Muhteşem pazarlar sevgili kuzenler. Pazar pazar aklıma bir serdar abi pazar anısı geldi. Ben de sizlerle paylaşayım dedim. Baştan söyleyeyim sağlam dram ve çocuğun çocuğa istismarı içerir. Hatta o gün benim dünyanın düzenini çözdüğüm gün olarak da değerlendirilebilir.
İnanılmaz sıcak bir pazar günüydü. O zamanlar ben yaklaşık 5 yaşlarındaydım ve döneme hakim olan kuzenlerimin de bildiği gibi hem acayip tatlı bir velettim ve yetmezmiş gibi Turgut Özal'a benziyordum.
Neyse dediğim gibi o zamanlar şirinlik muskasıyım. Boynumda duvar saati gibi nazar boncuğu ile geziyorum ama nazarı engelleyemiyoruz. Bitmek bitmeyen bir ilgi var. Ailem her yanağımın sıkışmasından ya da öpülmemden bir tele alsa, şimdi hiçbiriniz çalışmıyor olurdu o kadar diyeyim.
O sıcak pazar gününe geri döneyim. Serdar abimle anneannemde oturmaktayız ve benden sadece dört yaş büyük olmasına rağmen devasa cüssesinden dolayı yetişkin birey sanılıp arada inzibat tarafından durdurulan, hafta sonlar aileden gizli inşaatta çalışan serdar abimin nedenini bana söylemediği bir maddi sorunu vardı. "Para lazım barış" diyor başka bir şey demiyordu. Önce beni ters çevirip salladı, para çıkmayınca da sinirle yere attı. Bense o zamanlar paranın ne olduğunu öğrenmişim ama ne işe yaradığını tam bilmiyorum. Tek bilgim annemin arada söylediği parayı yutmamam gerektiğiydi o kadar.
Biraz vakit geçtikten sonra Serdar abimin derin bunalımını kıran ise sokaktan duyduğumuz bir ses oldu "Suuuuuuuuu! Buuuuuuz gibi soğuk suuuuuu içeeeeeen!" Serdar abimin gözlerindeki dolar işaretini gördüğüme yemin edebilirim.
Sonra evdeki şişeleri su doldurup buzluğa attı ve pazarda iki tur atıp su satan tüm çok çocukları suları ile ıslatıp dövdü. Sonra bazı çocukları arkadaşlarını çağırdı,Serdar abi onları da dövdü. Bazılarının babası geldi. Serdar abi onları da dövdü. Zabıtalar zaten tırsmıştı ve daha buzluktaki sular donmadan pazarın su tekeli biz olmuştuk.
Serdar abi ile pazarda aşağı yukarı yürüyorduk ama serdar abiden korktukları için kimse su istememiyordu. Ben de utandığım için "Suuuuuuu" diye bağıramıyordum ve hiç su satamıyorduk. Tüm gözler bizdeydi ama ciro sıfırdı.
Baktı satış yok Serdar abi kulağıma yaklaşıp "Yarı yarıya ortağız" dedi. Eve çok para ile gitmek istemez misin?" Hadi bağır deyip kafama vurdu ve ben de bağırmaya başladım.
Ben bağırdıkça ve güneş kavurdukça insanlar sıraya giriyor ve su yetiştiremiyorduk. yarım saat sonra sol tarafıma Hayat Su kamyon yanaştırmıştı ve Serdar abi bazı kağıtları imzalıyordu. Pazar toplanmış gece olmuştu ama su içenlerin haddi hesabı yoktu. Sanki Sahra çölüne su getirmiş gibiydik. Hayır duası edenleri mi söyleyeyim, hamile kadınların su içip "inşallah oğlum sana benzer demelerini mi?" Adamın biri neden bilmiyorum bizden aldığı bardak sularla arabasını bile yıkadı ve kalabalık sabaha doğru dağılırken serdar abiye döndüğümde ne zaman işe aldığını bilmediğim muhasebe müdürü ile bir şeyler konuşuyordu.
"Abi ben yoruldum eve gitmek istiyorum" dedim. "Git ama sabah erken gel" dedi. "Para abi" dedim. O an serdar abime bir hapşırdık geldi ve cebinden çıkarttığı 10 dolara burnunu silip yere attıktan sonra "Bugün işler çok kesattı hiç para kazanamadık" dedi ve üstü açık spor arabası ile beni egzoza boğarak ufukta kayboldu.
29 Aralık 2017 Cuma
3 Aralık 2017 Pazar
aylinle teleferikte
Yine bilinç altımın dehlizlerinden korkunç bir hikaye ile karşınızdayım değerli kuzenler. Sene yine kayıp bende. H.Ö olduğunu hatırlıyorum sadece. Yine bir yaz günüydü. Rahmi abi Şırnak'ta terörle mücadele ediyor; o esnada tatilde olan sanatçı dostum Zeynep ablam, biricik yavrusu Selin ve ne yazık ki Aylin de evimizi onurlandırıyordu.
Ben beklendiği gibi Zeynep ablamla çılgınlar gibi eğleniyordum: yeni tatlar mı denemiyorduk, magazin programlarını sosyolojik olarak mı irdelemiyorduk, akşam serinliğinde yürüyüşlere çıkıp, *Mehmet Ali abiden nefret etmek için 20 sebepçilik mi oynamıyorduk. muhteşem günlerdi, muhteşem. Selinciğim de bize ayak uydurmaya çalışıyor ve o günlerde ergenliğin ilk sivilceli günlerini geçiren Aylin sanki benzinli arabası varmış da şehirler arası yolculuk yapmak zorundaymışcasına somurtuyor ve sadece bizim değil, tüm bahtiyar sokağın yaşam enerjisini emiyordu.
O bir hafta boyunca bizim sokakta üç intihar, iki cinnet, iki cinayet gerçekleşti. Aylin biraz daha kalsaydı sokağın hem başına hem sonuna polis karakolu kurulacaktı, geceleri polis helikopterlerinin sesinden uyuyamıyorduk.
Bir sabah kahvaltıda Zeynep ablamın elcağızları ile yaptığı zencefilli krepleri yerken Aylin "beni gezdirin yoksa sizi yaşadığınıza pişman ederim", dedi. Ben o ara Zeynep ablamın elcağızları ile yaptığı bitter çikolatalı pankeki gömüyordum. Her zaman yaptığımız gibi Aylin'i durmamazlıktan geldik, bu kendi aramızda aldığımız bir karar gibiydi. Ben tam Zeynep ablamın sabah elcağızları ile açtığı gözlemeleri ablamın getirdiği Antalya peynirine sararken Aylin gizlice arkamdan geldi ve bıçağı boynuma dayayıp, "Beni teleferiğe götürmezsen bu gözlemeyi yiyemezsin." dedi. Masaya baktım, herkes Zeynep ablamın bize sunduğu lezzetlere baktığından boynumda bıçaklı Aylin'i görmüyorlardı. "Tamam" dedim elimde frenç tostumla.
Modern faşizan Keçiören belediyesinin ilkel, gösterişli ve işe yaramaz bir icraatiydi teleferik. Hiç binmediğim gibi binmeyi dahi düşünmemiştim. Ama Aylin'de gözümü iyi korkutmuştu.
Önce babama dedim "teleferiğe binelim mi? Aylin çok istiyor" diye. Babam ekmek almaya gidiyorum deyip ceketini aldı ve on gün sonra Adapazarı il sınırında elimde iki ekmekle bulduk.
Sonra anneme teklifi sundum. Örgü örüyorum yoksa gelirdim dedi ve yedi gün yedi gece parmakları kanayana kadar ördü. O günden bu yana hiçbir kez aynı lifle iki kez yıkanmadık-Descartes, seviliyorsun karşiiiim-
Kimse Aylin ile teleferiğe binmek istemiyordu. Zeynep ablam ve biricik yavrusu Selin'e de kıyamıyordum, onlar bir ömür çekiyorlardı Aylin'i. Çaresiz Azrail'imle teleferiğin yolunu tuttuk.
Yaz dönemi turistik aktivitesi sınırlı Ankara'da herkes Anıtkabir ya da Kocatepe camiine gider akşamına doğru da teleferiğe binerdi. 8 kişilik teleferiğe binmek için insanlar 3 saat sıra bekleyebiliyorlardı ama sıraya Aylin girince kalabalık çil yavrusu gibi dağıldı. Bir anda kendimi bir teleferikte Aylin ile karşı karşıya buldum.
Metalin metale sürtme sesi dayanılmazdı. Aylin ise harikulade etkileyici, muhteşem göz alıcı Ankara manzarasına değil benim gözlerime bakıyordu. Bildiğim tüm duaları okudum içimden. Sol seküler ailenin çocuğu olmanın dezavantajlarından biri de buydu, bildiğim tüm dualar bir dakikadan daha kısa bir süre sonra bitti.
'Buraya kadarmış' dedim. Çaresiz teleferikten atlayacaktım. Çıplak elleri ile boğazımı sıka sıka beni öldürmesindense asvalta yapışmak daha iyiydi. Ama o an hayatta kalma güdüm aklıma muhteşem bir fikir getirdi.
Teleferik Keçiören şelalesinin üzerinden geçiyordu. Tam o an atlayacaktım.
Aylin ağır hareketlerle ayağa kalktı ve bana doğru yürümeye başladı. Bakışları her zamanki donukluğundaydı. Teleferik ise her zamanki yavaşlında hareket ediyordu. Hayatta kalmak istiyorsam yaklaşık beş dakika Aylinle mücadele etmem gerekiyordu.
Daha önce Aylinle hiç konuşmadığımı o an fark ettim ve konu açmak için çaresizce "Dersler nasıl yeaaa? Kaça gidiyon sen" dedim. Hiç cevap vermedi. "Noooolacak bu memleketin hali?" dedim çat diye. Yine reaksiyon alamadım.
"Sıcak değil de nem hep nem..." diye devam ettim ama hiç tınlamadı. "Ömer Abim mi daha itici Mehmet Ali Abim mi?" dedim, "Onlar kim?" dedi. "En sevdiğin filozof ?" dedim, "Seni sadece zevk için öldüreceğim" dedi.
Ve ben teleferiğin camını kırıp yukarı doğru tırmanmaya başladı. Teleferiğin üstüne çıktığımda Aylin'i karşımda gördüm. Diğer camı kırıp o da çıkmıştı. Bana, "Lütfen atlama, boğazını sıkarak seni öldürme hazzından beni mahrum etme", dedi. "Aylin" dedim gülümseyerek. "Bugün değil, Zeynep abla akşam yemeğine Ali nazik ve bademli perde pilavı yapacak, bugün değil " ve tam altımızdaki yapay Keçiören şelalesine atladım. Arkamdan da Aylin atladı.
Fışkırttığımız su ile fotoğraf çektirmeye gelmiş iki yeni evli çift ıslandı. Ortam gerildiyse de Aylin'i görünce tırstılar ve anlara havaları eşliğinde uzaklaştılar.
Biz de yol boyunca hiç konuşmadan eve kadar yürüdük Aylinle. Ali nazik ve perde pilavı inanılmazdı. Üstüne üstlük tatlı olarak da sanatçı dostum Zeynep abla bir cizkek yapmıştı ki akla zarar.
* oyun çok basit kalem kağıt alıp aynı anda Mehmet Ali abiyi sevmemek için nedenler yazıyorsun ve 20 olan kazanıyor. Biz o yaz Zeynep ablamla bu oyunu, her seferinde farklı liste yapmak koşulu ile her gece 2 ya da 3 kez oynadık. Övünmek gibi olmasın hep ben kazanırdım
* HÖ: Handan'dan önce
Ben beklendiği gibi Zeynep ablamla çılgınlar gibi eğleniyordum: yeni tatlar mı denemiyorduk, magazin programlarını sosyolojik olarak mı irdelemiyorduk, akşam serinliğinde yürüyüşlere çıkıp, *Mehmet Ali abiden nefret etmek için 20 sebepçilik mi oynamıyorduk. muhteşem günlerdi, muhteşem. Selinciğim de bize ayak uydurmaya çalışıyor ve o günlerde ergenliğin ilk sivilceli günlerini geçiren Aylin sanki benzinli arabası varmış da şehirler arası yolculuk yapmak zorundaymışcasına somurtuyor ve sadece bizim değil, tüm bahtiyar sokağın yaşam enerjisini emiyordu.
O bir hafta boyunca bizim sokakta üç intihar, iki cinnet, iki cinayet gerçekleşti. Aylin biraz daha kalsaydı sokağın hem başına hem sonuna polis karakolu kurulacaktı, geceleri polis helikopterlerinin sesinden uyuyamıyorduk.
Bir sabah kahvaltıda Zeynep ablamın elcağızları ile yaptığı zencefilli krepleri yerken Aylin "beni gezdirin yoksa sizi yaşadığınıza pişman ederim", dedi. Ben o ara Zeynep ablamın elcağızları ile yaptığı bitter çikolatalı pankeki gömüyordum. Her zaman yaptığımız gibi Aylin'i durmamazlıktan geldik, bu kendi aramızda aldığımız bir karar gibiydi. Ben tam Zeynep ablamın sabah elcağızları ile açtığı gözlemeleri ablamın getirdiği Antalya peynirine sararken Aylin gizlice arkamdan geldi ve bıçağı boynuma dayayıp, "Beni teleferiğe götürmezsen bu gözlemeyi yiyemezsin." dedi. Masaya baktım, herkes Zeynep ablamın bize sunduğu lezzetlere baktığından boynumda bıçaklı Aylin'i görmüyorlardı. "Tamam" dedim elimde frenç tostumla.
Modern faşizan Keçiören belediyesinin ilkel, gösterişli ve işe yaramaz bir icraatiydi teleferik. Hiç binmediğim gibi binmeyi dahi düşünmemiştim. Ama Aylin'de gözümü iyi korkutmuştu.
Önce babama dedim "teleferiğe binelim mi? Aylin çok istiyor" diye. Babam ekmek almaya gidiyorum deyip ceketini aldı ve on gün sonra Adapazarı il sınırında elimde iki ekmekle bulduk.
Sonra anneme teklifi sundum. Örgü örüyorum yoksa gelirdim dedi ve yedi gün yedi gece parmakları kanayana kadar ördü. O günden bu yana hiçbir kez aynı lifle iki kez yıkanmadık-Descartes, seviliyorsun karşiiiim-
Kimse Aylin ile teleferiğe binmek istemiyordu. Zeynep ablam ve biricik yavrusu Selin'e de kıyamıyordum, onlar bir ömür çekiyorlardı Aylin'i. Çaresiz Azrail'imle teleferiğin yolunu tuttuk.
Yaz dönemi turistik aktivitesi sınırlı Ankara'da herkes Anıtkabir ya da Kocatepe camiine gider akşamına doğru da teleferiğe binerdi. 8 kişilik teleferiğe binmek için insanlar 3 saat sıra bekleyebiliyorlardı ama sıraya Aylin girince kalabalık çil yavrusu gibi dağıldı. Bir anda kendimi bir teleferikte Aylin ile karşı karşıya buldum.
Metalin metale sürtme sesi dayanılmazdı. Aylin ise harikulade etkileyici, muhteşem göz alıcı Ankara manzarasına değil benim gözlerime bakıyordu. Bildiğim tüm duaları okudum içimden. Sol seküler ailenin çocuğu olmanın dezavantajlarından biri de buydu, bildiğim tüm dualar bir dakikadan daha kısa bir süre sonra bitti.
'Buraya kadarmış' dedim. Çaresiz teleferikten atlayacaktım. Çıplak elleri ile boğazımı sıka sıka beni öldürmesindense asvalta yapışmak daha iyiydi. Ama o an hayatta kalma güdüm aklıma muhteşem bir fikir getirdi.
Teleferik Keçiören şelalesinin üzerinden geçiyordu. Tam o an atlayacaktım.
Aylin ağır hareketlerle ayağa kalktı ve bana doğru yürümeye başladı. Bakışları her zamanki donukluğundaydı. Teleferik ise her zamanki yavaşlında hareket ediyordu. Hayatta kalmak istiyorsam yaklaşık beş dakika Aylinle mücadele etmem gerekiyordu.
Daha önce Aylinle hiç konuşmadığımı o an fark ettim ve konu açmak için çaresizce "Dersler nasıl yeaaa? Kaça gidiyon sen" dedim. Hiç cevap vermedi. "Noooolacak bu memleketin hali?" dedim çat diye. Yine reaksiyon alamadım.
"Sıcak değil de nem hep nem..." diye devam ettim ama hiç tınlamadı. "Ömer Abim mi daha itici Mehmet Ali Abim mi?" dedim, "Onlar kim?" dedi. "En sevdiğin filozof ?" dedim, "Seni sadece zevk için öldüreceğim" dedi.
Ve ben teleferiğin camını kırıp yukarı doğru tırmanmaya başladı. Teleferiğin üstüne çıktığımda Aylin'i karşımda gördüm. Diğer camı kırıp o da çıkmıştı. Bana, "Lütfen atlama, boğazını sıkarak seni öldürme hazzından beni mahrum etme", dedi. "Aylin" dedim gülümseyerek. "Bugün değil, Zeynep abla akşam yemeğine Ali nazik ve bademli perde pilavı yapacak, bugün değil " ve tam altımızdaki yapay Keçiören şelalesine atladım. Arkamdan da Aylin atladı.
Fışkırttığımız su ile fotoğraf çektirmeye gelmiş iki yeni evli çift ıslandı. Ortam gerildiyse de Aylin'i görünce tırstılar ve anlara havaları eşliğinde uzaklaştılar.
Biz de yol boyunca hiç konuşmadan eve kadar yürüdük Aylinle. Ali nazik ve perde pilavı inanılmazdı. Üstüne üstlük tatlı olarak da sanatçı dostum Zeynep abla bir cizkek yapmıştı ki akla zarar.
* oyun çok basit kalem kağıt alıp aynı anda Mehmet Ali abiyi sevmemek için nedenler yazıyorsun ve 20 olan kazanıyor. Biz o yaz Zeynep ablamla bu oyunu, her seferinde farklı liste yapmak koşulu ile her gece 2 ya da 3 kez oynadık. Övünmek gibi olmasın hep ben kazanırdım
* HÖ: Handan'dan önce
25 Kasım 2017 Cumartesi
Nasıl Yaşayacağımı Sen Mi Göstereceksin
Nasıl
Yaşayacağımı Sen Mi Göstereceksin
-show me how to live, klip cover-
-Vanishing Point filmine bir saygı duruşu-
Okul gergin bir yerdir ama okulun ilk günü en gergin gündür.
Kimseyi tanımıyorsunuzdur. Bina yenidir, sıralar yenidir, yüzler yenidir, öğretmen
yenidir. E yeni olan her şey sana yabancıdır. İlk ders bitip teneffüs zili çaldığında
sınıfta kimse ne yapacağınızı bilemez. Hemen herkes dışarı çıkar ve bir anda
bir grubun parçası olursunuz. Biraz tesadüfi, biraz sezgisel, biraz da şansla
belki geri kalan ömrünüzün en iyi arkadaşlıkları başlar.
Recep, Samet, Kadir ve Ulvi'nin yaşadığı da tıpa tıp aynı
durumdu. Linçten sonra İstanbul sokaklarına beraber karıştılar. Uzunca bir süre
yürüdükten sonra hepsi kendilerini Kadir'in arka camında "nasıl
yaşayacağımı sen mi göstereceksin" yazan; beyaz, çelik jantlı, 96 model Şahin’inde
buldular. Dört gün boyunca hiç durmadan arada şoför değiştirerek Anadolu
topraklarında araba sürdüler. Paraları yoktu; benzin ve yemek için bazen gasp
yapmak zorunda kaldılar, bazen de onları tanıyan pompacılar "Lafı mı olur
abi, içimizi soğuttunuz siz!" diyerek para istemediler. Çoğu da direnmedi.
Onlar da hiç para almadı.
Linçten sonra işledikleri suçlardan dolayı polis daha da bir
peşlerindeydi.
Kaçma psikolojisinden yavaş yavaş çıkmışlardı üstelik;
Anadolu'yu gezen bir grup gezgin gibiydiler. Şehir tabelalarının önünde
fotoğraf çektiriyor ve polise şaşırtma olsun diye bir gün sonra instagram
sayfalarında #adımadımanadolu #cennetvatanım #anadolu #birşahindörtsüvari
#tüplüveöfkeli #sikiyosayakala #beyazsahin gibi taglerle paylaşıyorlar, bazen
yolda onları tanıyan insanlara el sallayarak farklı bir yolculuk deneyimi
yaşıyorlardı.
Sabahın körüydü ve Samet'in sabah namazı için kırsalda bir
çeşme yanında durmuşlardı. Sabahları kırsal çok soğuk oluyordu. Samet sünneti
ve farzı kıldı, Recep sadece farzı hızlı hızlı kıldı, Kadir puflayarak
sigarasını içerken, Ulvi "Allah kabul etsin arkadaşlar" dedi ve yola
devam ettiler.
Çok farklı hikayeleri olan dört genç adamdılar. Hepsi
ülkenin farklı yerlerinde doğmuş ve büyümüştü. Ulvi kaçak yollarla gittiği
Almanya'dan altı ay sonra yakalanarak sınır dışı edilmiş ve bir kelime dahi
Almanca öğrenememiş içine kapanık bir Elazığlı iken; çekik gözlü Samet,
fedakarlığı tüm arkadaşlarınca ün salmış, engelli kardeşinden başka hiç kimsesi
olmayan ve kardeşi kaybolduktan sonra hafif cozutmuş bir Osmaniyeliydi. Recep
asabiyet sorunu çözülsün diye aldığı antidepresanların kendisini
aptallaştırdığını keşfedince ilacı yazan doktorun burnunu anlatılması ne yazık
ki imkansız bir uçan tekme ile kırıp aylarca hapis yatmış ve ödemesi gereken
maddi ve manevi tazminatları olan Sakaryalıyken; Kadir ise sessiz sedasız ve
kimsesiz, hayatta en sevdiği şeyi arabası olan, lider karakterli ama karakteri
ile de bir türlü barışamayan tipik Denizliliydi.
Saatte 150 km hızla giden bir tabuttaydılar ve konu bir
şekilde oy verdikleri partilere geldi. Recep "Büyük Birlik" dedi,
Samet "HDP” dedi, Ulvi “Akparti”, Kadir ise “CHP” dedi. Biraz vakit
geçtikten sonra da her dört erkek yan yana geldiğinde olduğu gibi futbol
konuşulmaya başlandı. Recep “Çok alakam yok ama ben her zaman Fenerbahçe’yi
tuttum” dedi. “Sorsanız beş oyuncu sayamam”. Samet ise “Ben Beşiktaşlıyım. Hem
de kendimi bildim bileli. Kardeşim de Beşiktaşlıydı ama futboldan hiç
anlamazdı” dedi. Derin bir sessizlik oldu Samet’in acısından sonra. Ulvi “ Ben Borussia
Dortmundluyum” deyince arabada bir kahkaha koptu. İnanın dördü de birbirinden farklı
gülüyordu. Samet kih kih’lerken, Kadir hahaha’lıyor; Ulvi puhahah’larken, Recep
ayağını bir kapana kaptırmış ayı gibi sesler çıkartıyordu. “Neden lan Borussia
Dortmund?” diye sordu Kadir. Ulvi ”Abi taraftarları çok iyi” dedi. Kadir “Bence
de taraftar takımdan önemli, Ankaragüçlüyüm, sırf taraftarından” dedi. Sonra da
bir Ankaragücü marşı söylemeye başladı.
-melodi nilüferin caddelerde rüzgar şarkısı-
“Statlarda rüzgar
Aklımda maç var
Zengin p.çlerinde
Polar var mont var
Harley davidsonlar
Ayfon 6’lar
Ananızı s.ksin
Tüm garibanlar”
Derin bir nefes ve
“Lara lara lay lay!
La la la lay lay!
Lara lara lay lay!
La la la lay lay!
Lara lara lay la
Lay la la lay!”
Araba bir anda bu marş ile inlemeye başladı. Dördü de
durmadan bu marşı söylüyorlardı. Namazından niyazında karakter olan ve ahiret
korkusundan dört gündür uyuyamayan Samet bile küfürlü kısmı en çok bağıra
bağıra söyleyendi ki; sollarından bir araba bunları sıkıştırmaya başladı.
Siyah bir şahindi araba. Camları filmli olduğu için içinde
kim olduğu belli olmuyordu ve plakası yoktu. Gölgelerinde anlaşıldığı kadar ile
iki kişiydiler. Bir kez soldan değdirdiler beyaz Şahin’e ve yoldan çıkartmaya
çalıştılar.
Kadir direksiyonu sıkı tuttu ve siyah Şahin’i o itti. Siyah
Şahin yoldan çıkar gibi oldu ama çıkmadı. Arkasından gitti bir süre beyaz
Şahin’in ve arkasından vurdu. Arabadakiler sağlam sarsıldı. Sol şeride çok sert
bir manevra ile geçti Kadir ve frene asıldı. Beyaz Şahin’e çarpmaktan son anda
kurtuldu Siyah Şahin, istemsizce öne geçti. Bu sefer Kadir arkadan yüklendi
Siyah Şahin’e ve tamponuna yapışık bir şekilde biraz gittikten sonra arkadan
hafifçe yanından geçip sağından dokundu ama arabayı yoldan çıkartmadı. Bir kez
daha denedi ama bir türlü olmuyordu. Nasıl Kadir arabasını ne kadar iyi
tanıyorsa, siyah Şahin’in sürücüsü de bir o kadar cevvaldi.
Birbirilerini birkaç kilometre ittiler ve en sonunda siyah
Şahin’in arka sol lastiği patladı. Lastik patlayınca arabanın kontrolünü
kaybeder gibi oldu. O anda Kadir solda bir kez daha vurdu ve arabayı taça attı.
Siyah Şahin önce yoldan çıktı, sonra da engebeli araziye o hızla girdiği için
üç yan takla atıp anca durabildi.
Frene asıldı hemen Kadir. Geri vitese takıp siyah Şahin’in
hizasına geldiler. Patlama falan yoktu.
“Yoldan çıkarken araba sanki birine vurdu" dedi Samet.
Kadir, "Kırsalda kim olabilir, sana öyle gelmiştir" diye cevap verdi.
Ulvi "Köpektir belki" dedi umursamazca; Recep ise "Neyse ne
boşver! Bu olay midemi bulandırdı, hızlı hareket edelim" dedi.
Dediği gibi de yaptılar. Son sürat hareket ettiler. Yeni
yeni başlayan muhabbetleri son olaydan sonra bıçak gibi kesilmişti. Hepsi bir
tedirgin ve hepsi bir gergindi. Sanki arkalarından polis arabaları kovalıyormuş
gibi bir hisse kapıldılar. Kadir direksiyondaydı ve bir çeşme bulup sağa çekti;
hepsi çömeldi ve dakikalarca hiç konuşmadılar. Arabadan Gökhan Doğanay’dan
Düştüm Dara Beladayım çalıyordu. Şarkı bitince sıra ile kalkıp aynı şarkıyı
yeniden açıyorlardı ki; polis sirenlerini duydular.
Duyar duymaz da yerlerinden fırlayıp arabaya bindiler ve
Kadir gaza asıldı. Polis arabaları arkalarındaydı ve yaklaşıyordu, Kadir ise
hızlanabildiğince hızlanıyordu. Dikizden baktığında en az 10 polis arabasının
arkalarında olduğunu saydılar. İyi model polis arabaları daha hızlı gidebilecek
olmalarına rağmen beyaz Şahin'e yaklaşmıyorlardı. Takip gibi bir şeydi
yaptıkları. “Gazımızın bitmesini bekliyorlarsa çok beklerler” dedi Recep.
Haklıydı da. En az 300 kilometrelik gazları vardı
Yarım saat kadar böyle yol aldıktan sonra, önce polis
arabaları dikizden kayboldu, ardında da sirenleri duyulmaz oldu. Arabadaki
dörtlü de polisi atlatamadıklarının farkındaydı. Kadir ayağını gazdan hiç çekmiyordu. İbre 140 ile 160 arasında gidip geliyordu.
Polisleri gerilerinde bırakmalarının üzerinden az bir zaman
geçmişti ve sağlarındaki mavi tabelada kurşunlarla delik deşik edilmiş BALA
yazısını, yolun üstünde de odundan yapılmış bir ‘BALA’YA HOŞGELDİNİZ’ tabelasını
gördüler. “Hoşbulduk” dedi Ulvi. Çok gereksiz bir hareket olmuştu Ulvi’nin şaka
girimi. Arabada kimse Ulvi’ye tepki vermedi.
Bala’ya girmelerinin üzerinde de çok geçmeden yolun
daraldığını fark ettiler, bir dakikadan da kısa süre sonra da iki buldozerin
kepçeleri ile yolu kapattığını. Halk iki buldozerin etrafındaydı ve polis
kalabalığı dağıtmaya çalışıyordu. Birkaç polis de silahları ile beyaz Şahin'e
nişan almışlardı.
Kadir buldozerleri görür görmez "Beyler durmuyorum!",
diye bağırdı. Aynı anda Samet, Ulvi ve Recep de; "Durma!" diye
bağırdılar. Bu dört adam, dört gün sonra ilk kez bir konuda aynı kanıya
varmışlardı. Ayağını gaz pedalına yapıştırdı Kadir.
Ve buldozere çarptılar.
Sonrası sağlam bir patlama ve büyük bir ateş topu.
Beyaz Şahin üzerine basılmış bir kola kutusu gibi ezildi.
Arabanın kaputu ise bir şahin gibi havalandı ve buldozerlerin arkasına doğru
süzülüp düştü.
Üstü başı yırtık, yüzü gözü kirli, saçları üç numara,
burnunda sümükleri yeşil yeşil kurumuş, dört beş yaşlarında, çelimsiz bir çocuk
koştu ve kaputu çeke çeke evine götürmeye başladı. Akşam işten gelecek olan
hurdacı babasına verecekti. Diğer Balalılar da itfaiyenin yangını söndürmesini
benzer kaygılarla bekliyorlardı.
19 Kasım 2017 Pazar
ömür abim ile mantar deneyimi
Ya 99 ya da 2000 yazıydı değerli kuzenler. Çok net hatırlamıyorum. Bunun nedenini hikayenin sonuna doğru bulabilirsiniz.
Okul falan yok, evde oturup futbol menejerlik oynamaktan başka bir şey yapmadığım yıllar. Üstüne üstlük bilgisayarım bozulmuş ve intiharın eşiğindeyim. Son akraba ziyaretlerimi yapıyordum; amacım hem son kez helallik almak hem de vazgeçmek için umut aramaktı.
Hava leş gibi sıcaktı, iğrenç bir öğlendi ve anneannem her zamanki sevecenliği ile saçıma, sakalıma ve göbeğime kızıyordu. Ben de evdeki eşyaları incelerek nasıl intihar edebileceğimin yollarını arıyordum. Bıçak kullanarak zordu, hiç kullanmamıştım ve beceremezdim, ki bıçaklı cinayetler öfke cinayetidir, kendimle o kadar büyük bir derdim yoktu. Küveti doldurup içine tost makinesi ya da saç kurutma makinası atsam diye düşündüm ama onlar da anneannemin evinde yoktu, ki anneannem küveti doldurdum diye ağzıma tükürürdü. Zaten ev kotta, atlasam olmaz da derken kapı çaldı. Gelen Ömür abimdi.
Hayatta kendimden daha çok üzüldüğüm tek insandı Ömür Abim. Ömer ve Mehmet Ali abilerin ortancası olmak. Ömür Abime derdimi anlatmaya karar verdim ama bir yandan da korkuyordum. Adamın zaten derdi başından aşkındı. Bardağı taşıran son damla olmak istemiyordum ama benim de de sıkıntımı anlatmam gerekliydi. İçim şişiyordu.
"Abi" dedim, "Canım çok sıkılıyor"
"Neyin var be tosba?" dedi
"Canım sıkılıyor abi" dedim "Bu koalisyon çok dayanmaz. Refah partisindeki gençler ayaklanıyorlar. Recep Tayyip Erdoğan karizmatik bir lider portresi çiziyor. ANAP ve Doğruyol partileri tükendi, merkez sağ oyları çekerler, liberallerden de oy alırlar. Mehepe de baraj altı kalırsa tek başına iktidar olur bunlar. Bu gazla birçok seçim kazanabilirler, kazanan her seçim Tayyip Erdoğan'ı sertleştirebilir artı yalnızlaştırabilir ve ilerleyen 15 yılda bir askeri darbe girişimi ve bir..." diye anlatıyordum ki abim susturdu beni.
"Senin derdin bu tosba" dedi "Çok düşünüyorsun ama icraat yok." "Mehmet Ali abiyi dövsem yardım eder misin abi?" dedim.
"Çok isterdim ama edemem", dedi. Sonra "Gel aşağı kömürlüğe inelim, sana son projemi göstereyim" dedi.
Kömürlüğe indiğimizde manzara çok ilginçti. Ömür abim her yerde mantar yetiştiriyordu. Beyaz tatlı minnoş mantarlar. "Tosba" dedi. Elinde saat gibi bir şey vardı. "Bu alet nemi ölçüyor" nem olmazsa mantar olmaz. İnsan da bir şeylerle uğraşmalı. Yoksa insan olmaz"dedi. Ben ortamın atmosferine bayılmıştım. Gayet serin ve nemliydi, tüm yazı orada geçirmek istedim.
Sonra Ömür Abi bir parça mantar kopartıp bana verdi ve bu çiğ yenir dedi. Sonra aynı mantarın kalanını da o yedi.
Sadece birkaç dakika sonra inceden başım dönmeye başladı ve düşmemek için duvar kenarına oturdum. Baktım Ömür Abi de bir triplerde. Sağa sola uçan tekme atıyor; bağırıp çağırıyor. "Abi ne yapıyorsun?" dedim , " Kerim Abdul Cabbarı dövdüm sırada Chuck Norris var. Su gibi olacaksın tosba, girdiğin kabın şeklini alacaksın. Su gibi çarpacaksın, şelale gibi olacaksın" dedi. Bir baktım ben de ayağa kalkmışım düşman figürasyonu dövüyorum, kuşak olarak Ömür Abim üstte olduğu için esas kötü adamları o dövüyor. Yarım saate yakın Japon dövünce bende takat kalmadı ve çöktüm, ama Ömür Abim ninja adam. Bir saat daha dövdü adamları. Sonra yanıma çöktü. "Bu adamları neden bu kadar dövdüm biliyor musun tosba?" dedi. "Film çekimi değil mi abi bu? Bende çok sert vurmadım" dedim. "Ne filmi tosba!" dedi ve ense köküme tokatı çaktı. "Bir kız seviyorum; çekik gözlü, imam hatip mezunu Lucy Liu. Kayserili Chun-li" dedi.
Gönül işleri uzmanlık alanım olduğu için kimsenin veremeyeceği bir akıl verdim. "Abi seviyorsan git konuş" dedim.
Sonrası da biraz kopuk bende. Ama Nasıl olduysa Hatice yengemin kapısının önünde buldum kendimi. Sanırım Ömür Abim daha önce kendine gelmiş ve geri dönmüştü çünkü tektim. Eve 50 saat kadar sonra Ankara'ya dönebildim. Kayseri'ye yaptığım içsel yolculuk hiçbir işe yaramamıştı ve hala kafamda intihar fikri geziyordu ki babamın bilgisayarı yaptırdığını gördüm. Ve eylül on beşe kadar hiç makinanın başından kalkmadım.
Okul falan yok, evde oturup futbol menejerlik oynamaktan başka bir şey yapmadığım yıllar. Üstüne üstlük bilgisayarım bozulmuş ve intiharın eşiğindeyim. Son akraba ziyaretlerimi yapıyordum; amacım hem son kez helallik almak hem de vazgeçmek için umut aramaktı.
Hava leş gibi sıcaktı, iğrenç bir öğlendi ve anneannem her zamanki sevecenliği ile saçıma, sakalıma ve göbeğime kızıyordu. Ben de evdeki eşyaları incelerek nasıl intihar edebileceğimin yollarını arıyordum. Bıçak kullanarak zordu, hiç kullanmamıştım ve beceremezdim, ki bıçaklı cinayetler öfke cinayetidir, kendimle o kadar büyük bir derdim yoktu. Küveti doldurup içine tost makinesi ya da saç kurutma makinası atsam diye düşündüm ama onlar da anneannemin evinde yoktu, ki anneannem küveti doldurdum diye ağzıma tükürürdü. Zaten ev kotta, atlasam olmaz da derken kapı çaldı. Gelen Ömür abimdi.
Hayatta kendimden daha çok üzüldüğüm tek insandı Ömür Abim. Ömer ve Mehmet Ali abilerin ortancası olmak. Ömür Abime derdimi anlatmaya karar verdim ama bir yandan da korkuyordum. Adamın zaten derdi başından aşkındı. Bardağı taşıran son damla olmak istemiyordum ama benim de de sıkıntımı anlatmam gerekliydi. İçim şişiyordu.
"Abi" dedim, "Canım çok sıkılıyor"
"Neyin var be tosba?" dedi
"Canım sıkılıyor abi" dedim "Bu koalisyon çok dayanmaz. Refah partisindeki gençler ayaklanıyorlar. Recep Tayyip Erdoğan karizmatik bir lider portresi çiziyor. ANAP ve Doğruyol partileri tükendi, merkez sağ oyları çekerler, liberallerden de oy alırlar. Mehepe de baraj altı kalırsa tek başına iktidar olur bunlar. Bu gazla birçok seçim kazanabilirler, kazanan her seçim Tayyip Erdoğan'ı sertleştirebilir artı yalnızlaştırabilir ve ilerleyen 15 yılda bir askeri darbe girişimi ve bir..." diye anlatıyordum ki abim susturdu beni.
"Senin derdin bu tosba" dedi "Çok düşünüyorsun ama icraat yok." "Mehmet Ali abiyi dövsem yardım eder misin abi?" dedim.
"Çok isterdim ama edemem", dedi. Sonra "Gel aşağı kömürlüğe inelim, sana son projemi göstereyim" dedi.
Kömürlüğe indiğimizde manzara çok ilginçti. Ömür abim her yerde mantar yetiştiriyordu. Beyaz tatlı minnoş mantarlar. "Tosba" dedi. Elinde saat gibi bir şey vardı. "Bu alet nemi ölçüyor" nem olmazsa mantar olmaz. İnsan da bir şeylerle uğraşmalı. Yoksa insan olmaz"dedi. Ben ortamın atmosferine bayılmıştım. Gayet serin ve nemliydi, tüm yazı orada geçirmek istedim.
Sonra Ömür Abi bir parça mantar kopartıp bana verdi ve bu çiğ yenir dedi. Sonra aynı mantarın kalanını da o yedi.
Sadece birkaç dakika sonra inceden başım dönmeye başladı ve düşmemek için duvar kenarına oturdum. Baktım Ömür Abi de bir triplerde. Sağa sola uçan tekme atıyor; bağırıp çağırıyor. "Abi ne yapıyorsun?" dedim , " Kerim Abdul Cabbarı dövdüm sırada Chuck Norris var. Su gibi olacaksın tosba, girdiğin kabın şeklini alacaksın. Su gibi çarpacaksın, şelale gibi olacaksın" dedi. Bir baktım ben de ayağa kalkmışım düşman figürasyonu dövüyorum, kuşak olarak Ömür Abim üstte olduğu için esas kötü adamları o dövüyor. Yarım saate yakın Japon dövünce bende takat kalmadı ve çöktüm, ama Ömür Abim ninja adam. Bir saat daha dövdü adamları. Sonra yanıma çöktü. "Bu adamları neden bu kadar dövdüm biliyor musun tosba?" dedi. "Film çekimi değil mi abi bu? Bende çok sert vurmadım" dedim. "Ne filmi tosba!" dedi ve ense köküme tokatı çaktı. "Bir kız seviyorum; çekik gözlü, imam hatip mezunu Lucy Liu. Kayserili Chun-li" dedi.
Gönül işleri uzmanlık alanım olduğu için kimsenin veremeyeceği bir akıl verdim. "Abi seviyorsan git konuş" dedim.
Sonrası da biraz kopuk bende. Ama Nasıl olduysa Hatice yengemin kapısının önünde buldum kendimi. Sanırım Ömür Abim daha önce kendine gelmiş ve geri dönmüştü çünkü tektim. Eve 50 saat kadar sonra Ankara'ya dönebildim. Kayseri'ye yaptığım içsel yolculuk hiçbir işe yaramamıştı ve hala kafamda intihar fikri geziyordu ki babamın bilgisayarı yaptırdığını gördüm. Ve eylül on beşe kadar hiç makinanın başından kalkmadım.
30 Ekim 2017 Pazartesi
İki Cücenin İlk Sahnesi Ya da Miraç'ta Zaten Hep Bir Gariplik Vardı
7.İki
Cücenin İlk Sahnesi
Ya
da
Miraç'ta
Zaten Hep Bir Gariplik Vardı
Basın ve zengin zümre linçten
sonra linç edecek birilerini arıyor ama bulamıyordu. Hepsi sıradan
vatandaşlardı 208 öfkeli adamın. Aralarında farklı hikayesi olanlarından
biriydi Miraç.
Mesela Miraç iki özel
üniversitenin uluslararası ilişkiler bölümünü terk etmişti ve buna kimse
şaşırmamıştı. Sonra bedelliyi hak etmiş ve istese 18 bin lirayı rahatlıkla
bulabilecek olmasına rağmen uzun dönem askerlik yapmayı tercih etmişti ve buna
da kimse şaşırmamıştı. Özellikle komando olup gönüllü olarak doğuda görev aldı
ve bu da son derece Miraç'ın karakterine uygun bulundu. Askerliği bittikten
sonra tezkere bırakıp göreve devam etmesi de tam Miraçlık bir hareketti. Emre itaatsizlik,
ekip çalışmasına uymama, sivilde askere uygun yaşamama gibi sebeplerden dolayı
YAŞ kararı ile ordudan ihracı Miraç'ı tanıyan tüm çevreler tarafından beklenen
bir gelişmeydi.
Ve asıl önemlisi Miraç neşeli
türkücü diye tanınan Karadenizli ünlü bir türkücünün ilk eşinden olan en büyük
oğluydu. Ama Allah'ı var, ne tipi ne de huyu zerre babasına benzemezdi. Soğuk
saygılı bir ilişkileri vardı uzun yıllardır.
Babadan kaynaklı bir anda linçin
yüzü oldu Miraç. Televizyonlarda gazetelerde boy boy resimleri yayınlandı.
Sanki linçi tek başına yapmış gibiydi. Babasından, annesine, ebesinden,
ninesine, kardeşlerinden, baba bir kardeşlerine, askerlik arkadaşlarından, hemşerilerine;
hatta köylerinin kalkındırma derneği üyelerine kadar kimi sıkıştırdılarsa
mikrofonlarla saldırdılar. Herkesler de ağız birliği etmişçesine aynı şeyleri
söyledi "Miraç'ta zaten hep bir gariplik vardı"
Miraç'ta zaten hep bir gariplik
vardı.
Sanal dünyada da hızla ünlendi
Miraç. Resimleri eşliğinde babasının söylediği "Çırpınırdı Karadeniz"
türküsü kısa zamanda YouTube'da milyonlarca kez dinlendi ve yorum kısmında
Karadenizliler resmen birbirlerine düştüler. Az bir kısım meslektaşlıktan ya da
hemşerilikten müteahhittin tarafını tutsa da büyük bir kısım Miraç'ı övüyor,
kahramanlaştırıyordu. Yorum kısmından birbirine düşen bazı Karadenizli
vatandaşlar birbirlerine mekan verip; yer yer silahlı, yer yer ise silahsız
çatışmalar yaşıyorlar ve gazetelerin internet sayfalarının alt kısımlarında
anca kendilerine yer bulabiliyorlardı.
@thenorthtruth
'Bence babam sattığı sahte
mutluluğun karşılığını alıyor sayılır'
'Kız kardeşimin göbeğinin
açılmasına alışmaktan koru beni Yarabbi'm'
'Trafik polisleri robot olmalı'
'Paranın Allah belasını vermiş'
'Şerefsizlik para ile bulaşan bir
hastalıktır"
'Sivrisinekler ve şarkıcıların
ortak özellikleri hakkında kitap yazabilirim"
"Metrobüse binenden para
alınmamalı, para verilmeli"
NTV akşam haberleri kuşağında
Miraç'ın bu twitleri psikiyatristler, sosyal medya fenomenleri ve emekli
emniyet görevlileri tarafından yorumlanmaya çalışırken aynı anda Miraç
Karadeniz dağlarında yapayalnız cebinde 15 çakmak, bir sırt çantası dolusu
sigara, bir suluk -son anda akıl etmiş ve bir kırtasiyeden almıştı- ve bir
Rambo bıçağı dolanıyordu. Linçin üzerinden bir hafta bir gün geçmişti. Miraç'ın
nerede olduğunu gerçekten de kimse bilmiyor ama herkes çocukluk yazlarının
geçtiği Karadeniz dağlarında ya da yaylalarında olabileceğini tahmin ediyordu.
Hava serin, koşullar sarptı ama bunlar Miraç'a vız gelip tırıs giderdi.
Birkaç nefes ota hayır demem, diye
düşündü yürürken. Doğuda görev yaparken bazı otları sarıp içerlerdi komutandan
habersiz. Kimisi iyi kafa yapar, kimisinin kafası geç gelir, kimisi de
etkilemez ama plesibo etkisi gibi etki yapar ve kendi kendilerine kafa olmuş
gibi davranırlardı. O an Miraç'ın bir kafa güzelliğine ihtiyacı vardı,
yalnızlık derinden koymaya başlamıştı.
Bulduğu ve kafa yapacağına
inandığı otları ucundan tütününü döktüğü sigarasının ucuna ekleyip kapak yaptı;
ağzında babasının clup mix yapmaya kaşkıp içine tükürdüğü ‘Hayde!’ türküsünün
Yavuz Turgul’un Av Mevsim’indeki sahnesi vardı. Filmi düşündü birkaç dakika,
dağların sessizliği düşünceyi güçlendiriyordu.
Ot iyiydi, kafası vardı. Derin
derin çekti cigarasını, sanki 20 saatlik uçak yolculuğundan inmişti Avustralyalı
misali. Birkaç nefesten sonra bir kaya bulup zar zor oturdu, inceden başı
dönüyordu. Kaptan Amerikalı suluğundan kana kana birkaç yudum alırken Miraç
gülümsüyordu, hem de sekiz gün sonra ilk kez.
İlk aklına gelen yüzerek Batum'a
geçmek oldu. Çakmakları ve sigaraları satıp kazandığı para ile kollu
makinalarda oynayıp biraz sermaye yapacak, sonra poker masasında elinde kent
varken rest çekip iyice zengin olacak, sonra Google’a suçlu iadesi olmayan
ülkeler yazıp; mevsimi Karadeniz gibi bol yağmurlu, bitki örtüsü Karadeniz gibi
bol ormanlık olan bir ülkeye yatı ile uluslararası sulardan gidip iltica edecek
ve orada müteahhitlik yapacaktı.
Müteahhit mi? Bunu nasıl
düşünebilirdi! Hınçla bir nefes daha aldı ve "Of! Offf!" dedi. Öyle
bir ofladı ki, karşıki dağlar duyguyu aldı.
Bu seferki planı daha ilginçti.
Köylüyü örgütleyecekti. Rize köylerini geceleri jandarma arabası gittikten
sonra ziyaret edecek. Onlara kendinden ve temsil ettiği değerlerden
bahsedecekti. Bir nevi Rizeli Buda sayılabilirdi. Kendisi de babasının mirasını
reddedip yollara düşmüştü. Bir davası, savaşı vardı. İlk milletvekili seçiminde
bağımsız aday olup milletvekili seçilecek ve dokunulmazlık alacaktı. Ve halkın
da verdiği destek ile zenginlere savaş açacaktı. "Nasıl hemşerim Uzanları
yediyse ben de tüm zenginleri yiyeceğim!" diye bağırdı. Sesi dağlara
çarpıp, Karadenizden sekip, Miraç'a geri döndü.
Az biraz yürüdü, sonra bulduğu
otluğa uzanıp otlu cigarasından çekerken ayak sesleri duydu Miraç. Komando
günlerinden kalma bir çeviklik ile hemen pozisyon aldı ve eli Rambo bıçağına
gitti. Ayak seslerinden iki kişi olduklarına kanaat getirdi. Elbette peşine
jandarma düşecekti ama asla iki kişi gezmezlerdi, hele de akşamın bu saatinde.
Hemen başının üstündeki dişbudak ağacına tırmandı ve ağacın dalına anakonda
gibi sarılıp gelecekleri beklemeye koyuldu.
Gelenler iki kişiydi. Siyah takım
elbise giymiş, İtalyan kesim ceketlerinin cebinde beyaz büyük mendilleri olan;
karakteristik burunlu ve briyantinli saçlı, iyi ile komik arası gözüken iki cüce.
Gecenin köründe, memleket
dağlarında, takım elbise giymiş iki cüce görmek; diye düşündü. "Yalnız iyi
ot bulmuşum" diye de kendi kendine konuştu. Cüceler sesi duyup dikkat
kesildiler. Miraç ağaçtan aşağı sallandı ve kendini bıraktı; dengesi çok bozulmuştu,
bel üstü çakıldı. Cüceler bir an şaşırıp birbirlerine baktılar. Miraç yerden
doğrulanırken "Gençler naber yaa!" diye bağırdı. "Durun ben
tahmin edeyim" sağdaki cüceyi gösteri "Sen genç duruyorsun, sen
Duncan olmalısın" sonra da soldaki cüceyi gösterdi "Sen de Robinson.
Şansa bak ya... Gece gece yolum ikiz kulelerle kesişti"
Krize girmiş gibi gülüyordu Miraç
ve iki cüce hiçbir şey anlamadıkları için donuk ve tetikte Miraç'ı
izliyorlardı.
Devam etti Miraç "Kaç gündür
kimse ile konuşmadım ve canım çok konuşmak istiyor. Ama gerçek değilsiniz ki.
Keşke gerçek olsaydınız, size anlatacak inanılmaz bir hikayem vardı."
Ağır çekimde ayağa kalktı Miraç,
cücelerin yanına gitti ve Duncan'dan makas aldı. "Aynı gerçek gibisin
lan" deyip saçını da okşayıp aralarından geçip gitti. İki adım atmıştı ki,
cücelerden makas alınan gerçekten de Duncan gibi zıplayıp bir eli ile Miraç'ın
boğazından sıkıp diğer eli ile kürek kemiğinin arasından Sürmene çakısını
şapladı. Miraç yere düştükten sonra hızlıca toparlanıp çakıyı aynı yere farklı
bir açı ile kez daha sapladı. Toprak Miraç'ın kanını emerken diğer cüce
"Naptin uşağum? Büyük abi canlı istediydu?" dedi. Eli kanlı cüce de beyaz mendili ile elini ve
Sürmene çakısını silerken "Sinirimi bozdi soytarinin döli" diye cevap
verdi.
Gecenin devamında Miraç'ın başında
birer sigara içtiler ve telefon çeken bir yer bulup büyük abilerine
öldürdüklerini söylediler. Biraz küfür yedikten sonra Miraç'ın cesedinin bol
bol fotoğraf çekip Karadeniz'e attılar. Miraç’ın Batum’a vurması 15 günü aldı.
*Duncan ve Robinson iki Amerika’lı
basketbol oyuncusudur.
şitiv hodjama sorular devam
1.Engebeli cehalet yollarını ilmi ile bir silindir gibi
ezerek düzelten, farkındalık eşiği en yüksek birey, minnoşluk abidesi insan Şitiv
Hodjam.
Güneş enerjisi ile çalışan tek kişilik bir uçak ile
okyanusun üzerinde giderken teknik bir arızadan dolayı zorunlu iniş yaptığım
adada yaşayan dinsiz bir kabile beni tanrı sanırsa – önümde diz çökmeler,
tapınma benzeri hareketler ve sunulan hediyeler bakireler-, dillerini öğrenene
kadar geçen süre içerisinde tanrı gibi takılsam sıkıntı olur mu?
Kalbinizin ısısı ve gülümsemenizin sıcaklığının şu an
dünyadaki en kalabalık din olan münafıkların kalbinin buzunu çözmesi dileğiyle.
2. Verdiği nefeste karbondioksit dahi bulunmayan, sıfır
karbon salınımı karakter Şitiv Hodjam...
Madem konu karbondan açıldı, öyle devam edeyim. Torunlarının
torunlarının torunlarınını... - bu böyle binlerce nesil devam eder- torunları rahat
etsin diye toprağın altına karbon eken bir adamın milyon yıl sonra elmasını
biçen torunu, kazandığı para ile zina kelimesinin anlam aralığını genişletecek
denemelerde bulunsa, çevreyi öyle kirletse ki ders kitapları değişse ve huzur
evi yakma projesi geliştirip bunu yaygınlaştırsa; tarlayı eken dedesi
günahların ne kadarından sorumludur.
Benimse torunlarımın torunlarının torunlarına bırakacağım en
büyük miras sizinle vatsap arkadaşlığım olacaktır.
3. Pek muhteşem Şitiv Hodjam
İlerleyen zamanlarda yaşanması muhtemel bir Avusturalya İç Savaşının
sonunda siyasi olarak kıta ikiye bölünse ve sınıra mayınlar ekilse. Mayın
tarlalarının arasındaki alanda sadece bizon ve kangurular kalsa. Bir süre sonra
bu hayvanların cinsel münasebetleri sonucunda vücut duruşu bizon ve kanguru
arası, dört ayaklı, iki keseli, tek boynuzlu, her yere zıplayarak giden
hayvanlar türese.
Savaşı islam güçleri bitirip mayınlı araziyi temizledikten
sonraki ilk kurban bayramında bu türü kesebilir mi? Eğer kesebilirse bu türe
kaç ortak girebilir?
Kokunuzu özleyen biricik müridiniz.
4. Gülümsemesi periyodik cetvelin en üstünde, soy gazların
tepesinse olması gereken göz kamaştırıcı gülümsemeli insan Şitiv Hodjam.
Malumunuz iyi kötünün türevidir ve basit diyalektik anlayışa
göre de her şey zıttı ile var olur. Temelde İslamiyet’in zıttı olarak
tanrıtanımaz, Allahsız disiplinleri almamız gerekse de yaygınlık temelli baktığımızda
İslamiyet’in rakibi İseviliktir.
Tamamen ve tamamen İslamiyet için, kolpadan bir Hz. İsa geri
döndü numarası çeksek, ben de Hz. İsa rolünü oynasam. İsevileri kandırıp dini
duygularını ve paralarını sömürsek. Tabi öncelikle paralarına çöküp elde
ettiğimiz paralar ile avm işine girsek. Bunlar iyice sömürdükten, iliklerini
kemiklerini emdikten sonra da ben bir cuma öğlen herkesi önce kiliseye
çağırsam, önce bir vaaz patlatıp sonra 'Repeat after me!' deyip kelimeyi
şahadet de ettirdikten sonra herkese cumayı kıldırsam. En sonda da yere karton
serdirip meymenetsiz bir yaşlıya "Camiye yardım camiye yardım, boş
geçmeyelim" dedirtip çevirebildiğim kadar İsevi’yi İslam’a çevirsem, bana
günah yazılır mı?
Faceten sizin doğum gününüz olduğunu öğrendim. Tüm pastanelerin
kandil simiti çıkartması ümidiyle.
5. Muhteşemlikle muhteremliğin harika uyumu, toplumun yapı
taşı, arkemiz Şitiv Hodjam.
Nasıl tohum ekmeden ürün biçilemezse, biz zaaffull?! müritlerinizin
de temel eksikliğinin tohumsuzluk olduğunu düşünmekteyim. Sizler gibi şeyh
torunu olmayı bir kenara bırakın; yarın bir gün soy ağacı neandertalden, makat
maymununa; bankerden, hayali ihracatçıya kadar devasa yelpazede müritleriniz
olacaktır. Ki beynelmilel hedefleriniz içerisinde tüm dünya hakimiyetinin
olmama ihtimalini düşünemiyorum dahi.
Hodjam diyorum ki eğitim kurumları kurup Kızılay’a memur mu
yetiştirsek? Sonra sizden aldığımız kanı Kızılay’daki kanlara damlalıkla eklesek.
Her bir litreye bir damla. Hem böylelikle kan grubunuzdaki hastalara deva
olsanız, hem de kanınızı alanların gönül perdesi kalksa ve müritiniz olsalar.
Asıl sorum şu olacak hodjam. Planımı kabul buyurursanız uzun
vadede dergahtaki aşırı Arh+ mürit oluşu toplumla aramızda bir kan
uyuşmazlığına yol açar mı?
Her yağmur yağdığında kafama düşen damlaların yolunun
bedeninizden geçmiş hidrojen ve oksijen moleküleri olduğu hayalini kuruyorum.
6. Bir annemin yaptığı yaprak sarmasına, bir sabah uykusuna,
bir de sizin eşsiz sohbetinize doyamıyorum maxi-muhteşem Şitiv Hodjam.
Sabahlardır aklımda dönen ilginçlik üst sınırında bir fikir
var; acaba sizinle birlikte ikinci bir Nuh, üçüncü bir Adem peygamber oluşumuna
gitsek. Elbette sizden peygamberlik beklemiyorum ama çevreme bakıyorum da çok
fazla genetik artık var. Bu insanlar nasıl doğal seçilimle gelmişler, nasıl en
hızlı spermler anlam veremiyorum.
Konuya gelince bence çok fazla insan ile muhatap oluyorsunuz
ve bu sizi istemsizce yoruyor. Acaba zevceniz Buse Hanım ile sizi ıssız bir
adaya mı göndersek? Siz ikiniz baştan bir medeniyet inşa etseniz. Çünkü bizim
durum çok kötü. Düzelt düzelt bitmiyor. Bir gün yanınızda nurlanan, tövbe edip
göz gözyaşlarına boğulan adamı; diğer gün ganyan bayiinde görebiliyoruz.
Hem yanınıza tavuk inek falan da veririz. Adaya kameralar
yerleştirmek suretiyle sizleri 24 saat izleyip hem feyzlenir, hem de
hayıflanırız. Hayatınız tüm çıplaklığı ile de kayda alınıp diğer nesillere
aktarılabilir.
Tozdan toza,
Dumandan dumana,
Kızgın bunlardan serin sulara.
Her anınıza şahitlik etmek umuduyla.
7. Cehennemle aramızdaki kapıyı Hodor gibi kavrayan koca yürekli
devasa karakterli kişilik Şitiv Hodjam.
Evvelki sohbetlerinizde "Can ruhtadır, ruh çıkarsa can
çıkar, ruh çağırma işi ondan sakat bir iş, boyunu aşan sular bunlar"
demiştiniz. Bu sözünüzü soğuk ve uzun gecelerde, elektrikli battaniyemin
altında, sabahlara kadar dizi izlerken düşündüm durdum.
Game of Thrones’daki Ramsey Bolton'un, Theon Greyjoy'a
yaptığı uzun süreli işkence sonucunda ona kim olduğunu unutturabilme konusunda
önemli adımlar atmıştı. İşkenceye devam etseydi inanıyorum eski benliğini
tamamen unutturabilir, Theon'u tamamen 'Reek''e çevirebilirdi.
Peki hocam Reek kardeşimiz beş vakit namazını bey ayrı camide
imamın sol çaprazında eda eden, kurbanlarda konu komşunun hayvanını sevabına
boğazlayan ve sünnetçiliği yine sevabına yapan, büyüklerine saygılı,
küçüklerine sevgili, Atatürk ilke ve inkılaplarına gönülden bağlı bir karakter
olsa; öldükten sonra, önceki hayatın olan Theon Greyjoy olarak mı hesaba
çekilir yoksa Reek olarak mı?
Hayatta yaşadığımı hissettiğim iki an var, biri sizin ilim
şelalenizden damlalıkla su çekmek, diğeri de Game of Thrones izlemek.
8.Bilimle dini, bilişimle delişimi harmanlayan, tez, anti
tez ve sentez kavramlarına şitivtez kavramını ekleyip ufkumuzu açmış, katarakt
tutmuş gözlerimizi araba yıkar gibi basınçlı suyla açan tazyiki yüksek, Şitiv Hodjam.
Madem laf şitivteze geldi, Şitivist din anlayışınızla ilgili
Facebook, Twitter ve ankara.net sitelerinde çok sık rastladığım bir konuya
değinmek istiyorum. Bizde neden dört eş hakkı yok? Bazı hodjalar yabancı
sınırını kaldırmışken neden bu tutuculuğunuz? Genç müritler rahatsız.
Biz samimi müritleriniz ise dünyada kadın kalmasa hissetmez,
sizin tatlı tebessümünüzü düşünerek testosteronlarımızı dizginleriz.
9. Hodjaların hodjası, büyü işlemez, hakaret geçirmez,
yaşayan iyilik hareketi Şitiv Hodjam.
Kişisel ruhban sınıfım, belli başlı ibadetlerimizin sonunda
malumunuz Fatiha suresini okuyor ve okurken geçmişlerimizin ruhuna armağan
ediyoruz. Malumunuz insanlığın başlangıcının 3 milyon yıl ile 1 milyon yıl
arası olduğu tahmin ediliyor. Hz.Adem'in torununun torunun torunu olan, vasat
bir müslüman birey milyon yıldır tüm Fatihalar’dan hisse toplarken; kıyametten
birkaç yüzyıl önce doğacak bir müslüman belki de hiç Fatiha almadan zorunlu
dünya hizmetini tamamlayacak.
Acaba oluşum olarak sadece geçmişlerimizin değil,
geleceklerimizin de mi ruhuna Fatiha okusak?
Yeni dinayet sezonun ikimiz için de başarılarla geçmesi
dileğiyle kahrolsun sahte hodjalar!
10. Radyoaktif aktif madde altındayken peygamber böceği
tarafından ısırılmışçasına bir ilim ve fitliğe sahip Şitiv Hodjam.
Bir zamanlar fırtınalar estirirmişsiniz, eskisi gibi
değilmişsiniz artık değişmişsiniz öğrendiğimiz kadarı ile Hodjam. (Bkz: Bir
Hodjanın Hatıratları cilt 2 - cilt 28 arası)
Hayatınızı incelerken dikkatimi çeken bir nokta hiçbir
günahınızı yarım bırakmayışınız. Pavyon maceralarınız gün ışıyana kadar sürüyormuş
mesela. Birini dövmeye başladığınızda mutlaka bayılana kadar dövüyor, birine
sövmeye başladığınızda soy ağacında kalaylanmamış dal bırakmıyormuşsunuz. Poker
masasından çıplak kalkmışlığınız da var, mahallede kedi bırakmamışlığınız da.
Acaba sizin şu an ki mertebenize ulaşmanızın sebebi
günahlarınızı yarım bırakmayıp tamamlamanız mı? Buradan yola çıkarsak,
ortasında olduğumuz bir günahı o an bırakmayı yoksa sonra içimizde kalmasın
diye tamamlamamızı mı önerirsiniz?
Hayatınızı anlattığınız henüz 28 buçuk ciltlik eserinizin
devamında bir virgül olmak hayaliyle.
12 Ekim 2017 Perşembe
kuzen geyik - genç werter
Sayın yargıç ve değerli jüri üyeleri…
İstersen bir 1996 yılının ilk günlerine gidelim. Siz daha
doğmamıştınız ve dünya berbat bir yerdi sayın yargıç. Bir gün Mehmet Ali
abilere bilgisayarla oynamaya gittim. Mehmet Ali abinin o iç bunaltıcı
sohbetine katlanmamın tek sebebi arada klavyenin “A” “S” “D” tuşlarına basarak
piksel piksel olan futbolcu çizimlerini koşturmaktı. İnanılmaz heyecanlı bir
durumdu benim için. Sabahlara kadar Fifa oynadığımız bir gecenin sabahında
kahvaltımızı ettik. Mehmet ali abinin satanist gitar hocası gelince benim
uzamamam gerektiğine karar verdim. Zaten acil şekilde eve gidip uyumam
gerekiyordu. Tam evden çıkacaktım ki kitaplığında Goethe’nin Genç Werter’in Anıları’nı
gördüm. Goethe’yi Ömür Abimin bana hediye ettiği “Tarihi Değiştiren 100 Büyük Dahi”
kitabından tanıyordum ama daha önce hiç okumamıştım. İçim kitap okuma isteğiyle
doldu. “Abi alabilir miyim?” dedim satanist gitar hocası bileğini penası ile
kesmiş akan kendi kanını emerken. Hocasının yanında bana hayır diyemezdi. “Al
ama bitirince getir. Yoksa asla unutmam. Ben kimseye bir şey hediye etmem! Kitabı
getirmezsen kabusun olurum. Benden asla kurtulamazsın. Kitabın sayfalarını
yavaş yavaş çevir. Asla kırışıklı olmasın. Çantana koyma, elinde taşı” dedi. “Tamam
tamam” dedim ve çıktım.
Bir kere elimde olsa kitabı yasaklatırım. İnanılmaz iç
bunatıcı bir kitaptır. Okumayın, okutmayın. Ki Mehmet Ali Abinin okumadığına da
eminim.
Neyse kitabı okula götürdüm. Sınıfın en güzel ikinci, okulun
en güzel üçüncü, Keçiören’in en güzel on ikinci kızı olan Meltem kitaba baktı
ve “Okuyup sana getireyim mi barışçım?” dedi. Bana “Barışçım” dedikten
sonrasını anımsamıyorum bile. Kitabı verdim sanırım. Oralar bende bulanık.
Neyse Meltem elbette ki kitabı geri vermedi, ben de
isteyemedim. Çünkü istemem için konuşmam lazımdı ama ben meltemle
konuşamıyordum. Bir konuşabilsem o kadar çok anlatacağım şey vardı ki, konu
kitaba bir ay sonra anca gelirdi.
Ve tacizler başladı sayın yargıç;
Mehmet ali abi önce telefonla tacize başladı, her gün beni
aradı ve kitabı sordu. Abi yenisini alayım dediysem de umursamadı. O kitabı
istiyorum dedi başka bir şey demedi. Sonra evime isimsiz mektuplar göndermeye
başladı. Beni Zeynep ablamla tehdit etti. Biliyor tabi nasıl sevdiğimi. “Eğer
kitabımı getirmezsen Zeynep ablanı arar ve senin bir hırsız olduğunu söylerim”
dedi. Malum o zamanlar da Zeynep ablamın karnı burnunda. Hassas bir dönemde,
hormonlar tavan. Onun üzülmesine asla izin veremezdim.
Ben de Mehmet Ali abiyi öldürdüm.
Şu an bana suçlamalardan bulunan kişi Serdar Ortaç’ın küçük
kardeşidir! Rica ettim, Serdar Ortaç’ın kardeşi olacağıma onurumla Ömer ve Ömür
Çetinkaya’nın kardeşi olarak yaşarım dedi. Biraz itici ol, kimse farkı anlamaz
dedim. O da oldu. Hiçbiriniz anlamadı.
Peki sayın yargıç! Benim yerimde siz olsanız, siz de öldürmez
miydiniz? Hamile bir kadının hayatını kurtarmak içindeki canla beraber iki
kişinin hayatını kurtarmak değil midir? 1’e karşı 2. Ki bu ikiden biri değerli
sanatçı dostum Zeynep abla! Pişman değilim.
29 Eylül 2017 Cuma
6. Sarı Şerit
Sarı Şerit
Ege’nin adının Ege
olmasının bir Ege çocuğu olması ile zerre alakası yoktu. Hiçbir hikayesi yoktu
hatta adının Ege olmasının. Adı kadar alakasız ve hikayesiz de bir soyadı vardı
‘Aslan’. Kürt bir anne ile İç Anadolulu bir babanın yasak aşklarının yaşayan
tek meyvesiydi. Babası Siirt’de vatani görevini yaparken, bir çarşı izni
esnasında; anasının da babasının da kıçına dikenler bata bata gerçeklemişti her
şey. Sonra da Yozgat’ta geçen bir çocukluk. Acemi birliği Eskişehir olsa da;
milyonda bir ihtimalin gerçekleşmesi ile Yozgat’ta geçen bir askerlik ve tekrar
Yozgat’ta devam eden bir hayat. Ege 23 yaşındaydı ama hiç Ege’ye gitmemiş, hiç
de gitmek istememişti.
Truman Show’u izlemişti
bir akşam ana haberden sonra Show TV’de. Sonra uzun uzun düşüncelere dalmıştı.
Sonra filmi arkadaşlarına anlatmıştı da hiçbir arkadaşından istediği reaksiyonu
alamamanın kırıklığını tüm hafta hissetmişti. Zaten arkadaşlarını o seçmemiş,
coğrafya tayin etmişti. Yozgat’ta herkes sıkılıyordu ama en çok Ege sıkıyordu.
Adliyenin karşısındaki
çay bahçesinde garsonluk yapıyordu yıllardır ve yıllardır adli olaylara kulak
misafiri oluyordu. Sonra 208 kaderdaşı gibi kendini olayın için buldu, kendisi
olay oldu. Polis arabaları gelip herkes dağılıp kalabalığa karışırken Ege bir
an duraksadı. Arada sırada çay ocağına gelen polisleri, zanlıları, avukatları
düşündü. Kendini bulmaları ne kadar sürer diye kafasında bir tarttı. Güvenlik
kameraları, otobüs biletleri, cep telefonu sinyalleri, tanık ifadeleri... Vardı
biraz süresi, şansı da yaver giderse bir hafta rahat rahat saklanırdı. Sonra
kendini tarttı, hiç kaçası yoktu. Adrenalini maksimumda, enerjisi tamdı ama
ayakları gitmiyordu.
Bir sigara yaktı,
plazayı gören köşedeki elektrik lambasına sırtını yasladı. İnsanlar koşuşturup
duruyorlardı. Güzel kadınların gözyaşları makyajlarını akıtıyordu ve selfi
yapıyorlardı. Takım elbiseli adamların hepsinin elinde cep telefonu vardı ve
onlar da ya fotoğraf çekiyor ya da birilerini arıyorlardı.
Dört polis arabası
yakalayabildiğini yakalamıştı. Sonra ambulanslar geldi. Hem de ona yakın,
plazanın önü siren sesleri ile ışıkları ile yankılanıyordu. Sonra beş altı
polis arabası daha geldi. Daha siyah kıyafetleri olan zırhlı polisler plazaya
girdiler. Daha siyah kıyafetli polisler plazadan çıkınca da ambulans
görevlileri geldiler.
Polis filmlerde olduğu
gibi sarı şeridi çekti.
Plaza insanları şeridin
içinden çıkmak istemiyorlardı, biraz önce ağlayan plaza kadınları şimdi kendilerini
yerlere atıp ağlama krizlerine giriyorlardı. Ege en yakın tanığı olduğu için
adı gibi biliyordu ki, yarım saat kadar önce hiçbiri engellemeye kalkmadıkları
gibi pek umursamış gibi davranmıyorlardı. Sigarasından derin bir nefes aldı ve
“Tiyatro!” dedi Ege seslice. –önemli sayılabilecek bir not: Ege hayatı boyunca
hiç tiyatroya gitmemişti-
Polisin sarı şeridin
içindeki iyi yüzlü plaza insanlarını boşaltırken insanlar sarı şeridi
gördükleri gibi zombi gibi şeride doğru yürüyüp polislerle sohbet edip bilgi
toplamaya çalıştılar.
Herkesin elinde cep
telefonu vardı, kimisi fotoğraf çekiyor, kimisi video çekiyor, kimisi telefonun
dolan hafızasını silmeye çalışıyor, kimisi çektikleri video ve fotoğrafları
çeşitli sosyal medya hesaplardan paylaşıyor, genç bir kısmı ise sosyal medya
hesaplarının canlı yayın yapıyor ve yarım yamalak duyduklarını zamanın Reha Muhtar
haberciliği tarzında anlatıyorlardı. Ve o an çevrede gerçeği bilen sadece Ege
vardı.
Küçük adımlarla
yürümeye başladı sarı şeride doğru. Tam karşısında sarı bıyıklı bir polis
memuru vardı. Şeridin altından geçince sarı bıyıklı polis Ege’ye selam verdi,
Ege de selamını aldı. Yüzündeki ifadesizlikten ya da soğukluktan olacak ki sarı
bıyıklı polis muhtemelen Ege’yi komiser falan sandı. Yoksa üzerindekiler
gündelik kıyafetleriydi. Öyle takım falan yoktu.
Sağa sola çok bakmadan
kendinden emin adımlarla plazaya girdi Ege. Plazanın girişinde tam bir hengame
vardı. Herkes birbirine bir şeyler soruyor ve durumu anlamaya çalışıyordu.
Tarikat, sendika, terör, komünistler sözleri yankılanıyordu duvarlarda. Bazı
polisler fotoğraf çekerken bazıları ise parmak izi toplamaya çalışıyorlardı.
Merdivenlere doğru
yönelmek ile asansörü kullanmak arasında tereddüt etmişti ki Ege; tam o anda
asansörden iki güneş gözlüklü iri polis inince önce duraksadı. Onlar selam
verince selamlarını aldı ve asansöre doğru yürüdü. 27. kata bastı ve tam otomatik kapı
kapanırken mini etekli sarışın bir kadın bağırdı. “Lütfen kapıyı tutar
mısınız?” Ege asansörün arasına ayağını koyup kapıyı tuttu.
Kadın asansöre biner
binmez kendini tanıttı. “Teşekkür ederim. Ben Komiser Buket, olay yeri incelemeden,
siz peki?” dedi. Ege duraksadı. Derin bir sessizlik oldu, asansör hızla katları
çıkıyordu, sonra aklına ilk geleni söyledi “Ben de Baş Komiser Ege.
Narkotikten” asansörde derin bir sessizlik oldu. Komiser Buket olayın narkotik
bağlantısını düşünürken Ege de söylediğinin ne kadar saçma olduğunu
düşünüyordu. 27. Kata geldiklerinde Komiser Buket “Narkotik ile ilişkisi ne Baş
Komiserim?” dedi. Ege de “Bilmiyorum valla; çağırdılar geldik, göreceğiz”
derken hiç Baş Komiser gibi değil de, daha çok bir çaycı gibi konuşuyordu.
Asansörden inip beraber
odaya girdiler. Buket Komiser cesedi görür görmez “Aman Allah’ım! Bu nasıl bir
canilik?” dedi. Birkaç saniye baktıktan sonra gözlerini çekti hemen. Ege’de ise
parçası olduğu bu eser hakkında zerre bir heyecan gelişmedi. Savcı gelmeden
ceset kalkmayacak muhabbetinden başka hiçbir şey konuşulmuyordu ortamda.
Komiser Buket ile
beraber aynı asansöre binmenin verdiği manasız birliktelikten ve ortamda başka
kimseyi tanımamanın verdiği durumdan kaynaklı olarak köşede sigaralarını içmeye
başladılar. Buket Komiser muhtemele hiperaktif bir karakterdi. Bir sağa bir
sola yürüyüp duruyor, oda içerisinde sağa solu geziyor, gezerken de kolundan
tuttuğu Ege Baş Komiseri! çekiştirip bir şey anlatıyordu. Ege’nin aklı ise
savcıdaydı. Savcıyı izleyecek, sonrada selam vermeden, sadece selam alarak
uzaklaşacaktı.
Çok geçmeden bir
hareketlilik oldu. Savcı Hanım geliyor, sesleri herkesi telaşlandırdı. Asansörden
inip cesedin yanına gelene kadar sadece topuk sesleri duyuldu. Odaya girince
ise herkesin kalbi birkaç saniyeliğine durdu. Güzel bir kadın değildi belki ama
kesinlikle bir enerjisi vardı. Seyrelmiş saçlarını arkaya doğru yapıştırmıştı
ve uzun küpeleri vardı. Savcı sanki Komiser Buket’in otuz yıl yaşlanmış hali
gibiydi ve çok daha karizmatiği. Cesede yaklaştı. Göz ucuyla baktı. Sonra Buket
Komiseri ve Ege’yi parmağı ile gösterip. “Yakalayın bunları!” dedi.
Polisler bir dakikadan
daha kısa süre sonra ikisini de ters kelepçeleyip savcının önüne oturttular.
Savcı cep telefonlarını karıştırdı biraz ikisinin de. Sonra Buket’e dönüp “
Buket Fındık! Demek yedi yıldır gazetecilik öğrencisi ve blogersın ha! Ortamı güzel
çekmişsin, her ayrıntı var.” sonra Buket’in
telefonunu kurcalamaya devam etti “Bloğunu bakıyorum da, yazılarında fena
değil. Gerçekten de polise benziyorsun, polis arkadaşları kandırmana şaşmamalı.
Çantandaki açıklıktan telefonunu fark etmesem ben bile inanabilirdim. Bu gece
misafirimiz olacaksın genç bayan, belki yarın gece de. Telefonundaki
görüntüleri elbette sileceğiz, sonra da serbest kalacaksın. Sakın ama sakın
konu ile ilgili bir haber videonu ya da bloğunda bir yazını görmeyeyim.
Anlaşıldı mı? Yoksa bilirsin her suçlu olay mahalline geri döner derler”. Son cümlesini
söylerken gözleri her şeyin farkındayım dercesine Ege’yi süzüyordu.
Savcı Bukete baktı ve
tekrarladı “Anlaşıldı mı!”
Buket titriyordu,
“Anlaşıldı efendim” dedi.
“Sıra sende Ege Aslan.
Arkadaşının düğününde halay çektiğin birkaç foto. Gül ve cami resimleri üzerine
yazılı kandil paylaşımları ve sadece erkek arkadaşlarla dolu bir Facebook
sayfan var. Burada olmanın nedeni çok belli. Sen de o adamlardan birisin değil
mi?”
Ege sakince hatta
gülümsemeye kaçan bir yüz ifadesi ile “Evet” dedi
“Bu adamı neden
öldürdüğünüzü biliyorum. Tek merak ettiğim kaç kişisiniz ve nasıl organize
olduğunuz? Eğer anlatırsan az yatar çıkarsın. Hadi Ege, konuş evladım”
Ege aynı sakinlikle
“Konuşmama hakkımı kullanıyorum” dedi.
Savcı hiç şaşırmadı. “Daha
konu hakkında konuşacak zamanımız olacak Ege Arslan” dedikten sonra polislere
“Götürün bunları!” diye bağırdı ve olayın canlı şahitleri hayat kadınlarının
yanına doğru yürümeye başladı.
Ege önce Silivri
Cezaevine gitti; sonra birkaç kavgadan sonra da İzmir’e, Kemal Paşa Cezaevine
nakloldu.
27 Ağustos 2017 Pazar
5. tansu çiller
Tansu Çiller
Mesela Sefa 208 adam
plazaya doğru yürürken hiç en önde yürümedi. Güvenlik görevlileri ile olan
mücadele esnasında hep en arkada kaldı. Müteahhit dövülürken de omzuna bir tane
yumruk attı ve öyle çok sert de vurmadı. İstese vururdu da. Kocaman bir genç adamdı
Sefa. Fıtratın öfke olsa rahatlıkla korumalık, bar fedailiği de yapabilir;
biraz idmanla şu kuralsız, içinde zarafetin zerresi olmayan boks türevlerinde
de başarılı olabilirdi. Ama o tellak olmayı seçti. Çünkü oldu olası kadınlardan
utandı Sefa. Mesela ilkokul öğretmeni Sefa’nın yazmayı öğrendiğini bir dönem
sonra fark etti çünkü öğretmeni kadındı ve Sefa bütün gün başını sıradan
kaldırmadan omuz başları içeri dönük şekilde utangaç utangaç otururdu.
Yakışıklı olmasa da
mesleki deformasyondan olsa gerek temiz görünür, boyu posundan dolayı da ilgi
çekerdi. Çalıştığı hamam tadilata girdiğinde kısa süre bir avm’de güvenlik
görevlisi olarak çalışmış, günün sonunda iki kız buna telefon numarası vermiş,
olayı anlamlandıramadığı için amirlerine söylemiş, amirleri de dalga geçmiş,
alay edilince de o işten çıkmıştı. Bir ay öyle evden hiç çıkmayıp Seda Sayan,
Saba Tümer ve Pakize Suda izlemiş, hamam açılana kadar televizyonun başından
kalkmamıştı.
Öyle aklınıza gizli gay
yakıştırması gelmesin de. Sefa’nın gayet renkli ve eğlenceli bir hayal dünyası
vardı. Sarışın olgun kadınlardan hoşlanırdı mesela. Kadın dediğinin konuşkan olmalı ve sesi biraz
kirli olmalı diye düşünürdü. Sigarasını uzun bir ağızlık ile içmeliydi kadın ve
etek ceket giymeliydi.
Babasından Sefa’ya miras
olarak çok canlı ve bol arkadaşlı bir Facebook sayfası kalmıştı. Hesabı Sefa
açtığı için şifreyi de biliyordu. Merhum babası ’50 yaş üstü aşkı arayanlar’,
‘gerçek aşkı arayan dullar’, ‘Hep Genciz - 40, 50, 60 Yaş, Gönlü Gençler,
Emekliler’, ‘BEKAR 50 YAŞ GENÇLİĞİ’ gibi birçok kapalı gruba üye ve bir
kısmında da yöneticiydi. Babasının öldüğünü sosyal medya arkadaşlarından
hiçbirine söylemedi ve bir kısmı ile sohbeti devam ettirdi.
TC Şermin Uçan’a ise
aşık oldu Sefa. Sabahlara kadar konuştu bu kadınla. 55 yaşında, muhalif,
Atatürkçü, neşeli, oturaklı; tam kadın gibi bir kadındı. Sırf kadının ilgisini
çekmek fotoşop öğrendi hem de hiçbir yeteneği ve ilgisi olmamasına rağmen. TC
Şermin Uçan’ın Atatürk ile beraber göndere bayrak çektiği bir fotoğraf şopladı
mesela, TC Nermin bunu çok beğendi ve çok uzun bir teşekkür mesajı attı. Bir 10
Kasım’da da Anıtkabir’in üzerinde ağlayan melekleri şopladı Sefa ve bu
çalışması da toplam üç binin üzerinde beğeni aldı. Fotonun altı da yüzlerce
övgü ve Atatürk’e özlem mesajları ile doldu taştı.
Babası görünümlü Sefa
bu alemde popüler olsa da gözü TC Şermin Uçan’dan başkasını görmüyordu. Gerçi bir
emekli İçişleri Uzman Yardımcısı Hanife Hanım da vardı ama o çok yavaş
yazıyordu ve Sefa çok bunalıyordu. Sohbet
her gece koyulaştı TC Şermin ile. Görüntülü konuşma talebini ise Sefa kabul
etti ama kameranın önüne poşet koyarak görüntüyü bozdu ve “Sanırım kamera
bozuk” diyerek geçiştirdi ve kadının güzelliği karşısında büyülenmiş bir
şekilde kendini tatmin etti.
Eve giderken kaybedecek
bir şeyim yok diye düşündü ve hemen yazdı TC Şermin’e “Nasılsınız güzel bayan?”
TC Şermin’den mesaj gecikmedi “İyiyim efendim sizleri sormalı”
Hal hatır kısmı
geçtikten sonra yavaştan konuya girdi Sefa. “Size harika bir resim yaptım
Şermin Hanım. Siz ve Atatürk el ele tutuşuyorsunuz, arkanızda bir gül bahçesi
var ve bahçenin üstünde de altı oku siluet olarak yerleştirdim”. TC Şermin önce
cevabı onlarca manasız smiley ile doldurdu. Sonra da “Görebilir miyim Sadettin
Bey?”, dedi. Sefa’nın yüzünde hemen
merhum babasından başka bir miras olan çapkın bir gülümseme belirdi. “Akşam
beraber yemek yemeyi kabul ederseniz elbette” Malum her kadın yaş konusunda
yalan söyler.55 yaşında olduğunu iddia eden TC Şermin en az 60 olmaydı ve naz
yapacak fazla vakti yoktu. Tarihi bilmem bir şey bey lokantasında akşam yemeği
için sözleştiler.
Sefa’nın sırtından
soğuk terler akıyordu. TC Şermin ile konuşurken günün sabahında yaptıklarını ve
başına gelmesi muhtemel her şeyi unutmuştu. Aklında sadece akşam yemeği vardı.
Acaba TC Şermin durumu nasıl karşılayacaktı?
Yemeğe kadar biraz
vakti vardı. Önce eve gidip sinekkaydı bir tıraş oldu. Sonra gömleğini ütüledi,
arkadaşının düğünü için aldığı takım elbiseyi ikinci kez giydi, saçlarını yana
taradı ve evi mezarlığa yakın olduğu için babasının mezarına bir uğradı Sefa.
Daha önce babasının mezarına bayramlarda ve babalar gününde gitmişliği vardı
ama hiç mezar taşı ile konuşmamıştı. “Teşekkür ederim babacığım” diyerek
başladı konuşmaya. “Bana bıraktığın Facebook hesabın sayesinde gerçek aşkı
buldum. Bugün hayatımın kadını ile tanışacağım, tamamen senin sayende. Ve
umarım benim sen olmamama o kadar çok kızmayacak ve beni sevecek. Sonra ne olur
bilmiyorum. Belki beraber kaçarız, belki onun evinde saklanırım, belki de benim
teslim olmamı ve çıkana kadar beni bekleyeceğini söyler. Bilmiyorum. Bunun
kararını o verecek. Çok güçlü bir kadın o. Hep doğruları biliyor ve savunuyor.
Çok zeki ve korkusuz. Hayata bakış açısına aşık oldum onun, bir de o sarı
saçlarına. Bugün çok büyük bir gün baba! Ben yıllardır sadece bu gün için
yaşadım. Kusura bakma gitmem gerek, kadınımı bekletmek bana yakışmaz. Arada
gelir seni gelişmelerde haberdar ederim” dedi. Sonra birkaç adım uzaklaştıktan
sonra döndü ve babasının mezarına bakıp “Seni seviyorum” dedi.
“Seni seviyorum” dedi
TC Şermin’e. Gerçekten de fotoğraflardaki gibi güzel ve güçlü olarak duruyordu Sefa’nın
karşısında. Sefa’nın hikayesinin o günden önceki günlerini dinlerken birkaç
sigara yaktı. Dünya da kimse sigarayı onun kadar asil tutamazdı. Mimikleri hiç
renk vermiyordu. Kızmış mıydı yoksa hoşuna gitmişti hiç belli değildi. Çok az
konuştu, Sefa’nın babasının geçen sene öldüğünü duyunca kısık sesle bir “Allah
rahmet eylesin” dedi. Sonra Sefa’nın gözlerinin içine delici bir bakış atıp,
“Anlatacakların bu kadar mı?” diye ekledi.
Sefa bu lafı duyunca
sabahki olayı anlatmaya başladı. Hem de tüm çıplaklığı ile. Biraz önceki
mimiksiz kadının yüzünde bu sefer korku ve hayret belirdi. Haberlerde olayları
duymuştu zaten. Sefa anlatırken yemekleri bitmişti ve o sırada tatlı isteyip
istemediklerini soran garsona “Biz seni çağırana kadar lütfen gelme” dedikten
sonra olayın linçin ayrıntılarını merakla dinledi. Sefa anlatırken arada “Aman
Allah’ım”, “Tövbe tövbe…” diyebildi sadece. Sonra garsonu iki parmağıyla
çağırıp iki sade türk kahvesi istedi.
Kahveler geldikten
sonra “Şimdi ne yapacaksın evladım?” dedi. Evladım lafı Sefa’nın başından aşağı
kaynar su gibi döküldü. “Bilmiyorum”
dedi Sefa sessizce, “Sizce ne yapmalıyım?”
Hesabı istedi TC
Şermin, Sefa’nın eli cüzdanına gittiyse de “Sakın” diyerek engelledi ve ödedi.
“Sakın” lafını duyduğu an donakalmıştı zaten Sefa, “Hadi kalkalım” diyene kadar
da buzu çözülmedi. Sonra beraber lokantadan çıktılar.
Lokantadan dışarı adım
attıkları anda elinden tuttu Sefa’nın TC Şermin ve biraz dolandılar. Karakola
gittiklerini fark ettiyse de Sefa ses etmedi. TC Şermin biraz yolu uzattı.
Sonra beraber karakolun bahçesine girdiklerinde Sefa’nın elini bıraktı.
“Beni bekleyecek misin?”
dedi Sefa. TC Şermin ise “68 yaşındayım” dedi, “Söz veremem”
18 Ağustos 2017 Cuma
şitiv hojama sorular
1.Değerli şitiv hocam. Eğer bir insan yaptığı iyiliğin uzun
vadede olumsuzluğa yol açacağını öngörüyorsa; daha uzun vadede hayır olabilir
düşüncesi ile iyiliği yapmalı mıdır, yoksa kısa vadedeki olumsuzluk ihtimaline
göre mi hareket etmelidir? Bir müminin planları kısa vadeli mi uzun vadeli mi
olmalıdır? Sağlığınıza duacıyım…
2.Over-muhterem şitiv hocam. Bir mümin bir münafığın acı
çekmesini istiyorsa ona pusu mu kurmalıdır yoksa beddua mı etmelidir? Soruyu genişletmek
gerekirse, bir mümin bir şerefsizin ölmesini istiyorsa; onun ölmesi için
edeceği duanın kendisi için öteki tarafta cezai müeyyidesi olur mu?
3.Güneşimiz ayımız ve bilumum gökcismimiz, aydınlık
vericimiz, ampulümüz şitiv hocam. bir arkadaş grubundaki şakacı karakterlerin,
gruptaki kel bireyleri, sadece ileride dalga geçmek amacı ile saç ekimini
konusunda cesaretlendirmesi mi daha büyük günahtır yoksa geceleri araba ile
hayat kadınlığı yapan kadınların yanından yavaş hızla geçip göz zinası yapmak
mı? Thank god for u!
4.En büyük zenginliği gözlerinin güzelliği olan irfan yuvası
hocam şitiv şeyfim. Güneş enerjisi ile çalışan tek kişilik bir uçak ile okyanusun
üzerinde giderken teknik bir arızadan dolayı iniş yaptığım adada yaşayan dinsiz
bir kabile beni tanrı sanırsa – önümde diz çökmeler, tapınma benzeri hareketler
ve sunulan bakireler-, dillerini öğrenene kadar geçen sürede tanrı gibi
takılsam sıkıntı olur mu? Akıl sağlığınıza duacıyız..
5.Farkındalık eşiği en yüksek birey minnoşluk abidesi insan
şitiv hocamız. Ceza kanunu kısasa kısas mantığı temelinde olan bir ülkede
yaşayan bir devlet memuru olsam, değişen iktidarlar sonucun da kendimi tecavüz
suçlularına tecavüz etmekle sorumlu birimde bulsam ve emekliliğime birkaç ay
kalsa; çocuğumun özel okul taksitleri ve karımın silikonları için aldığım borcu
ödemek için memuriyetimin gereklerini yerine getirmeli mi yoksa istifa mı
etmeliyim? Gölgenizde olmanın haklı onuru içerisindeyiz…
6.Varlığımızın varlığının alt kümesi olduğu, kapsayan eleman
şitiv hocam. Hak etmediği yerlere bir dini cümaat sayesinde gelmiş gerzek bir
bilim adamının deneyi sonucu ortaya çıkan bir virüs dünyadaki herkesi öldürse. Sadece
ben ve bakirelik yemini etmiş katolitik –erol seviliyorsun karşim- erik gibi,
kütür kütür, daş gibi kalçaları olan bir rahibe kalsak. Türün devamlılığı için
rahibe yengeniz yeminini bozacağı için karşılığında ne kafaret vermeliyiz. İlim
tasından aldığınız abdestin damlaları ile çay demlemek umudur ile..
7.gerçek olmayacak kadar pırıltılı gülümsemeli engin insan
şitiv hocam. Malumunuz insanlar rüyalardan çok etkilenirler. İnsanlara sizi ve
öğretinizi tanıtmak amacı ile rüyalara girme konusuna eğilsem ve yoğun çalışmalarım
esnasında ibadetlerimi yapamasam. Çalışmalarım başarılı olursa ibadet borcum
silinir mi? Çalışmalarım başarısız olursa kul müspet bir amaç için uğraşmış
diye ibadet borcum silinir mi? Yoksa kurtuluş yok kuzu kuzu namaz, zekat vs mi?
Vereceğiniz cevapların çevrenizdeki kıskanç köpekleri de ehlileştirimesi umudu
ile…
8.engebeli cehalet yollarını ilmi ile bir silindir gibi
ezerek düzelten insan şitiv hocam. üstümden atamadığım merak hırkam ile size
bir sual sormak isterim. Hamile eşinden uzak olmamak için arkadaşlarını yanına
çağıran samimi olduğuna inandığım tüm kalbimle inandığım müslüman bir arkadaşın
davetine icabet etmeyen ve kötü hizmetin adresi iğrenç garsonlar çalıştıran
aziz isimli kafeye giden arkadaşları diğer tarafta bunun hesabını nasıl
verecekler! Allllllaaah! Kalbinizin ısısı mühafıkların kalplerinin buzunu çözer
umarım.
9. Hangi aşk şarkısını söylersek söyleyelim, sadece sizi
düşünürken anlam kazanıyor şitiv hıcam. Evde yalnız kaldığımız sıcak bir yaz
gecesinde anadan üryan uyurken eve hırsız girse, onun mahremimizi görmesine
neden olduğumuz için günaha girer miyiz? Eğer günaha girersek, evden ne
götürürse helalleşmiş oluruz. Soğuk kış gecelerinde kalbimiz verdiğiniz
öğütlerin sıcaklığı ile donmaktan kurtuluyor; hürmet ve minnetle
10.unuttuğumuz değerleri bize hatırlatırken hiç bilmediğimiz
değerleri de bize öğreten üst değerimiz şitiv hojam. Gayri ahlaki mekanlarda varoşça
ve sanki ahiret yokmuşçasına, hunharca eğlenen insanların bu yaşadıkları
rezillikleri arkadaşlarıyla gerek sözel gerekse görsel desteklerle anlatmasının
dinimizde yeri var mıdır? Varsa nerededir? Bu görüntülerden feyz alarak benzer
çirkin ortamlara girdiğimizde bize zorla imzalatılan senetleri sol elimizle ve
başka uydurma bir imza ile imzalarsak evrakta sahtecilikten günaha girer miyiz?
Keşke 24 saat sizi çeken bir kamera olsa da biz de 24 saat sizleri izleyerek
haramlardan uzak dursak.
16 Ağustos 2017 Çarşamba
4. kör udi
Kör
Udi
Kör bir udinin oğluydu
Vedat. Babasını herkes Kör Udi diye tanırdı, İstanbul fasıl aleminin az sevilen
ama çok bilinen isimlerinden biriydi. Önce bunadı, sonra yıllarca pavyonlarda
bir yudum içmeyen adam feci şekilde alkole düştü, daha sonraları kulakları az
duyar oldu, en sonda da dizleri ve çişi tutmaz oldu...
Kör tuttuğunu demişler,
Vedat günah dolu bir gecenin mucizesiydi. Merhum annesi Vedat’ı hep mucize
olarak gördü. Konsomatrislik ve hayat kadınlığıyla geçen meslek hayatında belki
de jübilesine aylar kala, adetten kesileli bir yıl olmasına rağmen hamile
kalmıştı Kör Udi’den. Doğum zamanı ellili yaşlarına yaklaşmış, doğumdan sonra
çok da yaşamamıştı. Birkaç silik anıdan ibaretti Vedat için, fulü ama tatlı
birkaç anı.
Vefattan sonra Vedat
ise babası ile baş başa kalmıştı. Evlenmediğinden de, hiç çok parası olmadığından
da, babasına az da olsa sevgi ve şefkat beslediğinden de; hiç babasından ayrı
yaşamadı. Kendi aralarında minimum konuşarak aynı evi yıllarca paylaştılar.
O gün de olay yeri olan
plazadan çıktıktan hemen sonra direk eve geçti. Babası elinde udu, bozuk akordu
ile yine bir şeyler çalıyor ve sadece kendi duyabileceği şekilde mırıldanıyordu.
Komşular ses etmiyordu ama Vedat gittikten sonra babasına ne olacaktı? İçini
ilk o an bir pişmanlık sardı. Kendine ilk kez o an kızdı Vedat. O güvenliğin
kafasını ayağı ile ezdiği için bile kendine bu kadar kızmamıştı.
Babasını dinledi
kendine çay koyarken, babası ise artık sadece içki içtiği için çay değil çay
bardağında şarap verdi. Birkaç günlük bayat ekmek ile buzdolabında açık kaldığı
için kurumuş beyaz peynirden yedi. İki de yumurta kırdı, babasını çağırdı ama
babası kendini uduna iyi kaptırmıştı, bu durumlarda yemek hiç umurunda olmazdı.
Babası şarabı
çenesinden beyaz atletine birkaç damla döke döke içti. Zaten atlette birkaç
günlük içki izleri duruyordu. Haberleri açtı Vedat, içinden gelmeye gelmeye,
merakına yenik düşerek. Her haber kanalında boy boy resminin olacağını
bekliyordu. Ama durum öyle değildi. Neler olduğu hakkında net bir bilgi yoktu.
Sadece müteahhit ve korumalarının öldüğü geçiyordu. Haberler mafya çatışması ve
terör gibi ihtimallerden bahsediyor ve genelde olduğu gibi yine yalan
söylüyordu.
Kör Udi televizyonun
sesini bastırmak için daha yüksek sesle çalmaya başladı birden. Tellere daha
sert vuruyor, bir yandan da garip garip bir şeyler söylüyor, nameleri bastıra
bastıra geçiyordu. İngilizce mi acaba düşündü Vedat; ki eğer İngilizceyse dahi,
İngilizce olduğunu anlayacak kadar bile İngilizce bilmiyordu. "Çal be
baba! Çal be! Ne güzel çalıyorsun!" diye bağırdı ve oğlundan cesaret alan
Kör Udi iyice coşkulu çalmaya başladı. Tutmayan dizlerine rağmen çalarken arada
ayaklanmaya bile çalışıyordu.
Bir an gerçeklerle
yüzleşti Vedat sırtından buz gibi terler akarken. En az on sene hapis yatacaktı
ve çıktığında muhtemelen babası ölmüş, kimsesizler mezarlığında, başucunda
tahta ve o tahtaya yazan bir numara ile bayramda seyranda bir ziyaret edeni
dahi olmadan yatıyor olacaktı. Yıllardır beraber bir fotoğraf bile
çekilmemişlerdi. Bugün babası ile son günü hatta son dakikaları olabilirdi. Bir
bardak daha şarap doldurup babasına verdi, sonra da açtı telefonunun kamerasını
ve babasını kaydetmeye başladı. İçkinin verdiği enerji ile Kör Udi hepten
coşmuştu. Vedat’ın anlamadığı kelimeler söylerken akortsuz udunu da konuşturuyordu.
Heyecanlı heyecanlı dört tane şarkı söyledi. Her şarkı arasında da birer bardak
şarap içti ve en sonunda koltuğa sızdı.
Vedat ise kayıtları
izledikten sonra düşünmeye başladı. Adli emanetten on sene sonra telefonunu alabilir
miydi? Alsa o telefondan hayır gelir miydi? Sonra en iyisi Youtube'a atmak diye
düşündü şarkıları. Sonra içeriden çıkınca oradan dinler babasını yad ederdi. Adeti
olmamasına rağmen kendine de bir şarap koydu ve Kör Udi diye bir kanal açıp
şarkıları yüklemeye başladı.
İnanılmaz yavaş
yükleniyordu şarkılar ve her an polis içeri girecek diye telaşlanıyordu Vedat.
Gelsindi polisler ama şarkılar yüklendikten sonra gelsindi. Dört dakikalık ilk
şarkı yarım saatte yüklendi, Vedat bir bardak daha şarap doldurdu kendine ve
ikinci şarkı yaklaşık kırk dakika da yüklendi. Artık akşamüstü oluyordu ve üçüncü
şarkı tam bir saatte yüklenmişti. Vedat ise şu an hayattan sadece bu son
şarkının yüklenmesini istiyordu o kadar, başka hiçbir isteği yoktu.
Dördüncü şarkı yüklenirken
bir anda Vedat’ın telefona bildirim yağmaya başladı. Yaklaşık üç saatte kör udi
Youtube kanalına altı bin kişi üye olmuş, toplam dinlenme sayısı ise otuz
binleri zorluyordu. Vedat ise sevinse mi üzülse mi bilemiyordu. İnsanların bu
yolla çok para kazandıklarını duymuştu. Dördüncü şarkının yüklenmesine yüzde on
kadar kalmışken polislerin binadan içeri girdiklerini gördü. Yüzde yedi kalmışken
ise kapı acı acı çaldı "Polis! Vedat aç kapıyı! Zorluk çıkatma!"
Kör udi kapı sesini az
duyar gibi olduysa da uyumaya devam etti. Yükleme için yüzde altı kalmıştı ve
tahmini süre on beş dakika diyordu. Vedat polislere bağırdı. "Bana on beş
dakika verin, babamla vedalaşayım kapıyı açacağım" Polis çok net cevap
verdi "Aç kapıyı, biz babanla vedalaşmana engel olmayacağız!"
Vedat “Hayır!" diye
bağırdı. Göz ucuyla bilgisayara baktı, daha on üç dakika vardı. On üç dakika
polisi oyalamaydı. Polis kapıyı kırmakla tehdit edince bünyesinin pek alışık
olmadığı alkolün de etkisiyle evdeki son iki şişe şarabı eline alıp beklemeye
başladı.
Polis kapıyı sekiz
dakika kala kırdı. Kapı kırılır kırılmaz da Vedat şişeleri başından aşağı döküp
eline o uzun mutfak çakmaklarından aldıktan sonra, “Yaklaşmayın! Kendimi
yakarım!” diye bağırdı. Polislerden iri kıyım olan genç bir tanesi Vedat’ı hiç
dinlemeden içeri hamle yaptı ve Kör Udi’yi kucaklayıp evden dışarı çıkarttı.
Tüm bunlar gerçekleşirken Vedat’ın telefona bildirim yağmaya devam ediyordu.
Toplam izlenme elli bini geçmişti. Bilgisayara baktı Vedat, yüzde üç kalmıştı.
Nasılsa polisler onu alırken de o üç dakika geçer diye düşünerek; "Size
zahmet verdim affedin arkadaşlar" dedi ve ellerini kaldırdı. Tam o anda
operasyon planlayan polis de evin sigortasını indirip ellerinde fenerlerle Vedat’ın
üstüne çullandılar.
Ağlıyordu Vedat hıçkırıklarla,
sadece son yükleyemediği son şarkının acısı ile. Onu alan polisler buz gibiydi.
Biri telefonunu açtı karakola giderlerken ve Kör Udi’nin şarkısını şarkısı
arkadaşına dinletmeye başladı. Bir başka polis ise derin bir of çekti ve “Adam
ne içli söylüyor be devrem” dedi.
2.
Pembe perdeli bir pencerenin tekinde beş yaşlarında
küt sarı saçlı bir kız çocuğu, bahçede oyun oynayan kendinde birkaç yaş büyük
çocuklara "Susun bee!", diye bağırıyor; bahçedeki çocuklardan biri
annesinin hazırladığı peripellalı yarım ekmeği -%13 fındık- oyun daha önemli
geldiği için bahçe duvarının üzerine bırakıyor; başında takkesi, dizinde kareli
battaniyesi ve tekerlekli sandalyesi ile güneşlensin diye kaldırımın kenarına
bırakılan yaşlı amcanın altına kaçırdığını kimse fark etmiyor; sokaktan geçen
seçim arabası 90’ler pop bir şarkının berbat bir uyarlaması ile şehrin
çirkinliğine çirkinlik katıyor; kağıt ve plastik toplayan yirmili yaşlardaki
bir Suriyeli ise eski hayatıyla şimdiki hayatını kıyasladığında daha mutlu
olduğunu ve tek eksiğinin evlenmek olduğunu düşüyor; tam o sırada da iki gündür
aç olup bunu da fırsata çevirip oruç tutan Mehmet Sezai duvarın üzerindeki
ekmeği alıp orucu bunla açarım deyip hızla uzaklaşıyordu.
Mehmet Sezai’nin ekmeği çaldığını penceredeki kız
da, ekmeğin sahibi çocuk da, çocuğun annesi de, tekerlekli sandalyedeki amca
da, seçim otobüsünün şoförü ve Suriyeli kağıt toplayıcısı da görmüş ama ses
etmemişti.
Mehmet Sezai’nin açığının sebebi ise kaçıyor
olmasıydı. Tüm polis teşkilatının onu izlediğinden çok emindi. Yirmi dört ay
sırtında taş taşıyarak aldığı cep telefonunu takip edilmesin diye kırmaya
kıyamamış; bulduğu iki bim poşetine sarıp çocukluğunu geçirdiği anneannesinin
evinin arka bahçesine gömmüştü. Ne cebinde fazla parası, ne de sırtında ağır
bir pişmanlığı vardı. “Yaptıysam yaptım”, diyordu mütemadiyen kendi kendine. Ve
polisler onu yakalamaya geldiklerinde kaçmayacak, sadece arandığını bilmiyor
gibi yapacaktı. Polis döver diye bir korkusu da yoktu. Pek rahmet okumadığı
babası, sevgisini de; öfkesini de döverek gösteren hammaddesi odun bir adamdı.
Konuşmama hakkını kullanacak, mahkemede de “Müsaadenizle bir şey söylemek
istiyorum hakim bey” diyerek söz alıp; “Pişmanım”, deyip başını öne eğip iyi
hal indirimi hayali kuracaktı. Bu çektiği açlığa ve strese değer mi diye
düşünüyor ama teslim olacak gücü de kendin de bulamıyordu. İlk gece çöplükte,
ikinci gece ise bir halı sahanın kenarındaki parkta uyumuş; sonra da parkı
mesken etmişti. Zaten zayıf bir adamdı, çocukların oyun oynadıkları
kaydırakların içindeki boru gibi şeylere rahatlıkla sığıyordu. Borular iyiydi,
yeni yeni soğumaya başlayan gecenin rüzgarından insanı koruyordu ama zemin sert
olduğu için de her yeri ağrıtıyordu. Teninin esmerliği kir göstermiyor ve belinin
büküklüğü ise yorgunluğunu gizliyordu.
İftara ne kadar olduğunu tahmin etmek için güneşe
baktı.
Daha var olmalıydı. Yürüdü yine manasızca. Elleri
cebinde ve ağır ağır. Mümkün olduğunca da ara sokaklardan, güvenlik
kameralarına yakalanmamaya gayret ederek. Zaten ne zaman bir mağazanın ya da
MOBESE’nin önünden geçecek olsa eliyle gözlerini kapatıyordu.
Sıkılıyordu Mehmet Sezai. Hem de hiç sıkılmadığı
kadar. Arkadaşları ya da birkaç akrabası ile konuşmayı çok istiyor ama
yakalanırım korkusu ile buna cesaret edemiyordu. Cep telefonu da iki kat
poşetin içerisinde toprak altındaydı. Telefonu yanında olsa en azından poker,
101 ya da okey oynar; hiç olmadı biraz candy crush ve türevleri ile vakit geçirirdi.
O da olmadı sevdiği ama yâri olmayan kadınların hesaplarında gezer fotolarına
bakardı. Hadi o da olmadı köyünün sayfasına girer, çocukluğunun geçtiği
sokakların, ilkokulunun fotoğraflarına bakar anılara dalardı. Yalnızlık ve
sıkkınlık başına vurdu Mehmet Sezai’nin; en çok da internetsizlik...
Adımları hızlandı, nefes alış verişleri
dengesizleşti… Koşar adım yürüyor, önüne ne gelirse çekilmiyordu. Yaşlı bir
kadına omuz attı resmen, yerdeki çöp poşetlerinin üstünden zıpladı, okuldan
yeni çıkmış ilkokul çocuklarını Musa’nın Kızıldeniz’i yardığı gibi yardı, yerde
miskin yatan köpeğe “Hoşt!” diye bağırdı, elektrik direğinin yanından tek elini
tutup ‘Singing in the rain’’deki Gene Kelly gibi süzüldü
ve birkaç dakika sonra kendini anneannesinin evini bahçesinde buldu.
Gömdüğü yer küçükken futbol oynadıklarında kale olan
çam ağacının dibiydi. Kemiğini saklamış köpek vahşiliğinde toprağın bağrını
delmeye başladı ve telefonunu çıkarttı. Ellerinin kumu ile de olsa açma tuşunu
bastı. Pin kodu olarak 1910’u girdi. Sonra sırtını çam ağacına verdi,
prepellalı ekmeğini çıkarttı ve bir yandan Facebook’ta gezerken bir yandan da
ekmeğini yemeye başladı. Son birkaç günde neler olmuştu neler… Bazı arkadaşları
ondan kahraman gibi bahsediyor, bazıları ise hiç bahsetmiyordu. Adına açılan
grubun 143 üyesi vardı. Hemen kendi de üye oldu.
Sonra da ani bir kararlar, kendini engelleyemez bir
şekilde yer bildirimi yapmaya karar verdi. “anneannesinin bahçesinde, polisten
kaçıyor ve heyecanlı hissediyor ‘silah’ ‘koşan adam’ ‘polis’
Akşam ezanı hoparlörden hızlı hızlı okunmaya
başladı. Ağzında ekmeğin son lokması vardı. Çiğnemeyi bıraktı önce, birkaç
saniye sonra da ağzındaki lokmayı tükürdü ve kendi kendine sordu Mehmet Sezai
“Ben ne yapıyorum?”
12 Temmuz 2017 Çarşamba
3.Yağsız Sebze Çorbası
Yağsız Sebze Çorbası
“Dostlarım size bu
sabah ne anlatırsam anlatayım boş!” dedi adam. “Bir kısmınız sadece arasından
sadece duymak istediklerini duyacak, diğer kısmınız ise ihtiyacı olanları.
Yaradan mucizesini bu sabah bir kere daha gösterecek halelüyah!” Çevresindeki
insanlardan iyi giyimli olanları cılız biz sesle tekrar etti “Halelüyah” Elinde
bir kitab-ı mukaddes sabahın köründe insanlara vaaz verirken; saçları dökük,
simsiyah gömlek üstüne kar beyazı kravat ve alakasız kırmızı spor ayakkabılı,
son derece iyi kıyım bir adam da gayet büyük –eker ayran kutusundan bile-
bardaklarda çorba dağıtıyordu. Aksanında ve gülümsemesinde devasa bir
Amerikalılık vardı. “Dostlarım…” diyordu cümlelere başlarken. Dişleri diş
macunu reklamında oynayabilecek kadar beyaz ve muntazamdı. Ve tüm bunları
belirli bir uzaklıktan tek ve aç başına izliyordu İzzet. İki gündür, günde bir
simitle duruyordu ve üç simitlik bütçesi kalmıştı. O üzerinde dumanlar tüten
çorba şu an ona dünyanın en güzel besini gibi geliyordu. Ama bir yandan da
korkuyordu İzzet. Kendini aç ve kapana kısılmış hissediyordu.
Çorbayı dağıtan adam
İzzet’in başını duymadığı bir diyaloğun sonunda “… tekkeyi bekleyen, çorbayı
içer” dedi ve tam anlamı ile şöyle güldü “Haaa ha ha ha ha ha!” Kahkahalardan
cesaret alan İzzet kalabalığa doğru yaklaşırken, kalabalıktan
çok iyi giyimli ve bakımlı biri başka bir şey söyledi “Bizim çorba
Adıyamanlıların üstten eklemeli çorbası gibi değil ama, bitiyor” dedi.
Kalabalık yine çok gülünce liderleri olduğu belli olan adam “Arkadaşlar biraz
sakin lütfen” dedi ve herkes anlayışla sustu.
Kalabalığı inceliyordu
İzzet. Grubu yöneten adamla göz teması kurmaya çalışıyordu. Yok, asla böyle bir
kalabalığın içine giremez ve çorba isteyemezdi. Lider karakter bir an için
gözünü etrafını sarmış insanlardan arasına doğrulttu ve İzzet’i gördü. Birkaç
saniyelik bakışmanın ardından İzzet mahcupça başını öne eğip gözünü kaçırdığı
anda adam “Dostum bakar mısın?” dedi, “Lütfen bize katılıp Yaradan’ın bize
nasip ettiği çorbayı bizimle paylaşmaz mısın?”
İzzet bir an korku ve
çekingenlikten adım atamayınca hızlı ve kendinden emin adımlarla hemen yanına
geldi ve elini omzuna atıp ona çorbaya kadar eşlik etti. “Dostum, adın ne?”
dedi. İzzet zaten haddinden fazla heyecanlı günler geçiriyordu. İki katlı bir
bi’milyoncuda tezgahtarlık yaparak geçinen bir adam için son birkaç günde
yaşadıkları cidden aşırı fazlaydı. “İzzet” dedi sesi kısık başı öne eğikçe.
Sonra başını kaldırdığında sarışın bir kadının onu telefonu ile kaydettiğini
gördü ve tedirgin oldu. “Dostum telaşlanma” dedi adam. “Bu bir periskop yayını
ve kaydedilmiyor. Çeşitli nedenlerle kilisemizin sabah çorbasına katılamayan
dostlarımız için bu yayını yapıyoruz,
özel bir yayın bu, söyle bakalım ne çorbası istersin? Yağsız sebze
çorbası mı yoksa acılı domates çorbası mı?” Seçeneklerde tarhana olmamasını
hayatın ona asla istediği tercihleri sunmaması bağladıysa da yağsız kelimesinin
negatifliğine takılıp “Domates çorbası, lütfen”
dedi İzzet.
Çorbadan bir yudum
aldı, bir yudum daha aldı ve bir yudum daha aldı. İzzet öylesine açtı ki, çorba
bir dakikadan kısa bir süre içerisinde bitti. Bittiğini gören lider karakter
çorbayı koyan adama “Dostumuz çorbana bayıldı. Lütfen bir tane daha doldurur
musun?” dedi. Çorba gelirken de kalabalıktan birkaç adım uzağa çektiği İzzet
ile konuşmaya başladı. Gözleri İzzet’in gözlerinin üzerindeydi.
“Dostum biliyorum!
Dostum görüyorum! Dostum hissediyorum! Canının sıkıntısını, seni boğan dertleri
hissedebiliyorum. Farkındayım ki hayatının zor bir evresindesin. Hiç üzülme.
Yaradan bizleri bu zor yollara bazen gittiğimiz yönü beğenmediği zamanlarda
sokar. Söyler misin bana bu kötü günlerinden kurtulmak istemez misin? Ben
Amerika’dan geldiğimde inan senin gibiydim. Param hiç yoktu. Sokaklarda
yatıyordum; Cihangir’de, Beşiktaş’ta, Moda’da… Oralardaki o metruk boş
binalardan geceler geçirdim ben. Soğuk kış gecelerinde uyuşturucu kullanan insanlarla
koyun koyuna yattım; sadece donmamak için. Bacağıma sarılmış sokak çocukları
tiner çekerlerdi, evsiz kalmış çocukların gözyaşları ile uykum bölünürdü. Bak
şu an çorbayı dağıtan arkadaşımı görüyor musun? İste o benim o zor günlerden
kalma bir arkadaşım, o benden de dipteydi. Sonra Yaradan bana bir kapı açtı.
Yine böyle bir eylül günü dostum Pastör Erdinç ile tanıştım. Bana bugün benim sana
yaklaştığım gibi davrandı. O zaman bu kadar kalabalık da değildik. Beni bir
çorbacıya götürdü ve karnımı doyurduktan sonra seni akşam yemeğine bekliyorum
deyip elime bir adres verdi. Ben de aynı şeyleri sana söylüyorum dostum. Seni
akşam yemeğine bekliyorum. Yaratan ve Rabb İsa sayesinde tüm dertlerinden
kurtulabilirsin”
İzzet anlatılanların
sadece bir kısmını duydu, aklında ise ekmek istemek vardı, çünkü o da ekmek
olmadan doymayan karakterlerdendi ama ekmek istemeye de utandı. Adam elinde bir
kartvizit ona uzatıyorken arkadaşına bağırdı “Dostum bence senin eşsiz yağsız
sebze çorbanı da tatmalı…”
İzzet teşekkür etti,
adam İzzet’e teşekkür etti. İzzet arkadaşını dönüp kalabalıktan küçük ama seri
adımlarla uzaklaşmaya başladı, açlıktandı belki ama çorba ona leziz gelmişti.
İzzet samimi bir
Müslümandı. İbadet yüzdesi gayet yüksekti. Belirli aralıklarla vakit
sayılarında düşüş yaşasa da yıllardır alnının secdeye değmediği bir gün dahi
yoktu, ta ki birkaç güne kadar. İşlediği günahın büyüklüğünü ve affedilmezliğini
bilse de Allah’ın affediciliğinin sonsuzluğuna güveniyor; bir yandan da
işlediği günahı kalabalık işlemiş olmalarına güvenerek kendine düşen payın
azlığından umut buluyordu.
Sokak arası bir camiye
kadar tövbe ederek yürüdü. Şadırvanda abdestini aldı ve sabah namazının
kazasını kıldı. Ki İzzet namazın kazasının
olmayacağını düşünenlerdendi. Sonra biraz daha nafile ibadet yaptı. Öğleni
cemaatle beraber eda etti. Abdestini tazeleyip biraz daha Allah’a yalvardıktan
sonra ikindi namazını cemaatle kıldı. Sonra bol bol tesbihat yaptı. Tesbihatten
sonra abdestini tazeleyip akşamı kıldı. Akşam namazı bittikten sonra imamın
kendisine şüpheli gözlerle baktığını gördüyse de umursamadı. Arada biraz daha
dua etti ve abdestini tazeleyip yatsıyı kıldıktan sonra camiden ayrıldı.
Elindeki kartvizite
baktı. Yürüyerek on dakikalık yoldaydı. Ayakları diretse de yürümeye devam
etti. Gün içinde Allah’a hep şöyle yalvarmıştı “Allah’ım günahlarımı bağışla.
Biliyorum ki büyük bir günah işledim. Sen affedensin. Benim de günahlarımı
affedersin. Akşam o kiliseye gidip o cemaatin içine karışmaya çalışacağım ama
şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şahitlik ederim ki;
hazreti Muhammet Allah’ın kulu ve elçisidir. Yıllar önce televizyonda
izlemiştim. Kiliselere polisler giremiyor. Allah’ım kiliseye girmemin tek
sebebi hapishaneye girmekten korkmam. Beni affet Ya Rabbim!” derken kiliseni olduğu apartmana geldi.
Apartmanın kapısı açıktı ve daire numarası olarak 2 yazıyor, girişteki dairenin
kapısının üstünde ise 15 yazıyordu. Girişten dört kat daha aşağı indiğinde onu
sabah tanıştığı adam karşıladı “Dostum!” dedi ve İzzet’e sarıldı “Geleceğini
biliyordum. Sırf gel diye Yaradan’a hep dua ettim. Aramıza hoş geldin!”. Devasa
mimik ve gülümsemeleri ile İzzet’i bir sıraya oturttuktan sonra kendisi de
sahneye çıkıp elindeki kitabı mukaddesten bir sayfa açıp anlatmaya başlayalı
birkaç dakika olmuştu ki; kapı sertçe çalmaya başladı “Açın kapıyı açın!
Polis!”
Kapıyı sabah çorbaları
dağıtan iri kıyım adam açtı. Polise arama emri olup olmadığını ve tüm
evraklarının hazır olduğunu söylerken sesini biraz yükseltince ortam gerildi ve
polis adamı yere yatırıp arkasından kelepçeledi. Sonra da içerideki yaklaşık on
beş kişiye dikkatlice baktıktan sonra İzzet’in gözlerine bakıp “Hadi İzzet
hadi! Bizimle merkeze geliyorsun” dedi. İzzet yavaşça sırasından kalkarken vaaz
veren kişiye bakıp “Ben buraya polis giremez diye duymuştum” dedi. Pastör ise
gülümsemesini bozmadan “Dostum” dedi “Burası Türkiye!”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)