26 Mayıs 2015 Salı

25 mayıs 2015 dolu yağışı

İki yıl kadar önce not defterime neresinin başı neresinin kıçı olduğu ayrımını bir türlü yapamayan bir solucan hikayesine başlamaya çalışmıştım ama olmamıştı. Yazacak bir şeyler bulamadığım zamanlarda da denedim ama bir türlü yürümedi hikaye. Arada birkaç kez Nazlı'ya bahsetmiştim sanırım, hiç unutmuyorum bir gazete kenarına "sol u can" yazmış öyle uzun süre bakmıştım ama bir şey çıkmamıştı. Öyle bir de, karlı bir kış gecesi babasını öldürüp ormanlık alana gömmeye kalkan ama kardan ve toprağın buz tutmasından kazamayan bir adamın hikayesi var. Hatta hikayenin içinde Duman'ın Helal Olsun'dan sözler yerleştirecektim. Özellikle de "Ellerimde kan var" kısmını -şarkıda öyle bir kısım yok ama ben öyle söylüyorum-. Cesedi gömemeyip, karların arasında bırakıp gitmeye karar verip, arabasını çalıştırdığında da aynı şarkı çalacaktı...

Neyse.

-Sanırım yukarıda bir türlü yazamadığım hikayelerden bahsetmenin huzurunu yaşadım-

Öğlen üç gibi dolu başladığında hemen balkonda çıktım, çok sağlam yağıyordu. Pat küt, çat çut ve cam kırılma sesleri falan... Doğa bizi bombardımana tutuyordu. Aklıma kıyamet de, ebabil kuşları da geldi. Hatta Öykü'ye hemen bundan bahsettim tüm çok bilmişliğimle. "Dayı içeri girsene", diyordu ama ben balkonda o heyecanın tadını çıkartmak istiyordum. Ankara'ya dolu bu mevsimde yağardı ama birkaç yılda bir ve çok değil; iki, üç bilemedin beş dakika. Balkonda güvendeydim ve adrenalini yaşamak istiyordum, tıpkı birleşmiş milletler ideali uğruna Kore'ye ölüme gönderilmiş dedemin havan topları arasında yaşadıklarını hissetmek ister gibi. Hemen ayağımın yanına bir dolu düştü. Yağmur tanelerinin birbirine çarpmamasıyla ilgili bir şeyler duymuştum ama elimdeki dolu sekiz on tane nohut tanesinin birleşmesinden meydana gelmiş voltranvari bir doluydu ve bir anda nasıl olduysa bir tanesi koluma geldi.

Acayip canım yandı. Hatta acısı diğer gün ben bunları yazarken hala devam ediyor.

İçeri kaçtım ve hemen baktım; kanamıyordu ama moraracağı aşikardı. Çok korkmuştum, koşmakran canı çıkmış bir köpek gibi nefes alıyordum. Her canım yandığında birilerini suçladığımı fark ettim "şunun yüzünden!", "bunun yüzünden!" Şimdi biraz kendimi suçluyordum ama korunaklı bir yerdeydim. İnsan doğayı, bir doğa olayını suçlayamıyor. Aklıma depremler ve tusunamiler geldi. Bir insan doğaya isyan edebilir miydi? Ben etmedim. Deprem olsa ve sağ kalsam? Yoo Halil Sezai'den gelmesin "İsyeaaannnn"

Solucanlara döneyim. Dolu durunca hasar tespitine başladık herkes gibi. Yarım saati aşkın yağan dolu birkaç evin ve arabanın camını kırmıştı. Benimse öğlenden önce kitap okuduğum plastik sandalyem yaralanmıştı ama hala kullanılabilir durumdaydı. Ağaçlar çok yaprak dökmüştü, çam ağaçlarının kozalakları da yerdeydi ve bahçedeki su birinktisinde birkaç parça olmuş iri ve uzun bir solucanın cesedi yatıyordu. Dolu olmasa çocukların işi derdim çünkü çocukluğumda yerden bulduğumuz tahta parçaları ile birkaç solucan parçalamansına şahit olmuş sonra da kendim denemiştim. Kırkayak öldürüp içinden yeşil sıvı çıktığını da hatırlarım.

Hava nispeten sıcak olduğundan yere düşen ilk dolular hemen sulaşmış ve o suları toprak emmiş; toprak suyu emince yuvası su dolan solucanlar dışarı çıkmak zorunda kalmış, bitmek bilmeyen dolu bombardımanından kaçacak yerleri olmadığından da paramparça olmuşlardı. Önümde dört parçaya bölünmüş bir solucan cesedi yatıyordu ama neresi solucanın başı neresi kıçı bilemediğim gibi önümde kaç solucanın cesedi yattığının da ayrımına varamıyordum.

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Bir Başka “Ben Biraz Hava Alıp Geleceğim” Deyip Gelememe Hikayesi

Aslında amacım gerçekten de çıkıp biraz hava almaktı ama sonra ayaklarım hiç geri gitmedi. Sadece arkadan rüzgar alan bir yelkenli gibiydim. Karım ilk yirmi dört saat hiç aramadı, sonra da dönüp dönmeyeceği soğuk bir şekilde sordu ama benim verdiğim "Bilemiyorum" cevabı olabildiğince hüzünlüydü. Ama o beni yine anlamadı.

Bileklerime kan oturdu, baldırlarım yandı; tabanlarım şişti, su topladı, patladı, şişti, su topladı, patladı ve sonunda nasırlaştı. Çok zayıfladım, yanaklarım çöktü, nefesimi içime çektiğimde kaburgalarım santur gibi korkunç bir hal aldı. Daha bir ay geçmişti ki, eski mahalleden eski bir arkadaşım bana baktı, baktı, baktı ama tanıyamadı ya da tanıdı; bilemem, çünkü o ara ben onun yanından geçip gitmiştim.

Eklemem lazım evden çıktım çıkalı hiç durmadım. saçlarım sakallarım ve pubik tüylerim uzadıkça uzadı; yürürken su içtim, yedim ve sıçtım; hiç arkama bakmadım.

Yürüdükçe açıldı zihnim. Kendimi daha iyi tanır ve tanıdıkça tüm hasımlarıma hak verir oldum. Özellikle can hasımlarıma; hasmını anlamak yıpratıcı bir deneyim; kaşıntı gibi, uzun uzun kaşınıp, kaşınma bitince bile kaşımaya; ta ki yeniden kaşınana kadar devam etme döngüsü gibi. Bir de konuşma, anlatma heyecan ve hevesimi kaybettim. Cümlelerim eskiye kıyasla daha uzun ama sayısı da daha az; virgülü, noktalı virgülü bol bir adam oldum ama hiç üç noktam yok. Bu konu hakkında daha fazla konuşmak istemiyorum.

-tam iki saat, yaklaşık on iki kilometre ve aşağı yukarı on beş bin adım sonra-

Ölmek istiyorum; attığım her adım ölüme doğru gibi, aldığım her nefes de öyle gibi ama nasıl sıkıntıdan ölmeyi reddedip yürümeye başladıysam, kalp krizinden de ölmek istemiyorum. Yorgunluktan ölürüm, ölünebilir, sanmıştım ama öyle olmadı; zerrelerime ayrılarak ölmek istiyorum. Benden attığım adımların yerde bıraktığı izden başka bir şey kalmasın istiyorum ve çok eminim ki; artık kimseye bir şey anlatmak istemiyorum ne konuşarak ne de mimiklerimle.

pazartesi - sım sıkı sıkı sıkı sıkı

Ben asla ve kat'a; mutlu ya da huzurlu uyanmam ama salı sabah mutlu ve terli uyandım pazartesi trojenimsileri. Gözümü açtığımda kollarımda yumuşak bir şey hissettim. Yastığıma sarılmışım. Hem de ne sarılış, Sım sıkı sıkı sıkı sıkı bir şekilde. Daha ilginci hayatımda ilk defa bir şeye iki kolumu birden dolamanın huzur verin sarhoşluğunu hissettim. Hele bir de gözleri kapatınca durum da ilizyonatif boyuta geçiyordu.

*Dolu yağdığında arabasının üstüne battaniye örtecek komşuları olmalı
*Nefretini kontrol edemediğinde kendini yumruklamaktan çekinmemeli.
*Eski dostlarına kandil mesajı göndermemeli.
*Küçük hesapların büyük yıldızı olmalı.
*Türün devamlılığı konusunda niceliği değil niteliği kıstas almalı.
*Katlanabilir samuray kılıcı her zaman jartiyerinde asılı olmalı.
*Yalnız kalmak istediğinde çevresindeki güvenlik kameralarına ateş etmeli.

Koltuğa sarıldım, tetrisime, tuvalet terliğime, toz almakta olan Belçika fist laydisine, bal mumumdan heykelime... Sarılmalara doyamıyordum. Sokağa çıktım ve ilk karşıma gelen sarıldım ve ondan sonra durum daha da bir acayipleşti. Herkese sarılır oldum. Gördüğüm herkese. Sizlere bu satırları kocaman memeleri olan bir teyzenin memelerinin arasında yazıyorum, Ondan sıyrılırsam sıra da Esra Ceyhan var.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

pazartesi - sarı şerid

Ne zaman polisin çektiği o sarı şeridi ve kesik barut artı kan kokusunu duysam dayanamaz ve o cinayeti çözerim pazartesi investigatörleri. Perşembe kuşluk vakti karıncalarıma musallat olan vahşi karıncayiyenlere karşı bir soykırım planı yaparken sarı şeridi gördüm. İki sevgili yerde yatıyorlardı tek kurşun adamın ensesinden girmiş, kadının ensesinden çıkmıştı.


*Çay çay çay… gına getirmemeli
*İlla mesaj verecekse kapanıştan sonra vermeli.
*Göz kalemiyle şiirler yazmalı.
*Dedesiyle arasında oidipus bir bağ olmamalı.
*Paraya değer verip, borsayı sarsmamalı.
*Uçurtmaları acımasız bir iyilik duygusuyla vurmalı.
*İlaçlarını almadığında prenses, aldığında mobilyacı gibi hissetmeli


"Maktüller öpüşüyorlarmış, dillerinin son haline bakılırsa Fransız usulü, Lemans ya da Cannes bölgesi olmalı", dedim. "Kurşun öncelikle erkeğe isabet ettiğine göre öfke erkeğe doğruymuş. Bu da erkeğe aşık olan bir kadın olduğunu gösteriyor. Tek kurşunla iki kişi öldürdüğüne göre iktisatlı biri. Muhtemelen bir Kayserili. Benden başkasına aşık olabildiğine göre de zeka gerili ya da şizofrenisi var, Hiç karıncayiyen gördünüz mü buralarda?" dedim. Görmemişler, hem de hiç görmemişler. Anadolu karıncayiyenleri soylarını kırmama gerek kalmadan beni üzmemek için kendi soylarını kırmışlar.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Kopmayan Kaşar Peyniri Sünmesi

Kopmayan Kaşar Peyniri Sünmesi

İlişkiler hakkında konuşmayı seviyordum; kıyafetler hakkında, burçlar hakkında, evcil hayvanlar hakkında, çocukluk anılarım hakkında, diziler hakkında, şarkıcılar hakkında, adlarını bile doğru telaffuz edemediğim yabancı şarkıcılar hakkında, sosyetikler hakkında; konuşmayı seviyordum, özellikle skandallar hakkında, aldatılma hikayeleri hakkında… Konuşmaya bayılıyor, konuşmalara doyamıyordum. Dinlemeyi ise pek sevmiyordum. Dinleyemiyordum da. Üç cümle psikolojik sınırım vardı, sadece üç cümle. Biri üçüncü cümleyi aşarsa hemen algılarımı kapatır ne anlatacağıma yoğunlaşırdım.
Ama insanlar dinlenilmek de istiyordu. Önce kız arkadaşlarım birer birer terk ettiler beni ve arkamdan müzevir? dediler. Kızlar kızları çekemez; hele biraz güzel, üstüne üstlük benim gibi bıcır bıcırsanız arkadaşsızlık kaderinizdir.
Erkek arkadaş konusunda elbette şanslıydım. Hep elimde birkaç alternatifim oldu, telefon kapağını sevmediğim için de, gülerken gözlerinin altı asimetrik kırıştığı için de terk ettiğim sevgililerim oldu. İlişki ilerleyince derin sessizlikler içeren bir etap başlıyor ya, ben oralarda çok bunalıyordum; ondan hiçbir ilişkim çok uzun sürmedi. Yoksa tüm sevgililerim beni dinlediler, ilgi dağılmasın diye dekolteler verdim. Pişman değilim. İlişki ödün vermek demektir.
İşte bu ara Basri ile tanıştım. Sessiz, zengin, yakışıklıca ama ezikti. Hiç konuşmazdı hatta. Soru sorulunca bile lafı ağzından kerpetenle alırdınız, başı önde utangaç bir şeydi. Yanımdan da ayrılmazdı. Acırdım ona. Gel, derdim gelirdi; git, dediğim gibi de giderdi. Onunla her yere giderdim. Yanımda sevgilim varken bile ondan rahatsız olmazdım. Ben sevgililerimden herhangi biri ile biraz yaramazca şeyler konuşurken hatta öpüşürken Basri masada öyle başı öde otururdu. Her şeyi konuşabilirdim yanımda o varken, utanmazdım ben Basri’den. Annem de eve gelmesine bir şey demez, herkesler de Basri için; kalbi temiz, çok iyi çocuk, derdi. Elbette Basri ile baş başayken de anlattıkça anlatırdım; Basri de dinledikçe dinlerdi.
Bir Ağustos çöktü bana. Depresyona en maniğine girdim. Sokağa çıkasım, alışveriş yapasım, magazin programı izleyesim, müzik dinleyesim, dizi izleyesim, Arzu’nun sevgilisini, sevgilisinin en yakın arkadaşı ile aldatmasından sonra gelişen olayları öğrenesim bile gelmedi. Antidepresanları içip öyle oturuyordum. Tabi Basri beni yalnız bırakmıyordu; ona şimdi zerresini bile hatırlamadığım şeyler anlatıp duruyordum. Basri ise kuzu kuzu beni dinliyordu.
Boşlukta olduğumdan mı, depresyonun altında ezildiğimden mi, aldığım ilaçların etkisinden mi, yoksa kaderden mi bilemiyorum bir başka türlü şeyler hissetmeye başladım Basri’ye doğru ve aramızda bir bağ oluşmaya başladı. Tam anlamı ile tensel bir bağ, bir çekim. Uhuyla oynayan çocuğun, uhudaki kaşar peyniri sünmesini keşfetmesi gibi. Bana dokunduğunda sünüyordu Basri. Koparmak, etimden ayırmak zor oluyordu ve benim canım hiç yanmıyordu. Onun canı yanıyor muydu hiç sormak aklıma gelmedi. Koptuğu yerden istersem tekrar bağlanıp kendime yapıştırabiliyor ve sündürebiliyordum. Ne kadar geç kopartırsam, o kadar uzun sünüyordu. Elini tutardım bazen dakikalarca, elimi yavaş yavaş çekerken avcunun avcuma yapıştığını hissederdim; bazen on bazen yirmi santim sünerdi Basri. Ensesinden tutardım, elimi çekerken ensesi uzardı; yanaklarını avcumun içine alırdım, elimi çekerken yanakları şişer inanılmaz komik gözükürdü. Bu fizik ötesi durumumuz esnasında susardık. Öyle büyüleyiciydi ki; benim bile nutkum tutulurdu. Bir kere öpüştük, dudakları dudaklarıma yapıştı.
O sonbahar kopartmak gelmedi içimden onu. Merak ettim ne kadar kaynaşabileceğini, ben kopartmazsam zaten onun ayrılası hiç yoktu. İki mevsim ve bir ayı beraber geçirdik. Güneş yeniden çıkıp iliklerimi ısıtınca yeniden yaşam enerjisi doğdum. Ne dedikodular kaçırdım meraktan delirmek üzereydim. Sıyrılmak istedim Basri’den ama çok geçti. Kopmuyordu. Eski sevgililerimden rica ettim, onu tutup benden ayırmalarını ama hiçbirinin gücü yetmedi; zaten onlarda da beni sevmemişmiş, hiç de umurumda değildi. Belki Basri istese ayrılabilirdi; hatta artık bir tek o isterse ayrılabilirdik ama o bu durumdan çok memnundu. Birkaç aya ben de durumu kabullendim, benimsedim, alıştım ve sevdim.

Şimdi evliyiz Basri’yle. Tıpa tıp aynı bir eşofman takımımız var, her sabah yarım saat koşuya çıkıyoruz; ikinci hamileliğimden sonra doğum kilolarını bir türlü atamadığımdan spora ağırlık veriyoruz. Çocuklarımızın adı Ali ve İbrahim. İsimlerini elbette ben koydum.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

pazartesi - iftiraf

Ne zaman huzuruma devletten bir heyet gelse heyheylerim de üstüme gelir pazartesi huzursuzları. Dile verdiğim önemden dolayı teşekkür ve yalakalıklarını bildirmeleri için türk dil kurumu yıllık rutin paparalarını yemeye uğradılar. Kpss falan hikayeymiş anladım, bıcır bıcır son derece silikonlı ve dudak dolgulu güzel sayılabilecek üç, çakma sarışın kız almışlar ve kızların gözlerinden bırakın kpss'yi teog'u dahi kazanmış olma ihtimalleri olmadığı okunuyor.

*Kapı zili izmir marşı olmalı.
*Deprem çantasında makyaj çantası olmalı
*Dedesinin mirasını ölmeden paylaşmış dayı ve teyzeleri olmalı.
*Ramazan davulcuları ile arasından soğuk bir savaş olmalı.
*Bozuk paralarını birbirlerine yapıştırarak kullanmalı.
*Komşu teyzeleri sahte kahkahalarıyla kandırmalı.
*"Bana ne!"'leri insanı kurşun gibi delebilmeli.

"Size küstük, hiç türkçemize yeni kelime katmıyorsunuz" diyerek konuya girdi en sarışın olan. Daha önce hiç küsülmemiştim. Atacağım uçan tekmenin göğsüne gelirse hava yastığı etkisi yapıp beni geri savurup savurmayacağını düşüyordum ki; "İftiraf" dedim. "Kişinini suçunu kabul ettiği sırada masum olan birini de suça ortak etmesi" Sonra merakıma yenilip tekmeyi savurdum. Savurma oluyor ama çok değil.

7 Mayıs 2015 Perşembe

Silikon Hırsızları

Silikon Hırsızları

2066 yılında çok sıcak bir akşamüstü Ajda Pekkan nihayet ölmüştü. Her ölüm acıdır tabi ama bu haber ülkeyi yasa da boğmadı. Hatta sevindi insanlar. Onun yaşlanmazlığı ve üstüne üstlük ölümsüzlüğü sinir bozucuydu. Diğer gün herkes aynı minvalde sohbetler etti; “Herkes ölecek, her canlı ölümü tadacaktır; bak Ajda bile öldü”, “Bu dünya kimseye kalmaz, bak Ajda’ya da kalmadı”, “Uzaylı ya da üç harfli değilmiş, hemen facebook resmimi Ajda yapayım”… Bir tevekkül çöktü ülkeye, sanki fonda ney sesi vardı.

Çok sürmedi ama. Bir hafta sonra eskisi gibi hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamaya devam ettik. Yavru kedilerin birbiriyle güreştiği videolar hala çok izleniyordu. Ülkenin fonunda ise eskisi gibi elektrikli bağlama ile söyleyenin ne söylediği anlaşılmayan hareketli bir şeyler çalıyordu.

Eski asker ve daha eski yoga eğitmeni olan ve artık çalışmayıp vatandaşlık maaşı ile geçinen ağır alkolik arkadaşım Öner kapımı çaldığında ayıktı. “Yarım saat sonra zengin olacağız, iş kıyafetlerini giy gel, arabada bekliyorum” deyip gitti. Benim gibi dikkat sorunları olan bir badanacı için yarım saat sonra zengin olacağı bir gece işi yoktur ama çok sorgulamadan giyinip çıktım. Son yirmi yıldır nakde sıkışıktım. Öner’i ayıkken pek sevmediğimi arabasına bindiğim an hatırladım.

Durumu muhteşem bir şekilde özetledi Öner. Daha iyisi olamaz, daha net anlatılamazdı. “Ajda’nın mezarını açıyoruz, silikonlarını alıyoruz ve nette satıp zengin oluyoruz”

Plan gerçekten de muhteşemdi. Mezarlık evime çok yakındı ve hiç gergin değildik. Yol boyunca konuşmadık ama sessizliğimiz gergin bir sessizlik değildi. Mezarın yanına kadar gittik, kürek getirmiş Öner, yavaş yavaş kazdık; zaten taze kazıldığından olsa gerek çok çabuk açtık. Zaten Ajda’yı pek derine gömmemişler. Kefeni açmakla uğraşmadık, aslında üryan kalsın istemedik; sadece üst kısmını yırttık. Muhteşem gözleri ile bize çipil çipil bakıyordu.

Devamı iğrenç. Şu kadarını bilin; işimiz yarım saatten uzun sürdü ve ikimizin de eli eşit miktarda kirlendi. Ben sağı aldım, Öner solu. Ajda'ya göre değil bize göre sol.

Dönüş yolu boyunca ise güldük, ortada gülünecek hiçbir şey olmamasına rağmen, insan gibi değil, hayvan gibi güldük. Sadece seslerimizi birine dinletseniz iki vahşi hayvanın çiftleştiğini ya da dövüştüğünü zannederdi. İnanılmaz gergindik.

Arabadan inip eve giderken ikimizin de diyaframı kasılmış, iki büklüm yürüyorduk. Öner’in benim aksime harika bir gelecek planı vardı. Ayakkabı boyama dükkanı açacaktı ve içeride büyük memeleri olan derin dekolteli kızlar çalıştıracaktı. Eski bir filmde görmüş. “Batarsam da batarım, Nebahat Çehre hala yaşıyor nasılsa”, dedi. “Onun silikonu yok”, dedim; “Var”, dedi, sesimi yükseltip “Yok!”, dedim; o “Var!” diye bağırdı; o bağırınca ben daha yüksek sesle bağırdım “Yok!” Böyle bağıra bağıra eve girdik. İkimizin de üstüne çok balyoz gibi ağır bir öfke çöktü. Daha bilgisayarı açıp silikonların gerçek olduğunun ispatı olan videoyu internete nete yükleyemeden polis kapıyı kırarak içeri girip “Al, al, al, al!” diye bağırmaya başladı.


Tamam, kabul masum değildik ama çok dayak yedik; 2066 Türkiye’sine yakışmayan görüntülerdi bunlar. Çok da ceza aldık. Ajda’yı öldüren İrem isimli şarkıcı eskisi olan kadın bile bizim kadar ceza almadı. Oysa duruşmalarda takım elbise de giymiştik.

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Seri katil nedir?

Bilgi kısmını sen yaz.

Bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin ölçebileceğimiz abuk subuk parametrelerden biridir. Ülkemizde amatör örnekleri olsa da; tornevidali katil, çivici katil, Artvin canavarı, kolivi katil gibi (burada türk seri katillerin resimleri) muhasır medeniyetler seviyesine ulamamız için zamana ihtiyacımız vardır. Şu an Amerika 80 tane seri katilin yaşadığı söylenmekte. Biz de kaç tane? Üç, beş.

Seri katillikte anahtar rakam üçtür. En az üç kişiyi öldürmek lazım. Aynı sebepten benzer profilli.  Mesela sarı kayak saçlı kolları kokoreç gibi kesilmiş … (burayı sen tamamlahttps://www.facebook.com/nefesarslanturk?fref=ts    gibi motorlar işte.) bunlardan, araya bir zenci karışsa olmaz, heme baştan başlamak lazım.

Seri katiller attıkları imzalarla tanınır ama dizilerde. Zaten haklarında çokça film dizi çekilen ve hakkında kitaplar yazılan çağımızın yakışıklı canavarları olsalar da (buraya bir dexter, bir  joe carrol, bir hanibal lecter resmi ) aslında iktidarsızlık sorunu olan ezik tiplerdir. (yerli seri katil resimlerden konabilir.)

Bir de seri katillik ağır cinsiyet ayrımcılığı olan bir konudur kadın seri katil var mı? Yok.  (Var bir tane, -dış ses) var ama istisnalar kaideyi bozmaz, bozar mı? Sanmam.

Aslında hepsi ünlü olmak ister, kim istemez ki. Andy warhol’un vadettiği 15 dakikadan fazlasını isterler o kadar. ve her suçlu için için yakalanmak ister.


Peki bir seri katil görünce ne mi yapmalı? Kaçmalı, savaşmalı, Müge anlı’ya telefon etmeli, polis aranmalı, yoo bu çok saçma oldu, en iyisi müge anlı’yı aramalı. 

4 Mayıs 2015 Pazartesi

pazartesi - tehlike yaklaşıyor

Geçen perşembe yaşadıklarımda sonra makina insan savaşını kaçınılmaz olarak görüyorum pazartesi eşeyliandroidleri. Üzerinde google tişörtü olan çekik gözlü Bill Gates kılıklı bir adam kapımı çalınca belayı sezdim, derin bir nefes aldım ve  sordum "What's the matter gardaş?"

*Mazisinde kaza süsü verilmiş enkazlar olmalı.
*Metal dedektörlerinde ötmeli.
*Boşaltımını dışarıda yapmalı.
*Sessiz düşünmeyecek kadar şeffaf olmalı.
*Çözüm yolu olarak şiddeti asla gözardı etmemeli.
*Filistin askısı fantezisinde ısrarcı olmamalı.
*Gönül eğlendirmesini bilmeli.

Çekik gözlü Bill Gates kılıklı adam apple marka bilgisayarını açtı ve "Programınızı yaptık. Artık liste yazmaya son" dedi iki tuşa bastı. Süper bir liste çıktı, tam gönül peteğimden süzülmüş gibi. Sonra bir liste daha çıktı, bir liste daha; benim kafam attı, bir kafa attım adama, bir kafa, bir kafa daha... Bayan hacker alınacaktır; yol, yemek, maaş yok; ben varım daha ne olsun?