30 Aralık 2015 Çarşamba

BENİ GÖR ya da NAMAZMATİK

BENİ GÖR ya da NAMAZMATİK

1.
Atanamamış ve tutunamamış bir makine mühendisi olan Servet gecenin bir yarısı çalışma masasında umutsuzca oturuyordu. Çekmecesini kurcaladı amaçsızca. Bir uhu buldu. Azı kullanılmış, çoğu kalmış. Kapağını açmaya çalıştı uhunun, köpük gibi dışarı taşmıştı birazı. Parmakları acıdı açarken ama açtı. Birkaç damla uhu damlattı masasının üstüne. Sonra da kırmızı kaleminin arkası ile uhuyla oynamaya başladı. Yukarı aşağı, aşağı yukarı, aşağı yukarı… Sünmekte olan uhuyu odaklanmış izlerken de bir fikir geldi Servet’in aklına. Bir makine. Servet’e hem bu dünya da, hem de öteki dünyada cenneti yaşatacak; kullananlara ise sadece diğer tarafta cenneti garantileyecek bir makine. Namazmatik!
2.
Transformers aklına geldi Servet’in, Matrix’in son filminin son sahnelerinde bir şeyler. Çok çizgi roman okurdu Servet ve sayısız çizgi romanda robot giyen insanlar görmüştü. Namazmatik böyle bir şey olacaktı. Robot evin köşesinde duracak ve ona binecektin; kolunu, bacağını, vücudunu ve kafanı saracaktı. Navigasyonu sayesinde otomatik olarak kıbleyi bulacak, kulaklıkları kulağına takacaktın. Sureler okunmaya başlayacaktı, sen de tekrar edecektin… Rükû, secde, selam, kamet; hepsini robot yapacaktı.
Fikir harikaydı, geliştirmeye çok müsaitti. Karışık notlar aldı sarı yapışkanlı kağıtlara ve hepsini duvarına yapıştırdı. Yapıştırırken de “Bunları hemen deftere geçmeli yoksa annem atar valla” diye içinden sıkıntı ile geçirdiyse de anneye çok takılmadan konuya döndü.
Birinci kağıtta “namaz süresi” yazıyordu. Sonra deftere geçerken namaza ne kadar süre ayıracağını makinaya girersin. Zammı sureleri ona göre seçer; diye notunu geliştirmişti.
İkinci kağıtta “Abdest sorunu” yazmış ve deftere; namazdan daha zor geleni abdesttir, makinaya otomatik abdest aldırma özelliği eklemeli. Oto yıkamalardaki su püskürtme yöntemi ile. Hem sudan da tasarruf edilir. Hem iğne ucu kadar kuru yer kalmaz, alta da damlayan suların tahliye için bir depo konulabilir, diye ekledi
Üçüncü kağıtta “adaptör” yazıyordu. Deftere; elektrik kesintisi durumunda insanlar namazlarından kalmasın diye en az üç vakitlik içinde pil mutlaka olmalı, diye eklemiş sonra da; üstte de güneş enerjisi panellerinden de eklerim, yazıp sonunda da gülücüklü smiley eklemişti.
Her şeyi deftere geçtikten sonra uyudu Servet. Sabah erken kalktı ve çizimlere başladı. Salonda cik cik öten muhabbet kuşunun yanına gitti, onu ellerine aldı, balkona çıktı ve kuşu azat etti. Sonra da uzun uzun gökyüzüne baktı, sanki “Beni gör!” dercesine.
3.
Bir adamın her işi rast gider mi? Servet’in gitti. Sanki otuz yıllık şansızlıkların karması ona şans olarak dönmüş gibiydi. Odasından hiç çıkmadan çalışıyor; yemeği bile annesi ile yemiyor, ekmek arası bir şeyleri masasında atıştırıyordu. Almak istediği tüm pahalı malzemeler inanılmaz ucuzlamıştı. Devlet desteği almak için Sanayi Bakanlığına gitti, projesini okumadan tıkır tıkır parasını ödediler. Parası için sıra beklerken bir kız ona yer verdi, Dilşad. Çok güzel bir kızdı. Servet’i annesi ve halası beraber büyütmüş –hala, babanın beylik silahı ve son-  ve Dilşat hem annesine hem de halasına çok benziyordu. Birbirlerine numaralarını verdiler. Dilşad’ın da bir projesi vardı. Haşaratla mücadele ile ilgili. Servetle uzun uzun konuştular önceleri; Servet Dilşad’ın yanında daha da bir zekiydi. Verdiği fikirlerle onun da projesinin hızlanmasına yardımcı oldu.
Bir yandan da Namazmatik’in çalışmaları su gibi akıyordu, hatta şelale gibi. Singapur’dan sipariş ettiği ürünler bir buçuk ay sonra gelmesi gerekirken, bir buçuk gün sonra kapısındaydı. Hem de kargo ücreti almamışlardı. Piyasa biraz borcu vardı ama kimsenin ondan ödemesi gibi bir talebi yoktu. Düşünebiliyor musunuz, kredi kartı borcu için banka dahi aramıyordu. Sigaraların bulunduğu kutunun üstünde A4 kağıda “Lütfen veresiye teklif etmeyiniz” yazan bakkal, Servet ne alsa “Abi boşver, nasılsa halledersin” deyip gönderiyordu.
Atölye aşamasına geldiğinde apartmanın bodrumunu kullanmak istediğini söylediği kurmay emekli albay apartman yöneticisi; o gece bodrumu bizzat, şahsen, kendi elleri ile boşaltmış ve temizlemişti.
4.
Atölyede bir çekyatta uyuyordu artık Servet. Bir sabah uyandığında başında onu izlerken Dilşad’ı gördü. İlk kez bir sabah uyandığında bir yabancı bir kadın görüyordu. Oturdu ve bir şiir yazdı, Dilşad kahvaltı hazırlarken. Öğlen bir şiir daha yazdı, akşam bir şiir daha; tam bir mühendis disiplininde. Tüm şiirlerine bayıldı Dilşad. Daha sonra bu yazdığı şiirler kitap oldu Servet’in. Şiir çevirilince pek bir şeye benzemez ama Servet’in şiirleri öyle olmadı. Yedi kıtada herkes çok sevdi şiirlerini. İlkokul kitaplarına hatta sözlüklerdeki örnek cümlelere girdi şiirleri. Şiirlerinden esinlenerek romanlar, tiyatro oyunlar ve filmler yapıldı.
Proje işleri çok denk gidince kenara biraz para koymuştu Servet. Eskiden beri hobisi olan borsaya biraz para yatırdı. Eskiden de borsa da sanal paralar ile oynar, sanal olarak batardı ama para gerçek olunca her şey değişti. İlk bir ayın sonunda yüzde dört yüz üç kar etmişti. İkinci ayda ise hemen hemen aynı oranda. İşin güzel kısmı buna çok zaman ayırmıyordu da. Sadece yemek yerken ve Dilşad’la beraber gelecek hayalleri kurarken. Annesi Dilşad’ı çok sevmişti. Annesi ilk kez Servet dışında birini sevmişti.
Dilşad’ın anne ve babası öğretmendi. Onlar da Servet’i çok sevdiler ve aynı anda “Verdik gitti” dediler daha istemeden. Servet ise tanışmaya gittiği yemekten sözlü olarak ayrılmıştı. Düğün iki taraf için de angarya olduğundan nikahı bir hafta sonra kıydılar ve Dilşad atölyeye gelin geldi. Balayı planlarını ertelediler, çünkü yapılması gereken çok şey vardı.
Dünya hafız şampiyonuyla bir otobüste yerine bilet basarken tanıştı Servet. Laf lafı açtı, adam diğer gün atölyeye geldi ve kayda girdiler.
Aynı haftanın bir çarşamba sabahı Dilşad elinde gebelik testi ve çift çizgi olmasına rağmen sanırım hamileyim, dedi. Servet’in bilime inancı yüksekti. Ben eminim ki hamilesin, dedi. Çok mutlu oldular tabi. Servet daha önce hiç düşünmemişti ama baba olmak için çok hazırdı. Hemen kazandığı para ile müstakil iki ev tuttular Dilşad’ın ailesinin oturduğu muhitten. Bir evde Dilşad, Servet ve bebek kalacaktı, yan evde ise Servet’in annesi yaşayacak ve atölye olacaktı. Giderlerken emekli kurmay albay daha önce hiç selam vermediği bakkala sarılıp ağladı.
5.
Yeni ev beraberinde enerji ile geldi. Dilşad’ın hamileliği sorunsuz ilerlerken Namazmatik de bebek gibi gelişiyordu. Bir erkek çocukları oldu. Babasını adı olan Vahdet’i tercih ettiler. Vahdet bebek, atölyede Namazmatik’ler beraber büyüdü. Annesi yıkayacağı zaman Namazmatik’e saklanıyordu falan; bir sürü çekirdek aile komiklikleri.
6.
Neyse hikaye böyle uzadı gitti, daha fazla kafa açmayacağım. Servet’in hayatında her şey denk gitti. Ne istese oldu. Harika bir hayat sürdü; dünyanın gezilecek her yerini gezdi, tadılabilecek tüm zevklerini tattı. Mesela gitti altmış yaşındayken yirmi yaşında bir kıza aşık oldu, kız da ona aşık oldu. Ne Dilşad, ne Vahdet, ne annesi, ne kız tarafı, ne de sivil toplum örgütleri, ne feministler ne de mahalleli; kimse bu durumu yadırgamadı. Kıza da bir ev bir, atölye açtı. Üç gün orada, dört gün burada yaşadı gitti. Mesela Vahdet otuz yaşında başbakan oldu. Mesela Eurovision’a yeniden katılmaya başladık ve her sene biz kazandık. Mesela Türkiye Avrupa birliğine girdi. Mesela… mesela… mesela…
7.
Ama Namazmatik ise hiç tamamlanamadı. Uğraştırdı duydu. Hani “Beni gör” diyerek saldığı muhabbet kuşu var ya. Onu da azat olduktan üç dakika sonra bir karga öldürdü.

27 Aralık 2015 Pazar

pazartesi - ruhun akışkanlığı

Parmak uçlarımdan ruhumun damladığını hissediyorum pazartesi tesisatsızları. Çok ilginç bir ruh hali. Şıp şıp şıp şıp şıp. Parke kalkmasın diye parmak ucumun tam altına kova koydum. Kovanın içine de bir parça bez; sesi azaltıyor ama engellemiyor. Biriken suyu atamıyorum da. Kimi aramam gerektiğini bilemiyorum da.  Ölüyor olabilir miyim?

*Adıma verilen onu ödüllerini her sene kazanmalı.
*Dayısıyla çok yüz göz olmamalı.
*Düet yaparken benim sesimin öne çıkması için pesten söylemeli.
*Samimiyet maskesini hiç çıkartmamalı.
*Öze değil söze bakacak derinlikte olmalı.
*Libo-satanist bir oluşuma maddi destek vermeli.
*Hazır boş vakti çokken bol bol harcamalı.


Ben olmanın en kötü yanı başına bir dert geldiğinde arayacak kimse olmaması. Aslında bir süperman şu an için fena olmazdı ama ben devlet su işleri müdürünü aramayı daha doğru buldum. Çünkü benden damlayan suları şehir şebekesine vermekten daha iyi bir çözüm o kadar kassam da aklıma gelmiyor. Altı gündür haberiniz olmasa da benim ruhumdan içiyor ve benim ruhumdan yıkanıyorsunuz. Duruma bakarsa çok bir işe yaramış gibi değil, her şey aynı derece de bok.

23 Aralık 2015 Çarşamba

ören bayan - ölü doğdu

Ören bayanın dedesi kör ya. Onu dilsiz bir adam getiren vantrolog istesin. Finalde bir engel daha bul işte.


Bir ören  bayandım. Canım annem ben daha çok küçücükken ölmüş. Bana elcahızları ile hazırladığı kahvaltıları birazcık anımsıyorum. Özenle hazırladığı ayva reçelli ekmeği bana gülümseyerek yedirirdi. İnanıyorum ki şimdi cennetten bizleri izliyordur. Annemim ölümü onu canı gibi seven babacığımı çok etkilemiş ve babacığım acısını dindirmek için içkiye başlamıştı. Sabahtan gecelere kadar içer içer içerdi. Sonra bizi daha da çok üzmemek için evi terk etti. Çok fedakar bir insandı, aradık bulamadık.
Hayat beni dedeciğime, dedeciğimi de bana emanet etmişti.



bir film düşün derya - ölü doğdu

SONGÜZ YA DA SEVİNÇ ŞENİZ

Bir film düşün Derya. Çok mutlu bir aile olarak başlayacak her şey. Dört kişi çok Amerikan, beş kişi olacaklar.  Herkes kahvaltıda gülecek, çocukların karneleri anne babanın bordroları hep beş pekiyilerle, takdir teşekkür hatta ve hatta iftiharnamelerle dolup taşacak; buzdolabında ailenin yine sarmaş dolaş resimleri falan. Ayrıntı üstüne ayrıntı. Kameranın mutfağı gördüğü her adımdan mutluluk saçılacak. Ne biliyim? Duvarda yine mutlu bir tatil resmi. Deniz kenarı olsun ama kimse mayolu olmasın. Mutfak sandalyeleri, tabaklar, çatallar, buzdolabının üstündeki resimler; her şey muhteşem bir simetri içerisinde duracak. Hiçbir şey eğri olmayacak. Yine sabahın körü olmasına rağmen herkesin saçları çok güzel taranmış ve tarak izli olacak. Gözler, dişler hatta gülümsemeler; hepsini özenle ayarlayacağım Derya.
Üç kız mı olsun yoksa çocuklar iki kız bir oğlan mı yoksa ona daha kafa yormadım Derya. Buna ortak karar veririz. Bence mutlu aile tablosu kuracaksak en az bir kız çocuk olmalı.
Neyse sonra hareket başlayacak; yoksa sıkıcı olur. Hareketi bir felaket besleyecek ama felaketin sebebi ailenin hata ya da ihmali olmayacak. Doğal bir afet olacak. Yıldırım düşsün diye kurguluyorum. Ailenin hareket halindeki aile arabalarına hemen o mutlu kahvaltıdan sonraki sahnede... Direksiyonda baba olacak tabi, ailenin reisi arabayı kullanır; herkes gülerken, buraya birkaç aile şakası yazarım, yıldırım çarpacak ve araba kontrolden çıkacak. Fren kopacak, hatta otomatik olarak araba gaza basıyor olacak ama kimseye çarpmayacak, tabi baba sayesinde. Baba muhteşem birkaç manevrayla önce okula giden çocuklara, sonra da sigara içmek için huzurevinden kaçmış yaşlılara çarpmaktan son anda kurtarıp en sonda karşısındaki duvara çarpmak üzereyken de; tüm şiddeti kendi tarafından almak için arabayı sağ kırıp duvara girecek.
Bu sahneden sonra tam beş saniye sessizlik ve kalp durduğunda hastanelerdeki makinaların çıkarttığı “dıııııııııııııııt” sesi. Sahne kararırken yeniden aydınlanacak ve tam be kişiler ya; onun için baş kalp atış sesi ile diğer sahneye bağlanacak.
Zaten araba güvenli, herkes ehliyet kemerlerini takmış, hava yastıkları da açıldığı için kimse ölmeyecek. İşte buraya kadar olan kısmı otuz kırk dakika arası düşünüyorum. Kırk çok, yirmi beş-otuz arası olsun. Hatta yirmi. Bilemedim, diyaloglar belirler biraz; biraz da senin performansın Derya. Araba duvara tosladıktan sonra ambulans hemen gelecek, hatta beş kişiler tam beş ambülans aynı anda arabanın yanına gelecek, tepeden güzel bir çekim olur; o kuru, işsiz çirkin insanlardan oluşan kaza izleyen kalabalık olmasın Derya. Belki sadece o son sahnede çarpmamak için direksiyonu kırdığı huzurevi sakinlerinden bir ikisi gözleri dolu dolu olabilir. Buruşmuş gözaltlarından akan gözyaşlarını seviyorum ve çok derin buluyorum, izlediğinde sen de bana hak vereceksin. Malum herkes tamamen sigortalı. İki hafta içerisinde gayet iyileşecekler, birkaç ufak dikiş izi ve hafif kızarıklıklar olacak ama.
İşte bak buradan sonra daha ilginç Derya. Zaten bir ilginçlik yapmak lazım. Yoksa çok sıkıcı olur, senin hiç sıkılmaman lazım.
İkinci kahvaltı masası sahnesinden önce -iki hafta sonra- yazısı çıkacak; yine güler yüzlü, otuz iki diş bir kahvaltı; mutfaktaki ayrıntılar ilk sahnedekilerle aynı ve hızlı geçeceğiz oraları, tekrar da dozaj çok önemli. Biraz uzasa ilgi dağılır. Sahnenin devamında baba arabaya binecek, sonra anne ve çocuklar ve baba kontağı çalıştığı gibi yine bir gök gürlemesi olacak. Şöyle gürül gürül gürleyecek gök. Bu sahneden çok iyi bir gerilim alacağız. İşte bu gök gürlemesi ile arabadakiler bir susacak. O yüzlerdeki gülümseme aynı anda gidecek. Bu kareyi yakalamak çok önemli. Aynı anda yüzler düşmeli.
Babaya korkmak yakışmaz Derya; anneye de. Baba güçlü karakter, alfa erkeği ama anne daha güçlü, sadece bir tık. O gök gürlemesinden sonraki sessizliği annenin küçük kesik bir öksürüğü kıracak. Çocukların yüzlerinde korkuyu o an yakalamalıyız ve yedi buçuk, bilemedin sekiz saniyelik bir sessizlikten sonra baba arabayı hareket ettirecek ve sessizliği delmek için annenin kolu radyoya uzanacak ve müzik açacak. Unutmadan şarkılar konusunu daha sonra konuşacağız, senin istediğin şarkılar olması çok önemli; çünkü belki günlerce diline dolanacak. Nerde kalmıştım? Hah, tamam! Aynı yollardan gitmeli baba inatla. Ne eşi ne çocukları babasının korktuğunu düşünmemeli.
Ve evet! Yine arabaya bir yıldırım çarpacak ama bu sefer başka bir yerde. Yine frenler kopacak ve yine baba müthiş hamlelerle önce bir bebek bezi fabrikasının gece vardiyasından çıkmış işçileri, sonra da bu sefer spesifik özelliği olmayan bir kalabalığı sıyıracak ve arabayı yine bir duvara doğru sürecek ama bu sefer ilk seferdeki gibi direksiyonu son anda sola çevirip kendi tarafından vurdurtmayacak da bodoslama girecek Derya. Yine bir şey olmayacak tabi aileye. Yine ambulans falan. Bu ikinci kaza önü ve arkası ile beraber sadece on oniki dakika arası sürecek.
Buradan sonra gerginliği yükseltiyorum. Nefesler kesilecek Derya. Üçüncü kez kahvaltı sahnesi. Yine bir –İki hafta sonra- yazısı.
Bu sefer ilk kare babada ve babanın kravat biraz yamuk. Sola doğru. Kahvaltı masası simetrikti, bu sefer öyle değil. Çocuklar anneye daha yakın oturuyor ve yüzleri bir tık daha annelerine dönük. Yüzler gülüyor tabi, yine otuz iki dişler ama bu sefer daha donuk ve samimiyetsiz gülümsemeler. Yine ayrıntı çekimlerden birinde buz buzdolabının üstündeki aile resminde babanın yüzünün olduğu yere magnet kaymış ve baba gözükmüyor.


Şimdi bir karar ver Derya. Hangisi sen olmak istiyorsun, anne mi kız çocuğu mu? 

kiss - ölü doğdu

Ortak arkadaşlarının tanıştırdığı çiftlerdendik Buket ile ben. Gerçi akan zamanla beraber bizi tanıştıran arkadaşlarımıza küstük ve onları karaktersizlik, duyarsızlık ve münasebetsizlikle suçladık. Şerden doğa hayırdık. Varoş semtlerin yitik çocuklarının arasından sadece biraz daha şanslı olduğumuz için sıyrılmışız, tanışınca öğrendik. O hem sosyolog hem salsa öğretmeniydi. Bense matematiği zayıf, kod yazmayı kendi kendine öğrenmiş bir bilgisayar programcıydım. İkimizin de en sevdiği renk maviydi. Kitap almayı seviyorduk. İkimizde Sabahattin Ali’yi Facebooktan beğenmiştik.
O çok özveriliydi, ben çok çok asosyaldim. O çok çalışkandı, ben az çok çalışkandım. O statüyü severdi, ben parayı severdim. Onun boynunda ufka doğru uçan bir güvercin dövmesi vardı, benim kolumun için kısmında matrix filmindeki sayı dizinlerinden biri. O üç kız kardeşin en büyüğüydü, ben üç abinin en küçüğü. Buket’in annesi biraz yarım akıllı, son derece sorumsuz ve bir o kadar dandun bir karakterken, benim merhum anneciğim yanlış zamanda yanlış memlekette doğmuş dünya hanımefendisi bir kadındı. Babalarımız ise tam tertipti. Birbirlerini çok seveceklerinden ve ortak at yarışı kuponu yapacaklarından çok emindik ve öyle oldu.
İlk buluşmamızda ben çok konuştum ve çay içtim; ikinci buluşmamızda ise o çok konuştu ve kola içti. Üçüncü  buluşmamızda ikimizde çok konuştuk ve bira içtik. Dördüncü konuşmamızda

ne o bakireydi, ben ben bakirdim


benim ilk öpüşmemde ben yanağa doğru yol alırken dudaktan vurulmuştum.

evde ölü bulmalı bir şey - ölü doğdu

Anemin öldüğünü sabah kahvaltı hazırlamamasından anlamamız lazımdı ama anlamadık. O sabah benim de dayımın da pek karnı acıkmamıştı, çünkü gece 3 gibi mısır patlatıp yemiştik. Uyandıktan sonra yüzümüzü yıkamadan dayımla televizyon izlemeye başladık. Birbirimize günaydın demek konusunda sözsüz bir anlaşmamız vardı. iyi geceler de demiyorduk.

Öğlene doğru benim midem kazınmaya başladı. Dayı annemi kaldırsana, dedim. Tablette oyun oynuyordu; siktirgit sen kaldır, dedi. Annemi kaldırmaya gittim ama annem kalkmadı. Yüzüstü yatıyordu. Anne, anne, anneee, annnnneeee… dediysem de işe yaramadı.


Dayım ölmüş, dedi. Tıp fakültesini terk etmişti. Ne yapacağız, dedim; kalktı cep telefonundan tavuk dönerciyi aradı ve iki tam ekmek tavuk döner söyledi. Sonra mutfaktan bir bıçak aldı ve annemim ensesine koydu.

laboratuvar -ölü doğdu

Bir. Hastalığım her geçen an vücudumu sarıyor. Önümdeki her dakika son dakikam olabilir. Kendime hiç  iyi bakmadım ama kırk yaş çürümek için çok erken. Hayatım bu bodrum katındaki laboratuvarda geçti. Hep büyük hayaller kurdum, hep tek çalıştım ve büyük başarısızlıklarımın altına imzamı hep tek attım. Ölümle düelloya tutuşmuş gibiyim. Silahlarımızı birbirimize çektik ve saatin 12'yi vuracağı anı bekliyoruz. Elimde deney tüpüm var, içinde ise renksiz bir karışım. Biraz sonra tüpteki sıvı kırmızıya dönerse içip iyileceğim, maviye dönerse beceremedim demek öleceğim.

İki.. Hiçbir şey istediğim gibi olmasa da, istediğim hiçbir şey olmasa da.



Deja vu

20 Aralık 2015 Pazar

pazartesi - saniyelerin önemi

Saniyelerin çok önemli pazartesi şirazesizleri. Bu hafta bunu çok tatsız bir şekilde öğrendim. Hemen anlatıyorum ama benim çektiğimi siz de çekin diyerek herkes kronometresini eline alsın. İkini partı okumak için 5 saniyeniz var. Yetişmezse okumak yok.

*Elinde kadeh arkasında şamdanlı fotoğrafları olmalı.
*Yabancılar konuşması gerektiğinde bilerek bazı kelimeleri kendi dilinde sıkıştırmalı
*İşsizlik hakkının adını çalışmamazlık hakkı olarak değiştirmeli.
*Krakerlerle kriket oynamamasının sebebi çarpılma korkusu olmalı.
*Kore sinemasını önemsemeli, bolywood’a gülümsemeli
*Bedduada bir dünya markası olmalı.
*Perişan bir hale geldiğinde görünmezlik özelliği ortaya çıkmalı.


-son beş saniye- Elime gelen raporlarda bir batık ülkesinin yıllardır ihtiyacından daha fazla sapan lastiği ithal ettiğini fark ettim. –son dört saniye- Hemen insafsız hava araçlarımla ülkeyi bir kontrol ettim. –son üç saniye- Gerçekten de sınırlara devasa sapanlar inşa etmişler. –son iki saniye- Ülkeyi topladım “Napacağınız bu kadar sapanı la” dedim. –son saniye- Sustular birileri baktılar. –süreniz doldu-

15 Aralık 2015 Salı

pazartesi - dayanıklılık testi

Benim pek dilime şarkı pelesenk olmaz ama bir haftadır her sabah “Onun arabası var, güzel mi güzel” diyerek uyanıyorum pazartesi ezbercieğitimmağdurları. Erkeklerde araba olayını hep sıkıntılı bulur, kocaman jiplerle gezen adamcağızlara acırım. Neyse gidip şarkıcıyı mı dövsem yoksa Türkçe sözlü hafif batı müziğini mi yasaklasam diye kafa yorarken kapım çaldı.

*Caz müziği dinlediğini sevenlerinden gizlemeli.
*Rahat batmalı.
*Uçuşan tozların ölü insan derileri olduğunu her hatırladığında toz bezini kapmalı.
*Gözlüğümü silmem gerektiğini hatırlatmalı.
*Yumurtaları sevmeli, korumalı, kollamalı.
*Cep telefonuna hiçbir isim kaydetmeli ki, her arandığında karşısındakini sesinden tanıyabilsin.
*Uzayla ilgilenmeli.

Bu araba üreticileri sürprizlerle dolu insanlar. Kapımı önünde 2018 model, gök mavisi, gıcır gıcır, harika bir triportör duruyordu. Hepsi el birliği ile çalışmış ve en muhteşem arabayı yapmışlar. Dizdim bunları bowling lobutları gibi, bastım gaza, hepsini ezdim. Araba hiç hissettirmedi, kaportası dahi çizilmedi. Dayanıklılık testinde de geçti, güvenli araba.

7 Aralık 2015 Pazartesi

pazartesi - pekin günleri

Ben kışları en çok Pekin’i severim pazartesi jujitsucuları. Zaten dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan Pekin benim de gitmemle beraber bir o kadar daha turist alır ve iyice mahşer yerine döner. Trafik sıkışır, kaldırımlarda bile yürüyemezsiniz. Umumi tuvaletten çıkan tekrar sıraya girer çünkü sıra gelene kadar kesin tekrar çişi gelir.

*Sosyal medya danışmanının insan kaynakları müdürü olmalı.
*Kulağındaki delik sayısı çift sayıda olmalı.
*Çöller hakkında bilgisi ormanlardan hakkındaki bilgisinden çok olmalı.
*Kalp gözü kapalı olmalı.
*Ölüp ölmediğini kontrol etmek için nabzına değil aynaya bakmalı.
*Tüm sosyal medya mecralarında olmalı.
*Tüm meslektaşlarını cenazesine çelenk göndermeli.


Ve en güzel kısmı, hava kirliliği iyice artar. Pus çöker şehre, kimse kimsenin yüzünü net göremez. Gece gündüze karışır. Tatlı asit yağmurları ıslatır ve kavlatır şehri. Düşük oksijen oranından beyin fonksiyonları yavaşlar. Her zamankinden daha az zekiyimdir o anlarda. Öyle gezerim sokakları gece ve gündüz.

30 Kasım 2015 Pazartesi

pazartesi - 2 C probleması

Kırmızı taytlı kadınlar görüyordum bazı geceler üzerinde iki C harfi olan ve ne ayaklar anlamıyordum pazartesi durgunları. Öncelikle C’lerin hilal olabileceğini bu taytlı kızlarımızın ülkü ocakları kadın kolları olabileceğini düşündüm. Çünkü cidden çok çevik kadınlardı. Bir anda yok oluyorlardı falan. Neyse ben de kafayı bunlara taktım ve birkaç avcı tuzağı kurup gelmelerini bekledim.

*Son dakika haberlerini umursamamalı.
*Ellerim üşüdüğünde parmaklarımı emmeli.
*Amatör rok gruplarını desteklemeli ama cesaretlendirmemeli.
*Zihnimde canlandıramayacağım anılar yaşamamalı.
*Mutfak tezgahını sildikten sonra bezi lavabonun önüne sermemeli.
*Biri onu korkutmak istediği zaman nezaketen korkmuş gibi davranacak kadar yüce gönüllü olmalı.
*Üst geçit fetişisti olmalı.


Sabah birkaçı telef olmuştu ama bir ikisini konuşabilir halde yakaladım. Öncelikle Amerikalılardı. O iki ‘C’’ler de hilal değil soğuk içecek markasının baş harfleriymiş ve asıl bombaya geliyorum. Bunların ünlü içeceğinin formülü benim … -neyse söyleyemeyeceğim.- zaten herkesin müptelası olmasından daha önce çakmalıydım benimle ilişki olduğunu.

23 Kasım 2015 Pazartesi

pazartesi - halımın altına süpürdüklerim

Hayvan dostlarımız ile ilgili kafamı en çok karıştıran nokta en zeki hayvan nedir sorusudur pazartesi intellegansiyite hayranları. Yıllarca hep üç hayvan arasında kalmışımdır. Hamam böcekleri, karıncalar ve arılar. Çünkü yıllar boyunca bana en çok yaklaşan bu hayvanlar olmuştur. Bir hayvanın ne kadar zeki olduğunu bana yakın olma isteği ile doğru orantılı olduğunu düşünmekte haklı olduğum su götürmez.

*Gözlerinin ışıltısını gizli bir formüle borçlu olmalı.
*Yakın uzak kavramları hakkında çok basit yaklaşımları olmalı.
*İçindeki kötüyü öldürmemeli.
*Doğum günü kutlu olmuş olmalı.
*Benim listelerim gibi o da “nasıl cool olunur” temalı bir liste yayımlamalı.
*Kedi kadın kostümünde aksesuar olarak kuyruk kullanmamalı.
*Toplu taşım araçları hakkında zerre bilgisi olmamalı.


Geçen hafta bir sayım yapmaya karar verdim ve salon halımın altından öldürdüğüm hayvanların cesetlerini çıkarttım. Bu işi biraz savsakladığımdan bazı cesetler tanınmaz haldeydi. Sonuç olarak 21 hamam böceği, 35 karınca, 42 arı ve 28 tanınamaz şey buldum. Sanırım biri devasa terliksi hayvan olabilir. Neyse halıyı yıkamaya verdim, gelince tekrar araştırmaya başlarım. 

19 Kasım 2015 Perşembe

DEVEBAYAN

      Devebayan
Geçen yaz tatilim olumlu ve olumsuz yönleri kabaca aşağıdaki gibiydi.
Olumlu yönleri: Bir, tatil tatildir. İki, çok güzel kızlar gördüm; dekolteye, çatala doydum. Üç, turist bir kızla sabah hi’laştık dahi. Dört yok, bu kadar başka yok.
Olumsuz yönleri: Bir, çok sıcaktı. Öyle böyle değil. Devebayan sıcağıydı. İki, yazlık dayımlarındı; annem koltuklara uzanmama bile izin vermedi. Üç, Serdar Ortaç. Her yerdeydi. Dört, babam hiç param vermedi. Beş, annem güneş kremi almak yerine sırtımıza zeytinyağı sürdü. Altı, Anneanneannem de bizimleydi ve annem ikimizi aynı odada yatırttı. Yedi, anneanneannem devebayan sıcaklarında bile üşüdüğü için hiç hırkasını çıkartmadığı gibi odanın penceresini hiç açtırtmadı, klimayı çalıştırmadığını eklememe gerek yok sanırım. Sekiz, her akşam çay bahçesinde okey oynadık, sıra anneanneanneme geldiğinde taş çekip atması arasında tam iki dakika geçiyordu. Dokuz, yüzme bilmediğim gibi bu yaz da öğrenemedim, belimin üstüne hemen hiç gitmedim. On, sandaletlerim ayak parmaklarımın arasını yara yaptı. On bir, sivrisinekler. On iki adam gibi sigara da içemedim. On üç, çok uykusuzluk çektim. On dört, on beş, on altı derken asıl liste kırk dokuza kadar gidiyor ama konu yaz tatilimin geneli değil, daha başka bir şey.
Her şey tatilin ilk haftasının son günü başladı. Sabah kahvaltısında annem patates, patlıcan, kabak kızartmıştı. Gece kapalı pencereli odamda uyuyamadığımdan, üstüne da kızartmayı nefessiz götürünce balkondaki plastik sandalyeyi – şu hemen her yazlıkta, çay bahçesinde olan, ülkemizde göt başına en az üç tane düşen sandalyelerden bahsediyorum- gölgeye çekip inceden uyuya kalmıştım. Öyle tatlı gelmişti ki o uyku bana. Rüya bile gördüm, rüyamda tatilim çok eğlenceliydi. Elimde kokteyl şişesi havuz kenarında kızlarla sohbet ediyordum. Hem de İngilizce. İngilizce bilmediğimden ne anlatıyordum hatırlamıyorum ama kızlar çok gülüyordu şakalarıma. Benim gülüşüm bile değişmişti. Tam İngiliz gibi gülüyordum. Alevli siyah şortum olmasa kendimi tanıyamazdım bile. Sonra kızlardan biri koluma girdi ve kulağıma tam bir şey söyledi “Kalk hadi plaja gidelim beni kuma göm, romatizmama iyi geliyor” Çok saçmaydı. Kız İngilizdi, neden böyle Türk gibi konuşuyordu ki? Hem bu yaşta ne romatizmasıydı? “Hadi beni kuma gömeceksiiin!” Böyle güzel bir kız kuma gömülür mü, plaj voleybolu oynanır? Hem neden anneanneannem gibi konuşuyor bu dememe kalmadı, omzumdan sert bir dürtükleme ile uyandım. Evet, ses anneanneannemindi, tatilimin her saniyesine girdiği yetmezmiş gibi rüyama dahi sızmış, esas kızı seslendirmiş, en güzel rüyamdan uyandırmıştı beni. Ben bir daha belki hiç İngilizce rüya görmeyecektim. Nefretle baktım yüzüne ama o kamburlaştığından hep yere bakardı, yüzüme bakamadığı için nefretimi okuyamadı. Kalktım ve anneanneannemin karınca adımları ile plaja doğru yola koyulduk. Saat tam on ikiydi. Güneş tepemizdeydi.
Boş bir şezlong bulduk ve oturduk önce. O kadar sıcaktı ki, sahilde kimse yoktu. Sadece şezlonglar ve şezlonglara atılmış havlular. Ne bir gram esinti vardı ne de dalga. Anneanneannem çok yorulmuştu. Bense bitmiştim. Kumlar o kadar sıcaktı ki, sanki sandaletimin tabanı kaşar peyniri gibi eriyordu. Anneanneannem kuma sırt üstü yattı ve “Göm beni” dedi.
“Tamam” dedim.
Anneanneannem çok şişman değildi ama göbeği çok büyüktü, sanki hamileler gibi. Yoksa kolları ve bacakları incecikti. Diz kapakları kalındı sadece. Sandaletimi çıkarttım ve üstüne kum atmaya başladım ama kum çok sıcaktı, çıplak ayak basılacak gibi değildi. Hemen sandaletimi geri giydim. Ellerimle kum atayım dedim ama ellerim yandı. Anneanneannem ise gözlerini kapatmış yatıyor ve “Ohhh çok iyi, hadi oğlum, kum at kollarım üşüdü” diyordu. Etrafa bakındım; solda, birkaç şezlong ileride pembe bir kürek bana bakıyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Çölde gibiydim, uzaklara baktığımda görüntü dağılıyordu. Sıcak tüm bildiklerim ve gördüklerimle alay ediyordu. Yana zıplaya küreğin yanına gittim ve aldım. Kürek de her şey gibi sıcaktı. Anneanneannemin yanına geldim ve üzerine kum atmaya başladım.
Önce bacaklarını örttüm, sonra dizlerini, sonra sıra kollarına geldi oradan omuzlarına, göbeği tepe gibi duruyordu, üstüne kum attıkça kumlar göbeğinden yana akıyor üstünde durmuyordu. Ben kum atıyordum, kumlar aşağı akıyordu. “Hadi çabuk ol!” diyordu anneanneannem. İyice kum at, çok çok at. Ben de atıyordum. Anneanneannem ne dediyse onu yapıyordum.

Sonra bir baktım yanımda babam ağlıyor, öte yanımda dayım var. Önümüzde imam bir şeyler okuyor; elime baktım, kürek daha büyük, uçları paslanmış gibi. Üçümüz ve imamdan başka kimse yok. Yine çok sıcak. Dayım belim tutulmuş diyor, gece üstüm açık uyumuşum. Babamınsa hali yok, yine anneanneanneme ben toprak atıyorum. Hızlı hızlı. Yine göbeği toprağa batmamaya direniyor.

15 Kasım 2015 Pazar

pazartesi - kendi başıma ödül koydum

Çok eğlenceli bir hafta geçirdim pazartesi kelle avcıları. Hatta daha biraz önce “Ulan ben bunu neden daha önce düşünmedim ki yaaa” diye hayıflandım bile. Bütün haftam heyecan, uçan tekmeler, döner tekmeler; kroşeler, apargatlar hatta ve hatta el bombaları, kalaşnikoflarla geçti. Bu heyecanı yaşamam için gereken tek şey kendi başıma ödül koymak oldu.

*Soğuk alınganlığı yapmamalı
*Mangal yakarken rüzgarın nereden eseceğini kestirip bana dumansız hava sahaları oluşturmalı.
*Hep daha fazla vardır demeli.
*Kişisel gelişimi için harcama yapmaktan kaçınmamalı.
*Kaybettiği bir eşyasını bulduğunda açgözlü gözükmemek için almamalı.
*Daha çok içki içmek için artı bir karaciğer naklini sabah başı çatlarken düşünmeli.
*Mevsim geçişlerin önemsemeli, önemsetmeli.


Beni ölü ya da diri yakalayanla bir akşam yemeği yiyeceğimi söyledim o kadar. Dünyanı her yanından kadınlar hücum ettiler evime; ellerinde silah, altlarında tank hatta uçaksavarlarla. Ara vermeksizin altı gün savaştım. En son lav silahı ile gelmiş yetmişlerde bir teyzeyi de kendi ilahı ile pişirip listemi yazıyorum. Bunu daha sık tekrarlayalım!

9 Kasım 2015 Pazartesi

pazartesi - the nobel project

Nobel ödülleri hakkında sizlere ufak bir bilgi vererek bu haftaki listeme başlamak istiyorum pazartesi safları. Bu ödül bildiğiniz gibi bir projeye değil bir kariyere verilir. Ve ödül olan şilti ve parayı alanlar bir İsviçre dağ köyüne götürülürler ve bazen aylarca orada çalışırlar. Çalışmaları bitince de aralarından birini öldürürler, haberi okuyunca da ben hemen siyah güneş gözlüklerimi takıp yanlarına giderim.

*Arabasının altı yere sürterse belediyelerin başkanlarını tokatlamalı.
*Tepki alımları yapmamalı.
*Hasta olduğumda suyuma gitmeli.
*Ben ölmeden de ruhuma arada fatiha okumalı.
*Saygı duruşu esnasında içinden altmışa kadar saymalı.
*Solakların kibrini umursamamalı.
*Sahte rakıdan kör olanlara sahtecilikten dava açmalı.


Nobel aslında bir kıyamet senaryoları hazırlama birimidir. Bu sene ödülü alanların kıyamet senaryosu çok dandikti. Senaryolarında uzaylılar gelecek ve dünyaya hükmedecekmiş. Yaklaşık 6 milyar insanı şiş kebap yapacaklarmış. Sonra da dünyayı çöplük olarak kullanacaklarmış. Hepsine teşekkür ettim ve rütbelerini yardımcı doçent seviyesine indirdim.

4 Kasım 2015 Çarşamba

Cevat Kelle

CEVAT KELLE

Çok güzel asfaltı olan daracık yollardan yürüyorduk kameraman arkadaşım Cevat’la birlikte. Tam teşekküllü bir karakter olan Cevat’ın yanında çakısı, içinde soğuk su ve sıcak kahve bulunan çift yönlü termosu, yolda kedi görürse mahcup olmamak için yanında taşıdığı azıcık kedi maması, sadece karın bölgesindeki çatlaklarına karşı reaksiyon gösteren çatlak kremi, sıkılırsa okumak için yıllardır yanında taşıdığı ama bir sayfasını bile okumadığı Neitzche’nin bir kitabı, bıyık tarağı, imha kılavuz, katlanabilir merdiveni, creativitesi, cesareti ve ben bildim bileli dudaklarının arasında durup hiç yanmayan sigarası vardı. Artık kamera ile gezmediğinden yanına daha çok ıvır zıvır alabiliyordu. Son görevimizde, bronz madalya için mücadele eden muhalif bir partinin mitinginde, Cevat daha iyi açı yakalayabilmek başka kanalda çalışan bir meslektaşını göstererek “Yandaş!” diye bağırmış; sonrasında müthiş bir arbede olmuş, beyaz plastik sandalyeler havalarda uçuşmuş, kafalar kollar kırılmış, dişler dökülmüş ve işsiz kalmıştık. Artık akıllı telefonumuz ile gazetecilik yapıp görüntüleri sosyal medyadan yayınlıyor ve teklif bekliyorduk.
Daracık asfaltı yolun sonunda, üniversite öğrencisi dört kız kendini evlerine hapsetmiş, Türkiye daha güzel bir yer olmazsa her akşamüstü saat beşte birimiz kendini öldürecek diye Facebook’tan duyurmuşlardı. İlk gün sarışın ufak tefek ve çok güzel bir kız olan Şule Üstünsoy, kendisine hiç göremediği babasından miras kalan kalıtımsal hastalıkları için kullandığı ilaçların hepsini tek seferde enerji içeceği ile beraber aç karnına yutarak canına kıyınca kimse olayın ciddiyetine varmamış; diğer gün aynı evde yaşayan, hiç kimseye benzemeyen boncuk gözleri ve yay gibi incecik muntazam kaşları ile bakanın bir daha baktığı Yağış Erturgan bir ucunu kalorifere bağladığı ipin diğer ucunu boynuna bağlayıp, camdan aşağı atlayarak intihar litaratürüne ‘bangintihar’ olarak geçecek olan eylemini gerçekleştirince herkes olaydan çok yönteme takıldığı için yine kimse eylemin nedenine odaklanamamış; üçüncü gün, kömür karası saçları ve kocaman yanakları olan Sevil Sirt de tuz ruhu içip kendini öldürünce ve herkes anlasın diye ölümünü canlı olarak yayınlayıp kendilerini neden öldürdüklerini defalarca ve son nefesine kadar tekrarlayınca olayın boyutu değişmişti. Evdeki dördüncü öğrencinin kim olduğu olduğu bilinmediği gibi saat de dörde doğru akıyordu. Cevat yolda kedi yavruları gördüğü için birkaç kez durmak zorunda kalmıştık.
Evin önü ise gerçekten çok kalabalıktı. İnsanlar cep telefonlarının kameralarını evin penceresine cevirmiş beklerlerken pencereden o gözüktü. Şans bu ya tatlı bir bahar yağmuru da tam o anda başladı. Sarı saçları kıvırcıktı, yanakları ise al; bir elinde bir silah vardı, diğerinde ise piknik tüpü. Silahını bize doğrulttu ama hiçbirimiz korkmadık. Bu kadar güzel bir kız kendinden başka kimseyi öldüremezdi.
Saçma sapan sorular sordu herkes gazeteci refleksiyle, sanki her şey malum değilmiş gibi. Hepsine cevap verdi sarı kıvırcık saçlı kız, kısa ve net olarak. Adı sorulduğunda, “Parmak izimden teşhis edersiniz”, derken öyle alaycı gülümsedi ki; kimse o kadar alaycı gülümseyemezdi. Üstünce kırmızı bir hırka vardı. Hırkayı ablası örmüş, soracak bir şey bulamayan biri sorunca söyledi ve başka soru istemediğini de ekledi.
Herkesin gözü haberlerdeydi. Türkiye saat beşe kadar daha güzel bir yer olacak mıydı? Biri “Yolcu otobüsü çimento kamyonuna çarpmış!” diye bağırdı. Tüm kalabalık üstüne doğru yürüyünce, “Ama ölü ya da yaralı yokmuş!” diye cümlesini bitirdi. Herkes kıza baktı, kız yeterli değil dercesine kaşlarını kaldırdı. Bir başkası “Mucize! Bak bu mucize! Anne rahmindeki bir çocuğa anjiyo yapılmış!” dedi. Kız ise bu sefer omuz silkti, “Keşke hiç gerek kalmasaydı”, dedi fısıltıyla. Karşısına dizilen herkes haber sitelerini tarıyordu. Sonra birkaç arkadaş kendi aralarında fısıldaştılar ve yalan haber uydurmaya çalışırken yanıma geldiler. “Abi sen gazeteciliğin duayenisin, bilirsen sen bilirsin, nasıl bir haber bu kızı ikna eder?” dediler. “Çocuklar, gazeteci kahraman değil, gözlemcidir. Biz sadece izler ve insanların haberdar olmasına yardımcı oluruz” dedim. Aklıma iyi bir yalan gelmemişti, gelse söylerdim. Türkiye’nin daha güzel bir ülke olması için vakit çok kısaydı. Cevat’a döndüler, Cevat yabancılarla çok az konuşurdu. Aynı kız gibi o da kaşlarını kaldırdı. Aynı mimik birinde güzelliği, temizliği ve masumiyeti anlatırken, bir başkasında soğukluğu, umursamazlığı ve duyarsızlığı anlatıyordu. Cevat’ın kaş itibari ile Atatürk’ü andırırdı.
Saat beşe beş vardı. Çocuklar düşünüp taşınıp, kahramanlık refleksiyle son umut; “Türkiye’de artık kadın cinayetleri durdu ve işsizlik sona erdi” diye aptalca bir şey söylediler. Kız çocuklara öyle bir baktı ki; gözleri ile yerin dibine soktu. Çocukken, misafirlikteyken; ev sahibinin vazosunu kırdığında annenin fırlattığı tehditkar bakışlarından bile deliciydi o bakışlar. Herkes çocuklara aşağılarcasına bakıyor, çocuklar ise kısık sesle, “Şansımızı denedik” gibilerinden bir şeyler söylüyorlardı.
Ve saat beşe vurdu. Kız silahının emniyetini açtı, daha önce eline silah aldığı belliydi. Yüzünde o eşsiz gülümsemesi ile önündeki tüpe ateş etti.

Alev topu üstümüze doğru gelirken kimse kaçmıyor, durumu cep telefonları ile kaydetmeye çalışıyorlardı. Çoğu etti de. Hemen Cevat’a baktım; işlem tamam dercesine gülümsüyordu. Tüpün alevi Cevat’ın sigarasını da yakmıştı. Bir nefes aldı, öksürdü; bir nefes daha aldı, yine öksürdü; üçüncü nefesten sonra öksürmüyordu.

2 Kasım 2015 Pazartesi

pazartesi - abrakadabra

İllüzyona oldum olası bayılmışımdır ve neden daha çok illüzyonist yok ki diye de arada sırada hayıflanmışımdır pazartesi abrakadabraları. Mesela bakkal yumurtaları kulaklarımızın arkasından çıkartsa, hayvan satıcıları hayvanları şapkadan çıkartıp satsalar, barmenler içkileri biz görmeden doldursa belki bu sıkıcı dünyada, biraz daha eğleniriz diye düşünürken hiç sevemediğim bir grup beni çok şaşırttı.

*Kendini hep geç kalmak zorunda hissetmeli.
*Küçük sorunları arkasında bırakmaktan hiç çekinmemeli.
*Bol bol kalsiyimunu günlük almalı ki; kemikleri hiç erimesin.
*Ona dert anlatmanın diğer adı intihar olmalı.
*Danteli hayatından çıkartmalı.
*İyi filmi afişinden sezmeli.
*Siyasi öfkesi, olağan öfkesinden daha sert olmalı.


Üniformalı kanunsuzlar dediğim polisler muhteşem bir araç yapmışlar. Kamyon gibi bir şey ama su fışkırtıyor. Benim sokağımda benden izinsiz toplanan kalabalığı su ile dağıttılar. Ama nasıl bir numara çektilerse su hiç bitmedi. Saatlerce suladılar insanlar. Baya tazyikli de basıyor makine, suyu yiyen takla falan atıyor, izlemesi de çok keyifli. Gerçekten aynasızları tebrik ediyorum. İnsanlar nasıl olduğunu anlamadıkları zaman kandırılmayı severler.

26 Ekim 2015 Pazartesi

pazartesi - kalabalıklaşım

Kalabalığı sevmiyorum ama manasız kalabalığı daha da bir sevmiyorum pazartesi dikilenleri. Çoğunuz için israf olan solunum olayından dolayı ortamdaki oksijen oranı düşüyor, karbondiyoksit oranı da artıyor. Ortam ısındığı için terliyorsunuz da; kokularınız birleşiyor. Sonra en tehlikeli şey oluyor ve konuşuyorsunuz.

*İnsanlara sarılırken iyilik olsun diye kısa bir masaj yapmalı.
*Sabah başka tonda, akşam başka tonda gülmeli.
*Ergenleri aşağılarken sanki hiç ergen olmamış gibi davranmalı.
*Evet evet hiç ergen olmamış olmalı.
*Kendisi ile fotoğraf çektirmek isteyenlerden para almalı.
*90’ların çizgi filmlerine hakim olmalı.
*İşini, işvereninden daha çok sevmemeli.


Vır vır vır, dır dır dır… O sesler yavaş yavaş yükseliyor. Sonra yetmezmiş gibi aranızda bazılarının sesi daha da yükseliyor. O sesi yükselen insanlara doğru bir dönüyorsunuz. Onu haklı görüyorsunuz. Yetmezmiş gibi o sesi çok yükselenler bazen birleşiyor, bazen ayrışıyor. O sesi çok çıkanların dediklerini yapıyorsunuz. Ve ben bunu hiç sevmiyorum. Bir istisna yapın, az biraz akılcı davranın; oy vermeyin.

19 Ekim 2015 Pazartesi

pazartesi - new age zenginler

İktisat üzerine kafa yorarken insanları paranın mutlu etmesinde bir sakınca görmediğime karar verdim pazartesi paragözleri. Ama malumunuz para kazanmak gerçekten zor. Şans oyunlarından tutun, dolandırıcılığa; kendinizi satmaktan tutun, çalışmaya kadar birçok pis uğraşa katlanıyorsunuz; sadece üzerinde benim resmim olan kağıt parçaları için. Ben de düşündüm ki, her hafta yedi kişiyi çok zengin yapayım. Öyle zengin olsunlar ki; eski zenginleri tahtlarından etsinler. Zaten mevcut zenginleri pek sevmiyorum.

*Derisinin altında dinleme cihazı taşımalı.
*”En iyi” konusunda temel yargıları güçlü olmalı.
*Ufkunun genişliği ile övünmeli.
*Yalpayalnızlık kaderi olmalı.
*Kız arkadaşlarına isimleri ile değil numaraları ile hitap etmeli.
*Rahatını bozacak şeylerden özenle kaçınmalı.
*Particilikten afiş asmayı değil, kafa bulmayı anlamalı.


Nasıl yapabilirim derken aklıma listem geldi. Artık her pazar akşamı cep telefonlarınız açık olsun. Yedi talihliyi arayıp her talihliye listeden bir şıkkı vereceğim. Şanslı kişi de bunu bir şekilde paraya çeviriversin. Net hesapla seneye bu güne dünyanın 365 yeni multimiryarderi olacak. Eski zenginlerin intihar haberlerini şimdiden bekliyorum.

17 Ekim 2015 Cumartesi

moonwalk yaparak uyandım.

06. moonwalk yaparak uyandım.
06.45 yatakta yüz üstü yatarak hayaller kurdum
07. elimi yüzümü yıkadım. Güneşi selamladım ve kaslarımı açtım
07.15 stada koşuya gittim. Yaşlı teyzelerin seksi vücudumu izlemelerine izin vererek yaklaşık 1saat 15 dakika koştum. Üç aşağı beş yukarı 650 kalori patlattım.
08.30 duşumu aldım. Dizlerime ve sol bileğime soğuk pres yaptım, ürperdim.
09.30 kahvaltı hazırlıklarına başladım. Yumurta haşladım, ekmek kızarttım, domates ve salatalıkları julyen stilde doğradım. Zeytinyağına biberiye, kekik ve zencefil karıştırarak yaptığım sosu zeytin taneleriyle buluşturdum ve ailemle beraber kahvaltı yaptık. Eğlenceli bir kahvaltıydı. Şakalarımla çevreme neşe saçtım.
10. müge anlı başladı.
13. üç saat yerimden dahi kalkmadan, gözümü bile kırpmadan müge anlımı izledim, bazen heyecandan öyle nefesimi tuttum ki, az daha bayılıyordum. Cinayeti küçük oğlun işlediğini ama yengesini kaçırmadığını, yengesinin onunla gönüllü olarak gittiğini, sonra korkan küçük oğlun cinayet işlediğini. Cinayet aleti olarak kullanılan tornavidanın küçük oğlanın tornacı olduğu için iyi kullanacağını açıklayan bir maili müge anlıya attım.
14. öğlen salatamı hazırlarken elimdeki dinler tarihi kitabını karıştırmaya başladım. Özellikle Yahudilik hakkında birçok şey öğrendim.
15. yeşil salatamı yedim ve kitaba devam ettim. Bilinen ilk tek tanrılı dinin Yahudilik olduğunu biliyor muydunuz? Ama işin ilginci çok tanrılı dinlerin hemen hepsinde de bir tek tanrıya yönelim var. Diğer tanrıları yaratan ya da diğer tanrılara yön veren bir tanrı.
16. bir otostopçunun galaksi rehberi’ni izlemeye başladım. Farklı film. On beşer dakika bir durdurdum ve düşündüm. Böyle iki saat filme ayırdım. Ama sadece bir saat izlemiş oldum. Film henüz bitmedi.
18.soyundum ve aynanın karşısına geçip kendimi izledim. Büyülenmemek elde değil…
18.15 tekli koltuğuma oturdum ve biraz serbest hayal kurdum. Özellikle bir rüya ne kadar eder? Bir haftadır olduğu gibi yine bu konuyu düşündüm. Rüya satmak. Bir rüya satın alsam bir karakter mi olurum yoksa dışardan izleyen kişi mi? Rüya satın almak istesem sonunu bilmek ister miyim? Peki sonunu bildiğim bir rüyayı görmek ister miyim? Uyanırsam bana rüyayı satanlardan paramı geri alabilir miyim? Uyanıp uyursam kaldığım yerden devam eder miyim? Bir baktım saat yediyi geçmiş.
19 akşam yemeğimi ailemle beraber yedim. Yemek öncesi serbest düşüncelerim beni yorduğu için biraz dalgındım. Çorbamı çatalla içmeye çalıştığımı annem söyledi. Sonra çorbamı bardağıma koydu ve pipetimi içine attı.
20.hasan geldi beni aldı. Ramço, camit, Bilgehan çıktık firezzaya gittik. Çay içip; kapımızdaki dünya savaşını konuştuk. Şartlar ne olursa olsun beraber savaşmaya karar verdik, ilk iş kadınları bolvadine götürücez. Bilgehanların evi var. Daha fazla ayrıntı vermek isterdim ama savaş planı malum. Gizli bilgi.
23.30 eve geldim. Sosyal medyaya biraz zaman ayırdım.
00.00 yarım kalmış bir hikayem vardı. örgü ören kadınların kurduğu örgüt üzerine. Onun üçüncü aşamasını yazmaya çalıştım. Olmadı tekrar denedim. Tekrar denedim. Yine istediğim gibi olmadı. Üstüme bir mağlubiyet çöktü; omuzlarımda hissettim.
02.00 periscope’da striptiz yapan türk kızı var mı diye kontrol ettim. Bir tane vardı ama beğenmedim, tamam soyunuyorsun ama duygu yok. Striptiz yavaş olmalı, şarkı doğru seçilmeli, vücut müziğe doğru tepki vermeli... Ama hevesini kırmamak için beğenmediğimi söylemedim. Belki yeni başlamıştır.
02.15.elimdeki edebiyat dergilerini karıştırırken uyuklarım diye düşündüm 3 de uyumayı plaladım ama olmadı.  Sanırım 3.15 gibi uyudum. Rüyamda çöl fırtınasında sörf yapıyordum. Kumlar yüzüme vurdukça canım yanıyordu. Gözlerimi sımsıkı kapatıyordum. Çölde sörf öyle rahat ki; ağaca mı çarpacaksın? Çöl mü bitecek.

06  alien ant farm - smooth criminal ile uyandım ve moonwalk yapmaya başladım.

12 Ekim 2015 Pazartesi

pazartesi - rüyama giren balina

Bu hafta rüyama katil balinalar girdi pazartesi peterotaifleri. Hayvanların çıkarttığı seslerin manasına olan merakıma kurbağaların dilini çözdüğüm gün tövbe etmiştim. O yeşil iğrenç hayvanların ağızları da bir kadar bozuktu. Neyse bu kadarını bilin size yeter. Eğer bir kurbağa sizinle göz teması kuruyorsa bilin ki, içinde bulunduğunuz çok farklı fantezileri vardır.

*Derisinin altında dinleme cihazı taşımalı.
*”En iyi” konusunda temel yargıları güçlü olmalı.
*Bağıra çağıra konuşması gerektiğinde sesinin tınısını inceltmemeli.
*Takım iç çamaşırı giyme konusunda tutucu olmamalı.
*Arada sırada adımlarını saymalı.
*Kimse için “iyidir” demeyecek kadar bilinçli olmalı.
*Her ırktan kanka ve düşmanı olmalı.


Balinalar diyordum. Rüyamı yorumladığım kadarıyla bunlar katil isminden şikayetçiler. İnsanları fok sandıkları için ıssırıyor ve sonra da “Biz ne yaptık, bu muhteşem varlığa zarar verdik” deyip tükürüyorlarmış. Biz insanlara hayranmışlar ve iyi ki dünyanın yönetimini bizler almışmışız. Bizlere layık birer hayvan olmak istiyorlarmış. Evet arkadaşlar! Artık bu balinalara katil değil, yalaka diyelim. Bana yıllardır yağ yapılır, böylesini görmedim.

5 Ekim 2015 Pazartesi

pazartesi - hayırlı işler

Bu çarşamba bir kız çocuğu kapımı çaldı ve “Müsaitseniz akşam annemler hayırlı bir iş için size gelecekler”, dedi pazartesi hayırseverleri. O kadar çok sevindim ki anlatamam, içim kıpır kıpır oldu; hep bu tür hayır işlerini tek ben düşünüyorum, geri kalanın umurunda bile değil sanır; hüzünlenirdim. Ama kapımı çalan o kızın anneleri de fikir teatisi için geleceklerdi.

*Derdi harflerle olmalı, kelimelerle değil.
*Asla çoğu ile yetinmemeli.
*Şelaleler hakkında o kadar da çok kafa patlatmamalı.
*Benimle gitmediği yerlere başkaları ile gitmemeli.
*Bir kere karakterli olmalı
*Beni kıskandırmak için risk almaktan çekinmemeli
*Karakteristik kriterleri olmamalı


Çiçek, çikolata; geldiler de. Gayet şık giyimli bir amca, bir teyze, bir büyük kız ve bir de kapıyı çalan velet. Havadan sudan konuştuk, çok uzun süre manasızca. Sonra ben hemen açılış olarak karbon salınımı, nükleer enerji, cinsel özgürlükler konularındaki yüzyıllık planlarımı açıkladım. Aile beni dinledi. Sizin hayırlı işlerinizi öğrenmek isterim dedim. Derin bir sessizlik oldu. Sonra aileyi dört uçan tekme ile uğurladım. Hayır, hayırlı iş diyorsun; ortada hayırlı iş yok nerede?

28 Eylül 2015 Pazartesi

pazartesi - bilimi ışığında birkaç gün

Bilimin temeli deneydir pazartesi deterministleri. Yıllardır evimin banyo ve mutfağında, sadece galoş giyip deneyler yaparım ve oldum olası en büyük sorunum kobay bulmak olmuştur. Çünkü ne zaman kobay arasam müthiş bir izdiham olur, insanlar işlerini güçlerini bırakırlar ve dünya ekonomisi büyük zararlar görür. Ama nedense bu perşembe olaylar çok değişti.

*Sonsuzluk kelimesinden korkmamalı.
*Küsürattan kaçınmalı.
*Öngörülmez bir insan olmalı.
*Irk ayrımı yapmadığından bahsederken ırk ayrımı yapmamalı.
*Dini bayramlarını seküler tatillerle geçirmemeli.
*Uykusuzluktan değil, uykudan çekinmeli.
*Lokal yağmurlarla lokallerde içerek savaşmalı.


İnsanlar poşetlere sarılmış hayvan kas ve doku örnekleri getirip durdular. Araştırmalarıma göre büyük kısmı büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar. Sabahlara kadar inceledim durdum. Muhteşem birkaç gündü. Ve şimdi gururla araştırma sonuçlarımı siz insanlığa açıklamak istiyorum. Kavurma yaparken önce ocağı çok açın, sonra kısın; tuzun yarısını etin kırmızılığı gittiğinde ve diğer yarısını da en son ocağı söndürmeden  önce serpin.

22 Eylül 2015 Salı

Kalaşnikof kredisi girişimci şube şakası düşün



Bir uçan daire şehrin ortasına inmiş, uzaylılar ellerinde silahları önlerine geleni vuruyorlardı. Hava çok sıcaktı ve nemliydi; sivrisinekler birkaç gecedir kimseleri uyutmuyordu… Aynı insanlar gibiydiler, sadece yeşildiler ve kanları da yeşildi. Üzerlerinde sadece siyah paçalı donları vardı ve kurşun geçiriyorlardı. Silahları da bizimkinden farklı değildi. Arada tutukluk falan yapıyor, kurşun gibi bir şey atıyorlardı. Tek farklı uzaylı kurşunları yaralamıyordu, sıyırsa bile küt ölüyorduk. O uçan daireden kaç uzaylı çıktığını bilmemizi şartı savaşı kazanmaktı. İlk ölen Abdullah Barış oldu. İlk kurşunu o sıktı. Savaşı dünyalılar kazanırsa bir ilk kurşun anıtı dikilirdi, ama uzaylılar kazanırsa kimse onu hatırlamazdı. Sayıca az da olsalar savaşı Uzaylılar kazanacak gibiydi.

Tüm dünya terk etti şehrimizi. Yok saydılar bizi, hiçbir işbirliği ve barış anlaşmasının maddeleri uzaylı istilasını içermiyordu. Başka uçan daireler başka şehirlere indiler ama onlara ateş etmediler. Radyo binasına gidip darbe bildirisi de okumadılar. Yönetmek ya da ganimet gibi dertleri yoktu orada. Sadece takıldılar, fotoğraf çektirttiler, lokantalarda yemekler yediler, kimisi kütüphanelere, kimisi gece kulüplerine gitti,  luna parklarda makinalara bindiler; paraları yoktu, zaten kimse de onlardan para istemiyordu. Ama bizim şehrimizle bir alıp vermedikleri olduğu belliydi.


KALAŞNİKOF KREDİSİ

Kalaşnikof Kredisi
ı.
İç savaşın ikinci yılıydı ve insanlar çok çabuk adapte olmuştu bu duruma. İki taraf da ülkeyi terk etmiyor ve birbirlerini vatan hainliği ile suçluyordu. Silah sesleri arasında uyumaya da alışılmıştı, en yakın arkadaşları kaybetmeye de. Bu ülkenin toprağı kanı seviyordu, kadınlar hiç doğurmadıkları kadar doğuruyor; her çocuk için büyük hayaller kuruluyordu. Sokaklar biraz kirliydi, trafik lambalarının çoğu yanmıyordu, okulların büyük kısmı tatildi, insanların büyük kısmı katildi ama kimse eskisinden daha mutsuz da değildi.
Bankalar ise Kalaşnikof kredisi veriyordu. Hem de 48 ay vade ile taksit ertelemeli ve kefilsiz. Uğur, Gülçin’i aradı. Gülçin ise yarın gel hallederiz, dedi. Uğur sabah erken kalktı, çelik yeleğinin üstüne gömleğini giydi; anahtarını, cüzdanını, cep telefonunu ve on dört fonksiyonlu İsviçre çakısını unutmamış olmak için elleri ile ceplerini yokladı ve yola çıktı.
Birbirlerini görünce sımsıkı sarıldılar. Gülçin’in sütyeni gömleğinin içinden hafif belli oluyordu. Uğur, çelik yeleğini giymemişsin, dedi. Gülçin güldü ve başını hafifçe öne eğip göğüslerine bakarak, bunlar beni korur, dedi. Bağıra çağıra gibi güldüler. Abdullah öleli ilk kez gülüyorlardı. Çok gülmüş olmaktan utandılar, bankanın içinde bu tür hareketler hoş olmuyordu. Derin sessizlik oldu, bakışlar birbirinden kaçtı. Uğur’un yanında sadece döviz vardı. Dünya bize “Ne bok yiyorsanız yiyin ama sakın bize bulaşmayın” dediği için para transferi gayet sıkıntıydı. Gülçin üzülerek biraz vakit alacak, dedi; belki birkaç gün. Tamam, dedi Uğur; ne yapalım ben de birkaç gün geç ölürüm. Bu sefer sadece Uğur güldü. Gülçin gülemedi. Bankadan çıktılar ve yürüdüler biraz. Savaş ve savaşla alakalı her şey birinci konuydu ve ikisi de savaştan konuşmak istemediklerinden susmaya tutsaktılar. Yarın seni ararım, derken Gülçin; bir anda gök yarıldı!
ıı.
-Uzaylılar gerçekmiş ve gerçekten de uçan daire ile seyahat ediyorlarmış. Tamamen düşük bütçeli Amerikan filmlerindeki gibi.-
Uçan daireden yeşil adamlar indi. Altlarında sadece siyah bir don vardı. Çok kalabalık değillerdi ama deli gibi ateş etmeye başladılar. Önlerine geleni vurup öldürüyorlardı. Uğur ve Gülçin kaçmaya başladı. Gülçin’in evine kadar koştular, savaş kondisyonu diye bir realite var. Hatta eve girmeden girişteki pastaneden ayçöreği aldılar. İki yıldır birbirini öldüren bir ülkede uzaylı istilası o kadar da korkunç bir şey değildi. Televizyonu açtılar, zaten bir yılı aşkın zamandır internetsizdi şehir. Dünya televizyonlarında uzaylılardan hiç bir haber yoktu. Radyoyu açtılar. Uzaylılar barikat kurmuş sadece üzerlerine gelenleri öldürüyorlarmış... Uzaylı kurşunları dokundu mu öldürüyormuş, yaralı kurtulmak diye bir şey yokmuş… İç savaşın tarafları ise anlaşmayı reddediyorlarmış… Dünya bizi yine yok sayıyormuş… Uzaylılara bizim kurşunlarımız işliyormuş… Kanları da yeşilmiş… Ele geçirileceğini anlayan uzaylı kendini öldürüyormuş… Ele geçirilen bir uzaylı otopsisinden ses telleri ve cinsel organları olmadığı anlaşılmışmışmış..
Gülçin çift kapılı buzdolabının buzluğundan enginar çıkarttı, mikro dalga fırında buzunu çözdürttükten sonra ve zeytinyağlı enginar yaptı. Uğur belki de yiyeceği son akşam yemeğinin bu iğrenç şey olma ihtimaline üzüldü ama belli etmedi. Evine gitme, dedi Gülçin; yarın kredini onaylar silahını veririm.
Sabah oldu ama hayrolmadı; çatışmalar gece hiç durmadı. Üç taraftan da en çok kayıp yaşanan geceydi. Kırmızı kan ile yeşil kan karışınca bok gibi bir kahverengi oluyordu. Uzaylı ve insan cesetleri her yerdeydi. Gece iki uçan daire daha inmişti.
Uğur sabah simit aldı. Gülçin çayı koydu. Bu sefer Gülçin çelik yeleğini giymişti. Bankaya gittiler ve Gülçin kalaşnikofunu Uğur’a verdi. Uzaylıların silahlarından çok tiz bir ses çıkıyordu. Uğur artan parası ile de biraz kurşun aldı. Nasılsa ölürüm, diğer taksitleri alamazlar, ilk kez bir bankayı dolandıracağım; dedi Gülçin’e. Ölse bile bankanın asla zarar etmeyeceğini Uğur’a söylemedi Gülçin. İnsanların gerçeklere artık pek ihtiyacı olmadığı bir dönemdeydik. Vedalaşırken Uğurla Gülçin, bir dahaki sefere Uğur’da akşam yemeği için sözleştiler. Gelecek ay, ikinci taksiti ödeyeceği akşam için.
ııı.
Taksitin ikinci günü bankaya gitti Uğur. İnsanların da, uzaylılarında büyük kısmı ölmüştü ama Uğur’da Gülçin de ölmemişti. Bankaya girdiğinde Gülçin’i gülümsüyordu. Yine çelik yeleğini giymememişsin, dedi Uğur. Silah için teşekkür etti, ödemeyi yine dövizle yaptı ve yürümeye başladılar. Sözünü unutma dedi, Uğur. Sana gözleme yapacağım. Tamam, dedi Gülçin. Bankaya döndü, çantasını aldı ve sırtında bir kalaşikofla çıktı. Uğur, Gülçin’in silahlanacağını hiç düşünmemişti. Ne yapayım, dedi Gülçin; indirimdeydi, dayanamadım aldım.
Akşam yemeği boyunca, artık konuşacak çok bir şey kalmadığından hazır yufka ile yapılan gözlemeden konuştular, enginardan ve Kalaşnikofun kutsallığından. Sonra da uykuları geldi. Bu saatte gitme, dedi Uğur; uzaylılar geceleri görebiliyormuş diyorlar. Tamam dedi, Gülçin. O da tam tersini duymuştu ama inat etmedi.
Sabah oldu. Uğur Gülçin’i bankaya kadar bırakmaya her ne kadar Gülçin istemese de ikna etti. Yolda simitçi bir çocuktan simit aldılar. Çocuk Uğur’u tanıdı; simiti sattı, parasını aldı ve küfretmeye başladı. Uğur çakısına davrandıysa da Kalaşnikoflardan korkan çocuk kaçtı. Hava sisliydi.
Gök yarıldı ve elli metre kadar önlerine bir uçan daire ışıklarını saça saça bir şatafatla inmeye başladı. Gülçin ve Uğur sadece bir an birbirlerine baktılar. Sonra da uçan daireye Kalaşnikoflarını doğrultup ateş etmeye başladılar.

Tatatatatatatatatatatatatatatatatatatatata…

21 Eylül 2015 Pazartesi

pazartesi - oto-münazara sonuçlarım

Bu salı kendime oto-münazara konusu olarak köleliği seçtim pazartesi plorateryatikleri. “Hak verirsiniz ki; bazıları köle olmak için yaratılmıştır, hizmet etmekten haz alırlar. Köleliği kaldırarak onların fıtratından uzaklaştırıyoruz ve bu o insanları sonsuz bir mutsuzluğa iter” dedim ve röpdoşambırımı çıkartıp frağımı giydim.

*Vadesiz, faizsiz sevmeli.
*Her daim paketinde bir sigara durmalı.
*Şehrinin en önemli değerlerinden biri olmalı.
*İstiklal Marşı hakkında çok şey bilmeli.
*Tartışmanın kaçınılmaz olduğu anlarda ağzından salyalar çıkarak bağırmamalı.
*Kendinden küçüklere “ben senin yaşındayken’li” cümleler kurmamalı.
*Günah tarihine geçecek bir günah işleme planı olmalı.


Frağımın şapkasını taktığım gibi “Beyefendi! Beyefendi! Olmaz öyle şey! Herkes eşittir. Kimse kimseye hizmet etmek zorunda değildir. Eşitlik bunu gerektirir. Din, dil, cinsiyet, ayrımı yapmaksızın bu dünyada barış ve huzur içerisinde, hiç kavga etmeden yaşa…” dediğim anda dayanamadım ve kendime bir yumruk attım. Malum benim yumruk balyoz, sersemledim tabi.  Sonra biraz debelendim. Bayılmışım. Uyandığımda frağımın üstünde röpdoşambırım vardı ve bir gözüm mordu. Kölelik konusunu başka bir zaman irdelemeye karar verdim.

17 Eylül 2015 Perşembe

distopya kuarteti - ölü

“Bize distopya kuartetinini kuruluş macerasını anlatır mısınız?”
“Elbette. Eskiden başka kuartetlerde müzikal maceralara atıldım. Biz grup müziği yapan sanatçılar çok uzun saatler süren provalar yaparız. Şimdi ismini dahi anmak istemediğim eski kuatetimdeki müzisyen arkadaşlarımla aramızda çok büyük fikir ayrılıkları vardı. Bir kere çok ‘olumlu düşünen’ insanlardı. Gelecekle ilgili manasız bir umut içerisindeydiler. Her şeyin çok güzel olacağına inanıyorlardı ve bu beni çıldırtıyordu. Piyanist bir arkadaşım artık bilgiye çok hızlı ulaşabilmemiz sayesinde dünyanın daha güzel bir yer olabileceğine inanıyordu. Akıllı telefon teknolojisinin sadece on yıl içerisinde daha da hızlanacağına ve merak ettiğimiz bir bilgiyi sadece içimizden geçirdiğimiz zaman gözümüzün önünde otomatik bir arama motoru araması olacağına

“Peki şimdiki grup arkadaşlarınız hayata nasıl bakıyor?”
“… cımız eşi ve sekiz çocuğu ile birlikte kendi elektriğini ve suyunu üretebilen, dört bir yanı konservelerle dolu, yerin 23 metre altında bir sığınakta yaşıyor ve sadece provalar ve konserler için yeryüzüne çıkıyor. …cımız ise  …. İse malumunuz evliler. Farklı dinlere inansalar da hayatlarını ibadetle geçiriyorlar, kazandıkları hemen hemen tüm para ile iyilik yapıyorlar ve böyle bir dünyaya çocuk getirmemeye karar verdiler.
 ”

Akıllı telefonlar zaten bilginin değerini azaltıyor ve ilerleyen zamanla tamamen bitirecek. Yeni insanların bir şey öğrenmesine gerek kalmayacak ve insan tembelliğe hemen adapte olur ya, elli altmış nesil sonra hiçbir şey bilmeyen insanlar olacak. Sonrası ütopya olsun. Virüs girecek, artık o her şeyi bilmemize yarayan aparatlar çalışmayacak. Sular çekilince kıyıda kalan denizyıldızları gibi kuruyup öleceğiz.

Bence dil olayı bitince sınırlar kalkacak. Rusya merkezli bir arama motorunun çeviri özelliği sayesinde geçen sabah Venezüellalı bir meslektaşımla gerçekten geliştirici bir sohbette bulunabildim. Düşünsenize ben İngilizce, Almanca ve anadilimi biliyorum; o ise İspanyolca, İtalyanca ve anadilini biliyor. Aslında aracı olmaksızın anlaşmamız imkansız gibi görünürken bir bilgisayar programı sayesinde aracısız görüştük. Dil sınırı kalkınca insan ne kadar değişir düşünsenize. Eskiden savaş meydanlarında iki ülke savaşırken biraz sonra öldürmeye çalışacağı kişinin dilini bilmiyordu. Belki iki kelime edebilseler silahları birbirilerine doğrultmaktan vazgeçeceklerdi.


Buradan devam edeyim. Sınırların kalkmasını kaçınılmaz görüyorum. Dil tabusu yıkılınca ardından hemen din tabusunu yıkacak. Birine sorsan sınırların olmadığı bir dünya muhteşem bir dünya