30 Aralık 2008 Salı

AYNA


I

  Kocaman evinde yalnız başına yaşayan, kırk yedi yaşında bir kadınım. Eşim beni kızımızdan dört yaş büyük bir kız için terk edeli üç yıl olmuş. Kızımın ise; ‘’Bana çok karışıyorsun anne, beni boğuyorsun’’ deyip arkadaşlarının yanına taşınmasının üzerinden bir yıl geçmiş. Her ayrıntısının birbirinden kötü geçtiği berbat bir son beş yıl yaşamışım. Makyaj masamda üzerimde sabahlığımla oturuyorum. Saat sabahın altısı, gün yeni ışıyor. Günün ilk ışıkları ile kendime bakıyorum, önümde aynam. Alnımda kırışıklıklar var. Göz altlarım çökmüş ve kırışmış, kaz ayaklarım öyle belirgin ki... Ne kadar makyaj yapsam da artık fayda etmiyor. Belki bir aydır adam gibi, doya doya yemekte yemedim. Zaten yüzümün güzelliğim gitti, bir de kilo alırsam biterim.


  Rahmetli babamın torpili ile yirmi iki yaşında başlamıştım muhabirliğe. Zor ve heyecanlı bir meslek oldu her zaman benim için. Ben de zaten heyecanına ve temposuna kaptırdım kendimi. Zor meslektir muhabirlik. Gerçi her mesleğin kendisine göre zorlukları vardır ama ben kendi yaptığım işi bilirim. Çok yıprandım ve yoruldum. Hiçbir zaman; ne magazin muhabiri oldum ne de savaş muhabiri. Mesleğimin ilk gününden bu yana meclis muhabiriyim.


  Meclis muhabirliği; bizim mesleğin hem en kolay, hem de en zor yanıdır. Kolay yanı, haber kovalaması çok zor değildir. Milletvekilleri ya mecliste, ya parti binalarında, ya da birkaç lokantada bulabilirsin. Bazen de havaalanında demeç verirler; ama bu çok sık olmaz. Çok karışık bir şehir değildir Ankara. Haber bazen kendi kendine ayağına gelir. Meclis muhabiri olmanın diğer kolay yanı ise meclisin tatile girdiği dönemlerdir. O dönemlerde vekillerden çok az haber çıkar. Biz de vekiller sayesinde kendimizi tatilde hissedebiliriz.


  Mesleğimin zor yönleri ise vekillerin siyasetçi olmayı kurnazlık ya da insan kandırma sanatı olarak görmelerinden kaynaklı tavırlarıdır. Gözlerinizin içine baka baka yalan söylerler ve pişkinliklerine alışmak zordur. Bazı vekiller gerek dokunulmazlığın verdiği güvence ile gerekse vekil seçilmiş olmanın verdiği yüksek ego ile akıl almaz davranışlarda ve söylemlerde bulunurlar. Bir milletvekilinin söylediği hiçbir sözden sorumlu olmamasının mantığını hiçbir zaman anlayamadım.


  Beğenmedikleri bir haberi yapan muhabiri, gazete sahibine şikayet etmekten de hiç çekinmezler hatta işten attırmak için ellerinden geleni yaparlar. Mesleğimin ilk yıllarında bana takan bir milletvekili olmuştu. Kovulmamamın tek sebebi, pis adamın partiden ihraç edileceğini sezen gazete patronumdu. İğrenç adamın kovulmamı istemesinin sebebi ise akşam yemeği teklifini kabul etmememdi. Altı ay başım ağrımıştı, bir daha seçilemeyince öyle sevinmiştim ki…


  Mesleğimin zor yanlarından biri de Ankara’nın karasız havasıdır. Sabahları öyle bir ayaz karşılar ki bizi kat, kat giyinir, üzerine bir pardösü giyeriz. Öğlen oldu mu ise güneş çıkar ve sizi kavurmaya başlar. Bir ceket bile ağır gelir o saatlerde. İnsanın cildi o günlük hava değişiminden mahvolur. 


  Mesleğim gereği hep siyasetle iç içe oldum. Parti tüzüklerini, anayasayı, siyasetin yazılı ve yazısız kurallarının hepsini çok iyi bilirim. Gazeteciliği ise hiçbir zaman çok iyi yapamadım. Televizyonculuğa da geçiş yapamadım, gazetede bir köşemde olmadı. Ben bu işi sevdim ama hiçbir zaman çok iyi yapamadım.


  Şimdi makyaj masamda kendime bakıyorum. Kırk yedi yaşında yüzünde kırışıklıklar olan, eski güzelliği kalmamış bir kadın görüyorum. Saçlarım eskisi kadar kuvvetli değil, her ne kadar boyatsam da eski göz alıcı sarılığını bir türlü yakalayamıyorum. Oysa ne güzel saçlarım vardı benim…


  Basın toplantılarının ve basın açıklamalarının en zor yanı; soru sorabilmek ve en güzel fotoğrafı yakalayabilmektir. Meslekteki ilk yıllarımı hatırlıyorum da fotoğrafçı arkadaşım her zaman benim arkamda olmaya çalışırdı. Hatta diğer gazetelerde çalışan fotoğrafçı arkadaşlarda benim çevremde olmak için birbirlerini ezerlerdi. Omuzlarımdan akan, uzun,sarı saçlarımla konuşma yapan siyasetçinin dikkatini mutlaka çekerdim. Ne kadar önemli bir konuşma yaparlarsa yapsınlar gözlerini benden alamazlardı. Siyasetçinin bana baktığı anlarda en iyi fotoğrafı benim arkamdaki ya da çevremdeki fotoğrafçılar çekerdi. Benim mesleğimde en iyi yaptığım iş bu idi. Dikkat çekmek.


  Hiç unutmam bir başbakanın bana soru sordurmadığı basın açıklaması yoktu. Gözleri bende olduğu için sorumu duyar ve cevap verirdi. Yirmili yaşlarım boyunca birçok politikacıyı böyle kontrolüm altına almıştım. Otuzlu yaşlarımda da durum çok farklı değildi. Şimdi ise kırk yedi yaşındayım. Artık fotoğrafçılar çevremde durmuyor, birçok toplantıda soru dahi soramıyorum. Sıradan bir muhabir bile sayılmam artık. Başarısız, kötü bir muhabirim.


  Eskisi gibi vekillerle aram iyi değil. Benim iyi anlaştığım vekillerin birçoğu artık mecliste değiller. Yeni nesilde beni hiç umursamıyor. Kovulmamamın tek sebebi haber kaynağım olan birkaç eski dost. Onlarda bu dönemden sonra seçilemezler ve patron beni kapının önüne koyar.


  Saat sabahın yedisi oldu ve makyajım anca bitti. Tam bir saattir uğraşıyorum ve akan zamanın götürdüklerini hiçbir makyaj malzemesi geri getiremiyor. Zamana yenilmek sadece benim değil tüm insanların kaçınılmaz kaderi ama ben son kozumu oynayacağım. Yarın izin günüm, Ankara’nın en pahalı kuaförüne gideceğim ve kendimi değiştireceğim. Kendimi bildim bileli omuzlarımdan dökülen saçlarımı değiştireceğim. Öyle farklı ve öyle güzel olacağım ki eski günlerdeki gibi tüm fotoğrafçı arkadaşlar benim çevremde olmak için savaşacaklar, tüm basın toplantılarından ben söz alacağım. Her şey eskisi gibi olacak.


II


  Saat sabahın beş buçuğu. Güneş henüz daha yeni doğuyor ama Ankara’yı ışıldatmaya başlamadı. Dün hayatımın en büyük hatalarından birini yapmışım; şimdi anlıyorum. Makyaj masamdaki aynaya bakıyorum ve aynadaki aksimi tanıyamıyorum. Karşımda kısa küt saçlı bir kadın var. Saçları ensesine doğru kısalıyor; kırmızı, kızıl ve siyah karışımı renkte. Gözlerinin yanına düşen saçları kaz ayaklarını kapatmış ama göz altı morlukları çok daha belirgin.


  Hem benim ne kadar çirkin bir gıdığım varmış. Eskiden gözüme bu kadar batmazdı. Yeni saçlarım hem göz atlı torbalarımı hem de gıdığımın sarkıklığını gözler önüne seriyor. Oysa kuaför yeni saç modelimin bana ne kadar yakıştığını öyle güzel anlatmıştı ki; kuaförden çıktığım an her şeyin eski günlerdeki gibi olacağını zannetmiştim. Kuaförden eve kadar gülücükler saça saça yürümüştüm. Komşum Ayten hanım beni asansörde gördüğünde önce çok şaşırmış, sonra da ‘’Gözlerime inanamıyorum, harika gözüküyorsun, yüzünün güzelliği ortaya çıkmış’’ demişti. Ne mutlu olmuştum o an. Demek ki hem kuaför, hem de Atyen bana yalan söylemiş.


  Gerçi biz kadınlar böyleyizdir. Diğer kadınlara güzel gözüktüklerini söyleriz ki aynı iltifat bize de dönsün diye. Ayten bana güzel sözler söyledikten sonra ‘’Sen zayıfladın mı Aytenciğim? Belin incecik gözüküyor’’ dememiş miydim? Demiştim; ama Ayten zayıflamış gibi gözükmüyordu, beli de her zamanki gibi kütük gibiydi. O bana yalan söylemişti, ben de ona.


  Aptal kuaförde yalan söyledi bana. ‘’Bu saç modeli çok moda, Gülben Ergen gibi oldun, senin yüzüne çok yakıştı’’ demişti. Dünyanın parasını aldı benden, hem de beni berbat gösterdi. Geri zekalı.


  Gerçi onun da çok suçu yok. Yaşlandım artık. Ne yapabilirdi ki? Adamın elinde sihirli değnek mi var? Elinden geleni yaptı işte. Estetik ameliyat mı olsam ki? Göz altı torbalarım ve gıdığım için. Meclis açılalı henüz iki ay olmadı. Şimdi izin de alamam ki. Hem korkuyorum da… 


  Yıllardır aynı makyajı yapıyordum. Şimdi bu yeni saç modeline nasıl bir makyaj gider ki? İşin bu kısmını hiç düşünmemiştim. Acil bir karar aldım ve sonucuna katlanıyorum. Saat altı oldu ve ben hala uyandığım gibiyim. Sabah dokuz buçukta havaalanında basın açıklaması var. Başbakan Amerika ziyaretinden dönecek. Erken gitmeliyim ve mutlaka soru sormalıyım. Ama hala makyajımı bile yapmadım. Ne giyeceğim ben? Bu saça nasıl bir kıyafet gider. Ne yapacağım şimdi. Buradan havaalanı nerden baksan bir saat sürer. Ya yetişemezsem, ya soru soramazsam?


  Aynadaki kadının ben olduğumu kabullenmeliyim. Ne o ağlıyor mu o kadın. O kadın benim ve ağlıyorum. Çaresizlikten ve kaybetmişlikten ağlıyorum. Ne kadar berbat bir hayat benimkisi, her geçen günüm, düne göre daha kötü gidiyor. Kızımı iki haftadır göremiyorum. Benim anneme yaptıklarımın daha fazlasınız bana çektiriyor. Annem eşim olacak o şişman aptalla evlenme demişti. Ben ise, ‘’Anne kesin bakan olacak. Önü çok açık, hem beni seviyor da’’ demiştim. Ne bakan olabildi ne de beni sevdi. Hayatı boyunca bir kez başarılı oldu ve bir ihale aldı, başarısını da genç bir sevgili ile kutladı. Sanki yıllardır ona katlanan ben değilmişim gibi.


  Ne kadar çirkin olmuş benim saçlarım. Eski halim çok daha güzeldi. Ne kadar çirkinim ben.


  Elim makyaj masamın en alt çekmecesine gitti. Çekmeceyi açtım ve elime geçen makas ile saçımın önünden bir tutam kestim. Ellerim titriyor, sanki istediği oyuncak alınmamış bir kız çocuğu gibi için için ağlıyorum. Ağladıkça göz altı torbalarım şişiyor, gözlerim şişiyor. Ben neden saçımı kestim? Şimdi ne yapacağım? Bu şekilde başbakanın basın açıklamasına gidemem ki. Beni bu kadın deli diye içeri bile almazlar. Ne kadar büyük bir aptalım ben. Ne kadar çok hata yapıyorum. Ne yapacağım şimdi? Bu saatte açık kuaförde bulamam ki, hem bulsam kuaför ne yapacak? Saçımın ön kısmını tek seferde kesmişim. Hangi kuaför beni kurtarabilir ki? Peruk mu alsam, saçlarımı kısacık mı kestirsem? Peruklu kadınlardan nefret ederim. Artık dönüş yok farkındayım.


  Elimde makasım bir yandan ağlıyorum, öte yandan saçlarımı kesiyorum. Koşarak banyoya gidiyorum. Eski eşim olacak kel kafalının evde bir makinesi vardı. Tepesinde hiç saç kalmadığında, ‘Artık berbere gitmeyeceğim. Evde sen kısaltırsın değil mi?’’diyerek yeni aldığı makineyi göstermişti bana. Saçını o makine ile bir kez kısaltmıştım. Saçı bir daha uzamadan evi terk etmişti. Banyo dolabının içinde eski, artık kullanmadığım havluların arasından buluyorum makineyi. Onun olan her eşya gibi gözümün göremeyeceği bir yere saklamışım bunu da.


  Akıl hastanelerindeki deliler gibiyim şu an. Saçlarımın azı uzun azı kısa. Sanki kafama saç kıran girmiş gibi. Banyo aynasında kendimi gördüğüm an azalmış olan hıçkırıklarım yeniden yükseliyor. Ne yapıyorum ben kendime?


  Makineyi fişe takıyorum ve çalıştırıyorum. Ellerim titriyor ama artık dönüş yok bunun farkındayım. Yavaşça saçlarımın üzerinde gezdiriyorum makineyi. Dokunduğu yerde saçların tamamını kesiyor.


  Ağlayan aksime bakıyorum. Ve artık gülüyorum…

22 Aralık 2008 Pazartesi

BÜYÜ'K




  Ergenliğim boyunca hep aynı şeyi duydum ‘’ Daha uzarsın… Takma kafana… Erkekler yirmi dört yaşına kadar uzar… ’’ ama uzamadım. Ortaokulda da, lisede de boy sırasında sonuncu hep bendim. Boyumdan olacak ki hep ön sıralarda oturtuldum. Kısalığım hayatım boyunca bir kez işe yarayacak askere gidemeyeceğim diye sevinirken ‘’Üç santimden bir şey olmaz’’ deyip askere de gönderdiler. Cüce değil, sadece kısa boyluyum. Orantılı bir vücuda sahibim. Kısa ve zayıf bir adamım. Dar omuzlarım ince kol ve bacaklarım var. Aynı babam gibi, dayım gibi.


  Annem de babamda benim gibi minyon insanlar. Baba tarafımda da, anne tarafımda da bir metre yetmiş santimetrelik kimse yok. İkisi de aynı köylüler. Nedendir bilinmez bütün köy minyon insanlardan oluşuyor. Kendimi normal hissettiğim tek yerde bayramdan bayrama gittiğim köyüm sadece.


  Askerden dönünce yine bizim köyden bir kızla görücü usulü ile evlendirildim. Benden birkaç santimetre kısaydı. Masmavi gözleriyle, gözlerime dik dik bakışını hatırlıyorum, ’’Şehre gideceksek evlenirim seninle, yoksa bu iş yatar.’’ demişti beni ilk gördüğünde. Yazmasının altından kumral saçları gözüküyordu. İnce telli, uzun, düz saçları vardı. Beni köyden kaçış fırsatı olarak görüyordu ve ben bunu hiç umursamamıştım. Benim gönlümdeki ise başka bir kız vardı. Adı Leyla’ydı; benden daha uzun ve çok güzeldi. Onunla evlenemeyeceğimi kabullendiğimden bu mavi gözlü kızla evlenmemen için hiçbir sakınca yoktu. ‘’Bayramdan bayrama geliriz köye.’’ dedim. Gözlerinin içi güldü. Yanağıma bir öpücük kondurup koşarak evine gitti. Hayatımda ilk kez bir kız beni böyle öpmüştü.


  Mavi gözlü kumralı kızın adının adı Fatoş imiş. Gözlerinden dolayı annesi, babası ve arkadaşları ‘’maviş’’ dermiş. Ben ise hep Fatoş dedim. Maviş demek hoşuma gitmedi. O da çok umursamadı ne dediğimi. Fettan fettan bana bakıp ‘’ İçinden nasıl geliyorsa öyle de. ’’ dedi. Fatoş’u anlatacak en iyi kelime kesinlikle fettandı. Mavi gözleri ile derin derin baktığı her an içimden bunu geçirirdim. Nişanlılığımızda da evliliğimizde de tüm fettanlığı ile her istediğini bana yaptırdı. 


  Akan zamanla beraber evlendik ve şehre taşındık. Ben babamın desteği ile İstanbul’un varoşunda, Sarıgazide, bir manav dükkanı açtım. İşim fena değildi. Para kazanıyordum, evde de huzurlu gibiydik. Daha önce hiç İstanbul’a gelmemiş olan Fatoş şehri gezmek için çok hevesliydi. Koca İstanbul insanı yutar. Bunu bildiğim için tek başına gezmesine izin vermiyordum. Her gün işe gittiğim için Fatoş’u gezdiremiyordum da. Eve geldiğimde ise canının çok sıkıldığından bahsediyor ve gezmek istediğini söylüyordu. Bir akşam gözlerini gözlerime dikti ve ‘’Bir çırak almalısın, çok yıpranıyorsun; zaten çok zayıfsın.’’ dedi. Mavi gözlerini gözlerime kilitlediği zaman hiçbir isteğini reddedememiştim hemen bir köylümün çocuğunu çırak olarak işe aldım. Hafta sonları ve okul çıkışlarında geliyordu dükkana.


  Akıllı bir çocuktu çırağım. Parayı da seviyordu. Ondandır ki dükkana gelip gitmeyi seviyordu. Aradan bir ay geçtikten sonra ben de çocuğa güvenmeye başladım. Bazı akşamlar dükkanı ona emanet edip eve erken bile döndüğüm oluyordu. Çırağıma güvendiğimi anlayan Fatoş artık beraber İstanbul’u daha çok gezmek istediğini söyledi.


  Henüz evleneli beş ay olmuştu ve ilk kez karımla el ele İstanbul ‘u geziyordum. Önce beraber Sultanahmet’e gittik. Yerebatan sarnıcını gezdik. Mavi gözlerinin içi gülüyordu. Eve gidene kadar yol boyunca bana teşekkür etti. Elimi hiç tutmadığı kadar sıkı tuttu. Belki de beraber geçirdiğimiz en mutlu günümüzdü. Bir ay boyunca her gün ‘’Beni gezdir n’olur’’ deyip durdu. Dükkanı çırağa bırakıp gittiğimi duyan babam ise bana çok sert çıkışmıştı, ondandır bir ay bekletmek zorunda kaldım Fatoş’u.


  İkinci gezmeye çıkışımızda Gülhane parkına gittik. Hayatı boyunca köyünden hiç çıkmamış olan Fatoş, İstanbul’un büyüleyici güzelliği karşısında şaşakalmıştı. Bir ay sonra beraber vapura bindik, martılara yem attık, kız kulesine bakarak çay içtik. Çayını yudumlarken gözlerimin içine içine baktı ve ’’Ben bugüne kadar yaşamamışım, dünyaya bir kez geliyoruz. Her şeyi görmek, her şeyi yaşamak lazım’’ dedi, sesi heyecanını ele veriyordu.


  Her geçen gün Fatoş üzerindeki köylü kızı kimliğinden kurtuluyordu. Henüz İstanbul’a taşınalı iki yıl olmasına rağmen hem giyinişi, hem de duruşu kırk yıllık İstanbullu gibiydi. Artık eskisi gibi şiveli de konuşmuyordu. Doğma büyüme İstanbullu olan ben bile Fatoş’un yanında kendimi köylü gibi hissediyordum. 


  Bayramlarda köye gittiğinde ise arkadaşlarına ve akrabalarına ‘’Bizim İstanbul da…’’ ile başlayan cümleler kurarak gezdirdiğim yerleri anlatıyordu. Fatoş’un geçirdiği değişiklik sadece beni değil tüm köyü etkilemişti. Sonradan duydum ki eskiden ‘’maviş’’ dedikleri Fatoş’a artık ‘’İstanbullu’’ diyorlarmış.


  Bir gün köyden bir arkadaşı hastaneye gelmeyi bahane ederek İstanbul’a geldi. Köylümüzdür dedik ve elimizden geldiğince iyi şekilde ağırladık. Oturma odasındaki ikili kanepede yan yana oturduklarında bende her şeyin farkına vardım. İki yıl çok değiştirmişti Fatoş’u.


  İstanbul korkunç bir canavardır aslında. Herkes yedi tepeli şehir der; bence yedi başlı canavardır. O canavar beni korkutmuş, sindirmişti. Sarıgaziden mümkün olduğunca dışarı çıkmıyordum. Denizi görmeden ölen İstanbullular var derler ki doğrudur. Çoğu kimse yaşadığı semtten dışarı çıkmaz. Üç yıllık İstanbullu olan Fatoş ise şehrin tüm semtlerini biliyor gibiydi. 


  Yeni İstanbullu Fatoş artık kendi başına gezmeye çıkıyordu. Akşam ben gelmeden evde oluyordu sadece. Nereye gittiğini sorduğumda ise uzun uzun trafikten, karmaşadan bahsediyor ve her zaman bir işi olduğunu söylüyordu. Tek başına gezmesini istemediğimi söylediğimde ise derin mavi gözleri ile gözlerime baktı ve ‘’Ben artık eski köylü kızı değilim.’’ dedi. Meğer o bakışları bana her şeyi anlatmış; ama ben anlamamışım.


  Elimize geçen para azalınca Fatoş ‘’ Çırak para yürütüyor olmalı, çıkart onu işten’’ dedi. Haklı mıydı, haksız mıydı bilemiyorum ama çırağı işten çıkarttım. Çırağı işten çıktıktan bir hafta sonra fark ettim ki; çok iş yapıyormuş bizim çırak. Artık sabah erkenden dükkanı açıyordum ve tüm işleri tek başıma yapıyordum. Zayıf bedenim çok yıpranıyordu. Eve gider gitmez uyuyordum.


  Bir gün dükkanda çok hastalandım. O kadar çok öksürdüm ki; ciğerlerim parçalanıyor zannettim. Baktım ki olacak gibi değil, dükkanı kapatıp eve gitmeye karar verdim. Kapıyı anahtarımla açtım ve yatak odasına doğru yürüdüm. Öyle yorgun ve bitkimdim ki bir gün uyumak istiyordum. Yatak odasının kapısı aralıktı, kapıyı açtım ve Fatoş’ u bir adamla yatakta çırılçıplak gördüm.


  Şaşkındım, afallamıştım. Ne yapacağımı bilemeden kapıdan onlara baktım birkaç saniye. Soğuk sessizliği adam bozdu,’’Maviş’’ dedi ve gözlerini benden çekip Fatoş’a baktı. Fatoştan bir şeyler duymak istiyor gibiydi. Fatoş ise mahcup gözlerle bana bakıyordu. O mavi gözleri ilk kez böyle görmüştüm. Mahcubiyet hiç yakışmıyordu o derin mavi gözlere. Benden bir hareket bekler gibi bakıyordu. Çok hasta olmama rağmen kendimi toparladım ve bir anda okkalı bir küfür edip adama saldırdım.


  Yataktaki adam ona yumruk atmama izin vermedi ve beni itti. Yataktan hızlıca kalktı ve bana doğru saldırmaya başladı. Karşımda yaklaşık bir metre seksen santim boyunda, geniş omuzlu, çırılçıplak, azman gibi bir adam vardı. Kendimi toparlayıp bir kez daha saldırdım ama gözüme yediğim yumruk ile kendimi yerde buldum. Yerdeyken Fatoş’un yataktan kalkmış giyinmeye çalıştığını görüyordum. Adam ise hala karşımda çıplak duruyor ve benden bir hamle bekliyordu. Gözlerimi adamın gözlerine kilitleyip yavaş yavaş doğruldum. Bir kez daha küfür ettim ve adama doğru bir yumruk salladım. Karşımdaki çıplak adam o kadar güçlüydü ki yumruğumu bir el hareketi ile çevirip burnuma bir yumruk attı. O an burnumun kırıldığını hissettim. Yerde yatarken aldatılmış olmanın bana verdiği haklılıkla önce Fatoş’a sonra da adama bir kez daha küfrettim. Bunu duyan adam delirmiş gibi bana yumruk atmaya başladı. Birkaç dakika sonra bayıldım sanırım. 


  Gözlerimi aralık olarak açtığımda adamın sesini duyar gibiydim. Artık giyinmişti ve hem bana hem de Fatoş’a küfür ediyordu. Sonra tekrar bayılmışım.


  Ayıldığımda saat gece yarısını geçiyordu. Yaklaşık on iki saattir yerde yatıyordum ve ayağa kalkacak halim yoktu. Üstüm başım kan olmuştu, gözlerim mosmordu. Kaburgalarımda, sırtımda morartılar vardı. Sabaha kadar yerde acılar içinde yattım. 


  Aklımda sadece iki soru vardı. Fatoş neredeydi? Ve ben ne yapacaktım? 

18 Aralık 2008 Perşembe

SIR


  Küçükken yazları mahalledeki tamirhanede çalışırdım. Oranın emektarı Muzaffer amca vardı. Otuz iki yıldır aynı işyerinde çalışırdı. Duydum ki ölene dekte aynı dükkanda çalışmaya devam etmiş. Dükkanın sahibi, öz oğluna güvenmez Muzaffer amcaya güvenirdi. İşinde iyi, sessiz ve sakin bir adamdı. Beni yanına çırak olarak verdiklerinde ise bana işi öğretmekte hiç istekli olmadı. ‘’Bak, izle, öğren’’ derdi hep. Üç ay boyunca bana hemen hiçbir şey öğretmedi. Sadece çay taşıdım ona. Okulun başlamasına az bir zaman kala ise ‘’İki çay kap, gel yanıma delikanlı’’ dedi. Yanına gittiğimde; 


  ‘’ Bak oğlum yarın okulun başlayacak, sana bir iki tavsiyem var. İş hayatı farklıdır. Ben burada sana işimi öğretmedim biliyorsun. Çünkü öğrensen liseyi bırakıp bu işe başlayabilirdin. Daha genç olduğun için benden daha çok iş yapardın, daha az paraya çalışırdın. Patronunda bana ihtiyacı kalmazdı. Beni kovar, seni alırdı. İş hayatında şunu asla unutma; iş arkadaşlarınla arkadaşlığın, iş arkadaşlığından daha ileriye gitmemeli. 


  Kendine şu hayatta bir ya da iki iyi arkadaş seç. Yardıma ihtiyacın olduğunda sana yardım edebilecek, yardıma ihtiyaçları olduğunda senin yardım edebileceğim iyi kalpli, dürüst insanlar olsunlar. Ama sakın bu arkadaşların, iş arkadaşların olmasın. İş hayatı bencilliği gerektirir. İyi arkadaşlar, kendisi kadar arkadaşını da düşünmelidir. Eğer iş hayatında kendini düşünmezsen ya işsiz kalırsın ya da ölene kadar çırak kalırsın.’’


  Bu sözleri ilk duyduğumda çok anlamıştım. Liseyi bitirdim, askerden geldim ve bir devlet dairesinde işe girdim. Sıradan bir memurken arkadaşım sandığım birinin ihanetine uğradım ve kendimi yerin iki kat dibinde, arşivde, buldum. İşte o gün Muzaffer amcanın sözlerinin manasını anladım. ‘’ Ekmek aslanın ağzında; iş yerinde kimse, kimseyi tanımaz’’ , demişti. Haklıymış.


  Ben Volkan, otuz iki yaşındayım, yeni evlendim ve bir arşiv çalışanıyım. Yerin iki kat altında güneş yüzü görmeden çalışan beş kişiyiz burada. Gerek mekanın kasvetinden, gerekse yaptığımız işin tekdüzeliğinden olsa gerek; benzi sarı, kafası karışık, elleri dosyalarla dolu beş kişi. Arşiv kağıtları nasıl sarı ise; bizimde gözbebeklerimiz ve tenimiz o derece sarı. Bazı kış günleri güneş yüzü görmediğimiz haftalar olur. 


  Seniha hanım, ellili yaşlarının başında olsa gerek, müdürümüz. Murat ve Kamil beyler ise ellili yaşlarının sonlarında olmalılar. Yıllardır terfi alamamış memur olarak kalmış iki adam. Biri siyasi seçiminden ötürü; öteki ise memleketi ve meshebi yüzünden bu arşive atılmış iki zavallı. Az konuşan, işini iyi yapan, sessiz insanlar. Haklarında tek bildiğim memleketleri, oy verdikleri partiler ve kaç çocukları olduğu. Ne birinin evine gitmişliğim var; ne de iş dışında iki kelime sohbetimiz. Çalışma arkadaşlarımdan beni en çok tedirgin eden ise Birol. Bakışlarının donukluğu, konuşurkenki çok içten tavırları ve yüzündeki o yapmacık gülümsemesi ile beni çok rahatsız eden bir yanı var.


  Aramızda buraya sürülmeyen tek kişi kendisi. Benden birkaç yaş büyük sanırım, hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorum. Sadece ben değil, kimse bilmiyor. Beş iş arkadaşı olarak hepimiz yalnızız ama aramızda en yalnız olan Birol.


  Benim çalışma masamda eşimin bir fotoğrafı var. Diğer arkadaşlarında masalarında ailelerinin fotoğrafları var. Hatta Seniha hanımın panosunda, torunun çizdiği, dağların arasından akan bir nehrin yamacına kurulmuş köy evi resmi var. Hemen her çocuğun çizdiği, hiçbir karakteristik özelliği bulunmayan o sıradan resim. Birol’un masasında ise hiçbir resim yok. Çok düzenli ve tertipli; aynı zamanda hakkında hiçbir ipucu barındırmayan sıradan bir masa.


  Arşivcilik, insanı yiyip bitiren bir iştir. Dosyalar çok ağırdır, her dosyanın düzenlenmesinin hem de düzenlenmiş dosyaların dolaplara yerleştirilmesinin çok ağır bir matematiği vardır. Yapılacak bir hata tüm yıllık çalışmanın heba olmasına neden olabilir. Mesai bittiğinde kendimi eve zor attığım çok olur, hatta bazen yemek bile yemeden uyuyakalırım. Bu yorgunluk diğer arkadaşlarımız içinde geçerlidir. Sadece Birol hariç. Her ne kadar geçmişi ve ailesi hakkında hiç konuşmasa da sosyal faaliyetleri hakkında bazen bir şeyler anlatır. Donuk bakışlarıyla gözlerinizin içine bakar ve heyecanlı heyecanlı o akşam neler yaptığını anlatır. Bazen arka ayakları felç olmuş bir kanişe yaptıkları tekerlekli sandalyeyi, bazen de çocuk yuvasındaki bir çocuğun yaptığı komik bir şakayı. İşte o anlarda Biroldan nefret ederim. Aynı işi yapmamıza rağmen, hatta o benden daha çok çalışmasına rağmen bu kadar enerjiyi nasıl buluyor şaşarım.


  Birol’un yıllardır aksatmadığı bir programı vardır ve panosundaki küçük bir kağıtta yazar. Pazartesileri ve çarşambaları iş çıkışlarında çocuk yuvasına gider ve çocukların derslerini yapmasına yardımcı olur. Salıları hayvan barınağına gider ve hayvanlarla ilgilenir. Hatta benim idare ettiğim bazı öğlen tatillerini de hayvan barınağına gider ve hayvanlara bakar. Perşembeler ve cumaları huzur evine gidip yaşlılara kitap okur. Hafta sonları ise akşama kadar ziyaretçisi, refakatçisi olmayan hastalara bakıcılık ve arkadaşlık yapar; akşamda geceye kadar yine hayvan barınağından çalışır. Bu temposunu hiçbir zaman aksatmaz. Hatta bu işleri de gösteriş olsun diye yapmadığından eminim. Yoksa aldığı plaketleri masasının üstüne koyabilirdi. Arada sırada sırf konuşma olsun diye bana anlattığı anıların çok daha fazlasının herkesle paylaşabilirdi. Eminki bu yaptıkları bilinse herkesin takdirini toplar ve bu arşiv denilen bataklıktan kendisini kurtarabilirdi.


  İçimde belki de anlamamanın verdiği bir kuşku yatıyordu bu adama karşı. Bir insan bu kadar iyi olabilir miydi? Bu adam hiç uyumuyor muydu, hiç yorulmuyor muydu? Beraber çalıştığımız ve haftanın beş günü yüzünü gördüğüm bu adam hiç mi sinirlenmezdi? Hiç mi gergin bir an yaşamazdı? Polyana gibi miydi yoksa Süpermen gibi mi? Tüm bu sorular beynimi kurcalarken en çok merak ettiğim nokta şuydu; bir insan nasıl bu kadar iyi olabilir?


  Bir gün Lösemili Çocuklar Vakfından bir yetkili geldi ve Birol beyle görüşmek istediğini söyledi. Gelen adamı Birol’un yanına bırakıp dosyaların arasına gömüldüm. Bir yandan dosya ile ilgilenir gibi görünüyor diğer yandan da gelen yetkili ile Birol’u izliyor ve dinliyordum. Adamın gerek vücut dilinden, gerekse ses tonundan minnettar olduğu aşikardı. Birol yaklaşık olarak bir yıllık maaşı tutarında bir yardım yapmıştı derneğe. Dernek yetkilisi de bağış yapanlar için düzenlenecek geceye gelip, diğer bağış yapanlarla beraber plaketini almasını istiyordu. Birol ise beni çıldırtan aşırı içten konuşmasıyla bir yandan da panosundan aldığı küçük program kağıdını göstererek ,‘’Kusuruma bakmayın beyefendi. Perşembeleri ve cumaları huzur evinde gönüllü olarak çalışıyorum. Davetinize katılmayı çok isterdim ama siz bana plaketimi gönderirseniz çok sevinirim’’ dedi. Dernek yetkilisi şaşkındı. Nazikçe Birol’ün elini sıktı ve müsaade isteyip yanından ayrıldı. Açıkçası ben dernek yetkilisinden de şaşkındım. 


  Bir hafta sonra bir Birol’e bir kargo geldi. Paketi açan Birol plaketi gördü, yüzünde en ufak bir tebessüm dahi olmadan plaketi aldı ve çantasına koydu. Deli miydi bu adam? Tamam yaptığın iyiliklerin bilinmesini istemiyorsun ki bunu çok anlamasam da saygı duyuyorum ama nasıl bir insan aldığı bu plaket karşısında küçük bir tebessüm bile yaşamaz? Piskopat mı bu adam? Deli mi? Ruh hastası mı? O an aklımdan binlerce soru geçmeye başladı. Daha önce de bir şeyler gizlediğinden kuşkulandığım bu adam eminin ki içinden kocaman bir sır ile yaşıyordu.


  Akan zamanla beraber içimdeki şüphe de büyümeye başladı. Zaten son derece resmi olan iş arkadaşlığımız ise devam ediyordu. Bazı öğlen aralarından bir saat kadar önce göz göze geliyorduk. ‘’ Ben idare ederim’’ manasında başımı sallıyordum. O da öğlen arasında da bir hayır işi yapıyor ve mesainin ikinci yarısına bir saat kadar geç kalıyordu.


  Bazen iş yerinde dosyalarla uğraşırken; bazen belediye otobüsü ile eve dönerken camdan dışarı bakarken; bazen de televizyon izlerken aklıma hep Birol geliyordu. Bu adamın nasıl bir hayatı olduğunu, nasıl bir çocukluk, nasıl bir gençlik geçirdiğini çok merak ediyordum. Annesini, babasını, varsa akrabalarını… 


  Rutin bir hayat sürüyordum. İş ve ev arasında mekik dokuyordum. Hafta sonları ise tek eğlencem sabah yatakta biraz tembellik etmekten ibaretti. Ne ülkenin gidişatı, ne Avrupa Birliği, ne de Türksel Süper Lig umurumda değildi. Fakat her ne kadar insan düşünmek istemese de düşünür ya. İşte o anlarda ben hep Birol’u düşünüyordum. Kafamda yaşadığı yeri ailesini hayal ediyordum. Eşime, akrabalarıma, arkadaşlarıma hep Birolden bahsediyordum. Bir gün yine eşime Birolden bahsederken bana döndü ve dedi ki; ‘’ Büyük bir günahı var bu adamın, yoksa kimse bu kadar iyi olmaz. İşlediği ve sonradan pişman olduğu o büyük günahtan kaçmak için iyilik yapıyor. Yaptığı iyiliklerle Allahtan af diliyor.’’ Her ne kadar eşimi çok zeki bulmasam da söylediği aklıma yatmıştı. Büyük bir günah. Acaba hangi büyük günahı işlemişti de hayatını iyiliğe adamıştı.


  Günaha inanan bir adam Allah’a inanıyor demektir. Benim gözlemlediğim Birol de ise dindar hiçbir davranış görmedim. Ne oruç tutar, ne namaz kılar. Bende namaz kılmam ama arada cumaya giderim. Birol’ü hiç cumaya giderken de görmedim. Büyük bir günah işlemiş ve Allahtan korkan bir adam nasıl ibadet etmez? Belki Müslüman değildir diye düşünmeye başladığım ama farklı bir dinden ya da meshepten olduğuna dair elimde hiçbir ipucu yoktu. Bir gün arşive sürülme nedeni meshebi olan Kamil beye Birol’u sorduğumda ‘’Bizden değil’’ dedi. Kimden o zaman bu adam? Sakladığı sır neydi? Bekar olsam, akşam eve dönmem gerekmese –eşim hamile- ben Birol’u kesin takip ederdim.


  Acaba bir tanrıtanımaz aynı zamanda iyi bir insan olabilir mi? Ahiret inancı olmayan bir adam neden iyilik yapsın ki? Hadi iyilik yapabilir bunu biraz anlayabiliyorum. Daha iyi bir dünya için elbette iyilik yapabilir ama Birol’un yaptıkları iyilik sınırını zorlayan şeyler. Bu adam hayatını hayır işlerine adamış durumda. Belki de kendini önemli hissetmek için yapıyordur? Yaptığı tüm işler çok anlamlı işler. Kendini adamışlığı, özveri gerektiren uğraşlar. 


  Kafamdaki sorular arttıkça merakımda artıyordu. Bir salı günü eşimi annesine gönderip iş çıkışı Birol’u takip ettim. Gerçekten de panosunda yazan küçük kağıtta olduğu gibi iş yerine yakın olan hayvan barınağına gitti. Oradaki gönüllülerle son derece resmi bir şekilde selamlaştıktan sonra köpeklerle teker teker ilgilenmeye başladı. Akşam altıdan on buçuğa kadar hiç ara vermeden köpeklerle ilgilendi. Sonra da bekçiye ‘’ Hayırlı geceler’ deyip yürümeye başladı. Benim takip ettiğimin farkında değildi. Yaklaşık kırk dakika yürüdükten sonra evine gitti. Bende bir taksiye atlayıp eve döndüm. Yol boyunca kendimi çok kötü hissettim. Haksızlık mı yapıyordum acaba Birol’e. Adam sadece iyiydi. Sadece iyi.


  Sıradan bir iş günü hepimiz dosyalara gömülmüşken; bir an da bir ses duyduk. Bir çarpma sesi. Hemen sesin geldiği yere gittiğimde Birol’u yerde sapsarı olmuş ve titrerken gördüm. Arşivde çalışan herkesin yüzü sarıdır ama o an Birol’un yüzü altmış yıllık bir kağıt kadar sarıydı. En üst raftan bir dosya alırken adlındaki merdiven kaymış olmalıydı. Yaklaşık üç metreden yere düşmüştü ve en büyük şansı kafasını yere vurmamış olmasıydı. Elindeki dosya, kafası ile yer arasında kalmış ve darbenin gücünü azaltmıştı. Apar topar Birol’u hastaneye götürdüm. Doktor röntgen çekip, tetkik ettikten sonra merak edilecek bir durum olmadığını söyledi. Beyin kanaması riskine karşılık bu gece uyumamasını önerip bizi gönderdi.


  Olayın üzerinden birkaç saat geçmiş olmasına rağmen Birol son derece iyi gözüküyordu. Bana teşekkür ettikten sonra çantasını almak için beraber iş yerine döndük. O yapmacık gülümsemesi ile çok iyi olduğunu söyledi, çantasını aldı ve tam gidecekken Birol’un koluna sarıldım. ‘’ Birol bırakmam bize gidiyoruz, doktor beyin kanaması tehlikesinden bahsetti, yalnız yaşayan bir adamsın. Bize gel beraber sabaha kadar otururuz, sabahta işe gideriz’’, dedim. Dürüst olmak gerekirse Birol’un hayati tehlikesini umursuyordum ama bütün gece Birol’ü gözlemleme fikri de bana harika geliyordu. Her ne kadar mırın kırın etse de inatçı olduğumu gösterdim ve ikna etti. Önce Birol’un evine temiz kıyafetler almaya gidecektik, oradan da bize geçecektik. Bu plan beni çok daha mutlu etmişti. Birol’un evini de görebilecektim.


  Beraber işten çıktık ve Birol’un evine gittik. Evi de aynı iş yerindeki masası gibiydi. Tertemiz ve düzenli. Duvarlarda hiçbir resim yoktu. Eve sadece uyumak için geldiği besbelliydi. Küçük bir televizyonu; hayvanlar ve çocuk psikolojisi hakkında yazılmış birkaç kitabı vardı. Televizyonu koyduğu dolabın altındaki rafta da daha önce aldığı plaketleri gördüm. Hepsi kapalı durum üst üste konmuştu. Hızlıca kendine bir çanta hazırladı ve beraber bizim eve gittik. Eşimin hazırladığı yemeği yedik ve televizyon izledik. Birbiriyle çok zaman geçirmiş olmasına rağmen birbirini tanımayan ve ortak noktaları az olan iki kişiydik. Konuşacak konu bulamıyorduk ve sabah kadar beraber oturacaktık. Eşime Birol’un yardımsever kişiliğinden daha önce bahsettiğim için eşim sohbet açtı ve eşime yaptıklarını anlatmaya başladı. Yine suratına o yapmacık gülümseme gelmişti. O yapmacık gülümsemeyi gördüğüm her an bu adamdan nefret ediyordum. Saat gece yarısına yaklaştığında eşim müsaade isteyip yatmaya gitti. Bende uykumuz kaçsın diye kahve yaptım ve beraber televizyon izlemeye başladık. Yaklaşık iki saat kadar bir kelime bile etmeden televizyon izledik.


  ‘’Kendini nasıl hissediyorsun?’’ diye sorduğumda saat gece üçü gösteriyordu. ‘’Çok teşekkür ederim, çok iyi hissediyorum’’ dedi Birol; o nefret ettiğim gülümsemesi ile. İşte o an hiç planlamadığım bir şey yaptım ve gayet tok bir sesle onu sorgularcasına sordum,


  ‘’Neden?’’Sorumu duyan Birol bir anda afalladı. Gözlerini açıp bana baktı ve daha önce yüzünde görmediğim bir sert bir ifade ile,


  ‘’Ne neden?’’ dedi. Sorum Birol’u savunmasız yakalamış olacak ki bir anda savunmaya geçmişti.


  ‘’Tüm bu yaptığın yardım çalışmaları neden?’’


  ‘’Birilerinin bunu yapması gerekli. Yardıma ihtiyacı olanlara yardım ediyorum. Bunda yanlış olan ne var ki?’’ Sesi hala gergindi.


  ‘’Yardım sever olmak elbette yanlış bir şey değil ama neden bu kadar çok fazla yaptığını anlayamıyorum’’


  ‘’Gücüm ve zamanım var. İstersen sen de yapabilirsin. Mesela yaşlılar ile sohbet edebilirsin ya da senin matematiğin iyidir, kimsesiz çocuklara matematik dersi verebilirsin.’’ Sakinleşmişti Birol.


  ‘’Birol’’ dedim, yine sesim onu yargılarcasına çıkıyordu.’’Benim bir ailem var, hamile bir eşim var, benim bir hayatımda var, ama senin bir hayatın yok’’ özellikle son cümlemi tamamen Birol’u tahrik etmek için söylemiştim


  ‘’Benim de bir hayatım var!’’ dedi. Sesi yine sert çıkıyordu. Eşimi uyandırmaktan çekindiği için ses tonunu kontrol ederek devam etti ‘’ Kimsesiz çocuklar, yaşlılar, hastalar hatta barınaktaki köpekler. İşte onlar benim hayatım’’


  Söylediklerinin hiçbir kelimesi beni etkilemişti. İçimden bir his eteğimdeki tüm taşları dökmemi söylüyordu. ‘’ Bir şeyler gizliyorsun, bir şeyler kaçıyorsun, yaptığın tüm iyiliklerin bir sebebi olmalı. Dindar biri olsan yaptığın iyilikleri anlayacağım ama dindar da değilsin. Ne ailen var ne de arkadaşın. Söyle bana nesin sen? Söyle ne gizliyorsun?’’ kendimi kaybetmiştim. Karşımda oturan Birol’u azarlıyor hatta sorguluyordum.


  ‘’Beni bunları öğrenmek için mi evine çağırdın? Yazıklar olsun sana! İşte bu sebepten hiç arkadaşım yok!’’ dedi, sakince ayağa kalktı ve çantasını toparlayıp gitti. Kullanmadığı senelik iznini kullandı ve üç hafta işe gelmedi. İşe geldiği günde genel müdür ile görüşüp görevinin değiştirilmesini istemiş. İki gün sonra masasını toplayıp yani odasına geçti.


  Ben mahcupluğumdan ötürü yaşadığımız tartışmayı kimseye söyleyemedim. Aklımdaki soru işaretleri devam ediyor elbette. Hala arada bir takip bile ediyorum. Acaba bu adamın sırrı ne?

26 Kasım 2008 Çarşamba

DÖNGÜ


  Adım Kısmet, eşimin adı ise Kubilay. İkimizde otuz yaşlarımızın başlarındayız. Severek evlendik, ilk yıllarımızda son derece güzeldi. Daha sonra ise Kubilay’ı sevmemeye başladım; ama Kubilay’ı sevmememin sebebi başkasını sevmek değildi. Sadece artık sevmiyordum. Bir sabah işe gitti, evde tek başıma otururken akşam eve gelmeme ihtimalini düşündüm. Üzülür müydüm? Elbette. Ben Kubilay’dan nefret etmiyordum. Bırak ölmesini, canının yanmasını bile istemezdim; hayattaki her şeyin en güzelini hak eden biriydi. Ama akşam eve gelmemesi ihtimali beni çok üzmemişti. Bir anda kaybolsa, bir anda hayatımdan çıksa diye düşündüm. Çok da umurumda değildi. Tek başıma ayakta durabilecek kadar güçlüydüm.


  İyi adamdır Kubilay. Çalışkandır, özverilidir, beni severde. Bir kadın olarak istediğim her şeyi verdi bana. Sevdi de beni. Standartları yüksek bir hayatta sağladı. Kötü yönleri yok muydu? Elbette vardı ama herkesin kötü yönleri olacağını bilebilecek kadar olgun bir kadınım. Titizlik hastalığını, berbat müzik zevkini, hiç şaka yapmayışını, arabasına olan tutkusunu… Hepsini sineye çekebilecek kadar olgundum. Bir tek hata yaptı, ve onu hiç affetmedim.


  Titizlik Kubilayda bir hastalık gibiydi. Çoraplarını hatta iç çamaşırlarını bile ütülememi isterdi. Bir gün giydiğini diğer gün giymezdi. Temizlik konusunda çok hassastı. Ben evi temizlerken bana yardım da ederdi, bazen ütü de yapardı. Yemekten sonra bulaşık yıkamama bile yardım ederdi. Kendi babasına bile evimizde sigara içirmezdi. Zavallı adam kışın bile pardösüsünü giyer balkona çıkardı.


  Sigara konu Kubilay için bir takıntı gibiydi. Kimse ne evimizde, ne arabasında, ne de iş yerinde sigara içemezdi. Benle evlenme sebeplerinden birinin de sigara içmemem olduğunu düşünmüşümdür hep. Sigaralı ortamlara bile girmezdi. Benimde girmememi isterdi. Elbisesine ya da saçlarına sigara kokusunun sinmesinden nefret ederdi. Saçımda sigara kokusu aldığı zaman beni nasıl azarladığını hiç unutamadım.


  Bir gün işten birkaç saat geç geldi. Bu ilk kez rastladığım bir durum değildi. ‘İşlerim uzadı’ dedi ki; uzaması normaldi. Perde satan bir dükkanı vardı. Özellikle yeni evli çiftler çok uğraştırırdı. ‘Müşteri bir türlü gitmek bilmedi’, dedi. Yemeğimizi yedikten sonra televizyon izlemeye başladık, yorgunluğu gözlerinden akan Kubilay koltukta uyuyakaldı. Her ne kadar Kubilay bana şirin gelmese de o uyukluyor hali çok şirin geldi. Daha birkaç gün önce keşke bir anda kaybolsa dediğim adam, benim için çok çalışmış ve yatağını bile bulamadan uyuyakalmıştı. Hiç adetim olmamasına rağmen alnına bir öpücük kondurdum. Dudaklarımı alnından çektiğim anda burnumda o kokuyu hissettim. Sigara kokusu. Kubilay’ın üzerinde sigara kokusu. Evlendik evleneli, beş yıldır, ilk kez bu kokuyu Kubilay’ın üzerinde duydum. İşte o an bir terslik olduğunu anladım.


  Yatak odasına geçtim, elbiselerini kokladım. Sigara kokusu var gibiydi ama çokta emin olamadım. Kubilay’ı uyandırdım ve yatağa geçtik. Yine hiç adetim olmamasına rağmen sokularak yattım. Derin nefesler aldım Kubilaydan. Elbiseleri sigara kokmuyordu belki ama Kubilay kesinlikle sigara kokuyordu. Bir insanın elbisesinin değil de kendinin sigara kokması ne demekti. Belki ki sigara içilen bir ortama çıplak girmişti. ‘Saçmalama’ dedim, kendi kendime. ‘Kuruntu yapıyorsun’. Kubilaydan derin bir nefes daha aldım. Kesinlikle emindim ki Kubilay sigara kokuyordu.


  Geçen günlerde bu konu çok kafama takıldı. Hiç olmadığım kadar kuşkuluydum. Saçma sapa bahanelerle iş yerini ve cep telefonunu arayıp duruyordum. Bir anda dükkana baskınlarda bulunuyordum. Bu şüphe, sıkıcı hayatıma bir renk getirmişti açıkçası.


  Bir akşam üstü yine bir bahane ile dükkana gittim. Dükkanda tek başına oturuyordu. Hiç müşteri yoktu. Birkaç saat beraber oturup müşteri bekledik. Kimse gelmeyince de dükkanı kapatıp eve dönmeye karar verdik. Kubilay’ın doksan model kırmızı bir citroeni vardı. Belki benden bile çok sevdiği. İlk arabasıydı bu kırmızı şimşek. On iki yıldır da aynı arabayı kullanıyordu ama kimse bu arabaya on yedi yıllık demezdi. Kubilay o kadar titizdi ki arabası konusunda şaşardınız. Çamurlu diye girmediği yollar gördüm ben Kubilay’ın. Ayakkabıları çamuru diye bir arkadaşını arabasına bile almamıştı.


  Arabasına bindik ve eve doğru yol almaya başladık. Yine sadece kendisinin dinlediği bir kaset koydu. Arif Susam’ın ‘Unutulmuyor’ albümü. Taverna gibi sigaralı, içkili bir ortamda yarım saat bile duramayacak olan bir insan nasıl taverna müziği dinlemeyi sevebilirdi ki. Canbaz, canım seni istiyor, hayrola… Üç şarkıyı dinledik ve evimizin olduğu sokaktaydık. Ben sıkıntıdan koltuğum iç yüzündeki küllük ile oynamaya başladım. Kapağını açıp, açıp kapatıyordum. Evimize geldiğimizde kapıyı açtım ve tam ineceğim anda açık bıraktığım küllüğün içindeki kırmızı ruj lekesi olan izmariti gördüm. Beyaz filtrenin ucunda kırmızı bir ruj lekesi.

  Bir kadın benim oturduğum koltuğa oturmuştu ve o kadın Kubilay’ın arabasında sigara içmişti. Kendi öz babasına balkonda sigara içiren bu adam arabasında bir kadına sigara içirmişti. Bunu ben yapsam belki de günlerce kavga ederdik ve eminim ki şartlar ne olursa olsun bana kırmızı şimşeğinde sigara içirmezdi.

  Eve girdiğimizde hala olayın şaşkınlığı ve öfkesi üzerimdeydi. Yemeği hazırladım. Birkaç lokma yedim ve odama çekilip uyudum.


  Sabah olduğunda Kubilay beni uyandırmadan işe gitmişti. Benim ise gerginlikten her yerim ağrıyordu. Bir kadın Kubilay’ın arabasında sigara içmişti. Bir kadının Kubilay ile sevişmesi kadar önemsiyordum bunu. Bir süre önce üzerinde sigara kokusu almıştım şimdi ise arabasında ruj lekeli izmarit bulmuştum. Bu iki kanıt her şeyi açıklıyordu. Aldatılıyordum.


  Buna alışmam kolay olmadı. Zaten çok sıcak, samimi bir ilişkimiz yoktu. Son derece soğuk ve uzaktık birbirimizden. Ondan dolayı soğuk davranmam ilişkimizin gidişatını çok değiştirmedi.


  Gündüzleri ağlamaklı uyanmalar yaşıyordum. Üzerime bir yenilmişlik çökmüştü. Bir başka kadın, Kubilay’ın takıntı derecesindeki titizliğini yenmişti. Ne vardı acaba o kadında bende olmayan. Sadece bende de değil dünyada kimse de olmayan. Nasıl arabasında sigara içebilmişti?


  Bu sorular ile yaşamak beni çok yoruyordu. Her geçen gün bir diğer güne göre daha yaşlanmış olarak uyanıyordum. Yıpranıyordum, kendimi yıpratıyordum. İçinde Kubilay’a karşı önlenemez bir öfke vardı. Beni aldatmıştı. Bunun öcünü alacaktım. Bende onu aldatacaktım. 


  Bende onu aldatacaktım. Bu fikir haftalarca beynimi kazıdı. Nasıl o perdeci beni aldattıysa bende onu aldatacaktım. Etrafımda hoşlandığım ya da arzuladığım hiçbir erkek de yoktu. Ama ne olursa olsun bende Kubilay’ı aldatacaktım. Aldatmak, bana yaptığını bu adiliğin altında kalmamak; belki de kendimi yiyip bitirmemi engelleyecekti. Kesinlikle aldatacaktım ama kiminle?


  Sıradan bir günün, sıradan bir öğle vaktiydi. Evde su kalmadığını fark ettim ve sucuyu aradım. Akşama anca getirir diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Belki kaderin bir oyunuydu bilemiyorum ama on beş dakika sonra kapı çaldı. Kapıyı açtığımda ise onu gördüm. Üzerinde kırmızı bir tişört vardı. Altında ise bir kot pantolon. Üzerindeki kıyafetlere özenmediği belliydi. Asıl beni etkilen ise ağzındaki sigarası oldu. Sırtında yirmi litrelik bir su damacanası vardı ama ağzında sigarası duruyordu. O an karar verdim. Beklide iki yıldır bize su getiren adam ilk kez bana çekici geldi. Belimin ağrıdığını suyu içeriye taşımasını istediğimi söyledim. Arkasına bastığı ayakkabılarını çıkarttı ve içeri girdi. Suyu bıraktığı an ise elini tuttum ve onu yatak odasına götürdüm. Deli gibi seviştik. Teri terime karıştı. Sigaradan ve sigara kokusundan nefret etmeme rağmen ter kokusu ile karışık sigara kokusu beni çıldırtmıştı. Adının Rıza olduğunu, sevişmemiz bittikten sonra sigaralarımızı içerken öğrendim. O günden sonra, Rıza bize her su getirdiğinde yatağımızda birer sigara mutlaka içtik.


  Yatağımızdaki sigara kokusunu elbette ki Kubilay aldı. Sebebini sorduğunda ise kokuyu aldığımı hep reddettim. Hep suçu ona attım. Hatta onu sigara içmekle suçlayıp çıkıştığımda oldu. Hiçbir zaman yatağında haftada bir hissettiği sigara kokusunun sebebini bilemedi.

2

  Adım Rukiye, kocamın adı ise Rıza. Hem amcamın oğlu hem de kocam. İlk kez on yedi yaşımda gördüm, ikinci gördüğümde ise beni istemeye geldiler, üçüncü görüşümde ise imamın karşısında diz çökmüş yan yana oturuyorduk. Evlendikten sonra beni alıp babasının evine götürdü. Altı yıl orada yaşadık daha sonra ise ikinci çocuğum doğunca Rıza bir ev tuttu. Annesi bebeğimin sesine dayanamıyordu.


  Hiçbir işte tutunamayan biriydi Rıza. İnşaatlarda çalışırdı, hamallık yapardı, bir şekilde eve para getirirdi ama yaşadığımız şehirde çeşme suyu içilemez hale gelince açtığımız sucu sayesinde hayatımız bir düzene girdi. Artık küçükte olsa bir dükkanımız vardı. Elimize bir miktarda olsa düzenli para geçiyordu. Bende temizliğe gidiyordum, bir şekilde çorbamız kaynıyordu.


  Temizliğe gitmediğim günlerde bende Rıza ile beraber dükkanda duruyordum. Çünkü Rıza teslimata gittiği zaman dükkanda birinin durması gerekliydi. Siparişleri almak için en azından.


  Kaba adamdır Rıza, ne oturup kalmasını ne de insanlarla konuşmasını bilir. Zaten ilkokulu bile bitirememiş, nerede nasıl davranılacağını bile bilemeyen bir adamdır. Hatta söylemesi zor ama bir öküzdür Rıza. Müşteri ile konuşurken ağzında sigara ile konuşur. Karışında bir bayan mı, bir erkek mi var hiç fark etmez, hiç nezaket göstermez. Kaba saba bir kırodur Rıza. Ama ne de olsa kocamdır, hiç yoktan beni daha önce hiç aldatmadı. Hiç, başkasına muhtaç etmedi. Daha fazlasını da istemek nankörlük olur.


  Müşterilerimizin geneli dükkanımızın çevresinde yaşayan insanlar. Zaten arabamız olmadığından uzak bir yere su gönderemeyiz. En uzak müşterimiz iki sokak altımızdaki Kubilay beyler. Onlarda neden bizden su alıyor anlamış değilim. Bizden daha yakın su satan dükkanlar var yanlarında. Rıza onlar su istedi mi keyfi kaçardı. İki sokak boyunca sırtında yirmi litrelik su bidonu ile yürümek elbette kolay değil. Bir süre sonra Kubilay beyler daha fazla su ister oldular. İki kişilik bir aileye yirmi litre su bir hafta giderken onlara on günden fazla giderdi. Son birkaç ay içerisinde haftada iki kez su almaya başladılar. Rıza’nın gidip gelmesi yirmi dakikayı bulurken ise artık bir saatten erken gelmez oldu. Hatta döndüğü zaman her gergin ve sinirli olan Rıza’nın suratında ilk zamanlar sevişmelerimiz sonrasında beliren o aptal gülümseme oluyordu.

  Aldatıldığımı anlamam zor olmadı. Belliydi ki perdeci eşi dükkandayken kaltak karısı eve Rıza’yı alıyordu. Üzerimde garip bir sakinlik vardı. Ağlamak gelmedi içimden. Aldatılmak üzüyor, koyuyordu ama yine de; ne ağlayasım, ne Rıza’ya ne de kadına saldırasım vardı. 

  İşin en kötü yanı ise o kaltak kocamı yanına çağırdığı zaman benim sekreterliklerini yapıyor olmamdı. O kaltak ‘Hersek sokak, on dörde sekize su alabilir miyim?’ dediği zaman asıl söylemek istediği ‘Hersek sokak, on dörde sekize kocanı alabilir miyim?’ idi. Ben bunu bile bile, her zaman ‘Hemen gönderiyorum hanımefendi’ derdim. 


  Kafamda soru işaretleri vardı. Rıza beni neden aldatıyordu? O kadın kocası Kubilay bey’i neden anlatıyordu? Eğer aldatıldığımı bildiğimi Rıza’ya söylesem kabul etmezdi. Sonra da sinirlenir, bir bahane bulup beni döverdi. Açıkçası bildiğimi Rıza’nın bilmesine hiç gerek yoktu. Beni bırakıp o kadınla evleneceğine hiç ihtimal vermiyorum. Hem çocuklarını bırakamaz; hem de o kadının, o kokonanın, masraflarını karşılayamaz. Ne kadar sürebilir ki; bu aldatmaları.


  Aldatıldığımı bildiğimi o kaltağa söylemek de istemiyordum. Neden kocamı elinden aldın? , diye sormak istemiyordum. Tam olarak elimden almış sayılmazdı. Rıza kadına para yedirmiyordu. Bunu iyi biliyordum. Yine her gece eve geliyordu, benim ve çocuklarımın başında duruyordu.


  Kubilay bey içinde çok üzülüyordum. Ben bir şekilde aldatıldığımı fark etmiştim ama sanırım o hala fakrında değildi. Dükkana geldiği günü hatırlıyordum, kırmızı arabasından inmiş ve suyun temizliğine verdiği önemden bahsetmişti bana. Son derece zarif, nazik bir adamdı. Rıza’nın tem tersi belki de. Dükkana geldiğinde benle değil de Rıza ile konuşsaydı- dükkanda tektim, Rıza teslimata gitmişti- bizden su alacağını hiç zannetmiyorum. Bilse ne yapabilirdi ki? Gelip kavga çıkartsa kesinlikle Rıza döver o adamcağızı. Hatta iyi döver. Hatta öldürebilir. Rıza hapishaneye düşerse biz ne yaparız, çocuklarımla ben sahipsiz kalırız.


  ‘Hersek sokak on dörde sekize kocanı alabilir miyim?’ bu kısa telefon konuşmaları ve kocamın beni aldatmasının sekreterliğini yapmam sandığımdan uzun sürdü. Aradan altı ayı aşkın süre geçmişti ve artık bu iş ilk zamanlara göre daha çok canımı sıkmaya başlamıştı. Yapabileceğim fazla bir şey de yoktu. Rıza ile boşanacak değildim.


  Bir gün telefon yine çaldı, o kaltak yine kocamı istiyordu. Ağlamaklı bir sesle ‘Hemen gönderiyorum hanımefendi’, dedim. Sonra Rıza’nın yanına gittim ve siparişi söyledim. Hızlı adımlarla dükkandan çıkıp yürümeye başladım.


  ‘ Nereye gidiyorsun Rukiye, dükkanda kim duracak lan!’, diye arkamdan bağırdığını duydum; dönüp ‘Zerrin hanım çağırdı, yarın temizlik için’ dedim. Gerçekten de yarın Zerrin hanıma temizliğe gidecektim. Yarın için beni çağırmıştı ama o an Zerrin hanımın yanına gitmiyordum. Sokakta ağlayarak biraz yürüdüm, içimden de dışımdan da Rıza’ya küfürler ede, ede evi buldum. Birkaç saat daha ağladım, sonra da bir duş aldım.


  Duş aldıktan sonra aynanın karşınında saçlarımı kuruturken kendime bakmaya başladım. Güzel miydim? Eskiden, evlenmeden önce güzelsin derlerdi ama şimdi güzel miydim? İki çocuğum vardı. Doğum sonrası kilo almıştım ama çokta şişman değildim.’ Güzel miyim, güzel miyim?...’, bu soruyu uzun uzun kendime sordum ve saçlarımı tararken karar verdim. ‘Güzelim ve istediğim erkeği etkileyebilirim ve ilk fırsatta Rıza’nın bana yaptığını yanına bırakmayacağım.’


  Sabah olmuştu ve erkenden Zerrin hanımın evine gitmiştim. Bir bankada müdür yardımcısıydı Zerrin hanım. Eşi Zeynel bey de bankacıydı ama bir aydır işsizdi. Saat sabahın yedisiydi ve her ikisi de işe gidecek gibi giyinmişti. Şık mutfaklarında sade bir kahvaltı yapıyorlardı. Beni de kahvaltıya davet ettiler ve beraber bir şeyler atıştırmaya başladık. Kimse konuşmuyordu. Sessizlik devam ettikçe gerginlikte artmaya başladı. Zerrin hanım, Zeynel beye ‘Bu görüşme çok önemli. Mutlaka bu işi almalısın’ dedi. Sanki kocası ile değil de bir iş arkadaşı ile konuşuyor gibiydi. Zeynel beyde ‘ Alacağıma inanıyorum.’ , dedi. Çok resmi bir konuşmaydı. Daha sonra Zerrin hanım bana dönüp evin temizliği hakkında isteklerini söyledi. Sonra da beraberce evden çıkıp ayrı, ayrı arabalarına bindiler. Ne kadar resmi kişiler diye düşündüm. Bu nasıl karı kocalık.


  Ben temizliğe halıları silerek başlamıştım. Zerrin hanım yapacağım her şeyi sırası ile söylemişti. Sonra perdeleri yıkayacaktım. Evi süpürdükten sonra toz alacaktım. En son olarak ta banyo ve tuvalet temizlenecekti. Temizlik yaparken bir yandan da aklımda Rıza’yı aldatmak vardı. Rızaya olan hırsımın bir kısmını halılardan çıkarttım, daha sonra perdeleri çıkartıp makineye atarken kapının anahtar ile açıldığını duydum. İçeri giren Zeynel beydi. İşi alamamış gibiydi. Yüzünün asıklığından anlamıştım bunu. Odasına geçti, ben de banyoda perdelerle uğraşıyordum. Daha sonra mutfağa geçti ve çay suyu koydu Zeynel bey. Yanına gittim ve bir anda gözlerimiz birbirlerine kilitlendi. Elinden tuttum ve yatak odalarına gittik. Seviştik.


  Sevişmemiz bittiği anda üzerimden bir yük kalkmış gibi hissettim. Bende Rıza’yı aldatmıştım. Hem de bir banka müdürü ile. Rızadan çok daha zeki, çok daha görgülü bir ile. Zeynel beni beğenmişti. Hem güzel, hem de tahsilli karısı varken benle sevişmişti. Bu kadar sakin ve efendi bir adam yatakta tam bir hayvan gibiydi.


  Geçen zamanlarda Zeynel ile ilişkimiz devam etti. İki hafta sonra bir bankada müdür olarak iş buldu. Daha sonra bana telefon ederdi ve günü söylerdi. Beraber bir otele gider sevişirdik. Ben Rızaya temizliğe gittiğimi söylerdim. O günler de Zeynel bana para verirdi. Biliyorum bir fahişe gibi oluyordum para alırken ama eve para ile gitmezsem Rıza beni mahveder.


3


  Benim adım Zerrin, eşimin adı ise Zeynel. Aynı iş yerinde çalışırken tanışmıştık Zeynel ile. Çalıştığımız banka şubesinde de ikimizde memurduk. Yıllarca aramızda son derece saygılı ve mesafeli bir ilişki oldu. Tanışmamızın üzerinden beş yıl geçmişti, hala aynı şube de beraber çalışıyorduk ve çevremizdeki arkadaşlarımın teker, teker evlenmeye başlamıştı. Ben otuz, Zeynel ise otuz iki yaşındaydı. O zamanki banka müdürümüz ikimiz ile ayrı ayrı konuştu ve bizi birbirimize methetti. Sonra ikimizi de aynı gün evlerine yemeğe çağırdı. Geçen aylarda beraber öğlen yemeklerine çıkmaya başladık ve bir baktık ki nişanlıyız.


  Aramızda hiçbir zaman aşka dayalı bir ilişki olmadı. Evlenmeden önce Zeynel’i tanıdığım dönemde onun hiçbir ilişkisi olmamıştı, aynı süre zarfında bende kimse ile flört etmemiştim. Hayatında aşka yer olmayan iki kişinin mantık evliliğiydi bizimkisi. Yaşımız artık geçtiği için ve başka bir alternatifimiz olmadığı için evlenmiştik belki de.


  Ne ilk sevgililik dönemimiz, ne nişanlılık dönemimiz, ne de cicim aylarımız öyle çok romantik geçmedi. Birbirimize sevgi sözcükleri söylemedik değil ama içtenliği, sıcaklığı bir türlü yakalayamadık. Zaten zamanla da bu saçma tavırlardan vazgeçtik. Romantik filmlerdeki sevgililerle alakası olamayan bir ilişkimiz oldu. Aynı işi yapan, iyi para kazanan iki insan olarak aynı evde yaşamaya karar vermiş gibiydik. Birbirimizi seviyor muyduk, hayır diyemem ama iki insan olarak seviyorduk. İki sevgili ya da karı koca olarak değil.


  Rutin heyecansız bir hayat sürüyorduk. İkimizde bundan şikayetçi değildik. Hafta bir gün balık yemeyi, televizyonda haberleri ve tartışma programlarını izlemeyi, gazetelerden ilgimizi çeken haberleri kesmeyi seviyorduk. Ortak paylaşımlarımız bunlardı. Geri kalan zamanlarda ayrı ayrı zaman geçiriyorduk. Zeynel kitap olurken, ben bulmaca çözüyordum; Zeynel maç izlerken ben internette zaman geçiriyordum. Birbirimize çok karışmıyor, rahatsız etmiyorduk.


  Aradan geçen üç yıl boyunca fark ettim ki; iş hayatımızdaki düzenlilik, hayatımızın geri kalanına da hakim olmuştu. Hem de her alanına.


  Evliliğimizin ilk beş ayı deli gibi seviştik. Hem de her gece, bazen öğlenleri de, hatta sabahları da. Sadece sevişmek için yaşıyor gibiydik. Sanırım bunun sebebi daha önce bu heyecanı tatmamamız olacaktı. Beşinci ayın sonuna doğru sevişmelerimiz bıçak gibi kesildi. Sadece Zeynel değil, artık bende istemiyordum. Tüm isteğimizi beş ay içinde tüketmiş gibiydik.


  Sevişme konusunu hiç açmıyor, uykumuz gelince uyuyorduk. Bazen ben, bazen o koltukta uyuyakalır olmuştuk. Diğerimizde bu konuyu hiç sorun etmiyordu. Yaklaşık beş ay boyunca hemen hiç sevişmedik. İkimizde zamanla bu durumu yadırgamaya başladık. Her ne kadar birbirimizi çok istemesek de durumda bir terslik olduğunun farkındaydık. Sonra yine sevişmeye başladık ama sadece sevişmek için sevişiyorduk. Eski tadı, havası kesinlikle yoktu. Sanki ikimizde bir şeyler ispatlamaya çalışır gibiydik. ‘Hala sevişebiliyorum! Ve bundan zevk alıyorum’ demek için sevişiyorduk sanki.


  Bu kendini ispat çabasının da üzerinden biraz zaman geçtikten sonra sevişme işini bir rutine bağlamaya karar verdik. Zaten iki bankacıdan başka ne beklenebilirdi. Programlı bir hayat sürüyorduk, cinsel hayatımızda düzenli olmalıydı. Çarşamba ve cumartesilere karar kıldık. Ben perşembeleri istemiştim ama o diğer gün cumaya gideceği için kabul etmedi. Sıcak yataktan kalkıp duş almak hep Zeynel’in zoruna giderdi.


  Sevişmelerimizdeki rutin, sadece günlerle sınırlı değildi, yaptıklarımızda aynıydı. Hiçbir sevişmemiz bir diğerinden farklı değildi. Aynı sıra ile aynı şeyleri yapıyorduk. Sevişmiş olmak için sevişiyorduk.


  Zeynel’de bir farklılık olduğunu ise bir perşembe gecesi anladım. Sevişmek ister gibiydi ama daha dün sevişmiştik. Hem biz perşembeleri sevişmezdik ki. Bir anda koltukta üzerime atladı; şaşkındım, istekli de değildim. Fakat seviştik. Ama farklı bir adamla sevişiyor gibiydim. Bu Zeynel değildi. Seviştiği kişi de ben değildim. Benim bedenimle sevişiyordu ama seviştiği kişi başkasıydı.


  Gece sabaha kadar uyuyamadım. Bu yaşadığım deneyim neydi acaba? Rutinlerimizden sıkılmış sıkıcı kocamın çılgınca bir tepkisi miydi? Yoksa çözemediğim anlamlandıramadığım başka bir şey mi vardı? Ben bu adamla yıllardır sevişiyordum. Hiçbir zaman dün geceki gibi bir deneyim yaşamamıştım. Çok hoşuma gittiğini söyleyemeyeceğim, çok farklıydı. O an ki hislerimi düşündüğümde, Zeynel’in benimle sevişmediğini düşünmüştüm. Benim bedenimle başkası ile sevişti. Beni aldattı. Beni benle aldattı belki ama beni aldattı. Hem kesinlikle hayatında başka biri var. Emin olamıyorum ama başkası ile sevişmiş onunla yaptıklarını bu seferde benimle denemek istemiş gibiydi. Acaba işsizliği onu böyle davranmaya itmişti. Son zamanlarda biraz baskı adlında olduğunu fark ediyordum. 


  Akan zamanla beraber sevişmelerimiz rutine döndü. Ama zaman zaman yine o Perşembe gecesi gibi davrandığı da oluyordu. Bu durum her geçen gün benim için içinden çıkılamaz bir hale dönüşmeye başlamıştı. Neler oluyordu? Ve neden ben aldatıldığımı düşünüyordum. Ya başka bir bedenle ya da kendi bedenenimle ama bir şekilde aldatılıyordum.


  Kadınsı bir içgüdülerim Zeynel’in hayatında başkasının olduğunu söylüyordu bana. Zeynel bir iş bulduktan sonra arabamı sattım ve beni işten alıp, işe bırakmasını istedim. Bu sayede iş dışında benden ayrı zaman geçiremeyecekti. Zaten hafta sonların da beraberdik. Arada sırada cevabını bildiğim sorular sormak için iş yerini de arar olmuştum. Her aradığımda iş yerindeydi. Cep telefonu her zaman açıktı. Perşembe geceleri sevişmelerimiz dışında elimde hiçbir kanıt yoktu ve bu beni çıldırtıyordu.


  Bir perşembe gecesi haberleri izledikten sonra bir anda Zeynel’in kucağına atladım ve bana çok iğrenç gelmesine rağmen Fransız tarzı öpmeye başladım. Zeynel de bir süre beni öptükten sonra yavaşça beni durdurdu ve ‘Yarın cuma, cumartesi gecesi devam ederiz’ dedi. Sinirden çıldırmıştım ama bunu ona belli etmeden banyoya gittim. Suyu sonuna kadar açıp, ağlamaya başladım. Ne demekti bu? Kendi istediği zaman sevişebilecek ben istediğim zaman rutine uygun davranacağız. Çıldırmış gibiydim. Perşembe gecesi sevişmelerimiz aklıma geliyordu. Hem gün, hem de tavrı çok farklıydı. Bu demekti ki? Beni aldatıyordu. Biliyorum saçma gelecek, kime anlatsam saçma bulacak ama ben aldatıldığımı hissediyordum ve buna inanıyordum.


  Zeynel beni aldatmıştı. Bu fikir her geçen gün üzerinde düşündükçe aklıma yatıyordu. Artık ilk günlerdeki şüphe yerini benim kesin kanaatime bırakmıştı. Aldatılıyordum ve bende aldatacaktım. Bende Zeynel kadar güçlüydüm, hem o beni aldatıyorsa bende onu aldatabilirdim.


  Etrafımda benden hoşlanan ya da benim hoşlandığım kimse yoktu. Yolda gördüğüm biri ile de sevişecek değildim ya. Bankada yeni işe başlayan Cenk bey olabilirdi aslında. Gerçi henüz çok gençti. Benden yaklaşık on yaş küçüktü. Hem biraz kaba bir hali vardı. 


  Ben Zeynel’in en çok nazikliğini beğenmiştim. Rahmetli babam gibi o da çok beyefendiydi. Belki de doğru; kadınlar babalarına benzeyen erkeklerden hoşlanıyor, babalarına benzeyen erkeklerle evleniyor. Cenk’e baktığımda ise nazik bir insan sayılmaz. Birkaç kez müşterilerimiz ile kavga etme noktasına geldiğini hatırlıyorum. Hatta ağzı da son derece bozuk. Kavga ettiği bir müşteriye ettiği küfürleri düşünüyorum da. Kim yetiştirmiş bu adamı diye düşünmüştüm. Gerçi o zaman kovulması söz konusu olduğunda da ben engellemiştim. Eğer Zeynel’i aldatacaksam bu kişi Cenk olmalı.


  Bir öğlen vakti tüm çalışma arkadaşlarımız yemeğe çıkacağı zaman Cenk’i yanıma çağırdım. Çalışmalarından memnun olmadığımı, müşteriler ile ilişkilerine çeki düzen vermesi gerektiğini söyledim. Hatta bilerek biraz da fırçaladım. Cenk’in içindeki kaba adamı ortaya çıkartmak istedim ama işten atılmaktan korktuğundan olsa gerek sesini çıkartamadı. Nişanlıydı ve kendisi gibi biraz kaba bir nişanlısı vardı. Kız, güzel olmasına rağmen elinde sigara ile şubeye girmişti. Başkası olsa rezil ederdim ama Cenk’in yanına gidince nişanlısı olduğunu anlayıp göz yummuştum. Öyle sesli konuşuyordu ki, öyle kaba bir ses tonu vardı ki; sanki köyünden şehre yeni gelmiş gibiydi. Nerden bulmuştu acaba Cenk bu kızı?


  ‘Nişanlın nasıl?’ dedim Cenk’e. İyi olduğundan, yirmi gün sonra evleneceğinden, düğün telaşının zor olduğundan, borcunun gırtlağını aştığından bahsetti. Bana da davetiye vereceğini söylediği zaman ‘Ben senin müdürenim, benim evime getireceksin davetiyeyi’, dedim. Anlam veremedi ama eli mahkum kabul etti.


  Aradan birkaç gün geçmişti ki Cenk elinde davetiyeleri, şubedeki arkadaşlarına dağıtmaya başladı. Herkese dağıttıktan sonra kapımı çalıp yanıma geldi ve ‘Size ne zaman getirmemi istersiniz davetiyeyi? Bir de adresinizi alabilir miyim?’ dedi. Ben de pazar öğlen vakti müsait olduğumu söyledim ve adresi verdim.


  Eve gittiğimde Zeynel’e artık araba istediğimi söyledim.’ Pazar günü araba bakmaya gidelim mi dedim?’. Kabul etti tabi ki de. Beraber internetten araba ilanlarına baktık, nasıl bir şey istediğimize karar verdik. Birkaç kişiye telefon ettik ve pazar günü için randevular verdik. Pazar sabahı ilk randevu verdiğimiz satıcının yanına gidecek iken; ben karnımın çok ağrıdığını ve gidemeyeceğimi söyledim. Zeynel benim yanımda kalmak istediğinde ise, ‘İnsanlara söz verdik, sen git tüm arabalara bakmadan da gelme. Aklına yatanları ayır diğer hafta alırız’ dedim. Çaresiz kabul etti ve gitti.


  Zeynel gittikten sonra bir güzel duş aldım ve üzerine kendimi güzel ve çekici hissettiğim elbiselerimi giyip Cenk’in gelmesini bekledim. Saat öğlen biri gösteriyordu ki; kapı çaldı. Gelen Cenk idi. Davetiyeyi kapıdan vermek istedi ama kabul etmedim vei müdüresi olmamın verdiği otorite ile onu içeri soktum. Çay mı kahve mi içmek istediğini sorduktan sonra yanındaki koltuğa oturup sohbet etmeye başladık. Dekolteli elbisemden göğüslerime birkaç kaçamak bakışını hissettikten sonra elinden tuttum ve yatak odama götürüm. Geçekten de Zeynel ile yaşadığım hiçbir sevişmeme benzemeyen bir sevişme yaşadım. Aradan geçen zamanda Cenk evlendi. Arada sırada eşi ile bize gelip gittiler. Zeynel’in sevişmelerinde her farklılık yaşadığımda ben de Cenk ile seviştim.


4

  Benim adım Canan, eşimin adı ise Cenk. Birbirimiz lise yıllarından bu yana tanıyoruz. Aynı varoş semtinde beraber okuduk. Cenk okulun en kavgacı en haşarı tiplerinden biriydi. Yanı zamanda okul takımında futbolda oynuyordu. Aşık olmuştum ona. Lise bittiği sene ben üniversite sınavını kazanamadım, Cenk ise herkesi şaşırtarak Kütahya üniversitesi işletme bölümünü kazandı. Aradan geçen iki sene boyunca ben hiç görmedim onu. Sonra bir yaz tatilinde ortak arkadaşlarımızla bir yere gittiğimizde rastlaştık. Aramızda tek üniversite okuyan o olduğu için çok havalıydı. Çıkma teklif etti ve hemen kabul ettim.

  İki sene boyunca kışları Cenk’i bekledim. Yazları da beraber zaman geçirir olmuştuk. Beni seviyor, kolluyordu. Zaten tek istediğimde buydu. Okulu bitirdi, askere gidip geldi ve bir banka da iş buldu. İşe girdikten kısa süre geçtikten sonra beni babamlardan istediler. Ailem de kabul etti ve nişanlandık.


  Varoş mahallesinde yaşamanın zorlukları vardır. Laf atarlar, geceleri sokağa çıkamazsın, kavga gürültü eksik olmaz. İkimizde yaşadığımız mahallenin yansımalarıydık. Her ne kadar üniversite okumuş olsa da Cenk kavga etmeden duramazdı. Bir alışveriş merkezinde otopark için kavga ettiğini hatırlıyorum. Adamın ağzını burnunu kırmıştı. Anlattığına göre çalıştığı şubede de müşterilerle kavga ettiği olmuş. Adamın biri Cenk’e hırsız demiş ve Cenk çılgına dönüp adamı dövmeye başlamış. Güvenlik görevlileri araya girmiş ama girene kadar Cenk adamın pestilini çıkartmış.


  O günden sonra kovulmaktan çok korktu Cenk. Henüz evlenmemiştik o zamanlar ve bir sürü borcumuz vardı. Anlattığına göre müdürü Zerrin hanım engellemiş kovulmasını. Tatlı sert iyi bir kadın diyor onun için.


  Cenk’in bu kavgacı hali eskiden beri çok hoşuma giderdi. Çevremdeki herkesten farklıydı, üniversite mezunu düzenli bir işi vardı ama gerektiği zaman gözünü karartıp kavga etmesi beni mutlu ediyordu.

  Evlendikten sonra varoş çevremizden kopamadık. Özellikle de ben. Tümarkadaşlarım mahallemdeydi. Kiraların ucuz olmasından dolayı her ne kadar farklı bir çevreye girmek istese de Cenk eski mahallemizde bir ev tuttuk. Güzel huzurlu bir yaşam sürdürüyorduk. Evliliğimizde beni üzen tek şey ise Cenk’in öfkeli haliydi. Her zaman asabi değildi ama bazen çok öfkeli olabiliyordu.

  İş yerinde yaşadığı bir gerginlik, trafikte yaşadığı bir gerginlik ya da herhangi bir şeye duyduğu öfkenin hıncını benden alıyordu. Babamın annemi dövmesi gibi beni dövmüyordu ama bağırıp çağırıyordu. Hatta kendisi üniversite okuduğu için beni aşağıladığı bile oluyordu.


  Diğer anlaşamadığımız konu ise sigara mevzusuydu. Ben kısa lark içiyordum, kendisi ise uzun marlboro. Benim sigara içmemi istiyordu. Hem de kendisi içmiyormuş gibi. Bu konuda çok kavga ettik ama bir türlü anlaşamadık. Onun dışında her şey yolundaydı.

  Bir gün müdüresinin bizi yemeğe davet ettiğini söyledi. Nedenini sorduğumda ise gergin bir şekilde ’Nerden bileyim? Çağırdı gideceğiz işte. Sakın çok konuşma, efendi ol, Zerrin hanım benin kovulmamı engellemişti unutma, şimdi istese beni kapı önüne koyar’ dedi. Ben hiç Cenk’i bu kadar gergin görmemiştim. Bu gerginliğine bir erkek sebep olsa kesinlikle döverdi ama müdüresi karşısında eli kolu bağlıydı. Hem zaten yeni evliydik, bir sürü borcumuz vardı. Koltuk takımının, çamaşır makinesinin borcu bitmemişti. Üstüne üstlük annem laf etmesin diye yeni perde almalıydım ve bunu Cenk’ e nasıl söyleyeceğimi düşünüyordum. Perdeleri kaynanam getirmişti ve çok çirkinlerdi. Yeni perde alın diye annem başımın etini yiyordu.

  Zerrin hanımlara misafirliğe gideceğimiz gün gelip çattı. Dolmuşa bindik ve yol boyunca Cenk beni tembihledi,’ Sakın çok lafa girme, çok bilgili insanlar bunlar; karı koca banka müdürü. Benim kovulmamda, terfi almamda Zerrin hanımın elinde.’ Bir annenin çocuğunu tembihlediği gibi Cenk de beni tembihledi.


  Zerrin hanımlara gittiğimizde çok şaşırmıştım. Bu kadar güzel ve temiz bir ev görmemiştim. Koskoca banka müdürü evini ne güzel temizliyor diye içimden geçirdim. Yemeklerde son derece güzeldi. Sohbet konusunu ise genellikle banka mevzusuydu. Zeynel bey de eşi Zerrin hanım gibi son derece mesafeli insanlardı. Çok sıkılsam da sıkıldığımı belli etmeden az alfa karışarak onları izledim.


  Zerrin hanım çay servisi yaparken Cenk’in gözlerinin içine bakıyordu. Bir anda bu bakışlardan nefret ettim. Çünkü Cenkte o bakıştan memnun gibiydi ve gülümsedi. Cenk’i gülümsemesi Zerrin hanımın gülümsemesine sebep oldu. Ben bu gülümsemeleri çok iyi biliyordum. İki sevgilinin kendi aralarındaki gülümsemeleri gibiydi. O an anladım ki Cenk ile Zerrin arasında bir şeyler var.


  Davet bitti ve eve geldik. Cenk yine aynı çocuğuyla konuşurmuş gibi bana ‘Aferin’ dedi. Aferini aldığım an çılgına döndüm ve Cenk’e bağırmaya başladım. Hem bağırıyor hem de vuruyordum. Küfürleri ettim hem Cenk’ e hem de Zerrin kaltağına. ‘Yediğiniz bokun farkındayım, o yaşlı kaltakla aranda bir şeyler var. Ben çocuk değilim. Ben anlarım. O kaltakla aranda bir şeyler var. Beni onun ile aldatıyorsun. O iş toplantıları, eğitimler hepsi yalan!’


  Söylediklerimi dinledikten sonra Cenk beni itti sonra da çok sağlam bir tokat attı. Tokadın etkisiyle yere düştüm. Kalkıp tekrar saldırdım ama bu sefer daha güçlü bir tokat attı. Yine yere düştüm ve ağlamaya başladım. Cenk gidip yatağa yattı ben de kanepe de uyudum. 


  Aradan geçen günlerde bana hiçbir açıklama yapmadı, ben de konuyu hiç açmadım. Yapmadım etmedim deseydi inanmazdım ama yine de yalan söylemesini istedim. Yalan bile söylemeyince beni aldattığına kesinlikle emin oldum. Daha evleneli üç ay olmuştu ve ben aldatılmıştım. 


  Bizim sokaklardan öğrendiğim bir tek şey vardı. Sana yapılan kötülüğün altında kalma. Sana kötülük yapana sen daha büyük kötülük yap. Cenk bana kötülük yapmıştı ve bende bunun öcünü alacaktım. Hem de mislisi ile.


  Başıma gelenleri anneme söylemedim ama yanağımdaki kızarıklıktan annem dayak yediğimi anlamıştı. Kendiside yıllarca dayak yememiş miydi? Anlaması normaldi. ‘Aldırma kızım’, dedi. Başka bir şey demedi. Perde almamız kesinlikle gerekliydi. Annemle beraber perdeciye gitmeye kadar verdik. Annem ‘Çok iyi bir perdeci varmış, adam çok titizmiş. Ona gidelim’, dedi. Kabul ettim ve beraber yola çıktık.


  Dolmuştan inince çok yürümeden dükkanı gördük. ’Perdeci Kubilay’ yazıyordu tabelada kırmızı üzerine beyaz renkte yazıyla. İçeride tertemiz kıyafetiyle, çok güzel ütülenmiş pantolon ve gömleği ile Kubilay bey oturuyordu. Bizi çok nazik bir şekilde karşıladı. Dükkanda her şey Kubilay bey gibi temiz ve muntazamdı. Beraber baktıktan sonra bir perde beğendik ve ölçüleri verip çıktık. Bana iki gün sonra hazır olacağını söyledi ve elemanla beraber göndereceğini söyledi. Kartını alıp teşekkür edip çıktım.


  Ne kadar farklı bir adam dedim kendi kendime. Hayatım boyunca hiç bu kadar nazik ve efendi bir adam görmemiştim. Sigara yakmak istediğimde perdelere kokunun sinmesinden korktuğunu ve ondan dolayı izin vermeyeceğini söylerken ne kadar zarifti. Başkası sigaramı dışarıda içmemi söylese kesinlikle kalkar giderdim, hayatta da oradan alışveriş yapmazdım. Fakat Kubilay bey söylediğinde hiç gocunmadan çıkıp sigaramı içtim.


  İki gün sonra elemanı ile sabah erken saatte perdeyi gönderdi. Göndermeden de önce telefon edip müsait olup olmadığımı sordu. Adamın her hareketinden asillik, efendilik akıyordu. Benim kocam ise beni müdürü ile aldatıp, üstüne üstlük dövüyordu. Bir an da Cenk’e olan kızgınlığımdan nasıl kurtulacağıma karar verdim. Zaten Cenk’i aldatacaktım ve aldatacağım kişi kesinlikle Kubilay bey olacaktı.


  Perdeleri takıp kontrol ettim. Kesinlikle harika olmuşlardı ama bir sorun varmış gibi davranıp Kubilay beyi eve getirmeliydim. Diğer gün sabah erkenden Kubilay beyin dükkanına gittim. ‘Perdelerin dökümünde bir sorunum var. Dükkanda durduğu kadar evimde güzel durmadı.’, dedim. Getirdiğim takdirde değiştirebileceklerini söyledi. Ben ise ağır taşıyamadığımı evimin uzak olduğunu söylediğimde ise, ‘İsterseniz sizinle geleyim. Hem sizi bırakmış olurum hem de perdeleri almış olurum’, dedi.


  Citroen marka eski ama çok güzel bir arabası vardı. Kıpkırmızdı ve parlıyordu. İçi de dışı gibi tertemizdi. Yolda acaba bu adamın evi nasıldır diye düşündüm. Sigara içmek istediğimi söylesem izin vermeyeceğini biliyordum ama o an birkaç nefes sigaraya çok ihtiyacım vardı. Kocamı, lise aşkımı, sevdiğim tek erkeği aldatmak üzereydim. En azından gerginliğimi alır diye düşündüm. Çantamdan sigaramı hızlıca çıkarttım ve birkaç nefes aldım. Benden söndürmemi isteyeceğini bekliyordum ama hiçbir şey söylemedi. Sigaram bittiğinde eve gelmiştik. Ben arabanın içindeki küllüğe sigaramı söndürüp indim.


  Beraber eve doğru yürümeye başladık. Eve yaklaştığım her adımda, aklıma Cenk’i ve Zerrin kaltağının bana yaptıklarını getiriyordum. Yoksa her an vazgeçebilirdim. Beraber eve çıktıktan sonra yatak odasına götürdüm Kubilay’ı. Perdelere bakarken bir anda elinden tuttum ve yatağıma uzandık. ‘Çok sigara kokuyor, bir saniye müsaade eder misin?’ dedi. Üzerindekileri teker teker çıkartıp katlayıp sandalyenin üzerine koydu ve yanıma geldi.