29 Aralık 2017 Cuma

serdar abimle su satarken

Muhteşem pazarlar sevgili kuzenler. Pazar pazar aklıma bir serdar abi pazar anısı geldi. Ben de sizlerle paylaşayım dedim. Baştan söyleyeyim sağlam dram ve çocuğun çocuğa istismarı içerir. Hatta o gün benim dünyanın düzenini çözdüğüm gün olarak da değerlendirilebilir.

İnanılmaz sıcak bir pazar günüydü. O zamanlar ben yaklaşık 5 yaşlarındaydım ve döneme hakim olan kuzenlerimin de bildiği gibi hem acayip tatlı bir velettim ve yetmezmiş gibi Turgut Özal'a benziyordum.

Neyse dediğim gibi o zamanlar şirinlik muskasıyım. Boynumda duvar saati gibi nazar boncuğu ile geziyorum ama nazarı engelleyemiyoruz. Bitmek bitmeyen bir ilgi var. Ailem her yanağımın sıkışmasından ya da öpülmemden bir tele alsa, şimdi hiçbiriniz çalışmıyor olurdu o kadar diyeyim.

O sıcak pazar gününe geri döneyim. Serdar abimle anneannemde oturmaktayız ve benden sadece dört yaş büyük olmasına rağmen devasa cüssesinden dolayı yetişkin birey sanılıp arada inzibat tarafından durdurulan, hafta sonlar aileden gizli inşaatta çalışan serdar abimin nedenini bana söylemediği bir maddi sorunu vardı. "Para lazım barış" diyor başka bir şey demiyordu. Önce beni ters çevirip salladı, para çıkmayınca da sinirle yere attı. Bense o zamanlar paranın ne olduğunu öğrenmişim ama ne işe yaradığını tam bilmiyorum. Tek bilgim annemin arada söylediği parayı yutmamam gerektiğiydi o kadar.

Biraz vakit geçtikten sonra Serdar abimin derin bunalımını kıran ise sokaktan duyduğumuz bir ses oldu "Suuuuuuuuu! Buuuuuuz gibi soğuk suuuuuu içeeeeeen!" Serdar abimin gözlerindeki dolar işaretini gördüğüme yemin edebilirim.

Sonra evdeki şişeleri su doldurup buzluğa attı ve pazarda iki tur atıp su satan tüm çok çocukları suları ile ıslatıp dövdü. Sonra bazı çocukları arkadaşlarını çağırdı,Serdar abi onları da dövdü. Bazılarının babası geldi. Serdar abi onları da dövdü. Zabıtalar zaten tırsmıştı ve daha buzluktaki sular donmadan pazarın su tekeli biz olmuştuk.

Serdar abi ile pazarda aşağı yukarı yürüyorduk ama serdar abiden korktukları için kimse su istememiyordu. Ben  de utandığım için "Suuuuuuu" diye bağıramıyordum ve hiç su satamıyorduk. Tüm gözler bizdeydi ama ciro sıfırdı.

Baktı satış yok Serdar abi kulağıma yaklaşıp "Yarı yarıya ortağız" dedi. Eve çok para ile gitmek istemez misin?" Hadi bağır deyip kafama vurdu ve ben de bağırmaya başladım.

Ben bağırdıkça ve güneş kavurdukça insanlar sıraya giriyor ve su yetiştiremiyorduk. yarım saat sonra sol tarafıma Hayat Su kamyon yanaştırmıştı ve Serdar abi bazı kağıtları imzalıyordu. Pazar toplanmış gece olmuştu ama su içenlerin haddi hesabı yoktu. Sanki Sahra çölüne su getirmiş gibiydik.  Hayır duası edenleri mi söyleyeyim, hamile kadınların su içip "inşallah oğlum sana benzer demelerini mi?" Adamın biri neden bilmiyorum bizden aldığı bardak sularla arabasını bile yıkadı ve kalabalık sabaha doğru dağılırken serdar abiye döndüğümde ne zaman işe aldığını bilmediğim muhasebe müdürü ile bir şeyler konuşuyordu.

"Abi ben yoruldum eve gitmek istiyorum" dedim. "Git ama sabah erken gel" dedi. "Para abi" dedim. O an serdar abime bir hapşırdık geldi ve cebinden çıkarttığı 10 dolara burnunu silip yere attıktan sonra "Bugün işler çok kesattı hiç para kazanamadık" dedi ve üstü açık spor arabası ile beni egzoza boğarak ufukta kayboldu.

3 Aralık 2017 Pazar

aylinle teleferikte

Yine bilinç altımın dehlizlerinden korkunç bir hikaye ile karşınızdayım değerli kuzenler. Sene yine kayıp bende. H.Ö olduğunu hatırlıyorum sadece. Yine bir yaz günüydü. Rahmi abi Şırnak'ta terörle mücadele ediyor; o esnada tatilde olan sanatçı dostum Zeynep ablam, biricik yavrusu Selin ve  ne yazık ki Aylin de evimizi onurlandırıyordu.

Ben beklendiği gibi Zeynep ablamla çılgınlar gibi eğleniyordum: yeni tatlar mı denemiyorduk, magazin programlarını sosyolojik olarak mı irdelemiyorduk, akşam serinliğinde yürüyüşlere çıkıp, *Mehmet Ali abiden nefret etmek için 20 sebepçilik mi oynamıyorduk. muhteşem günlerdi, muhteşem. Selinciğim de bize ayak uydurmaya çalışıyor ve o günlerde ergenliğin ilk sivilceli günlerini geçiren Aylin sanki benzinli arabası varmış da şehirler arası yolculuk yapmak zorundaymışcasına somurtuyor ve sadece bizim değil, tüm bahtiyar sokağın yaşam enerjisini emiyordu.

O bir hafta boyunca bizim sokakta üç intihar, iki cinnet, iki cinayet gerçekleşti. Aylin biraz daha kalsaydı sokağın hem başına hem sonuna polis karakolu kurulacaktı, geceleri polis helikopterlerinin sesinden uyuyamıyorduk.

Bir sabah kahvaltıda Zeynep ablamın elcağızları ile yaptığı zencefilli krepleri yerken Aylin "beni gezdirin yoksa sizi yaşadığınıza pişman ederim", dedi. Ben o ara Zeynep ablamın elcağızları ile yaptığı bitter çikolatalı pankeki gömüyordum. Her zaman yaptığımız gibi Aylin'i durmamazlıktan geldik, bu kendi aramızda aldığımız bir karar gibiydi. Ben tam Zeynep ablamın sabah elcağızları ile açtığı gözlemeleri ablamın getirdiği Antalya peynirine sararken Aylin gizlice arkamdan geldi ve bıçağı boynuma dayayıp, "Beni teleferiğe götürmezsen bu gözlemeyi yiyemezsin." dedi. Masaya baktım, herkes Zeynep ablamın bize sunduğu lezzetlere baktığından boynumda bıçaklı Aylin'i görmüyorlardı. "Tamam" dedim elimde frenç tostumla.

Modern faşizan Keçiören belediyesinin ilkel, gösterişli ve işe yaramaz bir icraatiydi teleferik. Hiç binmediğim gibi binmeyi dahi düşünmemiştim. Ama Aylin'de gözümü iyi korkutmuştu.

Önce babama dedim "teleferiğe binelim mi? Aylin çok istiyor" diye. Babam ekmek almaya gidiyorum deyip ceketini aldı ve on gün sonra Adapazarı il sınırında elimde iki ekmekle bulduk.

Sonra anneme teklifi sundum. Örgü örüyorum yoksa gelirdim dedi ve yedi gün yedi gece parmakları kanayana kadar ördü. O günden bu yana hiçbir kez aynı lifle iki kez yıkanmadık-Descartes, seviliyorsun karşiiiim-


Kimse Aylin ile teleferiğe binmek istemiyordu. Zeynep ablam ve biricik yavrusu Selin'e de kıyamıyordum, onlar bir ömür çekiyorlardı Aylin'i. Çaresiz Azrail'imle teleferiğin yolunu tuttuk.

Yaz dönemi turistik aktivitesi sınırlı Ankara'da herkes Anıtkabir ya da Kocatepe camiine gider akşamına doğru da teleferiğe binerdi. 8 kişilik teleferiğe binmek için insanlar 3 saat sıra bekleyebiliyorlardı ama sıraya Aylin girince kalabalık çil yavrusu gibi dağıldı. Bir anda kendimi bir teleferikte Aylin ile karşı karşıya buldum.

Metalin metale sürtme sesi dayanılmazdı. Aylin ise harikulade etkileyici, muhteşem göz alıcı Ankara manzarasına değil benim gözlerime bakıyordu. Bildiğim tüm duaları okudum içimden. Sol seküler ailenin çocuğu olmanın dezavantajlarından biri de buydu, bildiğim tüm dualar bir dakikadan daha kısa bir süre sonra bitti.

'Buraya kadarmış' dedim. Çaresiz teleferikten atlayacaktım. Çıplak elleri ile boğazımı sıka sıka beni öldürmesindense asvalta yapışmak daha iyiydi. Ama o an hayatta kalma güdüm aklıma muhteşem bir fikir getirdi.

Teleferik Keçiören şelalesinin üzerinden geçiyordu. Tam o an atlayacaktım.

Aylin ağır hareketlerle ayağa kalktı ve bana doğru yürümeye başladı. Bakışları her zamanki donukluğundaydı. Teleferik ise her zamanki yavaşlında hareket ediyordu. Hayatta kalmak istiyorsam yaklaşık beş dakika Aylinle mücadele etmem gerekiyordu.

Daha önce Aylinle hiç konuşmadığımı o an fark ettim ve konu açmak için çaresizce "Dersler nasıl yeaaa? Kaça gidiyon sen" dedim. Hiç cevap vermedi. "Noooolacak bu memleketin hali?" dedim çat diye. Yine reaksiyon alamadım.
"Sıcak değil de nem hep nem..." diye devam ettim ama hiç tınlamadı. "Ömer Abim mi daha itici Mehmet Ali Abim mi?" dedim, "Onlar kim?" dedi. "En sevdiğin filozof ?" dedim, "Seni sadece zevk için öldüreceğim" dedi.

Ve ben teleferiğin camını kırıp yukarı doğru tırmanmaya başladı. Teleferiğin üstüne çıktığımda Aylin'i karşımda gördüm. Diğer camı kırıp o da çıkmıştı. Bana, "Lütfen atlama, boğazını sıkarak seni öldürme hazzından beni mahrum etme", dedi. "Aylin" dedim gülümseyerek. "Bugün değil, Zeynep abla akşam yemeğine Ali nazik ve bademli perde pilavı yapacak, bugün değil " ve tam altımızdaki yapay Keçiören şelalesine atladım. Arkamdan da Aylin atladı.

Fışkırttığımız su ile fotoğraf çektirmeye gelmiş iki yeni evli çift ıslandı. Ortam gerildiyse de Aylin'i görünce tırstılar ve anlara havaları eşliğinde uzaklaştılar.

Biz de yol boyunca hiç konuşmadan eve kadar yürüdük Aylinle. Ali nazik ve perde pilavı inanılmazdı. Üstüne üstlük tatlı olarak da sanatçı dostum Zeynep abla bir cizkek yapmıştı ki akla zarar.



* oyun çok basit kalem kağıt alıp aynı anda Mehmet Ali abiyi sevmemek için nedenler yazıyorsun ve 20 olan kazanıyor. Biz o yaz Zeynep ablamla bu oyunu, her seferinde farklı liste yapmak koşulu ile her gece 2 ya da 3 kez oynadık. Övünmek gibi olmasın hep ben kazanırdım
* HÖ: Handan'dan önce

25 Kasım 2017 Cumartesi

Nasıl Yaşayacağımı Sen Mi Göstereceksin

Nasıl Yaşayacağımı Sen Mi Göstereceksin
         -show me how to live, klip cover-
         -Vanishing Point filmine bir saygı duruşu-

Okul gergin bir yerdir ama okulun ilk günü en gergin gündür. Kimseyi tanımıyorsunuzdur. Bina yenidir, sıralar yenidir, yüzler yenidir, öğretmen yenidir. E yeni olan her şey sana yabancıdır. İlk ders bitip teneffüs zili çaldığında sınıfta kimse ne yapacağınızı bilemez. Hemen herkes dışarı çıkar ve bir anda bir grubun parçası olursunuz. Biraz tesadüfi, biraz sezgisel, biraz da şansla belki geri kalan ömrünüzün en iyi arkadaşlıkları başlar.
Recep, Samet, Kadir ve Ulvi'nin yaşadığı da tıpa tıp aynı durumdu. Linçten sonra İstanbul sokaklarına beraber karıştılar. Uzunca bir süre yürüdükten sonra hepsi kendilerini Kadir'in arka camında "nasıl yaşayacağımı sen mi göstereceksin" yazan; beyaz, çelik jantlı, 96 model Şahin’inde buldular. Dört gün boyunca hiç durmadan arada şoför değiştirerek Anadolu topraklarında araba sürdüler. Paraları yoktu; benzin ve yemek için bazen gasp yapmak zorunda kaldılar, bazen de onları tanıyan pompacılar "Lafı mı olur abi, içimizi soğuttunuz siz!" diyerek para istemediler. Çoğu da direnmedi. Onlar da hiç para almadı.
Linçten sonra işledikleri suçlardan dolayı polis daha da bir peşlerindeydi.
Kaçma psikolojisinden yavaş yavaş çıkmışlardı üstelik; Anadolu'yu gezen bir grup gezgin gibiydiler. Şehir tabelalarının önünde fotoğraf çektiriyor ve polise şaşırtma olsun diye bir gün sonra instagram sayfalarında #adımadımanadolu #cennetvatanım #anadolu #birşahindörtsüvari #tüplüveöfkeli #sikiyosayakala #beyazsahin gibi taglerle paylaşıyorlar, bazen yolda onları tanıyan insanlara el sallayarak farklı bir yolculuk deneyimi yaşıyorlardı.
Sabahın körüydü ve Samet'in sabah namazı için kırsalda bir çeşme yanında durmuşlardı. Sabahları kırsal çok soğuk oluyordu. Samet sünneti ve farzı kıldı, Recep sadece farzı hızlı hızlı kıldı, Kadir puflayarak sigarasını içerken, Ulvi "Allah kabul etsin arkadaşlar" dedi ve yola devam ettiler.
Çok farklı hikayeleri olan dört genç adamdılar. Hepsi ülkenin farklı yerlerinde doğmuş ve büyümüştü. Ulvi kaçak yollarla gittiği Almanya'dan altı ay sonra yakalanarak sınır dışı edilmiş ve bir kelime dahi Almanca öğrenememiş içine kapanık bir Elazığlı iken; çekik gözlü Samet, fedakarlığı tüm arkadaşlarınca ün salmış, engelli kardeşinden başka hiç kimsesi olmayan ve kardeşi kaybolduktan sonra hafif cozutmuş bir Osmaniyeliydi. Recep asabiyet sorunu çözülsün diye aldığı antidepresanların kendisini aptallaştırdığını keşfedince ilacı yazan doktorun burnunu anlatılması ne yazık ki imkansız bir uçan tekme ile kırıp aylarca hapis yatmış ve ödemesi gereken maddi ve manevi tazminatları olan Sakaryalıyken; Kadir ise sessiz sedasız ve kimsesiz, hayatta en sevdiği şeyi arabası olan, lider karakterli ama karakteri ile de bir türlü barışamayan tipik Denizliliydi.
Saatte 150 km hızla giden bir tabuttaydılar ve konu bir şekilde oy verdikleri partilere geldi. Recep "Büyük Birlik" dedi, Samet "HDP” dedi, Ulvi “Akparti”, Kadir ise “CHP” dedi. Biraz vakit geçtikten sonra da her dört erkek yan yana geldiğinde olduğu gibi futbol konuşulmaya başlandı. Recep “Çok alakam yok ama ben her zaman Fenerbahçe’yi tuttum” dedi. “Sorsanız beş oyuncu sayamam”. Samet ise “Ben Beşiktaşlıyım. Hem de kendimi bildim bileli. Kardeşim de Beşiktaşlıydı ama futboldan hiç anlamazdı” dedi. Derin bir sessizlik oldu Samet’in acısından sonra. Ulvi “ Ben Borussia Dortmundluyum” deyince arabada bir kahkaha koptu. İnanın dördü de birbirinden farklı gülüyordu. Samet kih kih’lerken, Kadir hahaha’lıyor; Ulvi puhahah’larken, Recep ayağını bir kapana kaptırmış ayı gibi sesler çıkartıyordu. “Neden lan Borussia Dortmund?” diye sordu Kadir. Ulvi ”Abi taraftarları çok iyi” dedi. Kadir “Bence de taraftar takımdan önemli, Ankaragüçlüyüm, sırf taraftarından” dedi. Sonra da bir Ankaragücü marşı söylemeye başladı.
-melodi nilüferin caddelerde rüzgar şarkısı-

“Statlarda rüzgar
Aklımda maç var
Zengin p.çlerinde
Polar var mont var
Harley davidsonlar
Ayfon 6’lar
Ananızı s.ksin
Tüm garibanlar”
Derin bir nefes ve
“Lara lara lay lay!
La la la lay lay!
Lara lara lay lay!
La la la lay lay!
Lara lara lay la
Lay la la lay!”
Araba bir anda bu marş ile inlemeye başladı. Dördü de durmadan bu marşı söylüyorlardı. Namazından niyazında karakter olan ve ahiret korkusundan dört gündür uyuyamayan Samet bile küfürlü kısmı en çok bağıra bağıra söyleyendi ki; sollarından bir araba bunları sıkıştırmaya başladı.
Siyah bir şahindi araba. Camları filmli olduğu için içinde kim olduğu belli olmuyordu ve plakası yoktu. Gölgelerinde anlaşıldığı kadar ile iki kişiydiler. Bir kez soldan değdirdiler beyaz Şahin’e ve yoldan çıkartmaya çalıştılar.
Kadir direksiyonu sıkı tuttu ve siyah Şahin’i o itti. Siyah Şahin yoldan çıkar gibi oldu ama çıkmadı. Arkasından gitti bir süre beyaz Şahin’in ve arkasından vurdu. Arabadakiler sağlam sarsıldı. Sol şeride çok sert bir manevra ile geçti Kadir ve frene asıldı. Beyaz Şahin’e çarpmaktan son anda kurtuldu Siyah Şahin, istemsizce öne geçti. Bu sefer Kadir arkadan yüklendi Siyah Şahin’e ve tamponuna yapışık bir şekilde biraz gittikten sonra arkadan hafifçe yanından geçip sağından dokundu ama arabayı yoldan çıkartmadı. Bir kez daha denedi ama bir türlü olmuyordu. Nasıl Kadir arabasını ne kadar iyi tanıyorsa, siyah Şahin’in sürücüsü de bir o kadar cevvaldi.
Birbirilerini birkaç kilometre ittiler ve en sonunda siyah Şahin’in arka sol lastiği patladı. Lastik patlayınca arabanın kontrolünü kaybeder gibi oldu. O anda Kadir solda bir kez daha vurdu ve arabayı taça attı. Siyah Şahin önce yoldan çıktı, sonra da engebeli araziye o hızla girdiği için üç yan takla atıp anca durabildi.
Frene asıldı hemen Kadir. Geri vitese takıp siyah Şahin’in hizasına geldiler. Patlama falan yoktu.
“Yoldan çıkarken araba sanki birine vurdu" dedi Samet. Kadir, "Kırsalda kim olabilir, sana öyle gelmiştir" diye cevap verdi. Ulvi "Köpektir belki" dedi umursamazca; Recep ise "Neyse ne boşver! Bu olay midemi bulandırdı, hızlı hareket edelim" dedi.
Dediği gibi de yaptılar. Son sürat hareket ettiler. Yeni yeni başlayan muhabbetleri son olaydan sonra bıçak gibi kesilmişti. Hepsi bir tedirgin ve hepsi bir gergindi. Sanki arkalarından polis arabaları kovalıyormuş gibi bir hisse kapıldılar. Kadir direksiyondaydı ve bir çeşme bulup sağa çekti; hepsi çömeldi ve dakikalarca hiç konuşmadılar. Arabadan Gökhan Doğanay’dan Düştüm Dara Beladayım çalıyordu. Şarkı bitince sıra ile kalkıp aynı şarkıyı yeniden açıyorlardı ki; polis sirenlerini duydular.
Duyar duymaz da yerlerinden fırlayıp arabaya bindiler ve Kadir gaza asıldı. Polis arabaları arkalarındaydı ve yaklaşıyordu, Kadir ise hızlanabildiğince hızlanıyordu. Dikizden baktığında en az 10 polis arabasının arkalarında olduğunu saydılar. İyi model polis arabaları daha hızlı gidebilecek olmalarına rağmen beyaz Şahin'e yaklaşmıyorlardı. Takip gibi bir şeydi yaptıkları. “Gazımızın bitmesini bekliyorlarsa çok beklerler” dedi Recep. Haklıydı da. En az 300 kilometrelik gazları vardı
Yarım saat kadar böyle yol aldıktan sonra, önce polis arabaları dikizden kayboldu, ardında da sirenleri duyulmaz oldu. Arabadaki dörtlü de polisi atlatamadıklarının farkındaydı.  Kadir ayağını gazdan hiç çekmiyordu.  İbre 140 ile 160 arasında gidip geliyordu.
Polisleri gerilerinde bırakmalarının üzerinden az bir zaman geçmişti ve sağlarındaki mavi tabelada kurşunlarla delik deşik edilmiş BALA yazısını, yolun üstünde de odundan yapılmış bir ‘BALA’YA HOŞGELDİNİZ’ tabelasını gördüler. “Hoşbulduk” dedi Ulvi. Çok gereksiz bir hareket olmuştu Ulvi’nin şaka girimi. Arabada kimse Ulvi’ye tepki vermedi.
Bala’ya girmelerinin üzerinde de çok geçmeden yolun daraldığını fark ettiler, bir dakikadan da kısa süre sonra da iki buldozerin kepçeleri ile yolu kapattığını. Halk iki buldozerin etrafındaydı ve polis kalabalığı dağıtmaya çalışıyordu. Birkaç polis de silahları ile beyaz Şahin'e nişan almışlardı.
Kadir buldozerleri görür görmez "Beyler durmuyorum!", diye bağırdı. Aynı anda Samet, Ulvi ve Recep de; "Durma!" diye bağırdılar. Bu dört adam, dört gün sonra ilk kez bir konuda aynı kanıya varmışlardı. Ayağını gaz pedalına yapıştırdı Kadir.
Ve buldozere çarptılar.
Sonrası sağlam bir patlama ve büyük bir ateş topu.
Beyaz Şahin üzerine basılmış bir kola kutusu gibi ezildi. Arabanın kaputu ise bir şahin gibi havalandı ve buldozerlerin arkasına doğru süzülüp düştü.

Üstü başı yırtık, yüzü gözü kirli, saçları üç numara, burnunda sümükleri yeşil yeşil kurumuş, dört beş yaşlarında, çelimsiz bir çocuk koştu ve kaputu çeke çeke evine götürmeye başladı. Akşam işten gelecek olan hurdacı babasına verecekti. Diğer Balalılar da itfaiyenin yangını söndürmesini benzer kaygılarla bekliyorlardı.

19 Kasım 2017 Pazar

ömür abim ile mantar deneyimi

Ya 99 ya da 2000 yazıydı değerli kuzenler. Çok net hatırlamıyorum. Bunun nedenini hikayenin sonuna doğru bulabilirsiniz.

Okul falan yok, evde oturup futbol menejerlik oynamaktan başka bir şey yapmadığım yıllar. Üstüne üstlük bilgisayarım bozulmuş ve intiharın eşiğindeyim. Son akraba ziyaretlerimi yapıyordum; amacım hem son kez helallik almak hem de vazgeçmek için umut aramaktı.

Hava leş gibi sıcaktı, iğrenç bir öğlendi  ve anneannem her zamanki sevecenliği ile saçıma, sakalıma ve göbeğime kızıyordu. Ben de evdeki eşyaları incelerek nasıl intihar edebileceğimin yollarını arıyordum. Bıçak kullanarak zordu, hiç kullanmamıştım ve beceremezdim, ki bıçaklı cinayetler öfke cinayetidir, kendimle o kadar büyük bir derdim yoktu. Küveti doldurup içine tost makinesi ya da saç kurutma makinası atsam diye düşündüm ama onlar da anneannemin evinde yoktu, ki anneannem küveti doldurdum diye ağzıma tükürürdü. Zaten ev kotta, atlasam olmaz da derken kapı çaldı. Gelen Ömür abimdi.

Hayatta kendimden daha çok üzüldüğüm tek insandı Ömür Abim. Ömer ve Mehmet Ali abilerin ortancası olmak. Ömür Abime derdimi anlatmaya karar verdim ama bir yandan da korkuyordum. Adamın zaten derdi başından aşkındı. Bardağı taşıran son damla olmak istemiyordum ama benim de de sıkıntımı anlatmam gerekliydi. İçim şişiyordu.

"Abi" dedim, "Canım çok sıkılıyor"
"Neyin var be tosba?" dedi
"Canım sıkılıyor abi" dedim "Bu koalisyon çok dayanmaz. Refah partisindeki gençler ayaklanıyorlar. Recep Tayyip Erdoğan karizmatik bir lider portresi çiziyor. ANAP ve Doğruyol partileri tükendi, merkez sağ oyları çekerler, liberallerden de oy alırlar. Mehepe de baraj altı kalırsa tek başına iktidar olur bunlar. Bu gazla birçok seçim kazanabilirler, kazanan her seçim Tayyip Erdoğan'ı sertleştirebilir  artı yalnızlaştırabilir ve ilerleyen 15 yılda bir askeri darbe girişimi ve bir..." diye anlatıyordum ki abim susturdu beni.
"Senin derdin bu tosba" dedi "Çok düşünüyorsun ama icraat yok." "Mehmet Ali abiyi dövsem yardım eder misin abi?" dedim.
"Çok isterdim ama edemem", dedi. Sonra "Gel aşağı kömürlüğe inelim, sana son projemi göstereyim" dedi.

Kömürlüğe indiğimizde manzara çok ilginçti. Ömür abim her yerde mantar yetiştiriyordu. Beyaz tatlı minnoş mantarlar. "Tosba" dedi. Elinde saat gibi bir şey vardı. "Bu alet nemi ölçüyor" nem olmazsa mantar olmaz. İnsan da bir şeylerle uğraşmalı. Yoksa insan olmaz"dedi. Ben ortamın atmosferine bayılmıştım. Gayet serin ve nemliydi, tüm yazı orada geçirmek istedim.

Sonra Ömür Abi bir parça mantar kopartıp bana verdi ve bu çiğ yenir dedi. Sonra aynı mantarın kalanını da o yedi.

Sadece birkaç dakika sonra inceden başım dönmeye başladı ve düşmemek için duvar kenarına oturdum. Baktım Ömür Abi de bir triplerde. Sağa sola uçan tekme atıyor; bağırıp çağırıyor. "Abi ne yapıyorsun?" dedim , " Kerim Abdul Cabbarı dövdüm sırada Chuck Norris var. Su gibi olacaksın tosba, girdiğin kabın şeklini alacaksın. Su gibi çarpacaksın, şelale gibi olacaksın" dedi. Bir baktım ben de ayağa kalkmışım düşman figürasyonu dövüyorum, kuşak olarak Ömür Abim üstte olduğu için esas kötü adamları o dövüyor. Yarım saate yakın Japon dövünce bende takat kalmadı ve çöktüm, ama Ömür Abim ninja adam. Bir saat daha dövdü adamları. Sonra yanıma çöktü. "Bu adamları neden bu kadar dövdüm biliyor musun tosba?" dedi. "Film çekimi değil mi abi bu? Bende çok sert vurmadım" dedim. "Ne filmi tosba!" dedi ve ense köküme tokatı çaktı. "Bir kız seviyorum; çekik gözlü, imam hatip mezunu Lucy Liu. Kayserili Chun-li" dedi.

Gönül işleri uzmanlık alanım olduğu için kimsenin veremeyeceği bir akıl verdim. "Abi seviyorsan git konuş" dedim.

Sonrası da biraz kopuk bende. Ama   Nasıl olduysa Hatice yengemin kapısının önünde buldum kendimi. Sanırım Ömür Abim daha önce kendine gelmiş ve geri dönmüştü çünkü tektim. Eve 50 saat kadar sonra Ankara'ya dönebildim. Kayseri'ye yaptığım içsel yolculuk hiçbir işe yaramamıştı ve hala kafamda intihar fikri geziyordu ki babamın bilgisayarı yaptırdığını gördüm. Ve eylül on beşe kadar hiç makinanın başından kalkmadım.

30 Ekim 2017 Pazartesi

İki Cücenin İlk Sahnesi Ya da Miraç'ta Zaten Hep Bir Gariplik Vardı

                                                               7.İki Cücenin İlk Sahnesi
                                                                              Ya da
                                                      Miraç'ta Zaten Hep Bir Gariplik Vardı

Basın ve zengin zümre linçten sonra linç edecek birilerini arıyor ama bulamıyordu. Hepsi sıradan vatandaşlardı 208 öfkeli adamın. Aralarında farklı hikayesi olanlarından biriydi Miraç.
Mesela Miraç iki özel üniversitenin uluslararası ilişkiler bölümünü terk etmişti ve buna kimse şaşırmamıştı. Sonra bedelliyi hak etmiş ve istese 18 bin lirayı rahatlıkla bulabilecek olmasına rağmen uzun dönem askerlik yapmayı tercih etmişti ve buna da kimse şaşırmamıştı. Özellikle komando olup gönüllü olarak doğuda görev aldı ve bu da son derece Miraç'ın karakterine uygun bulundu. Askerliği bittikten sonra tezkere bırakıp göreve devam etmesi de tam Miraçlık bir hareketti. Emre itaatsizlik, ekip çalışmasına uymama, sivilde askere uygun yaşamama gibi sebeplerden dolayı YAŞ kararı ile ordudan ihracı Miraç'ı tanıyan tüm çevreler tarafından beklenen bir gelişmeydi.
Ve asıl önemlisi Miraç neşeli türkücü diye tanınan Karadenizli ünlü bir türkücünün ilk eşinden olan en büyük oğluydu. Ama Allah'ı var, ne tipi ne de huyu zerre babasına benzemezdi. Soğuk saygılı bir ilişkileri vardı uzun yıllardır.
Babadan kaynaklı bir anda linçin yüzü oldu Miraç. Televizyonlarda gazetelerde boy boy resimleri yayınlandı. Sanki linçi tek başına yapmış gibiydi. Babasından, annesine, ebesinden, ninesine, kardeşlerinden, baba bir kardeşlerine, askerlik arkadaşlarından, hemşerilerine; hatta köylerinin kalkındırma derneği üyelerine kadar kimi sıkıştırdılarsa mikrofonlarla saldırdılar. Herkesler de ağız birliği etmişçesine aynı şeyleri söyledi "Miraç'ta zaten hep bir gariplik vardı"
Miraç'ta zaten hep bir gariplik vardı.
Sanal dünyada da hızla ünlendi Miraç. Resimleri eşliğinde babasının söylediği "Çırpınırdı Karadeniz" türküsü kısa zamanda YouTube'da milyonlarca kez dinlendi ve yorum kısmında Karadenizliler resmen birbirlerine düştüler. Az bir kısım meslektaşlıktan ya da hemşerilikten müteahhittin tarafını tutsa da büyük bir kısım Miraç'ı övüyor, kahramanlaştırıyordu. Yorum kısmından birbirine düşen bazı Karadenizli vatandaşlar birbirlerine mekan verip; yer yer silahlı, yer yer ise silahsız çatışmalar yaşıyorlar ve gazetelerin internet sayfalarının alt kısımlarında anca kendilerine yer bulabiliyorlardı.

@thenorthtruth
'Bence babam sattığı sahte mutluluğun karşılığını alıyor sayılır'
'Kız kardeşimin göbeğinin açılmasına alışmaktan koru beni Yarabbi'm'
'Trafik polisleri robot olmalı'
'Paranın Allah belasını vermiş'
'Şerefsizlik para ile bulaşan bir hastalıktır"
'Sivrisinekler ve şarkıcıların ortak özellikleri hakkında kitap yazabilirim"
"Metrobüse binenden para alınmamalı, para verilmeli"


NTV akşam haberleri kuşağında Miraç'ın bu twitleri psikiyatristler, sosyal medya fenomenleri ve emekli emniyet görevlileri tarafından yorumlanmaya çalışırken aynı anda Miraç Karadeniz dağlarında yapayalnız cebinde 15 çakmak, bir sırt çantası dolusu sigara, bir suluk -son anda akıl etmiş ve bir kırtasiyeden almıştı- ve bir Rambo bıçağı dolanıyordu. Linçin üzerinden bir hafta bir gün geçmişti. Miraç'ın nerede olduğunu gerçekten de kimse bilmiyor ama herkes çocukluk yazlarının geçtiği Karadeniz dağlarında ya da yaylalarında olabileceğini tahmin ediyordu. Hava serin, koşullar sarptı ama bunlar Miraç'a vız gelip tırıs giderdi.
Birkaç nefes ota hayır demem, diye düşündü yürürken. Doğuda görev yaparken bazı otları sarıp içerlerdi komutandan habersiz. Kimisi iyi kafa yapar, kimisinin kafası geç gelir, kimisi de etkilemez ama plesibo etkisi gibi etki yapar ve kendi kendilerine kafa olmuş gibi davranırlardı. O an Miraç'ın bir kafa güzelliğine ihtiyacı vardı, yalnızlık derinden koymaya başlamıştı.
Bulduğu ve kafa yapacağına inandığı otları ucundan tütününü döktüğü sigarasının ucuna ekleyip kapak yaptı; ağzında babasının clup mix yapmaya kaşkıp içine tükürdüğü ‘Hayde!’ türküsünün Yavuz Turgul’un Av Mevsim’indeki sahnesi vardı. Filmi düşündü birkaç dakika, dağların sessizliği düşünceyi güçlendiriyordu.
Ot iyiydi, kafası vardı. Derin derin çekti cigarasını, sanki 20 saatlik uçak yolculuğundan inmişti Avustralyalı misali. Birkaç nefesten sonra bir kaya bulup zar zor oturdu, inceden başı dönüyordu. Kaptan Amerikalı suluğundan kana kana birkaç yudum alırken Miraç gülümsüyordu, hem de sekiz gün sonra ilk kez.
İlk aklına gelen yüzerek Batum'a geçmek oldu. Çakmakları ve sigaraları satıp kazandığı para ile kollu makinalarda oynayıp biraz sermaye yapacak, sonra poker masasında elinde kent varken rest çekip iyice zengin olacak, sonra Google’a suçlu iadesi olmayan ülkeler yazıp; mevsimi Karadeniz gibi bol yağmurlu, bitki örtüsü Karadeniz gibi bol ormanlık olan bir ülkeye yatı ile uluslararası sulardan gidip iltica edecek ve orada müteahhitlik yapacaktı.
Müteahhit mi? Bunu nasıl düşünebilirdi! Hınçla bir nefes daha aldı ve "Of! Offf!" dedi. Öyle bir ofladı ki, karşıki dağlar duyguyu aldı.
Bu seferki planı daha ilginçti. Köylüyü örgütleyecekti. Rize köylerini geceleri jandarma arabası gittikten sonra ziyaret edecek. Onlara kendinden ve temsil ettiği değerlerden bahsedecekti. Bir nevi Rizeli Buda sayılabilirdi. Kendisi de babasının mirasını reddedip yollara düşmüştü. Bir davası, savaşı vardı. İlk milletvekili seçiminde bağımsız aday olup milletvekili seçilecek ve dokunulmazlık alacaktı. Ve halkın da verdiği destek ile zenginlere savaş açacaktı. "Nasıl hemşerim Uzanları yediyse ben de tüm zenginleri yiyeceğim!" diye bağırdı. Sesi dağlara çarpıp, Karadenizden sekip, Miraç'a geri döndü.
Az biraz yürüdü, sonra bulduğu otluğa uzanıp otlu cigarasından çekerken ayak sesleri duydu Miraç. Komando günlerinden kalma bir çeviklik ile hemen pozisyon aldı ve eli Rambo bıçağına gitti. Ayak seslerinden iki kişi olduklarına kanaat getirdi. Elbette peşine jandarma düşecekti ama asla iki kişi gezmezlerdi, hele de akşamın bu saatinde. Hemen başının üstündeki dişbudak ağacına tırmandı ve ağacın dalına anakonda gibi sarılıp gelecekleri beklemeye koyuldu.
Gelenler iki kişiydi. Siyah takım elbise giymiş, İtalyan kesim ceketlerinin cebinde beyaz büyük mendilleri olan; karakteristik burunlu ve briyantinli saçlı, iyi ile komik arası gözüken iki cüce.
Gecenin köründe, memleket dağlarında, takım elbise giymiş iki cüce görmek; diye düşündü. "Yalnız iyi ot bulmuşum" diye de kendi kendine konuştu. Cüceler sesi duyup dikkat kesildiler. Miraç ağaçtan aşağı sallandı ve kendini bıraktı; dengesi çok bozulmuştu, bel üstü çakıldı. Cüceler bir an şaşırıp birbirlerine baktılar. Miraç yerden doğrulanırken "Gençler naber yaa!" diye bağırdı. "Durun ben tahmin edeyim" sağdaki cüceyi gösteri "Sen genç duruyorsun, sen Duncan olmalısın" sonra da soldaki cüceyi gösterdi "Sen de Robinson. Şansa bak ya... Gece gece yolum ikiz kulelerle kesişti"
Krize girmiş gibi gülüyordu Miraç ve iki cüce hiçbir şey anlamadıkları için donuk ve tetikte Miraç'ı izliyorlardı.
Devam etti Miraç "Kaç gündür kimse ile konuşmadım ve canım çok konuşmak istiyor. Ama gerçek değilsiniz ki. Keşke gerçek olsaydınız, size anlatacak inanılmaz bir hikayem vardı."
Ağır çekimde ayağa kalktı Miraç, cücelerin yanına gitti ve Duncan'dan makas aldı. "Aynı gerçek gibisin lan" deyip saçını da okşayıp aralarından geçip gitti. İki adım atmıştı ki, cücelerden makas alınan gerçekten de Duncan gibi zıplayıp bir eli ile Miraç'ın boğazından sıkıp diğer eli ile kürek kemiğinin arasından Sürmene çakısını şapladı. Miraç yere düştükten sonra hızlıca toparlanıp çakıyı aynı yere farklı bir açı ile kez daha sapladı. Toprak Miraç'ın kanını emerken diğer cüce "Naptin uşağum? Büyük abi canlı istediydu?" dedi.  Eli kanlı cüce de beyaz mendili ile elini ve Sürmene çakısını silerken "Sinirimi bozdi soytarinin döli" diye cevap verdi.
Gecenin devamında Miraç'ın başında birer sigara içtiler ve telefon çeken bir yer bulup büyük abilerine öldürdüklerini söylediler. Biraz küfür yedikten sonra Miraç'ın cesedinin bol bol fotoğraf çekip Karadeniz'e attılar. Miraç’ın Batum’a vurması 15 günü aldı.


*Duncan ve Robinson iki Amerika’lı basketbol oyuncusudur.

şitiv hodjama sorular devam



1.Engebeli cehalet yollarını ilmi ile bir silindir gibi ezerek düzelten, farkındalık eşiği en yüksek birey, minnoşluk abidesi insan Şitiv Hodjam.
Güneş enerjisi ile çalışan tek kişilik bir uçak ile okyanusun üzerinde giderken teknik bir arızadan dolayı zorunlu iniş yaptığım adada yaşayan dinsiz bir kabile beni tanrı sanırsa – önümde diz çökmeler, tapınma benzeri hareketler ve sunulan hediyeler bakireler-, dillerini öğrenene kadar geçen süre içerisinde tanrı gibi takılsam sıkıntı olur mu?
Kalbinizin ısısı ve gülümsemenizin sıcaklığının şu an dünyadaki en kalabalık din olan münafıkların kalbinin buzunu çözmesi dileğiyle.

2. Verdiği nefeste karbondioksit dahi bulunmayan, sıfır karbon salınımı karakter Şitiv Hodjam...
Madem konu karbondan açıldı, öyle devam edeyim. Torunlarının torunlarının torunlarınını... - bu böyle binlerce nesil devam eder- torunları rahat etsin diye toprağın altına karbon eken bir adamın milyon yıl sonra elmasını biçen torunu, kazandığı para ile zina kelimesinin anlam aralığını genişletecek denemelerde bulunsa, çevreyi öyle kirletse ki ders kitapları değişse ve huzur evi yakma projesi geliştirip bunu yaygınlaştırsa; tarlayı eken dedesi günahların ne kadarından sorumludur.
Benimse torunlarımın torunlarının torunlarına bırakacağım en büyük miras sizinle vatsap arkadaşlığım olacaktır.

3. Pek muhteşem Şitiv Hodjam
İlerleyen zamanlarda yaşanması muhtemel bir Avusturalya İç Savaşının sonunda siyasi olarak kıta ikiye bölünse ve sınıra mayınlar ekilse. Mayın tarlalarının arasındaki alanda sadece bizon ve kangurular kalsa. Bir süre sonra bu hayvanların cinsel münasebetleri sonucunda vücut duruşu bizon ve kanguru arası, dört ayaklı, iki keseli, tek boynuzlu, her yere zıplayarak giden hayvanlar türese.
Savaşı islam güçleri bitirip mayınlı araziyi temizledikten sonraki ilk kurban bayramında bu türü kesebilir mi? Eğer kesebilirse bu türe kaç ortak girebilir?
Kokunuzu özleyen biricik müridiniz.

4. Gülümsemesi periyodik cetvelin en üstünde, soy gazların tepesinse olması gereken göz kamaştırıcı gülümsemeli insan Şitiv Hodjam.
Malumunuz iyi kötünün türevidir ve basit diyalektik anlayışa göre de her şey zıttı ile var olur. Temelde İslamiyet’in zıttı olarak tanrıtanımaz, Allahsız disiplinleri almamız gerekse de yaygınlık temelli baktığımızda İslamiyet’in rakibi İseviliktir.
Tamamen ve tamamen İslamiyet için, kolpadan bir Hz. İsa geri döndü numarası çeksek, ben de Hz. İsa rolünü oynasam. İsevileri kandırıp dini duygularını ve paralarını sömürsek. Tabi öncelikle paralarına çöküp elde ettiğimiz paralar ile avm işine girsek. Bunlar iyice sömürdükten, iliklerini kemiklerini emdikten sonra da ben bir cuma öğlen herkesi önce kiliseye çağırsam, önce bir vaaz patlatıp sonra 'Repeat after me!' deyip kelimeyi şahadet de ettirdikten sonra herkese cumayı kıldırsam. En sonda da yere karton serdirip meymenetsiz bir yaşlıya "Camiye yardım camiye yardım, boş geçmeyelim" dedirtip çevirebildiğim kadar İsevi’yi İslam’a çevirsem, bana günah yazılır mı?
Faceten sizin doğum gününüz olduğunu öğrendim. Tüm pastanelerin kandil simiti çıkartması ümidiyle.

5. Muhteşemlikle muhteremliğin harika uyumu, toplumun yapı taşı, arkemiz Şitiv Hodjam.
Nasıl tohum ekmeden ürün biçilemezse, biz zaaffull?! müritlerinizin de temel eksikliğinin tohumsuzluk olduğunu düşünmekteyim. Sizler gibi şeyh torunu olmayı bir kenara bırakın; yarın bir gün soy ağacı neandertalden, makat maymununa; bankerden, hayali ihracatçıya kadar devasa yelpazede müritleriniz olacaktır. Ki beynelmilel hedefleriniz içerisinde tüm dünya hakimiyetinin olmama ihtimalini düşünemiyorum dahi.
Hodjam diyorum ki eğitim kurumları kurup Kızılay’a memur mu yetiştirsek? Sonra sizden aldığımız kanı Kızılay’daki kanlara damlalıkla eklesek. Her bir litreye bir damla. Hem böylelikle kan grubunuzdaki hastalara deva olsanız, hem de kanınızı alanların gönül perdesi kalksa ve müritiniz olsalar.
Asıl sorum şu olacak hodjam. Planımı kabul buyurursanız uzun vadede dergahtaki aşırı Arh+ mürit oluşu toplumla aramızda bir kan uyuşmazlığına yol açar mı?
Her yağmur yağdığında kafama düşen damlaların yolunun bedeninizden geçmiş hidrojen ve oksijen moleküleri olduğu hayalini kuruyorum.

6. Bir annemin yaptığı yaprak sarmasına, bir sabah uykusuna, bir de sizin eşsiz sohbetinize doyamıyorum maxi-muhteşem Şitiv Hodjam.
Sabahlardır aklımda dönen ilginçlik üst sınırında bir fikir var; acaba sizinle birlikte ikinci bir Nuh, üçüncü bir Adem peygamber oluşumuna gitsek. Elbette sizden peygamberlik beklemiyorum ama çevreme bakıyorum da çok fazla genetik artık var. Bu insanlar nasıl doğal seçilimle gelmişler, nasıl en hızlı spermler anlam veremiyorum.
Konuya gelince bence çok fazla insan ile muhatap oluyorsunuz ve bu sizi istemsizce yoruyor. Acaba zevceniz Buse Hanım ile sizi ıssız bir adaya mı göndersek? Siz ikiniz baştan bir medeniyet inşa etseniz. Çünkü bizim durum çok kötü. Düzelt düzelt bitmiyor. Bir gün yanınızda nurlanan, tövbe edip göz gözyaşlarına boğulan adamı; diğer gün ganyan bayiinde görebiliyoruz.
Hem yanınıza tavuk inek falan da veririz. Adaya kameralar yerleştirmek suretiyle sizleri 24 saat izleyip hem feyzlenir, hem de hayıflanırız. Hayatınız tüm çıplaklığı ile de kayda alınıp diğer nesillere aktarılabilir.
Tozdan toza,
Dumandan dumana,
Kızgın bunlardan serin sulara.
Her anınıza şahitlik etmek umuduyla.

7. Cehennemle aramızdaki kapıyı Hodor gibi kavrayan koca yürekli devasa karakterli kişilik Şitiv Hodjam.
Evvelki sohbetlerinizde "Can ruhtadır, ruh çıkarsa can çıkar, ruh çağırma işi ondan sakat bir iş, boyunu aşan sular bunlar" demiştiniz. Bu sözünüzü soğuk ve uzun gecelerde, elektrikli battaniyemin altında, sabahlara kadar dizi izlerken düşündüm durdum.
Game of Thrones’daki Ramsey Bolton'un, Theon Greyjoy'a yaptığı uzun süreli işkence sonucunda ona kim olduğunu unutturabilme konusunda önemli adımlar atmıştı. İşkenceye devam etseydi inanıyorum eski benliğini tamamen unutturabilir, Theon'u tamamen 'Reek''e çevirebilirdi.
Peki hocam Reek kardeşimiz beş vakit namazını bey ayrı camide imamın sol çaprazında eda eden, kurbanlarda konu komşunun hayvanını sevabına boğazlayan ve sünnetçiliği yine sevabına yapan, büyüklerine saygılı, küçüklerine sevgili, Atatürk ilke ve inkılaplarına gönülden bağlı bir karakter olsa; öldükten sonra, önceki hayatın olan Theon Greyjoy olarak mı hesaba çekilir yoksa Reek olarak mı?
Hayatta yaşadığımı hissettiğim iki an var, biri sizin ilim şelalenizden damlalıkla su çekmek, diğeri de Game of Thrones izlemek.

8.Bilimle dini, bilişimle delişimi harmanlayan, tez, anti tez ve sentez kavramlarına şitivtez kavramını ekleyip ufkumuzu açmış, katarakt tutmuş gözlerimizi araba yıkar gibi basınçlı suyla açan tazyiki yüksek, Şitiv Hodjam.
Madem laf şitivteze geldi, Şitivist din anlayışınızla ilgili Facebook, Twitter ve ankara.net sitelerinde çok sık rastladığım bir konuya değinmek istiyorum. Bizde neden dört eş hakkı yok? Bazı hodjalar yabancı sınırını kaldırmışken neden bu tutuculuğunuz? Genç müritler rahatsız.
Biz samimi müritleriniz ise dünyada kadın kalmasa hissetmez, sizin tatlı tebessümünüzü düşünerek testosteronlarımızı dizginleriz.

9. Hodjaların hodjası, büyü işlemez, hakaret geçirmez, yaşayan iyilik hareketi Şitiv Hodjam.
Kişisel ruhban sınıfım, belli başlı ibadetlerimizin sonunda malumunuz Fatiha suresini okuyor ve okurken geçmişlerimizin ruhuna armağan ediyoruz. Malumunuz insanlığın başlangıcının 3 milyon yıl ile 1 milyon yıl arası olduğu tahmin ediliyor. Hz.Adem'in torununun torunun torunu olan, vasat bir müslüman birey milyon yıldır tüm Fatihalar’dan hisse toplarken; kıyametten birkaç yüzyıl önce doğacak bir müslüman belki de hiç Fatiha almadan zorunlu dünya hizmetini tamamlayacak.
Acaba oluşum olarak sadece geçmişlerimizin değil, geleceklerimizin de mi ruhuna Fatiha okusak?
Yeni dinayet sezonun ikimiz için de başarılarla geçmesi dileğiyle kahrolsun sahte hodjalar!

10. Radyoaktif aktif madde altındayken peygamber böceği tarafından ısırılmışçasına bir ilim ve fitliğe sahip Şitiv Hodjam.
Bir zamanlar fırtınalar estirirmişsiniz, eskisi gibi değilmişsiniz artık değişmişsiniz öğrendiğimiz kadarı ile Hodjam. (Bkz: Bir Hodjanın Hatıratları cilt 2 - cilt 28 arası)
Hayatınızı incelerken dikkatimi çeken bir nokta hiçbir günahınızı yarım bırakmayışınız. Pavyon maceralarınız gün ışıyana kadar sürüyormuş mesela. Birini dövmeye başladığınızda mutlaka bayılana kadar dövüyor, birine sövmeye başladığınızda soy ağacında kalaylanmamış dal bırakmıyormuşsunuz. Poker masasından çıplak kalkmışlığınız da var, mahallede kedi bırakmamışlığınız da.
Acaba sizin şu an ki mertebenize ulaşmanızın sebebi günahlarınızı yarım bırakmayıp tamamlamanız mı? Buradan yola çıkarsak, ortasında olduğumuz bir günahı o an bırakmayı yoksa sonra içimizde kalmasın diye tamamlamamızı mı önerirsiniz?

Hayatınızı anlattığınız henüz 28 buçuk ciltlik eserinizin devamında bir virgül olmak hayaliyle.

12 Ekim 2017 Perşembe

kuzen geyik - genç werter

Sayın yargıç ve değerli jüri üyeleri…

İstersen bir 1996 yılının ilk günlerine gidelim. Siz daha doğmamıştınız ve dünya berbat bir yerdi sayın yargıç. Bir gün Mehmet Ali abilere bilgisayarla oynamaya gittim. Mehmet Ali abinin o iç bunaltıcı sohbetine katlanmamın tek sebebi arada klavyenin “A” “S” “D” tuşlarına basarak piksel piksel olan futbolcu çizimlerini koşturmaktı. İnanılmaz heyecanlı bir durumdu benim için. Sabahlara kadar Fifa oynadığımız bir gecenin sabahında kahvaltımızı ettik. Mehmet ali abinin satanist gitar hocası gelince benim uzamamam gerektiğine karar verdim. Zaten acil şekilde eve gidip uyumam gerekiyordu. Tam evden çıkacaktım ki kitaplığında Goethe’nin Genç Werter’in Anıları’nı gördüm. Goethe’yi Ömür Abimin bana hediye ettiği “Tarihi Değiştiren 100 Büyük Dahi” kitabından tanıyordum ama daha önce hiç okumamıştım. İçim kitap okuma isteğiyle doldu. “Abi alabilir miyim?” dedim satanist gitar hocası bileğini penası ile kesmiş akan kendi kanını emerken. Hocasının yanında bana hayır diyemezdi. “Al ama bitirince getir. Yoksa asla unutmam. Ben kimseye bir şey hediye etmem! Kitabı getirmezsen kabusun olurum. Benden asla kurtulamazsın. Kitabın sayfalarını yavaş yavaş çevir. Asla kırışıklı olmasın. Çantana koyma, elinde taşı” dedi. “Tamam tamam” dedim ve çıktım.

Bir kere elimde olsa kitabı yasaklatırım. İnanılmaz iç bunatıcı bir kitaptır. Okumayın, okutmayın. Ki Mehmet Ali Abinin okumadığına da eminim.

Neyse kitabı okula götürdüm. Sınıfın en güzel ikinci, okulun en güzel üçüncü, Keçiören’in en güzel on ikinci kızı olan Meltem kitaba baktı ve “Okuyup sana getireyim mi barışçım?” dedi. Bana “Barışçım” dedikten sonrasını anımsamıyorum bile. Kitabı verdim sanırım. Oralar bende bulanık.

Neyse Meltem elbette ki kitabı geri vermedi, ben de isteyemedim. Çünkü istemem için konuşmam lazımdı ama ben meltemle konuşamıyordum. Bir konuşabilsem o kadar çok anlatacağım şey vardı ki, konu kitaba bir ay sonra anca gelirdi.

Ve tacizler başladı sayın yargıç;

Mehmet ali abi önce telefonla tacize başladı, her gün beni aradı ve kitabı sordu. Abi yenisini alayım dediysem de umursamadı. O kitabı istiyorum dedi başka bir şey demedi. Sonra evime isimsiz mektuplar göndermeye başladı. Beni Zeynep ablamla tehdit etti. Biliyor tabi nasıl sevdiğimi. “Eğer kitabımı getirmezsen Zeynep ablanı arar ve senin bir hırsız olduğunu söylerim” dedi. Malum o zamanlar da Zeynep ablamın karnı burnunda. Hassas bir dönemde, hormonlar tavan. Onun üzülmesine asla izin veremezdim.
Ben de Mehmet Ali abiyi öldürdüm.
Şu an bana suçlamalardan bulunan kişi Serdar Ortaç’ın küçük kardeşidir! Rica ettim, Serdar Ortaç’ın kardeşi olacağıma onurumla Ömer ve Ömür Çetinkaya’nın kardeşi olarak yaşarım dedi. Biraz itici ol, kimse farkı anlamaz dedim. O da oldu. Hiçbiriniz anlamadı.


Peki sayın yargıç! Benim yerimde siz olsanız, siz de öldürmez miydiniz? Hamile bir kadının hayatını kurtarmak içindeki canla beraber iki kişinin hayatını kurtarmak değil midir? 1’e karşı 2. Ki bu ikiden biri değerli sanatçı dostum Zeynep abla! Pişman değilim.

29 Eylül 2017 Cuma

6. Sarı Şerit

Sarı Şerit

Ege’nin adının Ege olmasının bir Ege çocuğu olması ile zerre alakası yoktu. Hiçbir hikayesi yoktu hatta adının Ege olmasının. Adı kadar alakasız ve hikayesiz de bir soyadı vardı ‘Aslan’. Kürt bir anne ile İç Anadolulu bir babanın yasak aşklarının yaşayan tek meyvesiydi. Babası Siirt’de vatani görevini yaparken, bir çarşı izni esnasında; anasının da babasının da kıçına dikenler bata bata gerçeklemişti her şey. Sonra da Yozgat’ta geçen bir çocukluk. Acemi birliği Eskişehir olsa da; milyonda bir ihtimalin gerçekleşmesi ile Yozgat’ta geçen bir askerlik ve tekrar Yozgat’ta devam eden bir hayat. Ege 23 yaşındaydı ama hiç Ege’ye gitmemiş, hiç de gitmek istememişti.
Truman Show’u izlemişti bir akşam ana haberden sonra Show TV’de. Sonra uzun uzun düşüncelere dalmıştı. Sonra filmi arkadaşlarına anlatmıştı da hiçbir arkadaşından istediği reaksiyonu alamamanın kırıklığını tüm hafta hissetmişti. Zaten arkadaşlarını o seçmemiş, coğrafya tayin etmişti. Yozgat’ta herkes sıkılıyordu ama en çok Ege sıkıyordu.
Adliyenin karşısındaki çay bahçesinde garsonluk yapıyordu yıllardır ve yıllardır adli olaylara kulak misafiri oluyordu. Sonra 208 kaderdaşı gibi kendini olayın için buldu, kendisi olay oldu. Polis arabaları gelip herkes dağılıp kalabalığa karışırken Ege bir an duraksadı. Arada sırada çay ocağına gelen polisleri, zanlıları, avukatları düşündü. Kendini bulmaları ne kadar sürer diye kafasında bir tarttı. Güvenlik kameraları, otobüs biletleri, cep telefonu sinyalleri, tanık ifadeleri... Vardı biraz süresi, şansı da yaver giderse bir hafta rahat rahat saklanırdı. Sonra kendini tarttı, hiç kaçası yoktu. Adrenalini maksimumda, enerjisi tamdı ama ayakları gitmiyordu.
Bir sigara yaktı, plazayı gören köşedeki elektrik lambasına sırtını yasladı. İnsanlar koşuşturup duruyorlardı. Güzel kadınların gözyaşları makyajlarını akıtıyordu ve selfi yapıyorlardı. Takım elbiseli adamların hepsinin elinde cep telefonu vardı ve onlar da ya fotoğraf çekiyor ya da birilerini arıyorlardı.
Dört polis arabası yakalayabildiğini yakalamıştı. Sonra ambulanslar geldi. Hem de ona yakın, plazanın önü siren sesleri ile ışıkları ile yankılanıyordu. Sonra beş altı polis arabası daha geldi. Daha siyah kıyafetleri olan zırhlı polisler plazaya girdiler. Daha siyah kıyafetli polisler plazadan çıkınca da ambulans görevlileri geldiler.
Polis filmlerde olduğu gibi sarı şeridi çekti.
Plaza insanları şeridin içinden çıkmak istemiyorlardı, biraz önce ağlayan plaza kadınları şimdi kendilerini yerlere atıp ağlama krizlerine giriyorlardı. Ege en yakın tanığı olduğu için adı gibi biliyordu ki, yarım saat kadar önce hiçbiri engellemeye kalkmadıkları gibi pek umursamış gibi davranmıyorlardı. Sigarasından derin bir nefes aldı ve “Tiyatro!” dedi Ege seslice. –önemli sayılabilecek bir not: Ege hayatı boyunca hiç tiyatroya gitmemişti-
Polisin sarı şeridin içindeki iyi yüzlü plaza insanlarını boşaltırken insanlar sarı şeridi gördükleri gibi zombi gibi şeride doğru yürüyüp polislerle sohbet edip bilgi toplamaya çalıştılar.
Herkesin elinde cep telefonu vardı, kimisi fotoğraf çekiyor, kimisi video çekiyor, kimisi telefonun dolan hafızasını silmeye çalışıyor, kimisi çektikleri video ve fotoğrafları çeşitli sosyal medya hesaplardan paylaşıyor, genç bir kısmı ise sosyal medya hesaplarının canlı yayın yapıyor ve yarım yamalak duyduklarını zamanın Reha Muhtar haberciliği tarzında anlatıyorlardı. Ve o an çevrede gerçeği bilen sadece Ege vardı.
Küçük adımlarla yürümeye başladı sarı şeride doğru. Tam karşısında sarı bıyıklı bir polis memuru vardı. Şeridin altından geçince sarı bıyıklı polis Ege’ye selam verdi, Ege de selamını aldı. Yüzündeki ifadesizlikten ya da soğukluktan olacak ki sarı bıyıklı polis muhtemelen Ege’yi komiser falan sandı. Yoksa üzerindekiler gündelik kıyafetleriydi. Öyle takım falan yoktu.
Sağa sola çok bakmadan kendinden emin adımlarla plazaya girdi Ege. Plazanın girişinde tam bir hengame vardı. Herkes birbirine bir şeyler soruyor ve durumu anlamaya çalışıyordu. Tarikat, sendika, terör, komünistler sözleri yankılanıyordu duvarlarda. Bazı polisler fotoğraf çekerken bazıları ise parmak izi toplamaya çalışıyorlardı.
Merdivenlere doğru yönelmek ile asansörü kullanmak arasında tereddüt etmişti ki Ege; tam o anda asansörden iki güneş gözlüklü iri polis inince önce duraksadı. Onlar selam verince selamlarını aldı ve asansöre doğru yürüdü.  27. kata bastı ve tam otomatik kapı kapanırken mini etekli sarışın bir kadın bağırdı. “Lütfen kapıyı tutar mısınız?” Ege asansörün arasına ayağını koyup kapıyı tuttu.
Kadın asansöre biner binmez kendini tanıttı. “Teşekkür ederim. Ben Komiser Buket, olay yeri incelemeden, siz peki?” dedi. Ege duraksadı. Derin bir sessizlik oldu, asansör hızla katları çıkıyordu, sonra aklına ilk geleni söyledi “Ben de Baş Komiser Ege. Narkotikten” asansörde derin bir sessizlik oldu. Komiser Buket olayın narkotik bağlantısını düşünürken Ege de söylediğinin ne kadar saçma olduğunu düşünüyordu. 27. Kata geldiklerinde Komiser Buket “Narkotik ile ilişkisi ne Baş Komiserim?” dedi. Ege de “Bilmiyorum valla; çağırdılar geldik, göreceğiz” derken hiç Baş Komiser gibi değil de, daha çok bir çaycı gibi konuşuyordu.
Asansörden inip beraber odaya girdiler. Buket Komiser cesedi görür görmez “Aman Allah’ım! Bu nasıl bir canilik?” dedi. Birkaç saniye baktıktan sonra gözlerini çekti hemen. Ege’de ise parçası olduğu bu eser hakkında zerre bir heyecan gelişmedi. Savcı gelmeden ceset kalkmayacak muhabbetinden başka hiçbir şey konuşulmuyordu ortamda.
Komiser Buket ile beraber aynı asansöre binmenin verdiği manasız birliktelikten ve ortamda başka kimseyi tanımamanın verdiği durumdan kaynaklı olarak köşede sigaralarını içmeye başladılar. Buket Komiser muhtemele hiperaktif bir karakterdi. Bir sağa bir sola yürüyüp duruyor, oda içerisinde sağa solu geziyor, gezerken de kolundan tuttuğu Ege Baş Komiseri! çekiştirip bir şey anlatıyordu. Ege’nin aklı ise savcıdaydı. Savcıyı izleyecek, sonrada selam vermeden, sadece selam alarak uzaklaşacaktı.
Çok geçmeden bir hareketlilik oldu. Savcı Hanım geliyor, sesleri herkesi telaşlandırdı. Asansörden inip cesedin yanına gelene kadar sadece topuk sesleri duyuldu. Odaya girince ise herkesin kalbi birkaç saniyeliğine durdu. Güzel bir kadın değildi belki ama kesinlikle bir enerjisi vardı. Seyrelmiş saçlarını arkaya doğru yapıştırmıştı ve uzun küpeleri vardı. Savcı sanki Komiser Buket’in otuz yıl yaşlanmış hali gibiydi ve çok daha karizmatiği. Cesede yaklaştı. Göz ucuyla baktı. Sonra Buket Komiseri ve Ege’yi parmağı ile gösterip. “Yakalayın bunları!” dedi.
Polisler bir dakikadan daha kısa süre sonra ikisini de ters kelepçeleyip savcının önüne oturttular. Savcı cep telefonlarını karıştırdı biraz ikisinin de. Sonra Buket’e dönüp “ Buket Fındık! Demek yedi yıldır gazetecilik öğrencisi ve blogersın ha! Ortamı güzel çekmişsin, her ayrıntı var.”  sonra Buket’in telefonunu kurcalamaya devam etti “Bloğunu bakıyorum da, yazılarında fena değil. Gerçekten de polise benziyorsun, polis arkadaşları kandırmana şaşmamalı. Çantandaki açıklıktan telefonunu fark etmesem ben bile inanabilirdim. Bu gece misafirimiz olacaksın genç bayan, belki yarın gece de. Telefonundaki görüntüleri elbette sileceğiz, sonra da serbest kalacaksın. Sakın ama sakın konu ile ilgili bir haber videonu ya da bloğunda bir yazını görmeyeyim. Anlaşıldı mı? Yoksa bilirsin her suçlu olay mahalline geri döner derler”. Son cümlesini söylerken gözleri her şeyin farkındayım dercesine Ege’yi süzüyordu.
Savcı Bukete baktı ve tekrarladı “Anlaşıldı mı!”
Buket titriyordu, “Anlaşıldı efendim” dedi.
“Sıra sende Ege Aslan. Arkadaşının düğününde halay çektiğin birkaç foto. Gül ve cami resimleri üzerine yazılı kandil paylaşımları ve sadece erkek arkadaşlarla dolu bir Facebook sayfan var. Burada olmanın nedeni çok belli. Sen de o adamlardan birisin değil mi?”
Ege sakince hatta gülümsemeye kaçan bir yüz ifadesi ile “Evet” dedi
“Bu adamı neden öldürdüğünüzü biliyorum. Tek merak ettiğim kaç kişisiniz ve nasıl organize olduğunuz? Eğer anlatırsan az yatar çıkarsın. Hadi Ege, konuş evladım”
Ege aynı sakinlikle “Konuşmama hakkımı kullanıyorum” dedi.
Savcı hiç şaşırmadı. “Daha konu hakkında konuşacak zamanımız olacak Ege Arslan” dedikten sonra polislere “Götürün bunları!” diye bağırdı ve olayın canlı şahitleri hayat kadınlarının yanına doğru yürümeye başladı.

Ege önce Silivri Cezaevine gitti; sonra birkaç kavgadan sonra da İzmir’e, Kemal Paşa Cezaevine nakloldu.

27 Ağustos 2017 Pazar

5. tansu çiller

                                                            Tansu Çiller

Mesela Sefa 208 adam plazaya doğru yürürken hiç en önde yürümedi. Güvenlik görevlileri ile olan mücadele esnasında hep en arkada kaldı. Müteahhit dövülürken de omzuna bir tane yumruk attı ve öyle çok sert de vurmadı. İstese vururdu da. Kocaman bir genç adamdı Sefa. Fıtratın öfke olsa rahatlıkla korumalık, bar fedailiği de yapabilir; biraz idmanla şu kuralsız, içinde zarafetin zerresi olmayan boks türevlerinde de başarılı olabilirdi. Ama o tellak olmayı seçti. Çünkü oldu olası kadınlardan utandı Sefa. Mesela ilkokul öğretmeni Sefa’nın yazmayı öğrendiğini bir dönem sonra fark etti çünkü öğretmeni kadındı ve Sefa bütün gün başını sıradan kaldırmadan omuz başları içeri dönük şekilde utangaç utangaç otururdu.
Yakışıklı olmasa da mesleki deformasyondan olsa gerek temiz görünür, boyu posundan dolayı da ilgi çekerdi. Çalıştığı hamam tadilata girdiğinde kısa süre bir avm’de güvenlik görevlisi olarak çalışmış, günün sonunda iki kız buna telefon numarası vermiş, olayı anlamlandıramadığı için amirlerine söylemiş, amirleri de dalga geçmiş, alay edilince de o işten çıkmıştı. Bir ay öyle evden hiç çıkmayıp Seda Sayan, Saba Tümer ve Pakize Suda izlemiş, hamam açılana kadar televizyonun başından kalkmamıştı.
Öyle aklınıza gizli gay yakıştırması gelmesin de. Sefa’nın gayet renkli ve eğlenceli bir hayal dünyası vardı. Sarışın olgun kadınlardan hoşlanırdı mesela.  Kadın dediğinin konuşkan olmalı ve sesi biraz kirli olmalı diye düşünürdü. Sigarasını uzun bir ağızlık ile içmeliydi kadın ve etek ceket giymeliydi.
Babasından Sefa’ya miras olarak çok canlı ve bol arkadaşlı bir Facebook sayfası kalmıştı. Hesabı Sefa açtığı için şifreyi de biliyordu. Merhum babası ’50 yaş üstü aşkı arayanlar’, ‘gerçek aşkı arayan dullar’, ‘Hep Genciz - 40, 50, 60 Yaş, Gönlü Gençler, Emekliler’, ‘BEKAR 50 YAŞ GENÇLİĞİ’ gibi birçok kapalı gruba üye ve bir kısmında da yöneticiydi. Babasının öldüğünü sosyal medya arkadaşlarından hiçbirine söylemedi ve bir kısmı ile sohbeti devam ettirdi.
TC Şermin Uçan’a ise aşık oldu Sefa. Sabahlara kadar konuştu bu kadınla. 55 yaşında, muhalif, Atatürkçü, neşeli, oturaklı; tam kadın gibi bir kadındı. Sırf kadının ilgisini çekmek fotoşop öğrendi hem de hiçbir yeteneği ve ilgisi olmamasına rağmen. TC Şermin Uçan’ın Atatürk ile beraber göndere bayrak çektiği bir fotoğraf şopladı mesela, TC Nermin bunu çok beğendi ve çok uzun bir teşekkür mesajı attı. Bir 10 Kasım’da da Anıtkabir’in üzerinde ağlayan melekleri şopladı Sefa ve bu çalışması da toplam üç binin üzerinde beğeni aldı. Fotonun altı da yüzlerce övgü ve Atatürk’e özlem mesajları ile doldu taştı.
Babası görünümlü Sefa bu alemde popüler olsa da gözü TC Şermin Uçan’dan başkasını görmüyordu. Gerçi bir emekli İçişleri Uzman Yardımcısı Hanife Hanım da vardı ama o çok yavaş yazıyordu ve Sefa çok bunalıyordu.  Sohbet her gece koyulaştı TC Şermin ile. Görüntülü konuşma talebini ise Sefa kabul etti ama kameranın önüne poşet koyarak görüntüyü bozdu ve “Sanırım kamera bozuk” diyerek geçiştirdi ve kadının güzelliği karşısında büyülenmiş bir şekilde kendini tatmin etti.
Eve giderken kaybedecek bir şeyim yok diye düşündü ve hemen yazdı TC Şermin’e “Nasılsınız güzel bayan?” TC Şermin’den mesaj gecikmedi “İyiyim efendim sizleri sormalı”
Hal hatır kısmı geçtikten sonra yavaştan konuya girdi Sefa. “Size harika bir resim yaptım Şermin Hanım. Siz ve Atatürk el ele tutuşuyorsunuz, arkanızda bir gül bahçesi var ve bahçenin üstünde de altı oku siluet olarak yerleştirdim”. TC Şermin önce cevabı onlarca manasız smiley ile doldurdu. Sonra da “Görebilir miyim Sadettin Bey?”, dedi.  Sefa’nın yüzünde hemen merhum babasından başka bir miras olan çapkın bir gülümseme belirdi. “Akşam beraber yemek yemeyi kabul ederseniz elbette” Malum her kadın yaş konusunda yalan söyler.55 yaşında olduğunu iddia eden TC Şermin en az 60 olmaydı ve naz yapacak fazla vakti yoktu. Tarihi bilmem bir şey bey lokantasında akşam yemeği için sözleştiler.
Sefa’nın sırtından soğuk terler akıyordu. TC Şermin ile konuşurken günün sabahında yaptıklarını ve başına gelmesi muhtemel her şeyi unutmuştu. Aklında sadece akşam yemeği vardı. Acaba TC Şermin durumu nasıl karşılayacaktı?
Yemeğe kadar biraz vakti vardı. Önce eve gidip sinekkaydı bir tıraş oldu. Sonra gömleğini ütüledi, arkadaşının düğünü için aldığı takım elbiseyi ikinci kez giydi, saçlarını yana taradı ve evi mezarlığa yakın olduğu için babasının mezarına bir uğradı Sefa. Daha önce babasının mezarına bayramlarda ve babalar gününde gitmişliği vardı ama hiç mezar taşı ile konuşmamıştı. “Teşekkür ederim babacığım” diyerek başladı konuşmaya. “Bana bıraktığın Facebook hesabın sayesinde gerçek aşkı buldum. Bugün hayatımın kadını ile tanışacağım, tamamen senin sayende. Ve umarım benim sen olmamama o kadar çok kızmayacak ve beni sevecek. Sonra ne olur bilmiyorum. Belki beraber kaçarız, belki onun evinde saklanırım, belki de benim teslim olmamı ve çıkana kadar beni bekleyeceğini söyler. Bilmiyorum. Bunun kararını o verecek. Çok güçlü bir kadın o. Hep doğruları biliyor ve savunuyor. Çok zeki ve korkusuz. Hayata bakış açısına aşık oldum onun, bir de o sarı saçlarına. Bugün çok büyük bir gün baba! Ben yıllardır sadece bu gün için yaşadım. Kusura bakma gitmem gerek, kadınımı bekletmek bana yakışmaz. Arada gelir seni gelişmelerde haberdar ederim” dedi. Sonra birkaç adım uzaklaştıktan sonra döndü ve babasının mezarına bakıp “Seni seviyorum” dedi.
“Seni seviyorum” dedi TC Şermin’e. Gerçekten de fotoğraflardaki gibi güzel ve güçlü olarak duruyordu Sefa’nın karşısında. Sefa’nın hikayesinin o günden önceki günlerini dinlerken birkaç sigara yaktı. Dünya da kimse sigarayı onun kadar asil tutamazdı. Mimikleri hiç renk vermiyordu. Kızmış mıydı yoksa hoşuna gitmişti hiç belli değildi. Çok az konuştu, Sefa’nın babasının geçen sene öldüğünü duyunca kısık sesle bir “Allah rahmet eylesin” dedi. Sonra Sefa’nın gözlerinin içine delici bir bakış atıp, “Anlatacakların bu kadar mı?” diye ekledi.
Sefa bu lafı duyunca sabahki olayı anlatmaya başladı. Hem de tüm çıplaklığı ile. Biraz önceki mimiksiz kadının yüzünde bu sefer korku ve hayret belirdi. Haberlerde olayları duymuştu zaten. Sefa anlatırken yemekleri bitmişti ve o sırada tatlı isteyip istemediklerini soran garsona “Biz seni çağırana kadar lütfen gelme” dedikten sonra olayın linçin ayrıntılarını merakla dinledi. Sefa anlatırken arada “Aman Allah’ım”, “Tövbe tövbe…” diyebildi sadece. Sonra garsonu iki parmağıyla çağırıp iki sade türk kahvesi istedi.
Kahveler geldikten sonra “Şimdi ne yapacaksın evladım?” dedi. Evladım lafı Sefa’nın başından aşağı kaynar su gibi döküldü.  “Bilmiyorum” dedi Sefa sessizce, “Sizce ne yapmalıyım?”
Hesabı istedi TC Şermin, Sefa’nın eli cüzdanına gittiyse de “Sakın” diyerek engelledi ve ödedi. “Sakın” lafını duyduğu an donakalmıştı zaten Sefa, “Hadi kalkalım” diyene kadar da buzu çözülmedi. Sonra beraber lokantadan çıktılar.
Lokantadan dışarı adım attıkları anda elinden tuttu Sefa’nın TC Şermin ve biraz dolandılar. Karakola gittiklerini fark ettiyse de Sefa ses etmedi. TC Şermin biraz yolu uzattı. Sonra beraber karakolun bahçesine girdiklerinde Sefa’nın elini bıraktı.

“Beni bekleyecek misin?” dedi Sefa. TC Şermin ise “68 yaşındayım” dedi, “Söz veremem”

18 Ağustos 2017 Cuma

şitiv hojama sorular

1.Değerli şitiv hocam. Eğer bir insan yaptığı iyiliğin uzun vadede olumsuzluğa yol açacağını öngörüyorsa; daha uzun vadede hayır olabilir düşüncesi ile iyiliği yapmalı mıdır, yoksa kısa vadedeki olumsuzluk ihtimaline göre mi hareket etmelidir? Bir müminin planları kısa vadeli mi uzun vadeli mi olmalıdır? Sağlığınıza duacıyım…
2.Over-muhterem şitiv hocam. Bir mümin bir münafığın acı çekmesini istiyorsa ona pusu mu kurmalıdır yoksa beddua mı etmelidir? Soruyu genişletmek gerekirse, bir mümin bir şerefsizin ölmesini istiyorsa; onun ölmesi için edeceği duanın kendisi için öteki tarafta cezai müeyyidesi olur mu?
3.Güneşimiz ayımız ve bilumum gökcismimiz, aydınlık vericimiz, ampulümüz şitiv hocam. bir arkadaş grubundaki şakacı karakterlerin, gruptaki kel bireyleri, sadece ileride dalga geçmek amacı ile saç ekimini konusunda cesaretlendirmesi mi daha büyük günahtır yoksa geceleri araba ile hayat kadınlığı yapan kadınların yanından yavaş hızla geçip göz zinası yapmak mı? Thank god for u!
4.En büyük zenginliği gözlerinin güzelliği olan irfan yuvası hocam şitiv şeyfim. Güneş enerjisi ile çalışan tek kişilik bir uçak ile okyanusun üzerinde giderken teknik bir arızadan dolayı iniş yaptığım adada yaşayan dinsiz bir kabile beni tanrı sanırsa – önümde diz çökmeler, tapınma benzeri hareketler ve sunulan bakireler-, dillerini öğrenene kadar geçen sürede tanrı gibi takılsam sıkıntı olur mu? Akıl sağlığınıza duacıyız..
5.Farkındalık eşiği en yüksek birey minnoşluk abidesi insan şitiv hocamız. Ceza kanunu kısasa kısas mantığı temelinde olan bir ülkede yaşayan bir devlet memuru olsam, değişen iktidarlar sonucun da kendimi tecavüz suçlularına tecavüz etmekle sorumlu birimde bulsam ve emekliliğime birkaç ay kalsa; çocuğumun özel okul taksitleri ve karımın silikonları için aldığım borcu ödemek için memuriyetimin gereklerini yerine getirmeli mi yoksa istifa mı etmeliyim? Gölgenizde olmanın haklı onuru içerisindeyiz…
6.Varlığımızın varlığının alt kümesi olduğu, kapsayan eleman şitiv hocam. Hak etmediği yerlere bir dini cümaat sayesinde gelmiş gerzek bir bilim adamının deneyi sonucu ortaya çıkan bir virüs dünyadaki herkesi öldürse. Sadece ben ve bakirelik yemini etmiş katolitik –erol seviliyorsun karşim- erik gibi, kütür kütür, daş gibi kalçaları olan bir rahibe kalsak. Türün devamlılığı için rahibe yengeniz yeminini bozacağı için karşılığında ne kafaret vermeliyiz. İlim tasından aldığınız abdestin damlaları ile çay demlemek umudur ile..
7.gerçek olmayacak kadar pırıltılı gülümsemeli engin insan şitiv hocam. Malumunuz insanlar rüyalardan çok etkilenirler. İnsanlara sizi ve öğretinizi tanıtmak amacı ile rüyalara girme konusuna eğilsem ve yoğun çalışmalarım esnasında ibadetlerimi yapamasam. Çalışmalarım başarılı olursa ibadet borcum silinir mi? Çalışmalarım başarısız olursa kul müspet bir amaç için uğraşmış diye ibadet borcum silinir mi? Yoksa kurtuluş yok kuzu kuzu namaz, zekat vs mi? Vereceğiniz cevapların çevrenizdeki kıskanç köpekleri de ehlileştirimesi umudu ile…
8.engebeli cehalet yollarını ilmi ile bir silindir gibi ezerek düzelten insan şitiv hocam. üstümden atamadığım merak hırkam ile size bir sual sormak isterim. Hamile eşinden uzak olmamak için arkadaşlarını yanına çağıran samimi olduğuna inandığım tüm kalbimle inandığım müslüman bir arkadaşın davetine icabet etmeyen ve kötü hizmetin adresi iğrenç garsonlar çalıştıran aziz isimli kafeye giden arkadaşları diğer tarafta bunun hesabını nasıl verecekler! Allllllaaah! Kalbinizin ısısı mühafıkların kalplerinin buzunu çözer umarım.
9. Hangi aşk şarkısını söylersek söyleyelim, sadece sizi düşünürken anlam kazanıyor şitiv hıcam. Evde yalnız kaldığımız sıcak bir yaz gecesinde anadan üryan uyurken eve hırsız girse, onun mahremimizi görmesine neden olduğumuz için günaha girer miyiz? Eğer günaha girersek, evden ne götürürse helalleşmiş oluruz. Soğuk kış gecelerinde kalbimiz verdiğiniz öğütlerin sıcaklığı ile donmaktan kurtuluyor; hürmet ve minnetle

10.unuttuğumuz değerleri bize hatırlatırken hiç bilmediğimiz değerleri de bize öğreten üst değerimiz şitiv hojam. Gayri ahlaki mekanlarda varoşça ve sanki ahiret yokmuşçasına, hunharca eğlenen insanların bu yaşadıkları rezillikleri arkadaşlarıyla gerek sözel gerekse görsel desteklerle anlatmasının dinimizde yeri var mıdır? Varsa nerededir? Bu görüntülerden feyz alarak benzer çirkin ortamlara girdiğimizde bize zorla imzalatılan senetleri sol elimizle ve başka uydurma bir imza ile imzalarsak evrakta sahtecilikten günaha girer miyiz? Keşke 24 saat sizi çeken bir kamera olsa da biz de 24 saat sizleri izleyerek haramlardan uzak dursak.

16 Ağustos 2017 Çarşamba

4. kör udi

Kör Udi

Kör bir udinin oğluydu Vedat. Babasını herkes Kör Udi diye tanırdı, İstanbul fasıl aleminin az sevilen ama çok bilinen isimlerinden biriydi. Önce bunadı, sonra yıllarca pavyonlarda bir yudum içmeyen adam feci şekilde alkole düştü, daha sonraları kulakları az duyar oldu, en sonda da dizleri ve çişi tutmaz oldu...
Kör tuttuğunu demişler, Vedat günah dolu bir gecenin mucizesiydi. Merhum annesi Vedat’ı hep mucize olarak gördü. Konsomatrislik ve hayat kadınlığıyla geçen meslek hayatında belki de jübilesine aylar kala, adetten kesileli bir yıl olmasına rağmen hamile kalmıştı Kör Udi’den. Doğum zamanı ellili yaşlarına yaklaşmış, doğumdan sonra çok da yaşamamıştı. Birkaç silik anıdan ibaretti Vedat için, fulü ama tatlı birkaç anı.
Vefattan sonra Vedat ise babası ile baş başa kalmıştı. Evlenmediğinden de, hiç çok parası olmadığından da, babasına az da olsa sevgi ve şefkat beslediğinden de; hiç babasından ayrı yaşamadı. Kendi aralarında minimum konuşarak aynı evi yıllarca paylaştılar.
O gün de olay yeri olan plazadan çıktıktan hemen sonra direk eve geçti. Babası elinde udu, bozuk akordu ile yine bir şeyler çalıyor ve sadece kendi duyabileceği şekilde mırıldanıyordu. Komşular ses etmiyordu ama Vedat gittikten sonra babasına ne olacaktı? İçini ilk o an bir pişmanlık sardı. Kendine ilk kez o an kızdı Vedat. O güvenliğin kafasını ayağı ile ezdiği için bile kendine bu kadar kızmamıştı.
Babasını dinledi kendine çay koyarken, babası ise artık sadece içki içtiği için çay değil çay bardağında şarap verdi. Birkaç günlük bayat ekmek ile buzdolabında açık kaldığı için kurumuş beyaz peynirden yedi. İki de yumurta kırdı, babasını çağırdı ama babası kendini uduna iyi kaptırmıştı, bu durumlarda yemek hiç umurunda olmazdı.
Babası şarabı çenesinden beyaz atletine birkaç damla döke döke içti. Zaten atlette birkaç günlük içki izleri duruyordu. Haberleri açtı Vedat, içinden gelmeye gelmeye, merakına yenik düşerek. Her haber kanalında boy boy resminin olacağını bekliyordu. Ama durum öyle değildi. Neler olduğu hakkında net bir bilgi yoktu. Sadece müteahhit ve korumalarının öldüğü geçiyordu. Haberler mafya çatışması ve terör gibi ihtimallerden bahsediyor ve genelde olduğu gibi yine yalan söylüyordu.
Kör Udi televizyonun sesini bastırmak için daha yüksek sesle çalmaya başladı birden. Tellere daha sert vuruyor, bir yandan da garip garip bir şeyler söylüyor, nameleri bastıra bastıra geçiyordu. İngilizce mi acaba düşündü Vedat; ki eğer İngilizceyse dahi, İngilizce olduğunu anlayacak kadar bile İngilizce bilmiyordu. "Çal be baba! Çal be! Ne güzel çalıyorsun!" diye bağırdı ve oğlundan cesaret alan Kör Udi iyice coşkulu çalmaya başladı. Tutmayan dizlerine rağmen çalarken arada ayaklanmaya bile çalışıyordu.
Bir an gerçeklerle yüzleşti Vedat sırtından buz gibi terler akarken. En az on sene hapis yatacaktı ve çıktığında muhtemelen babası ölmüş, kimsesizler mezarlığında, başucunda tahta ve o tahtaya yazan bir numara ile bayramda seyranda bir ziyaret edeni dahi olmadan yatıyor olacaktı. Yıllardır beraber bir fotoğraf bile çekilmemişlerdi. Bugün babası ile son günü hatta son dakikaları olabilirdi. Bir bardak daha şarap doldurup babasına verdi, sonra da açtı telefonunun kamerasını ve babasını kaydetmeye başladı. İçkinin verdiği enerji ile Kör Udi hepten coşmuştu. Vedat’ın anlamadığı kelimeler söylerken akortsuz udunu da konuşturuyordu. Heyecanlı heyecanlı dört tane şarkı söyledi. Her şarkı arasında da birer bardak şarap içti ve en sonunda koltuğa sızdı.
Vedat ise kayıtları izledikten sonra düşünmeye başladı. Adli emanetten on sene sonra telefonunu alabilir miydi? Alsa o telefondan hayır gelir miydi? Sonra en iyisi Youtube'a atmak diye düşündü şarkıları. Sonra içeriden çıkınca oradan dinler babasını yad ederdi. Adeti olmamasına rağmen kendine de bir şarap koydu ve Kör Udi diye bir kanal açıp şarkıları yüklemeye başladı.
İnanılmaz yavaş yükleniyordu şarkılar ve her an polis içeri girecek diye telaşlanıyordu Vedat. Gelsindi polisler ama şarkılar yüklendikten sonra gelsindi. Dört dakikalık ilk şarkı yarım saatte yüklendi, Vedat bir bardak daha şarap doldurdu kendine ve ikinci şarkı yaklaşık kırk dakika da yüklendi. Artık akşamüstü oluyordu ve üçüncü şarkı tam bir saatte yüklenmişti. Vedat ise şu an hayattan sadece bu son şarkının yüklenmesini istiyordu o kadar, başka hiçbir isteği yoktu.
Dördüncü şarkı yüklenirken bir anda Vedat’ın telefona bildirim yağmaya başladı. Yaklaşık üç saatte kör udi Youtube kanalına altı bin kişi üye olmuş, toplam dinlenme sayısı ise otuz binleri zorluyordu. Vedat ise sevinse mi üzülse mi bilemiyordu. İnsanların bu yolla çok para kazandıklarını duymuştu. Dördüncü şarkının yüklenmesine yüzde on kadar kalmışken polislerin binadan içeri girdiklerini gördü. Yüzde yedi kalmışken ise kapı acı acı çaldı "Polis! Vedat aç kapıyı! Zorluk çıkatma!"
Kör udi kapı sesini az duyar gibi olduysa da uyumaya devam etti. Yükleme için yüzde altı kalmıştı ve tahmini süre on beş dakika diyordu. Vedat polislere bağırdı. "Bana on beş dakika verin, babamla vedalaşayım kapıyı açacağım" Polis çok net cevap verdi "Aç kapıyı, biz babanla vedalaşmana engel olmayacağız!"
Vedat “Hayır!" diye bağırdı. Göz ucuyla bilgisayara baktı, daha on üç dakika vardı. On üç dakika polisi oyalamaydı. Polis kapıyı kırmakla tehdit edince bünyesinin pek alışık olmadığı alkolün de etkisiyle evdeki son iki şişe şarabı eline alıp beklemeye başladı.
Polis kapıyı sekiz dakika kala kırdı. Kapı kırılır kırılmaz da Vedat şişeleri başından aşağı döküp eline o uzun mutfak çakmaklarından aldıktan sonra, “Yaklaşmayın! Kendimi yakarım!” diye bağırdı. Polislerden iri kıyım olan genç bir tanesi Vedat’ı hiç dinlemeden içeri hamle yaptı ve Kör Udi’yi kucaklayıp evden dışarı çıkarttı. Tüm bunlar gerçekleşirken Vedat’ın telefona bildirim yağmaya devam ediyordu. Toplam izlenme elli bini geçmişti. Bilgisayara baktı Vedat, yüzde üç kalmıştı. Nasılsa polisler onu alırken de o üç dakika geçer diye düşünerek; "Size zahmet verdim affedin arkadaşlar" dedi ve ellerini kaldırdı. Tam o anda operasyon planlayan polis de evin sigortasını indirip ellerinde fenerlerle Vedat’ın üstüne çullandılar.

Ağlıyordu Vedat hıçkırıklarla, sadece son yükleyemediği son şarkının acısı ile. Onu alan polisler buz gibiydi. Biri telefonunu açtı karakola giderlerken ve Kör Udi’nin şarkısını şarkısı arkadaşına dinletmeye başladı. Bir başka polis ise derin bir of çekti ve “Adam ne içli söylüyor be devrem” dedi.

2.

Pembe perdeli bir pencerenin tekinde beş yaşlarında küt sarı saçlı bir kız çocuğu, bahçede oyun oynayan kendinde birkaç yaş büyük çocuklara "Susun bee!", diye bağırıyor; bahçedeki çocuklardan biri annesinin hazırladığı peripellalı yarım ekmeği -%13 fındık- oyun daha önemli geldiği için bahçe duvarının üzerine bırakıyor; başında takkesi, dizinde kareli battaniyesi ve tekerlekli sandalyesi ile güneşlensin diye kaldırımın kenarına bırakılan yaşlı amcanın altına kaçırdığını kimse fark etmiyor; sokaktan geçen seçim arabası 90’ler pop bir şarkının berbat bir uyarlaması ile şehrin çirkinliğine çirkinlik katıyor; kağıt ve plastik toplayan yirmili yaşlardaki bir Suriyeli ise eski hayatıyla şimdiki hayatını kıyasladığında daha mutlu olduğunu ve tek eksiğinin evlenmek olduğunu düşüyor; tam o sırada da iki gündür aç olup bunu da fırsata çevirip oruç tutan Mehmet Sezai duvarın üzerindeki ekmeği alıp orucu bunla açarım deyip hızla uzaklaşıyordu.
Mehmet Sezai’nin ekmeği çaldığını penceredeki kız da, ekmeğin sahibi çocuk da, çocuğun annesi de, tekerlekli sandalyedeki amca da, seçim otobüsünün şoförü ve Suriyeli kağıt toplayıcısı da görmüş ama ses etmemişti.
Mehmet Sezai’nin açığının sebebi ise kaçıyor olmasıydı. Tüm polis teşkilatının onu izlediğinden çok emindi. Yirmi dört ay sırtında taş taşıyarak aldığı cep telefonunu takip edilmesin diye kırmaya kıyamamış; bulduğu iki bim poşetine sarıp çocukluğunu geçirdiği anneannesinin evinin arka bahçesine gömmüştü. Ne cebinde fazla parası, ne de sırtında ağır bir pişmanlığı vardı. “Yaptıysam yaptım”, diyordu mütemadiyen kendi kendine. Ve polisler onu yakalamaya geldiklerinde kaçmayacak, sadece arandığını bilmiyor gibi yapacaktı. Polis döver diye bir korkusu da yoktu. Pek rahmet okumadığı babası, sevgisini de; öfkesini de döverek gösteren hammaddesi odun bir adamdı. Konuşmama hakkını kullanacak, mahkemede de “Müsaadenizle bir şey söylemek istiyorum hakim bey” diyerek söz alıp; “Pişmanım”, deyip başını öne eğip iyi hal indirimi hayali kuracaktı. Bu çektiği açlığa ve strese değer mi diye düşünüyor ama teslim olacak gücü de kendin de bulamıyordu. İlk gece çöplükte, ikinci gece ise bir halı sahanın kenarındaki parkta uyumuş; sonra da parkı mesken etmişti. Zaten zayıf bir adamdı, çocukların oyun oynadıkları kaydırakların içindeki boru gibi şeylere rahatlıkla sığıyordu. Borular iyiydi, yeni yeni soğumaya başlayan gecenin rüzgarından insanı koruyordu ama zemin sert olduğu için de her yeri ağrıtıyordu. Teninin esmerliği kir göstermiyor ve belinin büküklüğü ise yorgunluğunu gizliyordu.
İftara ne kadar olduğunu tahmin etmek için güneşe baktı.
Daha var olmalıydı. Yürüdü yine manasızca. Elleri cebinde ve ağır ağır. Mümkün olduğunca da ara sokaklardan, güvenlik kameralarına yakalanmamaya gayret ederek. Zaten ne zaman bir mağazanın ya da MOBESE’nin önünden geçecek olsa eliyle gözlerini kapatıyordu.
Sıkılıyordu Mehmet Sezai. Hem de hiç sıkılmadığı kadar. Arkadaşları ya da birkaç akrabası ile konuşmayı çok istiyor ama yakalanırım korkusu ile buna cesaret edemiyordu. Cep telefonu da iki kat poşetin içerisinde toprak altındaydı. Telefonu yanında olsa en azından poker, 101 ya da okey oynar; hiç olmadı biraz candy crush ve türevleri ile vakit geçirirdi. O da olmadı sevdiği ama yâri olmayan kadınların hesaplarında gezer fotolarına bakardı. Hadi o da olmadı köyünün sayfasına girer, çocukluğunun geçtiği sokakların, ilkokulunun fotoğraflarına bakar anılara dalardı. Yalnızlık ve sıkkınlık başına vurdu Mehmet Sezai’nin; en çok da internetsizlik...
Adımları hızlandı, nefes alış verişleri dengesizleşti… Koşar adım yürüyor, önüne ne gelirse çekilmiyordu. Yaşlı bir kadına omuz attı resmen, yerdeki çöp poşetlerinin üstünden zıpladı, okuldan yeni çıkmış ilkokul çocuklarını Musa’nın Kızıldeniz’i yardığı gibi yardı, yerde miskin yatan köpeğe “Hoşt!” diye bağırdı, elektrik direğinin yanından tek elini tutup ‘Singing in the rain’’deki Gene Kelly gibi süzüldü ve birkaç dakika sonra kendini anneannesinin evini bahçesinde buldu.
Gömdüğü yer küçükken futbol oynadıklarında kale olan çam ağacının dibiydi. Kemiğini saklamış köpek vahşiliğinde toprağın bağrını delmeye başladı ve telefonunu çıkarttı. Ellerinin kumu ile de olsa açma tuşunu bastı. Pin kodu olarak 1910’u girdi. Sonra sırtını çam ağacına verdi, prepellalı ekmeğini çıkarttı ve bir yandan Facebook’ta gezerken bir yandan da ekmeğini yemeye başladı. Son birkaç günde neler olmuştu neler… Bazı arkadaşları ondan kahraman gibi bahsediyor, bazıları ise hiç bahsetmiyordu. Adına açılan grubun 143 üyesi vardı. Hemen kendi de üye oldu.
Sonra da ani bir kararlar, kendini engelleyemez bir şekilde yer bildirimi yapmaya karar verdi. “anneannesinin bahçesinde, polisten kaçıyor ve heyecanlı hissediyor ‘silah’ ‘koşan adam’ ‘polis’

Akşam ezanı hoparlörden hızlı hızlı okunmaya başladı. Ağzında ekmeğin son lokması vardı. Çiğnemeyi bıraktı önce, birkaç saniye sonra da ağzındaki lokmayı tükürdü ve kendi kendine sordu Mehmet Sezai “Ben ne yapıyorum?”

12 Temmuz 2017 Çarşamba

3.Yağsız Sebze Çorbası

Yağsız Sebze Çorbası

“Dostlarım size bu sabah ne anlatırsam anlatayım boş!” dedi adam. “Bir kısmınız sadece arasından sadece duymak istediklerini duyacak, diğer kısmınız ise ihtiyacı olanları. Yaradan mucizesini bu sabah bir kere daha gösterecek halelüyah!” Çevresindeki insanlardan iyi giyimli olanları cılız biz sesle tekrar etti “Halelüyah” Elinde bir kitab-ı mukaddes sabahın köründe insanlara vaaz verirken; saçları dökük, simsiyah gömlek üstüne kar beyazı kravat ve alakasız kırmızı spor ayakkabılı, son derece iyi kıyım bir adam da gayet büyük –eker ayran kutusundan bile- bardaklarda çorba dağıtıyordu. Aksanında ve gülümsemesinde devasa bir Amerikalılık vardı. “Dostlarım…” diyordu cümlelere başlarken. Dişleri diş macunu reklamında oynayabilecek kadar beyaz ve muntazamdı. Ve tüm bunları belirli bir uzaklıktan tek ve aç başına izliyordu İzzet. İki gündür, günde bir simitle duruyordu ve üç simitlik bütçesi kalmıştı. O üzerinde dumanlar tüten çorba şu an ona dünyanın en güzel besini gibi geliyordu. Ama bir yandan da korkuyordu İzzet. Kendini aç ve kapana kısılmış hissediyordu.
Çorbayı dağıtan adam İzzet’in başını duymadığı bir diyaloğun sonunda “… tekkeyi bekleyen, çorbayı içer” dedi ve tam anlamı ile şöyle güldü “Haaa ha ha ha ha ha!” Kahkahalardan cesaret alan İzzet kalabalığa doğru yaklaşırken, kalabalıktan çok iyi giyimli ve bakımlı biri başka bir şey söyledi “Bizim çorba Adıyamanlıların üstten eklemeli çorbası gibi değil ama, bitiyor” dedi. Kalabalık yine çok gülünce liderleri olduğu belli olan adam “Arkadaşlar biraz sakin lütfen” dedi ve herkes anlayışla sustu.
Kalabalığı inceliyordu İzzet. Grubu yöneten adamla göz teması kurmaya çalışıyordu. Yok, asla böyle bir kalabalığın içine giremez ve çorba isteyemezdi. Lider karakter bir an için gözünü etrafını sarmış insanlardan arasına doğrulttu ve İzzet’i gördü. Birkaç saniyelik bakışmanın ardından İzzet mahcupça başını öne eğip gözünü kaçırdığı anda adam “Dostum bakar mısın?” dedi, “Lütfen bize katılıp Yaradan’ın bize nasip ettiği çorbayı bizimle paylaşmaz mısın?”
İzzet bir an korku ve çekingenlikten adım atamayınca hızlı ve kendinden emin adımlarla hemen yanına geldi ve elini omzuna atıp ona çorbaya kadar eşlik etti. “Dostum, adın ne?” dedi. İzzet zaten haddinden fazla heyecanlı günler geçiriyordu. İki katlı bir bi’milyoncuda tezgahtarlık yaparak geçinen bir adam için son birkaç günde yaşadıkları cidden aşırı fazlaydı. “İzzet” dedi sesi kısık başı öne eğikçe. Sonra başını kaldırdığında sarışın bir kadının onu telefonu ile kaydettiğini gördü ve tedirgin oldu. “Dostum telaşlanma” dedi adam. “Bu bir periskop yayını ve kaydedilmiyor. Çeşitli nedenlerle kilisemizin sabah çorbasına katılamayan dostlarımız için bu yayını yapıyoruz,  özel bir yayın bu, söyle bakalım ne çorbası istersin? Yağsız sebze çorbası mı yoksa acılı domates çorbası mı?” Seçeneklerde tarhana olmamasını hayatın ona asla istediği tercihleri sunmaması bağladıysa da yağsız kelimesinin negatifliğine takılıpDomates çorbası, lütfen” dedi İzzet.
Çorbadan bir yudum aldı, bir yudum daha aldı ve bir yudum daha aldı. İzzet öylesine açtı ki, çorba bir dakikadan kısa bir süre içerisinde bitti. Bittiğini gören lider karakter çorbayı koyan adama “Dostumuz çorbana bayıldı. Lütfen bir tane daha doldurur musun?” dedi. Çorba gelirken de kalabalıktan birkaç adım uzağa çektiği İzzet ile konuşmaya başladı. Gözleri İzzet’in gözlerinin üzerindeydi.
“Dostum biliyorum! Dostum görüyorum! Dostum hissediyorum! Canının sıkıntısını, seni boğan dertleri hissedebiliyorum. Farkındayım ki hayatının zor bir evresindesin. Hiç üzülme. Yaradan bizleri bu zor yollara bazen gittiğimiz yönü beğenmediği zamanlarda sokar. Söyler misin bana bu kötü günlerinden kurtulmak istemez misin? Ben Amerika’dan geldiğimde inan senin gibiydim. Param hiç yoktu. Sokaklarda yatıyordum; Cihangir’de, Beşiktaş’ta, Moda’da… Oralardaki o metruk boş binalardan geceler geçirdim ben. Soğuk kış gecelerinde uyuşturucu kullanan insanlarla koyun koyuna yattım; sadece donmamak için. Bacağıma sarılmış sokak çocukları tiner çekerlerdi, evsiz kalmış çocukların gözyaşları ile uykum bölünürdü. Bak şu an çorbayı dağıtan arkadaşımı görüyor musun? İste o benim o zor günlerden kalma bir arkadaşım, o benden de dipteydi. Sonra Yaradan bana bir kapı açtı. Yine böyle bir eylül günü dostum Pastör Erdinç ile tanıştım. Bana bugün benim sana yaklaştığım gibi davrandı. O zaman bu kadar kalabalık da değildik. Beni bir çorbacıya götürdü ve karnımı doyurduktan sonra seni akşam yemeğine bekliyorum deyip elime bir adres verdi. Ben de aynı şeyleri sana söylüyorum dostum. Seni akşam yemeğine bekliyorum. Yaratan ve Rabb İsa sayesinde tüm dertlerinden kurtulabilirsin”
İzzet anlatılanların sadece bir kısmını duydu, aklında ise ekmek istemek vardı, çünkü o da ekmek olmadan doymayan karakterlerdendi ama ekmek istemeye de utandı. Adam elinde bir kartvizit ona uzatıyorken arkadaşına bağırdı “Dostum bence senin eşsiz yağsız sebze çorbanı da tatmalı…”
İzzet teşekkür etti, adam İzzet’e teşekkür etti. İzzet arkadaşını dönüp kalabalıktan küçük ama seri adımlarla uzaklaşmaya başladı, açlıktandı belki ama çorba ona leziz gelmişti.
İzzet samimi bir Müslümandı. İbadet yüzdesi gayet yüksekti. Belirli aralıklarla vakit sayılarında düşüş yaşasa da yıllardır alnının secdeye değmediği bir gün dahi yoktu, ta ki birkaç güne kadar. İşlediği günahın büyüklüğünü ve affedilmezliğini bilse de Allah’ın affediciliğinin sonsuzluğuna güveniyor; bir yandan da işlediği günahı kalabalık işlemiş olmalarına güvenerek kendine düşen payın azlığından umut buluyordu.
Sokak arası bir camiye kadar tövbe ederek yürüdü. Şadırvanda abdestini aldı ve sabah namazının kazasını kıldı. Ki İzzet namazın kazasının olmayacağını düşünenlerdendi. Sonra biraz daha nafile ibadet yaptı. Öğleni cemaatle beraber eda etti. Abdestini tazeleyip biraz daha Allah’a yalvardıktan sonra ikindi namazını cemaatle kıldı. Sonra bol bol tesbihat yaptı. Tesbihatten sonra abdestini tazeleyip akşamı kıldı. Akşam namazı bittikten sonra imamın kendisine şüpheli gözlerle baktığını gördüyse de umursamadı. Arada biraz daha dua etti ve abdestini tazeleyip yatsıyı kıldıktan sonra camiden ayrıldı.
Elindeki kartvizite baktı. Yürüyerek on dakikalık yoldaydı. Ayakları diretse de yürümeye devam etti. Gün içinde Allah’a hep şöyle yalvarmıştı “Allah’ım günahlarımı bağışla. Biliyorum ki büyük bir günah işledim. Sen affedensin. Benim de günahlarımı affedersin. Akşam o kiliseye gidip o cemaatin içine karışmaya çalışacağım ama şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şahitlik ederim ki; hazreti Muhammet Allah’ın kulu ve elçisidir. Yıllar önce televizyonda izlemiştim. Kiliselere polisler giremiyor. Allah’ım kiliseye girmemin tek sebebi hapishaneye girmekten korkmam. Beni affet Ya Rabbim!” derken kiliseni olduğu apartmana geldi. Apartmanın kapısı açıktı ve daire numarası olarak 2 yazıyor, girişteki dairenin kapısının üstünde ise 15 yazıyordu. Girişten dört kat daha aşağı indiğinde onu sabah tanıştığı adam karşıladı “Dostum!” dedi ve İzzet’e sarıldı “Geleceğini biliyordum. Sırf gel diye Yaradan’a hep dua ettim. Aramıza hoş geldin!”. Devasa mimik ve gülümsemeleri ile İzzet’i bir sıraya oturttuktan sonra kendisi de sahneye çıkıp elindeki kitabı mukaddesten bir sayfa açıp anlatmaya başlayalı birkaç dakika olmuştu ki; kapı sertçe çalmaya başladı “Açın kapıyı açın! Polis!”

Kapıyı sabah çorbaları dağıtan iri kıyım adam açtı. Polise arama emri olup olmadığını ve tüm evraklarının hazır olduğunu söylerken sesini biraz yükseltince ortam gerildi ve polis adamı yere yatırıp arkasından kelepçeledi. Sonra da içerideki yaklaşık on beş kişiye dikkatlice baktıktan sonra İzzet’in gözlerine bakıp “Hadi İzzet hadi! Bizimle merkeze geliyorsun” dedi. İzzet yavaşça sırasından kalkarken vaaz veren kişiye bakıp “Ben buraya polis giremez diye duymuştum” dedi. Pastör ise gülümsemesini bozmadan “Dostum” dedi “Burası Türkiye!”