl olur acaba?”

 

O esrarengiz kadın akşamüstü uyandığımda yoktu. Onu tavladığım bara aylarca gittim ama bir daha izini bulamadım. Hayatımı değiştirip kaybolmuştu.

 

Birkaç gün o cümle beynimi kemirdi, ikimizin çocuğu olsa nasıl olur acaba? Acaba bunu çizebilir miydim? Sonra elime kalemi aldım ve çizmeye başladım.

 

İkimizin de yüzü uzundu. Demek ki çocuğumuz uzu yüzlü olacak. Onun ağzı benimkinden büyüktü ama dudak kalınlarımız yakındı. İkimizin ağzının ortalamasını çizsem olur belki. Benim burnum onunkinden daha kemerli. Küçük kemerli bir burun çizmeliyim. Onun sol yanağında gamze vardı. Bende gamze çizeyim.

 

İşte böyle ortalayarak bir portre çıkarttım ortaya. Altı, sekiz yaşlarında bir kız portresi. Gülümser çizmiştim ve bildiğim bir şey varsa çirkin çocuk resmi yoktur. Hele gülümser çizdiysem her çocuk resmi güzeldir.

 

İşte kariyerim böyle başladı. Şu aralar güzel para kazanıyorum. Kadınlar genelde kocalarının ya da sevgililerini fotoğrafı ile geliyorlar. Bende onlara gülümseyen bir çocuk resmi ile gönderiyorum. Ve gerçekten güzel para kazanıyorum.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Hair - saç, kıl, tüy

İngilizlerde hair kelimesi bizdeki saç,tüy ve kılla eş anlamda. Ne kadar korkunç.

Biz insana olan saygımıdan dolayı sadece başımızda çıkan kıllarımıza saç demişiz. Ve vücudumuzda çıkanlara ise kıl.

 

Hayvanları tamamen kendimizden ayırmışız ve hayvan postunu örten kıllara tüy demişimiz.

 

Yaa..

Korkma, ben hep yanındayım.

Sanırım evliliğimizin ilk yılının son günleriydi. Evlilik ikimizde olgunlaştırmış ve sıkıcı insanlar yapmıştı. Daha az sevişiyor, daha az konuşuyor, daha az tartışıyor, daha çok para kazanıyorduk. Hobilerimiz bile vardı artık.

Uykunun beni teslim alamadığı bir gecesin sabaha karşısıydı. Yatağın sağ ucunda yüzüm duvara dönük serbest çağrışımlardaydım (sigara- kül- yangın- ağaçkakan woody – kahkaha –  Saba Tümer - dişler – dişçi koltuğu – eldiven – motosiklet - kask – Ferhat – Konya – etli ekmek – ciğer – dolma – sucuk -) Acıkmıştım ama evde yiyecek akşamdan kalma patlıcan yemeği vardı ve canım kesinlikle patlıcan yemeği istemiyordu. Açlığı, patlıcan yemeğine tercih eder durumdaydım.

Bir anda, hayatım ne kadar sıkıcı, dedim kendi kendime. Sonra yüzümü karıma döndüm. O da benim gibi yüzü duvara dönük yatağın ucunda uyuyordu. İlk zamanlar bana hiç batmayan nefes alışından rahatsız olduğumu hissettim o an. Ne kadar sesli uyuyordu. Çıkarttığı ses horlama değildi, nefes alıp verirken çıkarttığı ince bir ses. Tiz, iğrenç bir ses. O gece ondan nefret ettim ya da nefret ettiğimin farkına vardım.

İçimdeki piç bir şeyler yap dedi. Uyandır onu, susmasını söyle, defolup  başka yerde yatsın. Ya da başka bir şey. Sonra içimdeki piç ona bir tekme at dedi. Nasılsa uyuyor, anlamaz.

Yatağın tam ucunda yatıyordu. Sağ ayağımla sırtına, sol ayağımı da beline nişan aldım. Sonra dizlerimi çekip tüm gücümle ona tekle attım. Yataktan düştü ve kafasını yere vurdu. Panik halinde ne olduğunu anlamaya çalışıyor, canının acısıyla da ağlıyordu. Yeni uyanmış gibi kalktım ve “ Hayatım ne oldu, neden ağlıyorsun? Neden yerdesin?”, dedim. Sonra da ona sımsıkı sarılıp “ Korkma, ben hep yanındayım, sevgilim”, dedim.

8 Ağustos 2010 Pazar

pazartesi - tattoo problem

Merhabalar pazartesi diye diye kafayı yiyen, sadık güruhum. Bu haftaki meselemiz, dövme konusunda eşeğin kulağına su kaçırmanız. Geçenlerde dövmeciler odası başkanı olduğunu söyleyen iguana kılıklı, pis bir hippi sorununu paylaşmak için yanıma geldi. Anlattığına göre adımı vücudunuzun muhtelif yerlerine, özellikle de kıçınız yazdırıyormuşsunuz. Birçok dövmeci aylardır benim adımı dövdürmekten başka şey yapamaz olmuşlar. Mesleğimizin geleceği sizin elinizde, dedi pis adam ve gitti. İçim acıdı valla.

 

  • sirk hayvanlarına acımamalı. Onlardan daha üst performans beklemeli.
  • Gazetelerdeki taziye ilanlarını takip edip bana, “ ya bu ay sadece altı kodaman öldü, az değil mi senyör” demeli.
  • Müşkülpesentliğime hayran olmalı.
  • Babası Kırkpınar ağası olmalı
  • Durup dururken hoşgörü mesajları vermeli

 

Bu arada benim ad-soyad 25 harf. Bazılarınızda ne kıç varmış, tiksindim.

“ ………… ……… …… ………dır.”

“ ………… ……… …… ………dır.” Büyük bir sözdü bu. Çok büyük bir cümle. Noktalı yerlere hangi kelimelerin geldiği önemli değil. Ne atasözüydü, ne de vecize. Sadece büyük bir söz işte. O zaten böyle büyük sözler söylemeyi seven bir adam da değildi. Laf gelmiş, sohbet o yöne yönelince o da söylemişti. Aynı anı bir daha yaşasa aynı sözü söyler miydi? Kim bilir?  O dahil hiç kimse bilemez.

 

O büyük sözü söyledikten hemen sonra çevresindekiler ona baktı. “Kimin sözü bu?”, “Kim söylemiş?”, “Ne kadar doğru bir söz.”, “Ne kadar yerinde bir tespit.”, “Zamanın ötesinde bir cümle bu.” Benzeri bir çok övgü sözü duydu. Sanki sözü kendisi söylemiş gibi tebrik ve takdirleri topladı.

 

On ya da on beş saniye sonra tebrik ve takdirler yerini meraka bıraktı. Bu harikulade sözü acaba kim söylemişti? Her ne kadar o son derece zeki ve akıllı olsa da bu söz onu boyunu geçerdi. Çevresindekiler meraklı gözlerle ona baktılar. Bu muhteşem sözün sahibini öğrenmek haklarıydı.

 

Birkaç saniye önce topladığı beğeninin verdiği haklı gururun yerini hafif bir utangaçlık kaplamıştı. Bu etkileyici cümlenin sahibini bilmiyordu. Hatta bu sözü nerede duyduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Meraklı gözlere verecek cevabı yoktu. En iyisi işi şakaya vurayım dedi. Zaten hayatındaki bu ve benzeri anlarda kendini hep bir şaka ile kurtarmıştı.

 

“Açıkçası bu muhteşem sözün sahibini bilemiyorum ama muhakkak bir Çinlidir.”, dedi. Etrafındaki herkes şaşkınlıkla ona baktı. Sözün sahibini bilemediği halde nasıl hangi ülkeni vatandaşı olduğunu bilebilirdi ki? Sözün bir Çinliye ait olduğunu gösteren hiçbir done de yoktu. Çin atasözlerinin hayvanlar üzerinden benzetmeler üzerine kurulduğuna dair genel bir kanı vardır ama bu etkileyici sözde böyle bir benzetme de yoktu. En safları sordu;

 

“Bu inanılmaz sözün, bir Çinli’ye ait olduğunu nereden çıkarttın?”

 

Sözün ileticisi olan ve son bir dakika içerisinde uç duyguları yaşayıp, kendini baskı altında hisseden kahramanımız şakasının en vurucu cümlesini söyledi.

 

“Büyük ihtimal Çinlidir. Nasılsa altıda bir ihtimal.”

öylesine bir giriş

Kelebek etkisi

 

İyi  yemeğin sırrı iyi malzeme, doğru araç gereç ve usta bir aşçıdır. Burada usta aşçı benim…

4 Ağustos 2010 Çarşamba

tehdit

Karanlık, izbe sokakta elimi kolumu sallaya sallaya, içinden çıkamadığım derin sorunlarımla beraber yürüyorduk. Sokak, hayattan beklentileri, umutları, amaçları olan birini tedirgin edecek kadar sessiz ve ürkütücüydü. Benim öyle bir durumum olmadığından kendimi huzursuz hissetmiyordum. Hem üzerimde çalınacak ne vardı ki? Eski bir cep telefonu, tamtakır bir cüzdan. Kredi kartım dahi yok. Haliyle korkmama gerek yok.

 

Ben tam bunları düşünürken bir şey belimi dürttü ve “ Cüzdanını ve cep telefonunu çıkart yoksa öldürürüm seni.”, dedi. Belime dayadığı şey sanırım bıçaktı. Çatallaşmış ve koyu bir sesti beni tehdit eden. Üzerimdeki bezmişlik ile;

 

“ Beni öldürmekle mi tehdit ediyorsun?” dedim.

“ Evet, seni öldürürüm” dedi.

“ Sen beni öldürmekle tehdit ediyorsan, bende seni yaşamakla tehdit ediyorum. Eğer şimdi beni burada öldürmezsen seni bulurum ve öldürürüm” dedim.

3 Ağustos 2010 Salı

Diyalektik - genç yazar kapışması

İkisi de gelecek vadeden, genç yazarlardı. Birbirlerinin yazdıklarını okuduklarında bunu daha iyi idrak ediyorlardı. Kitap piyasasının büyük kısmı o günlerde yaşlı bir erkek yazar ve dindar bir kadın yazar arasında paylaşılmıştı. Gerilim ve fantezi yazarlarının iş yaptığı dönemde bu iki genç yazar net insan üzerinden romanlar üretiyorlardı. İkisinin de tarzları, üslupları birbirinden farklı şekillerde de olsa aynı yönde gelişmişti. Kısa net cümle kurmaktan çekinmiyorlardı. İkisi de en son söyleneceği ortada “lönk” diye okuyucunun gözüne sokmaktan keyif alacak kadar cesurlardı. İkisinin de ara öyküleri abartılı, son düzlükleri ise süratliydi. İkisi de iyiydi.

 

İkisi de iyiydi ama ikisinin de birbirlerine yakın okuyucu profilleri oluşmuştu ve istedikleri kadar büyüyemiyorlardı. Teknolojiyle ve özellikle internetle arası iyi olan, üniversite öğrencisi, apolitik, yalnız, ve çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bir okuyucu çevreleri vardı. En çok satılan listelerinde adların gözükmese de internet sitelerinin tekil kişi hitleri hiç de fena değildi.

 

İkisi de hırslıydı aynı zamanda. Daha çok okunmak ve yurt dışına açılmak istiyorlardı. Özellikle yurt dışı amaçları için iç piyasada çok okunmaları gerektiğini anlamışlardı. İkisinin de aklını aynı soru kurcalarken biri diğerinden bir telefon aldı. Konuşmak, tanışmak istiyordu. Diğeri tabiî ki bu teklifi kabul etti. Birbirlerinden elbette haberleri vardı, birbirlerinin romanlarını içten için seviyorlardı da bunu kimseye söylemeye cesaret edemiyorlardı. Kim kendini sevmez ki ve kim kendinden nefret etmez ki?

 

Bir akşam üstü izbe bir kafede buluştular. İkisinin de ergenliği bu tür yerlerde geçmişti. Konuşmaya havadan sudan konularla başlasalar da; geçen dakikalar yerini daha samimi ve neşeli bir sohbete bıraktı. Futbol konuştular, yaklaşan seçimi, en çok satan listesindeki dindar kadını çekiştiler hatta mankenler hakkında bile konuştular.

 

Mamafih, ne zaman konu divan edebiyatından ya da Cemal Süreya’dan açılsa sohbet kızışıyor ve anlaşamıyorlardı. Ursula Le Guen ya da Allain de Botton hakkındaki fikirleri ise uzlaşacak gibi değildi. Her konuda anlaşabilecek bu iki yazar, konu edebiyat olunca; hırslarına yenik düşüyor ve birbirleri ile çekişiyorlardı. Bu çekişmelerinin sebebi aşikardı. İkisinin de yürekleri meslek hırsıyla, yazma hırsıyla ve başarma hırslıyla doluydu.

 

Üç saatlik konuşmadan sonra davet eden yazar “ Sadede gelmek istiyorum üstadım. Açık konuşmak gerekirse seni bugüne kadar tanımasam da, yazdıkları özenle okudum ve yaklaşık üç saat önce tanıştığım seni tanımandan da tanıyor gibiydim. Birbirimize ne kadar benzediğimizin farkındasın sanırım.”

 

Diğer yazar, “Senin beni özenle okuduğun gibi bende seni özenle hatta kıskançlıkla okudum. Sen de benim tahmin ettiğim gibi karşıma çıktın.”

 

“Bunu duymak çok güzel. Seninle açık konuşmak istiyorum. Eğer iş birliği yapmaz isek bu piyasa da ne uzarız ne de kısalırız.”

 

Bu sözü duyan, davete icabet eden yazar, “Umarım tahmin ettiğim gibi ortak bir roman yazalım demeyeceksiniz. Ben, biri bana bakarken bırakın roman yazmayı adımı dahi yazamam. Hem yaratıcılık özgür bir süreçtir. Yanlış anlama değil seninle, kimse ile böyle bir ortaklığa giremem”

 

“ Hayır üstadım, sen beni yanlış anladın. Ben de senin gibi düşünüyorum. İki kişi bir roman yazamaz. Biz yüksek egoları olan insanlarız. Beraber roman yazmaya başlarsak romanın sonunda sadece birimiz hayatta kalabilir”

 

İkisi de kahkahalara boğulmuştu. Davet eden yazar sözlerine devam etti. “Benim başka bir fikrim var. Adı diyalektik. İkimiz de yazarız, ikimiz de kendimizi satmıyor muyuz? Trt2’ deki uyduruk kültür sanat programına çıkmak ikimiz için de önemli değil mi? Açıkçası üstadım ikimizin piyasada gezinen, magazin programlarına çıkan, bikinili pozlar, frikikler veren şarkıcılardan farkımızın yok. Bu şarkıcı güruhunu gündemde tutan ne? Birbirlerinin arkasından sallamaları değil mi? Yanı çatışmaları. Diyalektik. Biz de seninle aynısını yapacağız. Çatışacağız. Bizim sahamız magazin programları değil; twitter, facebook ve sözlükler olacak. Bu çatışma gazete röportajlarına yol açacak, orada da birbirimize iğneleyici şekillerde eleştireceğiz. Televizyona çıktığımızda da aynısını yapacağız. Bu diyalektik ikimizi de tanınır kılacak. Ne dersin?”

 

Davete icabet eden yazar şaşkındı “ Bu, bugüne kadar kariyerim hakkında duyduğum en akıllıca fikir.” dedi. “Hadi plan yapalım.”

 

Bir hafta sonrası için iki yazarda sözleştiler. Bu sürede konuyu düşünecekler ve birbirlerine söyleyecekleri iğneleyici sözleri hazırlayacaklardı. Fikir sahibi yazar;

 

“ Dikkat etmemiz gereken en önemli şey kantarın topuzunu ayarlamak üstadım. Ortak okuyucularımız azımsanmayacak kadar çok. Pastamızın bölünmemesi için düzeyli akıl oyunları yapmalıyız. Bodrumda bikinili poz veren şarkıcılardan farkımız olmalı” dedi.

 

Diğer hafta ikisi de ellerinde yeni cümleler ile geldiler. Davete icabet eden yazar. “Dostum düşündüm de artık seninle yüz yüze görüşmemeliyiz. Ben burada birkaç iğneleyici söz yazdım. Seni demodelikle ve basitlik ile suçlamayı düşünüyorum. Yazdıklarını okudum zamanların telafisi için sana tazminat davası bile açmayı düşündüğümü söyleyeceğim.”

 

“ Tazminat davası ha! Bunu çok beğendim. Bende seni lafı eveleyip gevelemekle ve başka bir dünya da yaşamakla suçlamayı düşünüyorum. Akşam twitterda ilk lafımı söyleyeceğim sana. Sende on, on iki saat sonra cevap ver. Sadece birbirimizin ekli olacağı msn adresleri alalım. Artık netten haberleşiriz.”

 

  Tamam arkadaşım. Birbirimizi kırmadan bu çatışmayı yönetelim. Umarım ikimizde dünyaca tanınan iki yazar oluruz.”

1 Ağustos 2010 Pazar

pazartesi - büyük dedemin mezarı

Geçenlerde galaksimizin merkezi Çankırı’ya, sülalemizde en çok çektiğim, benzediğim kişi olduğu kanısında olduğum; büyük dedem, Mustafa dedemim mezarına gideyim dedim pazartesikolikler. Mezarlığa girer girmez ise gördüğüm manzara korkunçtu. Aranızdaki bazı delirmişler büyük dedemin mezarını türbeye çevirmiş. Büyük dedemim mezarına mumlar dikilmiş ki; hadi bunu bir nebze anlarım ama mezarının başının ucundaki ağaca iç çamaşırlarınızı bağlamak ne oluyor? Don, sütyen dolu bir ağaç…

 

* direk dansı - pole dancing kursu diploması olmalı

* tartışmalı pozisyonlarda kayıtsız şartsız beşiktaşı tutmalı.

* evde futbol oynarken hep kaleci olmak istemeli

* toplu nikah törenlerinde gönüllü şahit olmalı

* otoparkçılarla eskilerden kalma bir dostluğu olmalı. Bu sayede sorun park sorununu aşmalıyız.

 

İç çamaşırı olmayan zavallılar ağaçtan istediklerini alabilirler. İç donu ve paçalı don sahiplerin ise uyarıyorum. Öfkem yanan bir buz gibidir.

Maç bitmeden stattan çıkan çocuk

Babam kalabalıktan korkan bir adamdı. Sevmezdi kalabalığı. Hafta sonu herkes gezerken biz evde otururduk. Sinemaya hep en geç seanslarda giderdik. Alış veriş merkezlerini ya da çarşıları hep sabahın erken saatlerinde gezer, kalabalık çökmeden evde olurduk.

 

Yıllarca yalvarmıştım babama beni maça götürsün diye. Kalabalık olur diye hep reddetti. Sonra ne olduysa kabul etti. Biletlerimizi üç gün önceden sıra olmadan aldık, maça altı saat önce gittik ve gişeler açılınca stada giren ilk iki kişi bizdik.

 

Kale arkasının en uç kısmına oturduk. Sahanın uzak korner çizgisi gözükmüyordu bile ama kimse buraya oturmak istemez, kalabalığı ile bizi rahatsız etmezdi. Gerçektende öyle oldu. İnsanlar tıkış tıkış oturuyorken biz o kalabalıkta bile tenhayı bulmuştuk.

 

Bizim takımın çok kötü bir günüydü. İlk yarı hiç pozisyon bile bulamadık, rakibimiz ise bastıkça basıyordu. Devre arası olduğunda içimden bir his maçı kaybedeceğiz diyordu.

 

İkinci yarı başladı ve bizim takım ilk yarıyı bile aratır bir görüntü sergiliyordu. Bizim bulunduğumuz kale arkası şu an rakip takım koruyordu ve top hep uzakta bizim kalenin önünde geçiyordu. Dakika altmışta ve yetmişte iki gol yemişti. Yediğimiz ikinci gol ile beraber babam “Kalk gidiyoruz, kalabalığa kalmayalım” dedi ve toparlanıp çıktık.

 

Koşar adım stadyumun kalabalığından kaçtık ve taksiye binip evimize gittik. Kapıyı annem açmıştı ve “ Tebrikler oğlum, kazanmışsınız maçı” dedi.

 

Yüzümün tüm asıklığı gitmişti. Bizim takım son on dakikada üç gol atmıştı. Hem de galibiyet golü dakika doksanda gelmişti. Ve ben tüm bunları kalabalığa kalmamak için kaçırmıştım.

 

Şimdi 55 yaşındayım ve bizim takımın iç sahadaki her maçına gidiyorum. Her maçın son anına kadar kaçırmıyorum ama o günkü gibi bir galibiyete hala tanık olamadım.

SERSERİ - Çakma GTA

Serseri GTA benzeri oyun Project

 

İlk sahne. Mustafa daha 8 yaşındadır ve okulda arkadaşları ile kavga eder. Görev arkadaşlarını döv

 

2.. kötü gelen karne.. görev: okulun camlarını kırma.. son sahne okuldan atılış. Tastikname

 

3. sokakta penaltı atma. Görev gol atma. Penaltıda düşen arkadaşı necip. İleride yolları kesişecek.

 

Mustafa: güçlü, kavgacı, cesur.

Necip: hilebaz, çakal

 

4. komşu kızını sevme. Kız için hırsızlık yap. görev kuyumcu hırsızlığı.

 

5.

 

 

 

Önemli: oyun iki formatta olacak. Birinde başarısız olduğun görev senin kaderini değiştirecek. Çocukken başarısız hırsızlık seni hapse gönderebilir, kız ile ilişkin ötelenir. Başarılı olursan kız sevgilin olu ve macera ona göre ilerler.

 

İki seçenekte de hikayeler ileride kesişecek ve aynı görevler yapılacak ama iki seçeneğinde farklı özel birkaç görevi olacak. Böylelikle oyunu bitiren kişi tekrar oynayıp kırılma noktasında, diğer duruma geçip o durumun özel görevini yapmaya çalışsın.

Açık dikiz aynası

Toplantı bittiğinde saat gece 10’u gösteriyordu. Toplandığımız apartmanın kapısı ana caddeye bakıyordu. Gündüz kan kalabalık trafik gece yol boyunca park etmiş arabalara bırakmıştı yerini. Sekizimiz de evden çıkmadan vedalaşmıştık. Beraber gezmenin tehlikesinin farkındaydık. Kapıdan ilk Bayram çıktı. Aramızda en zeki, en kuşkucu, en ihtiyatlı, en tedarikli, en sakin, en korkak ama aynı zamanda en cesur da oydu. Kapıdan çıktı ve yine hiç telaş göstermeden apartmana geri döndü. Apartmandan içeri girer girmez “ Takip ediliyoruz beyler. Yol boyunca park etmiş arabalardan birinin, yan dikiz aynası çok açık. Muhakkak bizim apartmanı gözlüyor. Trafikte bu açıklıkta ayna kullanırsan yandan gelen arabaları değil kaldırımda yürüyen insanları görürsün.”, dedi.

 

“Ne yapacağız” şimdi dedim.

 

Gülümsedi ve “Ben çıkıp yoluma devam edeceğim. Çünkü deşifre oldum. Sizler ise bekleyin. Araba peşimden giderse ters yöne dağılın. Eğer araba gitmezse gidene kadar bekleyin.”, dedi ve uzaklaştı.

 

Bayram abi gitti ve araba onu takip etti. Ters yöne dağıldık ve bizi de sokağın sonunda yakaladılar.