30 Aralık 2013 Pazartesi

pazartesi - şu anımın analizi

Zaman beni insan sarrafı yaptı pazartesi kuyumları. İster istemez o kadar ço kişi tanıdım ki hayatta; artık sokağıma giren herkesi iki saniyede analiz edebiliyorum. Mesela size şu anı anlatayım. Merhum Adile Naşit yürüyüşlü şu kadın daha önce üç kişiyi blendırla öldürmüş ve yakalanmamış bir katil.

*Simit ve çaya öyle çok anlam yüklememeli.
*Çok fazla ‘şey’’lememeli.
*Sesini tınısındaki bir şey aklımı almalı.
*Aynı anda ayı şeyi söylersek ‘özel cips kola’ oynamamız için beni ikna etmek için cinselliğini kullanmaya kalkışmamalı.
*Metin Milli fan clup başkanı olmalı.
*Gönüllü hemşire olmalı.
*Özel koruması, özel korumama yazmamalı.


Onun çaprazındaki kasketli amcam ise Attila İlhan  hayranı bir emekli bankacı. Şu güvercinlere yem satan adam ise bana karşı yapılacak olası bir saldırıda, saldırganları etkisiz hale getirmemden sonra tutanak tutacak polis. Elazığ'ın Palu köyünden ve tek hobisi çorap örmek. Şu an sokağa giren para dolu kamyonda şoförün yanında oturan kişi de Guinness sorumlusu. Bu sene farkında bile olmadan kırdığım rekorların ödemesini yapacak.

27 Aralık 2013 Cuma

benzetiş

***** Kız düşürmek için ateist olmuş ergen gibisin.
** Stadyum girişinde insanları arayan adamlar gibisin, tek avatajın gay olman.
**Büyük yeminler etmekten korkmadığına göre dinle ilişkin sekiz yaşındaki çocuk boyutunda olmalı.
**Eski resimlerine bakıp hüzünlenmediğine göre hayatın adaletsizliği saa yaramış.
**Basın açıklaması yapacak kadar havalı bir insandı.
**Sokaktaki uydu antenini yönüne bakarak kıble bulabilecek kadar engel tanımazsın.
**Can sıkıntısını yavru kedi resimlerine bakarak çözebilecek kadar hayatı çözmüştü.
**Toplu fotoğraflar hep en dışta kalan arkadaş gibisin. Yani sadece fotoğrafı çekenden daha popülersin.
**İstiklal marşı çalmadan televizyonu kapatmadığına göre yanlış çağda yaşıyorsun.

**Uzun telefon konuşmalarını seven biri için çok sağlıklısın.

24 Aralık 2013 Salı

Büyük ikramiye mekan

Antre: Hiçbir şey yok. Duvara çakılmış sadece iki tane inşaat çivisi ve onlara asılı bir eski gocuk ve bir eski hırka.
Salon: Eski bir kanepe var.  Bir çeşit çek yat. İlk çekyatlardan. Hani bir büfesi olurdu da içine doğru itince koltuk, çekince yatak olurdu. En az 40 yıllık. Büfe kısmında ansiklopediler var. Sabah gazetesinin bir yıl boyunca kupon biriktirip karşılığında verdiği 24 ciltlik Meydan Larousse’lar. Duvarlar çok silik bir yeşil. Boyası geleli yıllar olmuş gibi. Perde ise eski desenli perdelerden. Kocaman çiçeklerle bezeli.

Bir de dev ekran bir televizyon var. 105 falan olmalı. Televizyonun altında yine gayet modern bir televizyon sehpahası. Sehpahanın altında ise uydu alıcısı. Televizyonun kumandası falan öyle havalı ki; sanki bir odada bir zaman makinası durumu var. Salonun yarısı 1980’lerde, diğer yarısı ise 2010’larda.

Oda 1: Odada hiçbir şey yok. Kapısı kapalı. Yerler toz, uzun zamandır silinmediği belli. Duvarlar maviye boyalı ama silikliği salon kadar fazla. Odada perde yok ve balkona açılıyor. Yan apartmanın balkonu tam karşısında. Yan komşu odanın bomboşluğunu her balkona çıktığında görebiliyor.

Oda 2: Bu odada da hiçbir şey yok. Durum ilk oda ile aynı. Apartmanın arka tarafına bakıyor.

Banyo: Ev gibi banyo da küçük. Küçük bir küvet var ama küvet için perde bile yok. Tuvalet için bir klozet de var ama klozetin hiç kullanılmadığı besbelli. Siyah bir klozet kapağı ve klozet kapağının üstünde bir leğen var. Az olan çamaşırlarını eliyle yıkıyor banyo da kurutuyor. Ondan ev nemli biraz. Sabunlar üst üstte dizilmiş. Çamaşırlarını da, kendisini de o sabunlarla yıkıyor. Şampuan kullanmıyor.

Mutfak: Evin darlığının yansımadığı tek yerdi mutfak. Küçük bir masa ve hemen her yerde gördüğümüz o plastik sandalyelerden bir tane vardı. İki üç tane tabağı vardı. Yine birkaç çatal ve kaşık. Çok eski bir çaydanlık, teflonu gitmiş bir tava ve küçük bir tencere. Buzdolabı da çekyat gibi müzelikti. Açık mavi küçük ve tatlı. En az kırk yıllık. Buzdolabının içinde iki kalıp peynir ve iki koli yumurta. Ekmeğini günlük alırdı.


Eski tahta dolaplardan var mutfakta. Dolapların kapısı kapalı. İçinde ise hemen hemen 80 milyon lira var. 2019’u milli piyago yılbaşı çekişili büyük ödülü.

23 Aralık 2013 Pazartesi

pazartesi - sembolizm

 Daha önce binlerce kez söylediğim gibi sembol olayını sevmiyorum pazartesi Dan Browncuları. İnsan net olmalı. Dikkatli incelemediğimizde kadın kalçasına ya da göğüs dekoltesine benzeyen; simetrik iki soru işaretini de andıran o şekil nasıl oluyor da aşkı sembolize edebilir? Nasıl olur da kalbi sembolize edebilir?

*Atlanılabilir bir balkonu olmalı.
*Vergisi düşük olmalı.
*Uzun konuşmalarının uyku getirici etkisi olmalı.
*Hava durumu sunucularına ayar olmalı.
*Köpek dişi çok uzun olmamalı.
*Facebook resim beğenicisi olmamalı.
*Arabesk bir yanı da olmalı.


Hadi tamam bu tür abuklukları kendi aranızda yapıyorsunuz, sesimi çıkartmıyorum ama bana olan sevginizi nasıl bu şekilde sığ olarak ifade edebilirsiniz? Madem sembol istiyorsunuz artık bana olan sevginizi şöyle sembolize edin. Gerçek bir beyin çizin -üstten- şöyle kıvrımlı mıvrımlı, sonra onun altına dört kapakçıklı, dört kulakçıklı bir kalp istiyorum, aortu belirgin olsun. En son da şöyle güzel bir mide resmi istiyorum, kalp ve beyni çevrelesin. Hadi yeni sembolünüz hayırlı olsun.

22 Aralık 2013 Pazar

abuk subuk seri katil tiplemeleri

Saatleri duranları öldüren seri katil. İnsanları özellikle kollarına bakıyor. Eğer saatleri çalışmıyorsa öldürüyor. Sebebi küçükken saatçide çalışması ve orada tacize uğramasıymış mesela.

Dışarı sarkmış cam silenleri öldüren seri katil. Aşağıdan tek kurşunla indiriyor. Özellikle düşüşlerini izlemeyi seviyor. O kadınların ölümle öyle dans etmelerini de kıskanıyor.

Donla denize girenleri öldüren seri katil. Kötü hatta son derece şansız bir boğaz anısından sonra kayışı kopartmış olmalı.

Erkek hemşireleri yani hemşirleri öldüren seri katil. Aslında derdi tüm meslek ile olabilir ama kadınları öldürmeyi kendisine yakıştıramadığı için hemşirleri kendine hedef seçmiştir. Zayıf bünyesinde dolayı hastanelerde geçen bir çocukluk sonrası gelişen bir tramvanın sonucu olabilir.

İntikam alamayanları öldüren seri katil. Tabiki de intikama inanıyor ve intikam alması gereken ama alamayanları öldürüyor. Polis soruşturması falan olsa da çok zeki bir dedektif belki çözer. Tüm maktullerin başından büyük trajediler geçmiş ama suçlulular ceza görmemişler.

Zabıtaları öldüren seri katil. Herkes pazarcılarda ve esnaftan şüphelenecek. Halkta bir “mustahak” havaları. Sonra katilin küçükken pazarda su satan bir çocuk olduğu ortaya çıkacak. Hatta bir yerlerde Melih Kibar’ın sucu çocuk melodisine vurgu da olabilir. Çünkü katil esnaflıkta yürüşümüş gitmiş holding sahibi olacak.

Annesine bağırıp çağıranları öldüren seri katil. Küçükken kendisi annesine bağırıp çağırdığı için annesinin intihar ettiğini düşünüyor ve ‘başka annaler çekmesin’ diye bunu yapıyor.


Kucağında bebeği varken sigara içenleri öldüren seri katil. Lakabı duman avcısı olsun. Çocuğu sevecekmiş gibi yaklaşıp ebeveynin dalağına bıçağını saplasın. Böylelikle maktül düşerken bebeğin zarar görmesini engellemek için bebeği tutabiliyor. Sonra da bebeği güvene alıp uzaklaşıyor.

benzet me

1.      Yemek programlarında yemek tadıp, o an ilk kez et yemiş gibi kendinden geçen tipler kadar yalancısın.
2.      Çocuklarla çocuk gibi konuşup, çocukları kandırmaya çalışan sözde sevimliler gibisin.
3.      Bir madenci kadar hayatı seviyorum.
4.      Ve bir madenci kadar kuşları seviyorum.
5.      Televizyon programında şarkıcının arkasında duran orkestra elemanın gibisin. Solistin sohbet ederken boş boş durman yetmezmiş gibi, şarkıları da playback yapıyor. İşte o kadar etkisizsin.
6.      Kilo almış bir kadının, kilo almış başka bir kadına “Zayıfladın mı sen?” demesi gibidir hayat.
7.      Her şeyin daha önce aklına geldiğini öne süren yaşlı amcalar gibisin. Kimse seni sallamıyor.
8.      Kaseti çıkmış siyasetçi gibisin. Mağduriyet hiç üstünde durmuyor.
9.      Tek bilinmeyenli bir denklem kadar sığsın.

10.  Rodeoya gönül vermiş bir hintli gibiyim.

20 Aralık 2013 Cuma

altınla dolu saray

Çok geniş bir alan. Belki şimdiye kadar yapılmış en büyük sarayın içi kadar devasa. O ihtişamlı sarayın içinde hiçbir şey yok. Sadece altınlar var. Büyük kısmı sikke gibi olsa da mücevherler de var. Hemen her şey altından gibi gözüküyor. Eski çizgi filmlerdeki Varyemez Amcanın daldığı altın havuzu gibi.

Altınların altında ise bir ejderha yatıyor. Uzun boynu, sivri dişleri, yeşil rengi, kanatları, kuyruğu ile tam tanımı ile ejderha. Güzel akıcı bir ingilizcesi var. Tam nüktedan sayılmasa da kendine has bir mizahı var.


Sarayın içinde çatıyı tutan  sütunlar, kavisli merdivenler, irili ufaklı duvarları işlenmiş odalar var. Ama saray ölü. Sadece altınlar ve ejderha var. 

16 Aralık 2013 Pazartesi

pazartesi - gündelikçimin güncesi

Belçika first laydisi benim bir peçeteye yazdığım rapor sonucu aşırı güvenlikli bir akıl hastanesine yatırıldığından beri; temizlik için çakma sarışın seksi bir hanım kızımız cumaları geliyor pazartesi hannibalları. Yetenekli değil ama gayretli. Yeteneksizliğini farklı çözüm yolları üreterek kapatmaya çalışıyor.

*Buffı olmalı ve buffını iyi kullanabilmeli.
*Anne – babasının balatayı sıyırmış olmasında etkisi yüksek olmalı.
*Aptal saptal bir yanı da olmalı.
*Madalyası ve madalyonu olmalı.
*Ateistleri, aslında nihilist oldukları konusunda ikna etmeli.
*Çantasında ilkyardım seti olmalı.
*Girdiği rollerden şırpıdanak çıkabilmeli.

Mesela eve toz girmesini engellemek için bizim semtin her yerine beton döktü ve semt girişine devasa ayakkabılıklar yaptırdı. Kimse ayakkabısı ile semte girmiyor. Hakeza arabayla girmek isteyenlerde zorunlu olarak arabalarını yıkatıyorlar. Bir de geçen cam silerken dışarı sarkmıştı hanım kızımız. Bana el sallamak için ellerini bıraktı ama düşmedi. Sanırım uçamasa da havada durabiliyor.

12 Aralık 2013 Perşembe

Hakkında pek bir şey bilmediğim bir grup şey


1.      Denizcilik.
2.      Esnaflık
3.      İkna
4.      Prostat
5.      Çin
6.      12 ada
7.      Ebevenlik
8.      İsntagram
9.      Akıllı telefonlar
10.  Türkiye futbol 2. Ligi
11.  Amerikan seçim sistemi.
12.  Go
13.  Japonların dini
14.  Mezhepler ve farklılıkları
15.  Editörlük
16.  Toplanan kağıtların ne olduğu
17.  Kennedy suikasti
18.  Bilgisayar programcılığı hatta format atmak
19.  Ateş etmek
20.  Vampirler ve insanların vampirlere ilgisi
21.  Boya badana
22.  Makyaj
23.  Özel korumalar, özel güvenlikçiler
24.  Su topu
25.  Reji
26.  İran sineması
27.  Resim

28.   

kötü şairler - ben kişisi ile

Yıllar yıllar önce sağ kolum Turgut ve sol kolum Nejdet ile beraber butik bir mafyanın üç ayağıydık. Öyle çok büyümekte gözümüz hiç olmadı, az olsun bizim olsun dedik ve küçük esnafı sömürüp, küçük çekleri kırdık. Turgut şiddet kullanılmasının gerektiği durumlarda sahneye çıkar ve rolünü en iyi şekilde oynardı. Hormonel dengesizlikle geçmiş ergenlikte kalma çopur yüzü, parasının çoğunu harcadığı italyan takımları ve kocaman elleri ile şiddet için doğduğu besbelliydi.

Sol kolum Nejdet ise işin siyasi kısmı ile ilgilenirdi. İyi konuşurdu, Melih Gökçek gibi gülerdi ve çözüm odaklı tavırlar sergilerdi. SHP’den Küçükçekmece Belediyesi encümen üyeliği bile vardı. Nezaketini hiç bozmadan insanları öyle tatlı tehdit ederdi ki şaşardınız.

Biz büyümeyelim, az olsun bizim olsun, durmasını bilse Osmanlı çökmezdi, bir balonu ne kadar şişirirsen patlamasına o kadar yaklaşırsın gibi şeyler söyleyip yirmi yıla yakın hüküm sürdüysek de; genç ve umut vadeden siyah paltolu bir organizasyon tarafından darmaduman edildik. Öyle ki savaşın sonunda elimizde hiçbir şeyimiz kalmadığı gibi artık yürüyemiyorduk bile. Eskiler topuğa sıkardı, yeniler belden aşağısını felç ediyor. Yine de “Omerta deriz, çekeriz” dedik ve sustuk. Onlar da üçümüzü Suz Huzurevine yerleştirdi ve burası kesinlikle sloganındaki gibi “Cennete açılan cennetten bir köşe” değildi.

Biz bir kere hürmet görmeye, insanların bize korkarak bakmasına, göz teması kuramamasına alışmışız. Suz Huzurevinde bunların hiçbirini bulamadık. Sosyal yönden de hiç gelişmediğimizi de yine burada fark ettik. Mesela normal insanlar gibi konuşamıyoruz, iki dakika sonra ya racon kesiyoruz ya da sohbeti kesiyoruz. Bir de üstüne üstlük birkaç Yeşilçam filminde jönlük yapmış bir adam da bizim gibi burada kalıyor. Herkes jöne hürmet ediyor, arada sırada televizyon kanalları geldiği için yönetimle de arası çok iyi.

Bir de Beril Hanım var. Ufak tefek, küçücük elleri var, kişisel gelişimciler gibi konuşuyor ve çok güzel gülümsüyor. Dört evlilik yapmış olmasına ve dördünün de şair olmasına şaşırmamak gerek. Bir keresinde okey oynarken “Tüm kötü şairler bana aşık olur, 1962’deki Artist Mecmua’sının açtığı yarışmanın jürisinde bir tane daha fazla kötü şair olsa Filiz Akın değil ben artist olurdum” demişti. Huzurevinde en çok mektubu o alırdı; merhum bir oda arkadaşının dediği gibi “Zarfı açar ve şiirse okumadan direkt çöpe atar ve ona sadece şiirler gelir” Ama Beril Hanım’la on beş dakika geçirip kağıt kaleme sarılmamak mümkün müydü?

Değildi. Ama duyduklarımdan sonra ona şiir yazıp vermek de olmazdı.

Bitmiş tükenmiş bir mafya olmamıza rağmen kendi aramızdaki hiyerarşimizi koruyorduk. O Salı sabahı Posta Gazetesi Turgut’un elinde olmasına rağmen önce okumam için bana uzattı. Ben de her sabah olduğu gibi heyecanla Yurdum Şairleri köşesini açtım ve beynimden vurulmuşa döndüm. Üçümüzün şiirleri yan yana yayımlanmıştı.

Önce Nejdet’in “Kalp Atışım” isimli şiiri, onun sağında benim “Tek Hayalim Sensin” şiirim, benim de sağımda Turgut’un “Yar” isimli şiiri. Üç şiirinde Beril Hanım’a yazıldığı besbelliydi. Özellikle kendisine emeli deyip, kırk beş buçuk yıldır şiir yazdığını öne süren Turgut ‘Beril’im’ diye akrostiş bile yapmıştı.

Öğlen olmada üçümüz de odalarımızı değiştirdik. Hatta Nejdet kendisini tebrik eden jön eskisinin sol ayağının üstünden tekerlekli sandalye ile geçerek adamın ayak tarak kemikleri un ufak bile etti.

Üçümüz de kötüydük, üçümüz de daha önce adam öldürmüştük, hem de hiç pahasına. Yine yapabilirdik. Hem zaten tekerlekli sandalye bağımlı olarak Suz Huzurevinde yaşıyorduk. Cezaevi şartları şimdiki halimizden ne kadar kötü olabilirdi ki? Yaşlıyız diye hapse bile atılamazdık.

Olaydan sonraki ilk öğlen yemeğinde üçümüz de salonu birer köşesinde tek başımıza oturmuş Beril Hanım’a bakıyorduk. O ise bu filmi kim bilir kaç kez görmüştü, gözünü üçümüzden de kaçırıyor umursamaz gözükmeye çalışıyordu.

İlk hamle Turgut'tan geldi ve akşam yemeğinde elindeki meyve bıçağı ile bana saldırdı. Araya yıpranmış adaleler, tekerlekli sandalyelerimizin tekerlekleri ve görevliler girdi ve emeline ulaşamadı. İş hemen önce yönetime, sonra polise yansıdı. “Şakalaşıyorduk, arkadaşlar yanlış anladı” dedim ve olayın üstünü örttüm. Hatta Turgut’la sarılıp öpüştük bile. Hem de hayatımızda ilk kez.

Bir hafta sonra ise Nejdet hastanelik oldu. Odasını temizleyen görevli ayakkabısının içinde haplarını buldu. Nejdet ilaçlarını içmiyordu. Herkes yaşlılığın insanı delirtmesine yorduysa da asıl amaç Turgut ve beni zehirlemekti. Hastaneden iki ay sonra taburcu olduğunda artık sağ tarafını hiç hissetmiyordu.

Tabi ki ki ben de boş durmadım. Hasta bakıcıya köşeye ayırdığım parayı verdim ve bana silah temin etmesini istedim. “Ayıpsın dede, biz Karabayır çocuğuyuz”, dedi ve bir daha işe gelmedi. Biraz daha param vardı, yeni hasta bakıcıya da aynı teklifi yaptım ve aynı şekilde kazıklandım. Artık eskisi kadar zeki değildim. Arada sırada namaz kıldım ve “Allah’ım rica ediyorum Turgut ve Nejdet ölsün” diye dua ettim. Dualarım bir fazlası ile kabul oldu.


Bir sabah üçümüz de ölü bulunduk. Daha doğrusu öldürülmüş bulunduk. Katil ya da katillerimiz asla bulanamadı. Hayır polis ne yapsın, o kadar çok kötü şair var ki.

11 Aralık 2013 Çarşamba

benzetme işte birazı kötü şairlerle ilgili

*Buz gibi soğuktu oda, morg gibi, belki biraz daha kirli.
*Herkes o kadar yavaştı ki; istesem de hiçbir ayrıntıyı kaçıramıyordum
*Ona gelen mektuplar yüzünden postacı vücut geliştirmeci olmuştu.
*Artık eskisi kadar zeki olmadığını anlaması için çok para kaybetmesi gerekiyordu.
*Tekerlekli sandalye artık ücudunun bir parçası gibiydi, eski model bir transformers gibiydi.
* Nazardan korunmak için gözü olanın gözüne ateş ederdi.
*Kaybetmeyi kaybede kaybede değil, tek bir mağlubiyetle öğrenmişti.
*İşlevsiz icatler peşinde koşan bir mucit gibi sadece sempati puanlarını topluyorsun.
*Arkasında vergi levhası olan mafya kadar güvenilirsin.

*Karacaahmet mezarlığının karşısına güneş gözlükçüsü açacak kadar geniş vizyonu vardı.

10 Aralık 2013 Salı

huzurevi - mekan

Kırk çok yaşlı bir solundayız. Ortada sandalyeler ve masalar var. Erkekler televizyonunda başında doğru hareketlenmeye başladı bile. Öğlen haberlerine on beş dakika var ve bir kısmınızı televizyona kadar yürümesi zaten on beş dakika alıyor. Kadınlardan gözleri iyi görebilenler belki gelir diye bekledikleri torun torbasına bir şeyler örüyor. Tescilli vefasızlıklar vefa dilercesine.

Haberler bitti, duyanlar duymayanlara olanları anlattı. Bir kısım tartışmaya devam etti. Çok ses yapıyor ve kavga ediyorlar diye televizyon akşamüstüne kadar kapalı. Evlenme programına kadar kimse açmayacak.

Masalarda okey ve kağıt oynuyorlar. Bir şeyine oynamak yasak ve bir o kadar imkansız. Çünkü üzerine oynanacak bir şeyleri olsa çoğu kişinin burada işi olmaz. Sakinleştiricisine ya da uyku hapına büyük oyunlar oynanır belki ama ilaçları mavi önlüklü hastabakıcılar içirdiği için kimseni eline ilacı geçmiyor.

Sigara yasak ve sigara odası yok. Herkes de romatizma olduğu için cam açmak her zaman sorun. Ondan sigara içen dışarı çıkmak zorunda.

Odalar birer ya da üçer kişilik. F tipi hapishaneler gibi. Az biraz gücü olan kadınlar yataklarını topluyor, erkekler yataklarını ne kadar güçlü olurlarsa olsun toplamıyorlar. Çarfaşlar ve yastık kılıfları tek tip. Hepsi koyu mavi ya da koyu yeşil.

Yaşlandıkça alerjik olduğundan insan;  çiçek ve hayvan kesinlikle yasaklar listesinden en üstlerde. Herkes daha sinirli, daha öfkeli, daha küfürbaz ve daha kavgacı. Ortamda bir tane bile ermiş ya da erme potansiyeli olan biri yok gibi. Herkes anlatıyor bir şeyler. Herkes, herkesi hikayesini en ince ayrıntısına kadar biliyor. Dinleyeni dinleyen yok. Herkes daha acımasız. Ölüm çok daha sıradan.



9 Aralık 2013 Pazartesi

pazartesi - canım NASA'cığım

NASA’ya olan kırgınlığım sürse de; her seferinde bir yolunu bulup gönlümü alıyorlar pazartesi kauntumcuları. Eşek sıpaları bu sefer o kadar tatlı bir sürprizle kapımı çaldılar ki; inanın ne dövebildim ne de kalplerini kırabildim. Evin her odasına yangın alarmı gibi bir şey kurdular ve elimi öpüp gittiler.

*Islak beton gördü mü adını ve tarihi yazmalı.
*Abuk subuk şakaları olmalı.
*Soluma yakışmalı.
*Televizyona çıkmalı ama beş kilo fazla çıkmamalı.
*Ne mobil ne de yayayken buzda kaymamalı.
*Şansı yaver gitmeli.
*Dakik olmamalı, zamana yaymalı.


Onlar gider gitmez hemen yeni oyuncağımı denedim tabiki. Tuşa bastığım gibi yerçekimsiz ortamdaydım. Evde tatlı tatlı süzüldüm, tavandaki örümcek ağlarını aldım. Ağları aldığım yerde tetris oynadım. Süperdi, tetris bile tersti. Sonra uyuya kalmışım, uyandığımda ise kafam şöminemim içindeydi. Kafamdaki isi yıkamak için banyoya girdim ama yıkanamadım. Tüm banyo su oldu. Tuvalet konusuna ise hiç girmiyorum. Ama ne olursa olsun, çok eğlenceli.

2 Aralık 2013 Pazartesi

pazartesi - zebze meyve ağaç falan

Kozalaklar çam ağacının meyvesidir ya pazartesi botanikçileri; benim de meyvem umarsızca salladığım yumruk ve tekmelerim. Düşününce çam ağaçları ile ne kadar çok ortak noktam var. Mesela ben de yaprak dökmüyorum. Dallarım kadar köküm var. Sakin ve durgunum; yağmur ve rüzgardan etkilenmiyorum.

*Uyuklarken salyası dudağının yanından akmamalı.
*Yüzünün mimiksiz hali derin düşüncelere dalmış gibi olmalı.
*Arabayı hep gölgeye park etmeli.
*Kışın çamaşırları vücut sıcaklığıyla anında kurutabilmeli.
*Çoraplarını çıkartıp kapılara tırmanabilmeli.
*Makyajla badana arasındaki farkı bilmeli.
*Bir bakan bir daha bakmalı, üçüncü kez bakının burnunu kırmalı.

İşte bunları düşündükten sadece sekiz saniye sonra aklıma muhteşeme yakın bir fikir geldi. Her yer çam ormanı olsun. Sonra düşündüm de meyvelerden en çok karpuza benziyorum pazartesi herbalisteri. Sert kabuğumun altında sulu ve tatlıyım, sekiz saniye düşündüm de; hemen her yer karpuz ormanı olsun. Böylelikle susuzluğa da önlem almış oluruz. Düşündüm de sebzelerden en çok turba benziyorum pazartesi yumru köklüleri...