26 Ocak 2015 Pazartesi

pazartesi - ölüm projesi

Ne yazık ki kendi kendine yetemeyen canlılarsınız pazartesi parazitimsileri. İstediğiniz gibi yaşamayı beceremediğiniz gibi kendi başınıza ölmeyi de beceremiyorsunuz ve bu konuda da benden yardım istemekten çekinmiyorsunuz. Ben asla kimseye balık vermem, balık tutmasını öğretirim. Onun için önümüzdeki salı gününden itibaren ölüm projesini başlatıyorum.

*Her sabah işe elinde istifa mektubu, üstünde intihar bombası ile gitmeli.
*Lağvedilmemiş bir lav silahı olmalı.
*Birlik ve beraberliğe de pek ihtiyacı olmamalı.
*Tişörtlerinde yazan her kelimeye kefil olmalı.
*Yeni kelimeler türetecek kadar ülkesini ve insanını sevmeli.
*Hayat boyu haşarı ödülü olmalı.
*Sabah koşularımızda beni yaşlı teyzelerin cüretkar bakışlarından korumalı.


Ölmek isteyen herkes kurulan merkezlere gidecek ve kendinden önce ölmek isteyen kişiyi öldürecek. Sonra bir sonra gelen kişi de onu öldürecek ve sıradaki kişini kendisini öldürmesini bekleyecek. Öldüren hemen öleceği için olayın adli bir boyutu da olmayacak. Cesetlerinizden de gübre yapacağız ve lahana ekeceğiz; bari ölünüz bir işe yarasın. Sponsor olmak isteyen silah ve kurşun firmalarına da buradan duyuru da bulunmuş olalım.

19 Ocak 2015 Pazartesi

dıt dıt dıt dıııııt!

dıt dıt dıt dıııııt!

Yaklaşık son üç aydır hafta içi her akşam yaptığımız gibi saat beş sularında durağımızın karşısındaki parkta buluştuk Şeridun’la. Mutsuz bir gülümseme ile “Sekiz” dedi, ben de aynı mimikle “Altı” dedim. Bu rakamlar bugünkü başarısız iş görüşmelerimizin sayısıydı. İkimiz de diplomalarının altında ezilen ağır işsizlerdik. Biraz paramız olsa kutuyu gazete kağıdına sarıp utanmadan birer bira parlatabilirdik ama bütçemiz çok sınırlıydı. Evdekiler günümüzün nasıl geçtiğini sormadığından bu parkta bu saatlerde birbirimize günümüzü anlatmayı adet edinmiştik. Bir nevi fakir terapisiydi. Futbol ya da siyaset konuşmazdık hatta şaka bile yapmazdık, günün özetini geçip evlerimize dağılırdık.

O gün ilk kez oturum dışı bir konudan bahsetti Şeridun. Bir de burası önemli birbirimizle hep Bey’li konuşurduk. Sanki iş arkadaşımıyşız gibi. Neyse Şeridun tükenmez kalemle işaretlediği birbiriyle kesişmeyen kümeleri andıran iş ilanları arasından birini gösterdi bana. Aynen şöyle yazıyordu:

Çocuğunuzun cennete gitmesini ister misiniz? Evetse arayın: 053* 5**8**9

“Ben çocuğumun cennete gitmesini istiyorum  Fahin Bey” dedi, gayet duygulu bir ses tonuyla. Ben evli bile olmadığımdan tam empati yapamadım ve öyle derinliği olmayan, sırf bir şeyler söylemiş olmak için söylenen birkaç cümle ettim. Şeridun da bir şeyler geveledi sonra “Arayalım mı bu numarayı ne dersiniz?” dedi. Arayalım ne kaybederiz ki?, dedim. Şeridun numarayı çevirdi ve robotlar dünyayı işgal ettiklerinde dünyanın ne kadar sıkıcı bir yer olacağı hakkında ipuçları veren o metalik ses konuşmaya başladı.

“Hoş geldiniz. Eğer cennete gitmek istiyorsanız 1'i. Eğer çocuğunuz ile beraber cennete gitmek istiyorsanız 2'yi. Eğer sadece çocuğunuzun cennete gitmesini istiyorsanız 3'ü tuşlayınız.” Sonra makina sustu. Şeridun ile birbirimize bakakaldık. Bir tercih yapmak zorunda kalacağımız ikimizinde aklının ucundan geçmemişti ve başarısız tercihleri yüzünden istemediği üniversitelerin, istemediği bölümlerini bitirmiş başarısız insanlar olarak tercih yapmak ikimiz için de dünyanın en zor işiydi. Şeridun heyecanlandı ve 1’i tuşladı. Birkaç saniye sessizlik oldu sonra ahizeden “dıt dıt dıt dıııııt! dıt dıt dıt dııııt!” sesi geldi. Hemen tekrar aradı numarayı ama bu sefer ses yoktu. Bir daha aradı ses yine yoktu.

“Neden 2'ye ya da 3’e basmadın ulan?”, dedim sinirle. Daha önce aramızdaki ilişki seviyesini hiç lan ya da ulan seviyesine inmemişti. “İlanda ne yazıyordu? Çocuğunun cennete gitmesini ister misiniz? Kendinizin değil, Çocuğunuzun!”. Kıpkırmızı oldu Şeridun. Yanaklarım ısındı, sanırım ben de kıpkırmızı oldum. Bir şey diyemedi. Sekiz iş başvurusu reddedilmişti, cebinde bir bira parası bile olmayan bir adamdı ve şimdi de aradığı numara çalmıyordu. Bu kadarı da bir adem evladı için fazlaydı. Birkaç dakika sustuk, Şeridun numarayı aramaya devam etti. “Misyonerler incil dağıtıyorlardır, hayır ne olacak ki?”, dedim üstüne bir iki şey daha geveledim ve daha da üstüne gitmedim. O da benzer şeyler söyledi. Yarın aynı saatte görüşmek ya da görüşmemek üzere sözleştik ve farklı istikametlerdeki evlerimize doğru yürüdük.

O arkasına bakmadı ama ben o bakıyor mu diye arkamı kolladım ve gözden kaybolunca hemen ilk kuruyemişçiye koştum. Kapının önünde duran gazetelerin ilan  sayfalarına hışım ve heyecanla bakmaya başladım. Kavga eder gibi tüm ilanları kontrol ettim ama yoktu. Şeridun’un almayacağı gazetelere bile baktım, yoktu Allah yoktu. Adını hatırlayamadığım kötü kalpli bir çizgi film karakterini andıran kuruyemişçi de bir yandan bana ters ters bakıyordu. Ayıp olmasın diye beş liralık tuzsuz çekirdek aldım ve çıkarken hiç içimden gelmese de “Hayırlı işler”, dedim.

Ama şimdi zamanı kırma şansım olsa o ana giderdim.

Acaba Şeridun 2'yi ya da 3'ü tuşlasa ne olurdu?

-
Aynı haftanın ilerleyen günlerinde beyazlar içerisindeki çirkin bir adam, devasa bir yapıdaki gösterişli odasında elindeki sütun grafiğe uzun uzun bakıyordu.

Grafik:
1’i tuşlayan: 179 kişi
2’yi tuşlayan: 364 kişi
3’ü tuşlayan: 0 kişi:

Üstü varak kaplamalı bir tuşa bastı ve odasına yardımcısı koşarak girdi. “Bunu böyle başbakanlığa veremeyiz, 2’yi tuşlayanlardan 50 kişiyi alın ve 3’e ekleyin. 1 ve 2’yi seçenlerin dosyalarına ‘devlette çalışması uygun değildir’ notunu girin. Bir de korumalarımı da hazırlayın, Başyazıcıoğlu Camii’ne nafile namazı kılmaya gideceğim”

On dakika sonra iki beyaz minübüsün ortasında son model bir mersedes hızla yol alıyordu. Minübüsün arkasında Diyanet İşleri sağ tarafında ise Resmi Hizmete Mahsustur yazıyordu

18 Ocak 2015 Pazar

pazartesi - kızıl ordu korosu

Askerlikle ilgili hemen her şeyle aramda husumet vardır pazartesi antimilitaristlari. Ordularını lav etmiş ülkeleri hep takdir etmişimdir. Bazı ülkeler ise hala haki yeşil faşizmlerine benden gizli olarak da olsa devam ettiklerini bilirim. Özellikle Sosyalik Sovyetler Falan Fistan’da büyük bir kitle kendilerine asker, başlarındaki adama general diyorlarmış. Hemen savaş boyalarımı elmacık kemiklerime sürdüm ve gizli bir operasyon düzenledim.

*İhracatla ithalat birbirine karıştırmamalı.
*Doğru nefes alıp vermeli.
*Artık bir zahmet kamyon arkası yazılarına gülmemeli.
*Soy ağacına soysuzun biri aşı yapmamalı.
*Kendini patlatabilecek kadar bombacılık bilmeli.
*Kaşkol bere taktığında dayıma benzememeli.
*Evlilik terapisti beslemek için evlenmeyi beklemeyecek kadar ileri görüşlü olmalı.


Hava çok soğuktu, nefes verirken ağzımdan duman çıkmasın diye tüm Sibirya’yı tek nefeste koştum ve operasyonu düzenledim. Beni görünce tabi ödleri boklarına karıştı. Sonra bir koltuk ayarladılar; önüme plastik tabakta kuru pasta ve plastik şişede su koyup şarkı söylemeye başladılar. Sağlam repertuarları var ama çok bağırıyorlar. “Şarkı söylemek bağırmak değildir!” diye bağırdım ve kalktım. Ben giderken arkamdan İzmir Marşı’nı söylediler. Tam kapıdan çıkarken de döndüm ve “Sıcak denizleri unutun” deyip kapıyı çarptım.

14 Ocak 2015 Çarşamba

operatör

eğer cennete gitmek istiyorsanız 1', eğer çocuğunuz ile beraber cennete gitmek istiyorsanız 2'yi. eğer sadece cocuğunuzun cennete gitmesini isityorsanız 3'ü tuşlayınız.

Şeridun bana baktı sonra 1'i tuşladı. birkaç saniye sessizlik oldu sonra ahizeden dıt dıt dıt dıııııt. dıt dıt dıt dııııt sesi geldi. hemen tekrar aradı numarayı ses yoktu. bir daha aradı ses yoktu.

neden 2'ye ya da 3e basmadın? ulan, dedim. daha önce aramızdaki ilişki seviyesini hiç lan ya da ulana kadar inmemişti. ilanda ne yazıyordu? çocuğunun cennete gitmesini ister misiniz; kendinizin değil. kıpkırmızı oldu şeridun. yanaklarım ısındı sanırım ben de kıpkırmızı oldum. bir şey diyemedi. sekiz iş başvurusu reddedilmişti, cebinde bir bira parası bile olmayan bir adamdı ve şimdi de aradığı numara çalmıyordu. bu kadarı da bir insan evladı için fazlaydı. misyonerler incil dağıtıyorlardır, hayır ne olacak ki?, dedim bir iki şey daha geveledim ve daha da üstüne gitmedim. Yarın aynı saatte görüşmek üzere sözleştik ve evine doğru yürüdü şeridun.

çocuğum olmamasına rağmen ilan aklımdaydı hemen ilk kuruyemişçiye koştum ve kapının önünde duran gazetelerin ilan  sayfalarına hışımla baktım ama öyle bir ilan göremedim. adını hatırlayamadığım kötü kalpli bir çizgi film karakterini andıran kuruyemişçi bana ters ters bakıyordu. ayıp olmasın diye beş liralık tuzsuz çekirdek aldım.

Acaba Şeridun 2'yi ya da 3'ü tuşlasa ne olurdu
-
Şeridun 2'yi de tuşlasa aynı şey olurdu ilanda çocuğunuzun cennete gitmesini ister misiniz yazıyordu? dıt dıt dıt dııııt, dıt dıt dıt dıııııt. sonra geri kalanlar da 1'i tuşladığında olduğu gibi olurdu. Yine acırdım ve yine kuruyemişçiden beş liralık tuzlu çekirdek alırdım.
-
Ama şeridun üçü tuşlasa her şey farklı olurdu. Hiç kimseye benzemeyen garip adamla, ömer tanışırdı. Ömer ona bir ilaç denediğinden bahsederdi. ilacı çocuğuna içirirse çocuğunun aklından Allah ile ilgili her şeyin gideceğine ama bunun sonunda Şeridun'un de yüksekle muhtemel cehhenneme gideceğine söylerdi. kabul ederdi Şeridun severdi kızlarını her ne kadar onlar babalarından çok hazetmese ile

hikayenin en sonunda Şeridun kaçı tuşlarsa tuşlasın cehenneme giderdi.

(ses telleripubik tüyleri ile birleşmiş gibiydi)

8 Ocak 2015 Perşembe

pazartesi - Doğa ananın kadınlık refleksi

Doğa kalleştir ama doğaları gereği kimse bunu söylemez pazartesi naturelleri. İnsanlar ne zaman bir uygarlığı terk etsin, doğa hemen kendi gücünü gösterir ve bizim yıllarca medenileştirmek için uğraştığımız yerleri kendi ilkel örtüsüyle kaplamaya çalışır. Hatta bu aymazlığını bazen bizler varken bile gösterir, şimdi olduğu gibi. Size bu satırları yazarken bir yandan da doğanın saldırısı altındayım.

*İyi ve kötü hakkında çok kafa yormamalı.
*Uzun soyadı fetişi olmalı.
*Gülümsemesi pasaportu olmalı.
*Mektup açacağı koleksiyonu olmalı.
*Diplomatik bir kimliği olmalı.
*Her dinlediğinde ağladığı bir şarkı olmalı.
*Anahtarını kaybettiğinde kapıyı kilide ateş ederek açmalı.

Önce kaldırımımdaki taşların arasından bitmiş bir ot gördüm, bu açık bir meydan okumaydı. Sonra polenlerle saldırdı alçak! Ocak ayında alerji oldum. Bana ilkelliği anımsattığı için evde asla tahta bir mobilyam olmamasına rağmen tahta kuruları sardı dört bir yanımı. En sonunda da altın sarısı renkte bir orangutan balkonuma tırmandı ve orada kış için hazırladığım lahana turşularımı yedi. Olağanüstü hal ilan ediyorum. Çimento torbasını kapan gelsin, tek zerre toprak kalmayana dek her yere beton dökelim.

4 Ocak 2015 Pazar

Böyle Bir Dünyaya Çocuk Getirmek İstemek

Böyle Bir Dünyaya Çocuk Getirmek İstemek

Bir sabah kalktığımda herkes taş olmuş.

Bağırdım, çağırdım, delirdim, yardım istedim; polisi, ambulansı itfaiyeyi hatta jandarmayı aradım kimse açmadı; sokağa çıktım, koştum, hemen kimse yoktu. Arabaya atladım karakola gittim herkes heykel gibi duruyordu.  Eve dönerken baktım birkaç tinerci de öyle taş olmuş kalmışlardı. Hastaneye gittim baktım, durum aynıydı. Ben de eve geri döndüm.
-
Televizyonu açtım, hiçbir şey yoktu. İnternetten haberlere bakmak istedim, geceki haberler duruyordu. Kabus dedim içimden, üstüme battaniyemi çekip kanepede uyudum; uyandığımda hava kararmak üzereydi ama hayat hala yoktu. Şehri dolaşmak için arabaya atladım. Çeyrek depo benzinim vardı. Öyle dolanmaya başladım; bir hayat belirtisi bulmak için. Bulamadım. Bir kamyon bir binaya çarpmıştı; gittim baktım şoför de heykeldi. Yollarda öyle birkaç kaza daha gördüm. Baktım benzinim bitiyor, arabayı kenara çektim ve kenarda gördüğüm iktidarsız mütahhit jiplerinden birinin kapısını tornavidayla açtım, alarm öttü ama umurumda olmadı, çakımla da kontağı çevirdim ve yola devam ettim. Eskiden araba hırsızıydım. İşi hobisi olan şanslı insanlardandım. Şimdi ise yaptığıma hırsızlık denemez. heykellerin arabalarına  biniyorum o kadar.

Deposu boşalana kadar jiple gezdim. Bindiğim araba ne kadar iyiyse kendimi o kadar iyi hissederim zaten. Sonra başka bir jipe bindim. Zengin semtlerinden spor araba ararken onu gördüm. İrlanda yeşili bir vosvos, namı değer kaplumbağa. Dayanamadım, indim ve incitmeden kapısını açtım. Düz kontağını incitmeden yaptım ve eve döndüm. Hep böyle bir araba sürmek istemiştim.

Annemle babama baktım tekrar. Asla masum sayılmazlardı ama masumca uyurken öyle kalmışlardı. Onları uygunsuz bir durumda görmediğim için şükrettim. Sonra şükür mekanizmasını kafamda tarttım. Bir karar varamadan uykuya dalacaktım ki, elektrikler bir daha geri dönmemek üzere gitti. Kombi de haliyle söndü. Yorganımın üstüne annemle babamın üstündeki yorganı da alarak uyudum. Sanırım yeni bir eve çıkmanın vakti gelmişti.
-
Uyandığımda dizlerim ağrıyordu. Hemen bir arabaya bindim ve kaloriferini açıp havayı dizlerime verdim. Karnım da açıkmıştı, bir süpermarkete altımdaki arabam ile girdim. Patates cipsi ve kola aldım. Daha önce hiç patates cipsi ile kahvaltı yapmamıştım. Büyük felaketin küçük avantajlarıydı bunlar, tüm arabalar benimdi. Belki tek değilimdir diye düşündüm. Başka bir araba patlattım ve bu sefer arabanın ses sistemi olmasına dikkat ettim. Arabadan daha pahalı ses sistemi olan bir varoş arabasına bindim, torpidosundaki karışık cd’yi takıp sokaklarda çıstak çıstak gezmeye başladım. Zaten şehir sessizdi, belki biri sesimi duyabilirdi. Hem belki o biri çok güzel bir kız olurdu. İşte tam bu hayalleri kurarken  dikiz aynasından arkadan koşan onu gördüm. Akıl hastanesinden kaçmışlar gibiydi. Döndüm ve yaklaştıkça canım sıkıldı. Gelen Arzu’ydu.

Arzu kimdir: 23.f.ankara.Arzu benim candüşmanımdır. Hayatta en sevmediğim kadın hatta insandır.

Arzu’yu neden sevmiyorum: Arzu ile yaşıtız; aynı sokakğın çocuğuyduk sonra aynı sınıfın öğrencisi olduk. Sonra ergenlik falan derken ben Arzu’yla sevgili olmak istedim, tamamen hormonal. O da beni tüm sokağa rezil etti. Hem reddetti hem de bunu herkese söyledi. Hatta insanlar adımı unuttu, Arzu’nun reddettiği tip, olarak anar oldu. Tabi sonra da araba hırsızı olarak. Gerçi bazları da tekkaş der. Neyse...

Ben de ona yaklaşınca aynı ifadeyi onun suratında gördüm. Durum benim için olduğu kadar onun için de hayal kırıklığıydı. Beni o uzun rencide dolu reddedişinin sonunda “Dünyada bir sen bir de ben kalsak yine bu iş olmaz” demişti. Haklıydı da.

Beni görür görmez, senden başka kimse var mı?, dedi. Ben de yok, dedim. Uzun bir sessizlik oldu. Dışarı soğuktu, altında kalpli pijaması üstünde montu vardı ama arabaya binmek istemedi düşündü biraz ve sonra bildiklerimi bana anlatmaya başladı. Yaklaşık yirmi dakika anlattı. O anlattıkça benim öfkem çözülmeye başladı. Bir kişi daha olsa basıp giderdim belki de...

Üşürsün, atla arabaya, bir yol bulalım, dedim. Eve uğraması gerekliymiş, evine gitti ve benim kırk dakika bekletti, küçük bir bavul hazırlamıştı ve saçlarını taramıştı. Ben bu işlerden pek çakmam ama sanırım birazcık makyaj bile yapmış olabilir. Çantasını arka koltuğa attı ve ne yapacağız?, dedi. Düşündük biraz, üç ihtimalimiz vardı.

1.      Arabada duracaktık, benzin bittikçe yeni arabaya geçerek ısınacaktık.
2.      Varoş mahallesinde sobalı bir eve gidecektik ve öyle ısınacaktık.
3.      Sosyete mahallesinde jenaretörü olan bir eve gidip orada takılacaktık.

Elbette üçüncü seçeneğe karar verdik. Evi bulmak kolay ama kapıyı açmak zordu. Yarım saat sonra başardım. Klimayı açtık, evi ısıttık; banyo yapıp, dvd’de film bile izledik. Ama az konuştuk.  Ev sahipleri yataklarında heykel olmuşlardı. Kanepede uyuduk bizde.
-
Heykeller çok ağır değildi. Ev sahiplerini rahatlıkla taşıdık ve bahçeye koyduk. Bahçede çok daha dekoratif durdular. Gerçi anneyi yüzme havuzuna düşürünce bir kötü oldum. Kadınının kafası kolu ayrıldı. Ama bilerek yapmadım. Gerçekten de. Hem zaten ölüydü. Bir şekilde taş olmuştu ve ben bunun sorumlusu değildim. Eğer bir gün tüm taş olanlar normale dönerlerse, kadıncağız o an ölecek ne yazık ki...

İşte böyle birkaç gün geçti. Meslekteki ilk günlerimde olduğu gibi arabalardan benzin çalıp jenaretöre koyuyordum. Sonra sokaklarda başkası var mı umuduyla dolanıyordum. Arzu ise evdeydi ve onunla evde yaşamak cehennem gibiydi. Böyle bir durumda, en azından türün devamlılığını sağlamak amacı ile bir uyarılmam gerekliydi ama hiç öyle hissetmiyordum. Mesafeli şekilde yaşıyorduk. Ben her sabah patates cipsi ve kola ile kahvaltı yapıyordum o ise diyet sütüne diyet mısır gevreği döküyordu.

Başkaları... Başka şehirlerde hayat vardır belki, dedim. Hadi İstanbul’a gidelim. Çaresiz teklifime uydu, yalnız kalmayı göze alacak durumda değildi, yarım saat sonra yola çıktık. Hızla girdiysem de İstanbul’a durum Ankara’dan farksızdı. Sadece sokaklarda daha çok heykel vardı o kadar. Boğaz Köprüsü'nde kazalar yolu kapatmıştı, yürüyerek geçmek zorunda kaldık. Sonra bir yalıya yerleştik az benzin lazım olsun diye küçük bir yalıya. Evde yaşayanları taşırken yine bir sakarlık yaptım. Sakarım biraz, ne yapabilirim? Bu sefer evin uşağının kolu koptu.

Evin kadının kıyafetleri tam Arzu’ya, evin erkeğinin kıyafetleri tam bana uygundu. Jilet gibi takım elbiselerle geziyordum, Arzu ise takıp takıştırıyordu. Kadının mücevherlerini bozdursan Afrika'da birkaç hafta açlık olmazdı.
-
Bir sabah kahvaltıda biraz heykel kıralım mı?, dedi Arzu. Boş boş bakınca ben, anlatmaya devam etti. Çok sıkılıyordu ve hayatında biraz renge ihtiyacı vardı. Çok sinirli olduğu insanlar vardı ve onlar heykeldi, bozulmayacaktı. Ama ikimiz ölürsen çürüyecektik ve yok olacaktık. Buna izin veremezdik. İkna oldum. İlk sen, dedim. Cevabı zaten hazırdı, tek nefeste Meri dedi. Ben de tanıyordum Meri’yi, gerçek adı Meryem’di ve avrupayi bir güzelliği olduğu için herkes ona Meri derdi. Sokağın, mahallenin, okulun hatta belki şehrin en güzel gözleri ondaydı. Son model spor bir arabaya atlayıp hemen yola koyulduk. Tam bir saat yirmi dakika sonra Meriler'in evlerinin kapısını kırıyordum. İçeri girdiğimizde Arzu Meri’yi yatağında buldu. Aynı kalpli pijamalardan onda da vardı.  Siyah sütyen  askısı öyle seksi duruyordu ki, kızın heykeli bile bir acayipti. Arzu hemen çantasını açtı ve bir matkap çıkarttı. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutabilirdim. Maktapla önce Meri’nin gözlerini oydu, sonra da yavaş yavaş boynunu kopardı ve dönüp bana baktı. Korktuğumu kabul ediyorum. Sen kimin heykelini kıracaksın?, dedi. O ana kadar bir ismi netleştirmemiştim ama korku zihnimi tetikledi, benimki yakın, Komiser Yardımcısı Efkan, dedim.

Komiser Yardımcısı Efkan beni ilk yakalayan, beni ilk döven, bana ilk kez söven, beni salya sümük ilk kez ağlatan  ve ilk kez kendine yalvartan adamdı. Bir insan ne kadar çok dövülebilirse, o kadar çok dövmüştü beni. Karakola gittik, yoktu. Kuduz köpekler gibi koşuşturuyorduk Arzu’yla. Evrakları taradık, ev adresini bulduk gittik, evde de yoktu. Karakolun mahallesindeki devriye arabalarını aramak aklımıza geldi. Sonra bir parkta ağacın altında Efkan'ı bulduk. Üstünde polis üniforması, elinde bira şişesi polis arabasının kaputunda içerken donmuştu. Silahını aldım ve biraz çekilip tüm şarjörü üstüne boşalttım. Sonra hızımı alamadım. Yanındaki polisin silahındakileri de boşalttım. Kötü nişancıydım, büyük kısmı karavanaydı. Karakola gittim ve toplayabildiğim kadar silahı topladım. En sonunda kafası paramparça oldu ve  koptu. Ama elindeki bira şişesi kırılmamıştı
-
Arzu hiç tanımadığım ve hakkında konuşmak istemediği bir kızı, ben eskiden çok ses yapan üst komşumuzu, Arzu hakkında konuşmak istemediği bir adamı, ben eski patronumu, Arzu kuaförünü, ben beni reddeden ikinci kızı, Arzu teyzesinin kızını, ben beni reddeden üçüncü kızı, Arzu sokaklarında onu taciz eden bir tipi, ben ilkokul öğretmenimi, Arzu ilkokuldaki müdürü, ben dönemin belediye başkanını, Arzu bir tezgahtarı, ben beni hep son ayakta yatıran Halis Karataş’ı, Arzu Hülya Avşar’ı, ben Aziz Yıldırım’ı, Arzu bir hemşireyi, ben bir hemşerimi, Arzu bir falcıyı ve yardımcısını, ben Emre Belozoğlu’nu, Arzu başka bir tezgahtar kızı, Arzu liseden bir kız arkadaşını, Arzu sokaklarındaki bakkalı, Arzu dershanesindeki hizmetliyi, Arzu dershanesindeki matematik öğretmenini;Arzu şunu, Arzu bunu, Arzu, Arzu, Arzu...

Arzu çok değişiyordu. Ben heykelleri kırdıkça rahatlıyordum, Arzu ise hırslanıyordu.  Atakule’yi ve Akmerkez’i keyfi olarak yakmaya kalktı mesela. Beceremedi, kundakçılık çok zor işti ama denedi. Nedenini sorduğumda belki başka insanlar  vardır, ateş ilgi çekmez mi?, dedi ama öyle bir amacı olmadığı bakışlarının donukluğundan belliydi.
-
Dünya bir açık büfeydi ama bir yılın ardından yiyeceklerimiz sınırlıydı. Konserveye dadanır olduk. Hayvanlar artmaya başlamıştı, kurtların sesini duymadığımız bir gece yok gibiydi. Hatta bir öğlen evimizin önünden altın renginde bir orangutanın geçtiğini söyledi Arzu ama inanmadım; şartlar ikimizi de yıpratıyordu. Aklımıza hayvanat bahçeleri o zaman geldi; koştuk gittik ama tüm hayvanlar açlıktan ölmüştü. Birbirimize sarılıp uzun uzun ağladık.
-
Hep batıya gidiyorduk, İstanbul’a yerleşmiştik ama doğu hiç aklımızda değildi. Gidelim bakalım, dedim; gidip ne yapacağız?, dedi Arzu. İstemezsen gelme ben bakacağım, hem memleketimi özledim dedim ve yola çıktım. Bir ay sonra yalımızda buluşmaya karar verdik.

Doğuda da durum aynıydı. Ağrı’ya, İran’a gittim, sonra Afganistan’a, oradan Hindistan’a; Tac Mahal hayranlık uyandırıcıydı. Hemen Kabe’ye gittim ve umre yaptım, insanlar tavafta donmuşlardı; ben kurban da kesmiyordum, oruç da tutmuyordum, zaten zekat verecek kimse de yoktu... Başka zaman düşünmek üzere bu konuları da erteledim ve İstanbul’a doğru yola koyuldum. Çok güzel arabalara bindim. Hatta tank bile kullandım. Tıkanmış yolları tankla açmak çok keyifliydi. Dönünce bir tank bulup köprüyü açmam lazım diye düşündüm. Orada araba değiştirip durmayı sevmiyordum.

Arzu’yu yalımızın bahçesinde martılara yem verirken gördüm. Hoşgeldin de demedi, neler yaptığımı da sormadı. İnanılmaz gergindi. Hiç konuşmadan öğlen yemeğini yerken boğazın karşısındaki yalının yanmış olduğunu gördüm. Kundakçılığı deneme yanılma yolu ile öğrenmişti sonunda. Manzaramı neden mahvettin!, diye gürledim. O da bağırarak cevap verdi bana. Dakikalarca bağrıştık. Hatta itti beni sarstı ama vurmamak için önce kendimi sonra ellerini tuttum. Tekme attı, ittim düştü; kalktı yeniden saldırdı bana bu tatlı şiddetin sonunda elbette seviştik.
-
Artık Arzu ile evli gibiydik. Ama hiç sevgili olmadan evlenmiş çiftler gibi. Başarısız deneyimlerinin sonundaki hayal kırıklıklarının sonunda bari evlenelim diyen iki kişi gibi. İş bölümümüz ve ilişkimiz daha bir oturdu. Artık kahvaltıda cips yememe izin vermiyordu. Beni tıraş olmaya zorluyordu, ne giyeceğime karar veriyordu, evin tozunu düzenli alıyordu, benzin bulmak için evden çıktığımda gelirken ne alacaklarımı bir listeyle elime verip beni öperek uğurluyordu. Ve ben bu durumdan çok rahatsızdım.

Bir de canım ekmek çekiyordu. Denedi hatta gayet yaptı ama fırın ekmeği gibi olmadı. Çayın biteceğini düşündükçe çıldıracak gibi oluyordum. Çay bozulur muydu, çay yaprakları nasıl o siyah hale gelirdi, öğrenmek lazımdı. Gidip bir kütüphanede konuyla ilgili bir şeyler bulabilirdim ama canım hiç okumak istemiyordu.
-
Bugün ayın kaçı?, diye sordu Arzu bana. Ben hangi ayda olduğumuzdan bile emin değildim. Çıktım heykellerin, evet artık hepsi bana heykelmişler gibi geliyordu, kol saatlerine baktım ve birinde  buldum, birkaçında da teyit edip geldim. 13 Eylül, dedim. Dün doğum günümdü nasıl unuttursun?, dedi ve kapıları çarpıp odasına gitti. Sonra hırsını alamadı, çıktı gitti ve manzaramdaki başka bir yalıyı yaktı.

13 Eylül benim doğum günümdü.
-
Doğuya ben tek gittiysem de batıya beraber gittik. Eyfel’i, Pizza Kulesi’ni, Venedik’i gördük. Herkes taşkatıyken bile oralar bizim buralardan güzeldi ama kimse olmasa bile insan ülkesini özlüyordu. Çok duramadık. Dünyanın tek sahipleri olsak da batıya hala çok yabancıydık. Amerika’da hayat olabilir mi?, dedi Arzu; Louvre Müzesi’nin bahçesinde piknik yaparken. Mona Liza’yı eve asmak için orayı bulmuştum ama sonra  hevesim kaçmıştı; ben çok daha büyülü, ihtişamlı bir şey bekliyordum. Saçmalama, dedim ve sustu. Ne uçak ne de gemi kullanamayacağımızı ve denemenin ne kadar riskli olduğunu biliyordu. Senin de canın üzüm çekmiyor mu?, dedi; ben Atina sokaklarında üzerimde aptal bir fatih duygusuyla yürürken. Sağa sola baktım ama bulamadım. Senin de canın greyfurt çekmiyor mu, dedi bu sefer de Viyana sokaklarında. Benim canım hiç greyfurt çekmez, deyip geçiştirdim. Senin de canın turşu çekmiyor mu?, dedi Amsterdam’ın arka sokaklarında. Geç de olsa durumu anlamıştım.

İstanbul’a evimize geçtik hemen. Bir odayı boşalttım ve bir hastaneden yatak getirdim. Doğumla ilgili kitaplar da aldım ve üstten üstten okudum. Kitap okuyunca benim başım çok ağrıyor; Arzu’nun da uykusunu getiriyor.
-
Altı ay canıma okudu Arzu. Stresi, öfkesi, ağlama krizleri bitmedi. Beni görmek istemediğinde bunu suratıma tokat gibi çırpıyordu. Açıkçası bu da benim işime geliyordu. İlk zamanlar arabayla dolandım durdum. Sonra da Arzu’dan gizli kendime bir ev açtım. Eski sahipleri çok sevk sahibi insanlarmış; bilardo masası, bilgisayar oyunları, playboy dergileri, eski atari salonlarındaki makinalar hatta gıcır gıcır bir langırt masası... Langırt masasını görünce içimden inşallah oğlum olur, diye geçirdim. Beraber oynardık.

Oğullarım olursa, sonra da kızlarım.

Ensest! Zorunlu ensest. Böyle bir günaha yol açmak...

Tansiyonum düştü, öyle duyduğum yere yıkılıverdim. Ne yapacaktık. Hayır peygamber değildim ki, çok eminim ki değildim; Arzu da değildi, asla değildi. Aptal ve günahkar insanlardık. Belki tek çocuk ama ya ikiz olursa? Çelik gagalı bir ağaçkakan kafamı kakıyor gibiydi. Böyle bir dünyaya çocuk getirmek istiyor muyuz?, demişti da Arzu, gülmüş geçmiştim. Şimdi eminim ki, istemiyorum. Korkuyorum. Dünya hiç olmadığı kadar zordu. Kimse cehenneme doğup, ölünce cehenneme gidecek bir çocuğu olsun istemez.

Biraz içki içtim. Sızdım, uyandığımda Arzu yanı başımdaydı. Üzerinde pembe bir doğum elbisesi, topuklu ayakkabılar ve inci bir gerdanlık vardı. Hiç konuşmadı benimle. Eve gittik. Okuldan devamsızlık kağıdı gelmiş öğrenci ve annesi gibiydik. Ne beni nasıl bulduğunu söyledi ne de başka bir şey. Doğuma kadar kaldığını da bilmiyordum.
-
Temiz havlu ve sıcak su hazırdı. Ikındı, derin nefesler aldı, ıkındı, terini sildim, ıkındı, bağırdı, derin nefesler aldı, çığlık attı, elimi tut dedi, bağırdı, elimi bırak dedi, terimi sil dedi, geliyor mu dedi, gelmiyor dedim, sakin ol dedim, çığlık attı, ıkındı, bir daha bak dedi, baktım yoktu, bayıldı, bir saat sonra ayıldı, kolonya istedi, sakız istedi, sakızı sonra tükürdü, bağırdı, ıkındı, derin nefesler almaya devam etti, bak dedi, gelmiyor dedim, alnındaki damarlar çok belirginleşti, derin nefesler almaya devam etti, acıktım bana ekmek arası peynir bul dedi, ekmek mi kaldı saçmalama dedim, peynir bul o zaman dedi, onu buldum avuç avuç yedi, peynirler ağzında döküldü, al şunları dedi, aldım, elimi yıkadım geldim, ıkındı, bağırdı, bayıldı, bir saati aşkın süre sonra ayıldı, bak geliyor mu dedi; geliyordu.
-
Hani hemen herkesin hayalidir ya; bir kulübe, önünde akan bir dere, birkaç koyun ve tavuk. İşte o huzuru bir İsveç köyünde buldum. Heidi çizgi filmindeki yer gibiydi. Arada şehre gidiyordum ama zamanımın çoğunu köyde geçiriyordum.


Arzu taş doğurdu. O çok üzüldü ben pek üzülmedim. Taşa çocuğu gibi baktı, emzirmeye kalktı, onunla oynadı ve hala da bakmaya devam ediyor. Yılda bir iki canım araba sürmek istediğinde ziyaretine gidiyorum.

pazartesi - ıslık koçertom

Müziğin birleştirici gücünden bahseden kişileri hep dolandırıcı olarak görmüşümdür pazartesi sekizlik kombinasyonatörleri. Sekiz notanın sıralanmasından oluşan bir şey nasıl bu kadar büyütülür anlamazdım; ta ki geçen salı ikindisi durup dururken bir ıslık çalma gafletinde bulunana kadar. Ne menem, what a fuckin’ şeymiş.  Durduramıyorum kendimi. Kaç konçerto notaya dökemediğim için helak oldu.

*Küçük çılgınlıkları olmalı.
*Maruz kalmak istemediği şakaları ayda bir güncellemeli.
*Dış ticaret sempatizanı olmalı.
*Kulak memesine bir şey sokup deliği genişletiyorlar ya. onu yapmamalı.
*Silahını yanına almadan asla çarşı pazar gezmemeli.
*Vücudunu not defteri gibi kullanabilmeli.
*Güvenlik kamerası çalışmayan müesseseleri tercih etmeli.

Tam otuz saatlik yoğun çalışmamın sonunda üç buçuk dakikalık bir ıslık konçertosu çıkardım ve papyonumu smokinimi çekip elime radyomun antenini alıp balkonda icra ettim. İnsanlar büyülenmiş gibi izlediler, gözyaşları sel oldu. Bir son dakika haberine göre ülkelerin yarısı ulusal marş olarak kabul etmişler ve konçertoma söz yazmaya kalkan bin kadar kendini bilmez halkları tarafından aforoz edilmiş. Artık birçok ülkenin ulusal marşı aynı olduğuna göre onlar benim gözümde aynı ülke sayılır. İşte müziği birleştirici etkisi.