28 Aralık 2014 Pazar

pazartesi - kurtalan ekspres

Çok uzun süredir dünya turu yapmadığımı fark ettim pazartesi devrialemcileri. Listemin ulaştığı, varlığım için kendi inanışlarına göre şükreden herkesi bir tutarım. Hafifmeşrepmiş, dengesizmiş, yozgatlıymış, yozlaşmışmış, cep telefonunda kendi çıplak fotoğraflarını çekecek kadar gerizekalıymış demem. İstasyonlar belli, trafik yok, hayatı da felç etmem diye bir dünyayı trenle dolaşmaya ani bir karar verdim.

*Profesyonellerle çalışmalı.
*Özerk bir şoförü olmalı
*Günahlarını bana doğru yazıp altını imzalayarak çıkartmalı.
*Her yılın en iyi yardımcı kadın oyuncu oskarını alan artistiyle bir yıllık arkadaşlıklar kurmalı.
*Hiç beklemediğim çıkarımlar yapıp benim kafamı karıştırmalı.
*Amuda kalktığı zaman yanakları kızarmamalı.
*Daima yalnız seyahat etmeli.


Yolculuğun ilk birkaç saati çok güzeldi. Fotoğraflar çektirdim, camdan çorak bozkıra bakıp insanları, insanlarımı, kadınlarımı düşündüm. Sonra tren durdu. İndim bir bisküvi aldım. Tekrar trene bindim, tren gitmiyor. Biraz bekledim hareket yok. Sekiz dakika sonra sabrım taştı. İki kondüktörü döverekten makinistin yanına girdim ve “Hadisenize be!” diye sesimi yükselttim. Burası Kurtalan, son istasyon, dedikleri gibi de acı gerçekle yüzleştim. Tüm ilçeler birbirilerine tren yolu ile bağlı değilmiş. Ray yok falan anlamam, beni evi bırakın, dedim hüzünle. Ray olmayınca tren biraz fazla sarsıyor, çok ses yapıyor ama yine gidiyor.

19 Aralık 2014 Cuma

pazartesi - genç mutant köylü vatandaşım

Benim gözümde mutant vatandaşlarımın yeri ayrıdır pazartesi iksleri. Her zaman onları sanki uzaktan bir akrabam gibi görmüş ve kollamışımdır. Bazı çevrelerce benim mevcut durumum da mutanlıkla açıklanmaya çalışılsa da öyle bir şey olmadığı bilimsel olarak ispatladım. Neyse cuma cumadan sonra bir mutant kardeşim memleketinden köyünden çıkmış ve yanıma gelmiş. Kollamak, sahip çıkmak görevim. Olayın nedir hemşehrim?, dedim tüm sıcaklığımla. Pişti, dedi

*Hapşıran birine anında kağıt mendil vermeli.
*Elleri ve ayaklar hiç üşümemeli.
*Spoiler verdiğinde kendini kırbaçlayarak cezalandırmalı.
*Birisi ona hayallerini anlattığında yüzünde umursamaz bir ifade yer almalı.,
*Müşavirlere mübaşirlermişcesine davranmalı.
*Zamanı bilmek için saate ihtiyacı olmamalı.
*Canı şiddet çektiğin palyaço makyajı yapıp çocukları korkutmalı.
*Fahişelere ücretsiz makyaj eğitimi vermeli.
*1960 model bir gırgır alabilmek için 1960 model spor arabasını satabilmeli.
*Hiçbir ortamın en yaşlısı ya da en gençi olmamalı.
*

Saatlerce test ettim delikanlıyı. Sadece pişti değil, iskambil konusunda özel yeteneği. Rakibinin elini görebiliyor. Bak koçum, diyerek konuya girdim. Bu gücünü iyilik için mi kullanmak istersin yoksa ağzını burnunu kırayım mı? İyilik için isterim ağam, dedi. Bırakalım rica ederim bu feodal ünvanları, Senin görevin kumarhaneleri batırmak. Git kazan ve kazandığın paraları bana getir, dedim ve Lasvegas'a postaladım kınalı kuzuyu. Geçen birkaç milyar dolar, tayt üzerine slip ve üzerinde kocaman bir P yazan  tişörtle geldi. aferin devam et, pelerin de al ama yere kısa tut yere değmesin, dedim ve gönderdim.

15 Aralık 2014 Pazartesi

pazartesi - 2014 analizim

Bir senenin daha canına okuduk sayılır pazartesi miladileri. İyiydi be bu sene. Ne nükleer bomba patladı ne de uzaylı istilası. Doğal afetler yönünden de çok zengin değildi, az da seri katil yaptı. Cinayet rakamlar öyle çok hortlamadı, suikast yönünden ise gayet zayıftı. Havalar da güzeldi, öyle çok soğuk yapmadı.

*Uyuz bir uyumsuzluğu olmalı.
*Birazda benden kaynaklı olarak beğendiği her şeyi, herkesin beğeneceğini sanmalı.
*Çok güzel ve içten şaşırmalı.
*Heyelan anında toprak sörfü yapabilecek kadar dengeli olmalı
*Zorunda kaldığı zaman ... (asla hiçbir şey yapmak zorunda kalmamalı)
*Birbiriyle tanışmamış arkadaşları birbirlerinden nefret etmeli.
*Henüz öldürülmemiş olmasının mantıklı bir açıklaması olmamalı.


Çıldırma oranları da gayet makul. Mesela köpek ve köpekbalığı saldırılarında gözle gözükür azalma var. Yeni virüs ya da yeni hastalık sayısı da 2013’ten az. Zeplin kazalarında ve tren kaçırma olaylarında yüzde bin; çekirge ve koala saldırılarında ise yüzde sekiz yüzü aşan azalmalar var. Bu seneyi uzatmak en iyisi. 2015’e geçmiyoruz. Seneye bakarız, duruma göre karar veririm. Diyeceksiniz ki sen istediğin kadını 2014’de bulamadın. Olsun, yeter ki sizler için hayat güzel olsun. Benim yokluklarla aram iyidir.

9 Aralık 2014 Salı

taş... girişim

Arzu'nun bana "dünyada kimse kalmasa yine de sevin gibi biriyle beraber olmam" demesenin üzerinden on yıl, Arzu ile ben hariç dünyadaki herkesin taş olmasının üzerinden ise yedi ay geçmişti. Dünya heykellerle dolu bir açık hava müzesi gibiydi. Gidebildiğimiz her yere bakmış, hiçbir hayat belirtisine rastlamamıştık.

7 Aralık 2014 Pazar

pazartesi - kısa, şişko, uzun saçlı, yaşlı bir insanımtraktı

Belli ki dünyevi hayattan bir beklentisi kalmamış bir polis memuru geçen hafta salı akşamı neredeydiniz?, diye sordu pazartesi müştekileri. Evde tetris oynuyordum, bir işkembe alabilir miyim?, diye cevap verip polisi tekme tokat evden attım. Aslında geçen hafta salı evde değildim. Küçük bir hesabım vardı onu görmeye gitmiştim. İşin ilginci bir çorbacının izimi bulmasıydı. Olaylar şöyle gerçekleşti:

*Seçimlerde kazanma şansı olmayan adaylara gerçeği açıklamalı.
*Yokluğum yıprattığında yanında bir kameramanla gezip insanlara abuk subuk sorular sormalı.
*Stratejik ortağım olmalı.
*Kendi haline bırakılmayacak kadar tehlikeli olmalı.
*İçi sıkıldığında toplum için tehdit oluşturmalı.
*Her kuaför dönüşünde lansmanını yapmalı.
*Buzdolabında her zaman buz ve yaprak dolması hazır olmalı.


İsmi önemli olmayan bir adada, adamın birinin kendi listesini yayınladığını ve ada kadınlarının da o listeye göre hareket ettiğinin haberini aldım. Paylaşmaktan nefret ettiğimden ve biraz da insanların kandırılmasına tahammülüm olmadığından adaya bir gece harekatı düzenleyip adamı buldum. Kısa, şişko, uzun saçlı, yaşlı bir insanımtraktı. Beni görünce şok geçirdi, hareket edemedi. Ben de hemen köşede bir harç kardım ve adamı çimento ile kapladım. Biraz rötuş yaptım ve çabuk donsun diye üfledim. Tamam en iyi eserim değil ama fena olmadı.

5 Aralık 2014 Cuma

düşük 15

Bir. Yer çekimi
İki. Parçalanmış bir kavanoz reçel.
Üç. Çifte acı. Hem ruhsal hem fiziksel.
Dört. Eğer isim planlanmamışsa ölü çocuğa isim vermek.
Beş. Düşmekte olan bir uçakta düşük yapan kadın.
Altı. Düşük, düşman.
Yedi. Yaşasa belki sivilce sorununa çare bulacaktı ya da sivilce sorununa çare bulayım derken insanlığın canına okuyacaktı.
Sekiz. Cenaze işlemleri. Küçük tabutun hüznü.
Dokuz. Düşen sadece cenin değil. Bazen bir aile ya da daha fazlası. Uygun ilik için yapılan kardeş düşerse?
On. Salçalı yoğurtlu makarna.
On bir. Çifte acı. Hem karı hem koca.
On iki. Mezar taşına tarih yazamamak.
On üç. Düşük üstüne düşük
On dört. Düşük, izdüşük.

On beş. Saatler süren ağlamalar.

Olof Olof Olof Palme Parkı

Olof Olof Olof Palme Parkı

Bir bir grup sahipsiz çocuktuk yıkılması an meselesi olan gecekonduların arasında. Elektriği kaçak çeker, gelen zabıtaların kafalarına taş atar, analarına avratlarına küfür ederdik. Hatta bir keresinde babam elindeki ekmek bıçağını boynuma dayayıp “O dozer gitmezse evladımı keserim!” diye bağırmıştı. Kesmezdi bilirdim ama çok yine de çok korkmuştum.

Babalarımızın çalışmaları gereken yorucu işleri, annelerimizin ise izlemeleri gereken televizyon programları vardı. Babalarımız annelerimizi döverken ağlar, komşularımızda çıkan aile facialarını ise çekirdek çitleyerek izlerdik. Bizim sokakta her şey tatlıya bağlanırdı. Mesela dayım yıllar önce yüksek promilliyken bacağından bıçaklamış olduğu hurdacı Ekrem ile beraber at yarışı kuponu yapabilir; annem, babamın ilk eşi olan Secide ile gün arkadaşı olabilirdi. Bizde kimse acısını nefretini içine atmadığından hiçbir şey birikmezdi. Zaten gelen parayı da haftasında yediğimizden paramız da birikmezdi.

İlkokulu bitireceğimiz senenin baharında havanın güzelleşmesi ve bizden profesör olmayacağının belli olmasıyla beraber; çalışma hayatına başlamamıza karar verdi annelerimiz. Olof Palme Parkı'nda ben baskülcü oldum, Buğra simitçi, Erhan ayakkabı boyacısı. Tespih gibi dizilir kazandığımız birkaç kuruşla da Buğra’nın bize gelişine sattığı simitleri yeyip eve beş parasız döner ve ana babamızın ruh haline göre; ya azarımızı işitir ya da dayağımızı yerdik. Ama çok güzel dayak yerdik; ne bir yerimiz kanar ne de bir yerimiz morarırdı. Dayak iyi gelirdi bize, hiç şikayet etmezdik.

Parkın ortasına parke döşedi belediye okulun bitmesine yakın. Neden olduğunu anlamadık tabi. Ben açık hava mescidi, dedim; Buğra buraya ev yapacaklar, dedi; Erhan ise Buğra ne ters adamsın, ev yapacak olsalar parke en son yapılır, ayakkabılarınızı çıkartın da basın; parkeleri kirletmeyin, dedi. O parkeler bir süre öyle boş boş durdu. Müşteri yokken, ki genelde olmazdı zaten, ayakkabılarımızı çıkartıp parkede kayıyorduk. Bazen de çöpte bulduğumuz kola kutularını ezip dokuz aylık oynuyorduk.

Sonra okullar kapandı, ana babamızdan sağlam karne dayaklarımızı yedik. Hatta babam beni döve döve okula götürüp kaydımı almaya bile kalktıysa da okulda yetkili kimse olmadığından döve döve eve geri döndük. Hatta ve hatta babam daha önce hiç benim okuluma gelmediği için yolu uzattı ve attığımız her adım bana tekme tokat olarak geri döndü. Hiç unutmam o gün akşam yemeğinde salçalı makarna yedik.

Okulların kapanması ile beraber de ilk Alamancı toprağa düştü. Jöleli saçları, aynalı güneş gözlükleri, buz mavisi kot pantolonları, askılı tişörtleri, ince sakal tıraşları, altın zincirleri ve itici aksanlarıyla çevrelerine kötü enerji yaymaya başladılar. Olof Palme Parkı'nın en genç esnafları olarak biz de parkta yerlerimizi aldık. İşler biraz arttı. Buğra hemen sigaraya başladı, tekel 2000, daha iki binli yıllara çok vardı ama tekel gününün ilerisinde bir markaydı. Akan günlerde birkaç Alamancı omuzlarında kocaman kasetçalarları ile parka geldiler. Kendi aralarında Alamanca konuştukları için ne dediklerini anlamadık ama çok eğlendikleri belliydi. Anamıza küfrediyorlar ondan gülüyorlar, dedi Erhan. Biz de şüphelenmedik değil. Gıcık ola ola, gıpta ede ede izledik onları. Yabancı şarkılar dinleyip dans ettiler parkenin üstünde. Sonra bir tanesi cebinden bere çıkarttı. Bu sıcakta bere takınca gülmeye başladık. Mal la bunlar, dedim duyacaklarını bile bile. Bizim güldüğümüzü duyunca bize baktılar. Biz de meydan okurcasına gözlerine gözlerine baktık. Sonra bize bakmayı bıraktılar ve kendi hallerinde takılmaya devam ettiler.

Şarkı gittikçe hızlandı, şarkı hızlandıkça Alamancılar daha da bir tepinmeye başladılar ve en sonunda kafasında bere olan bebe amuda kalktı ve kafası üzerinde dönmeye başladı. Undebah! Undebah!

Hayır zaten onlarla aramızda tonlarca fark vardı ama bu kadarı da fazlaydı. Biz üç arkadaşın sırtına sanki dünyadaki tüm fakir çocukların hüznü işte o an bindi. Sustuk, bir kelime bile etmedik, sonra da evlerimize doğru yürüdük. Anne babamız neden erken geldiğimizi bile sormadı. Biz o akşam yaşlandık.

Diğer günler eski neşemiz kalmamıştı. Yaz bitse de Alamancılar gitse diye gün sayıyordum. Her akşam aynı manzara karşımızdaydı. O bebe beresini çıkarttığı an sanki biri matkapla kafatasıma delikler açıyordu.

Bir akşam Buğra; bu akşam eve gitmeyelim, parkta duralım size sürprizim var dedi. Hiç doğum günü kutlanmamış, yaş pastanın mumlarını üflememiş, hediye alınmamış çocuklardık. Sürpriz bizde genelde başa gelen kötü şeyler için kullanılırdı. Tamam, dedik ve bekledik. Bereketsiz berbat bir gündü zaten. Hiç iş yapamamıştık. Üç simit yemiştim. Sadece ikisinin parasını Buğra'ya ödeyebilmiştim. Hava karardı, park iyice boşaldı. Sonra Buğra ayağa kalktı ve beni izleyin oğlum, deyip parkeye doğru koşmaya başladı. Sağını solunu kontrol etti, baktı izleyen kimse yok, Alamancılar gibi dans etmeye başladı. Yemin ederim hepsinden daha iyiydi. Çalan şarkıları da ezberlemişti, bir yandan söylüyor, öte yandan dans ediyordu. Erhan'la beraber biz de parkeye koştuk, onun yanında el çırpıyorduk. Sonra Buğra simit tezgahına koştu ve tezgahı başında taşırken araya koyduğu simit gibi yastığı alıp yere koydu, amuda kalktı ve kafası üstünde dönmeye başladı. Bir kez döndü, iki kez döndü, üç kez döndü, dört kez döndü ve un çuvalı gibi yere düştü. Buğra ağlıyordu ama kollarını kaldırıp göz yaşlarını silemiyordu. Yandım Allah! Yandım Allah!

Erhan: Çıt çıt çıt çıt (daktilo sesi) sigortasız birçok işte sömürüldü. Çıt çıt çıt. Daha sonra biri zihinsel engelli üç çocuğu olan kendinden üç yaş büyük ve sekiz yaş çirkin bir Alamancı bir kadınla sırf İsveç'e gitmek için evlendi. Çıt çıt çıt çıt. Sömürülmeye Alamanya’da devam ediyor.Çıt çıt çıt.

Buğra: Çıt çıt çıt çıt. O gün felç oldu. Sadece tek elini kullanabiliyor. Çıt çıt çıt çıt. Devletin verdiği sakat maaşı ve akülü arabasıyle Olof Palme Parkı’nın etrafında sattığı sarma sigaralar ile geçimini sağlıyor. Çıt çıt çıt.


Ben: Çıt çıt çıt. Hayat bana ayrıcalık yapmadı, herkes davrandığı kadar kötü davrandı. Çıt çıt çıt çıt. Park bekçisi oldum. Tabiki Olof Palme’de.Çıt çıt çıt.

30 Kasım 2014 Pazar

pazartesi -neo enerjim

Takip edilmek sizler için sıkıntılı olsa da benim için sıradan ötesi bir durumdur pazartesi ruteenleri. Bu durumdan hiç rahatsız olmam. Ne dünya güzelleri peşimde Gollum’a dönmüştür. Hatta takipçilerimi: fiziksel takipçilerim, teknik takipçilerim ve mental takipçilerim olarak üçe ayırır; hiçbirini birbirinden ayırmaz, acırım. Ama pazar günü adını henüz koyamadığım yeni bir tür takipçi gözlemledim.

*Herhangi bir fan kulübün gençlik ya da kadın kolları başkanı olmamalı.
*Asla dengelenmiş kuvvetlerin etkisi altında kalmamalı.
*Takım elbise giydiğinde feminen bir maskülenliği olmalı.
*Cep telefonumu kapattığım uzun toplantılarımın dönüşünde beni sonsuz bir şefkatle karşılamalı.
*Kulağını çektiği kişilerde geçici sağırlığa, kalıcı ağırlığa yol açmalı.
*Sağlam geyiği olan pörtlek gözlü bir kankası olmalı.
*Mesela bir şarkı çalınca çığlık ata ata kaçmalı.


Türünün gideri var bir örneği olan bu kadının bir elinde yeşil duvar saati, öteki elinde ise ampermetre vardı. Saatle oynayıp duruyordu. Islık çalıp, yanıma çağırıp, ne yaptığını sorduğumda önce bayılacak gibi oldu ve “Bu saatte pil yok, sizin enerjinizle çalışıyor”, deyip öldü. Meğer kalbi pille çalışıyormuş, aşırı yüklenmeden hönk diye gitti. Neyse ben de benim tetrisin pilinin neden hiç bitmediğini çözdüm.

23 Kasım 2014 Pazar

pazartesi - bir bilim kadını teyze daha

Gergin insanlar çevresine de gerginlik yayar pazartesi gergefileri. Salı sabahı tekli koltuğumdan işte o gerilimi hissederek zıpladım. Adım adım gerilim bana yaklaşıyordu, hissedebiliyordum. Adolf'tan bu yana bu kadar yüksek gerilimli insan hissetmemiştim. Bana doğru yaklaştıkça hemen röpdoşambırımın kuşağını bağladım ve uçan tekme pozisyonunda bekledim.

*Alaycı pırtlamaları olmalı.
*Japon balıklarına her sabah başka isim vermeli.
*Çay bahçesi olan süper bir babası olmalı.
*Çay servisleri nete takılmamalı
*Misafirliklere gittiğinde içeri ayakkabı ile girme konusunda ısrarcı olmalı.
*Apartmanın zilinde “çalanın kafasına sıkarım” yazmalı.
*Google’da arama yaptığında ilk sırada çıkan sitelere itibar etmemeli.


Kapımdan içeri yaşlı, kabarık saçlı, buruşuk bir bilim kadını teyze girdi. İyi bilirim bunları, hayatları bir laboratuvarda geçer. Asistanlarına işkence ederler ve bir şeyler dener dururlar. Sosyal hayatları ise sıfırdır. Ezile büzüle “Sizi ısırabilir miyim?” dedi. Artık kaçıncı kez başıma geldiğini unuttuğum klasik durum işte. “Radyoaktif kazası değil mi?” dedim; maalesef dercesine başını salladı. Eline bir dinler tarihi kitabı tutturdum ve "Hızlıca okuyup karar ver sabaha çıkmazsın sen", dedim ve yeni kaynattığım mısırı kemire kemire yıldızları izledim.

21 Kasım 2014 Cuma

acı eşiği

Acı Eşiği

1.
Hatırladıklarım: silah sesleri, İhsan'ın başından akıp yerde küçük bir havuz oluşturan kanlar, yine silah sesleri, sol baldırımdan aşağı hissettiğim sıcaklık, ellerimdeki kan, İsmo koluma girmiş beni kaldırıyor, siyah camları kırık bir araba, soğuk, İsmo küfrediyor, İsmo bana küfrediyor, arabadan iniyoruz, İsmo beni bırakıyor.
2.
Hani Amerikan filmlerinde kurşun yemiş kanun kaçaklarının gittikleri mezbahaya benzer muayenehaneler olur ya, işte onlardan birinde uyandım. Hemşire olduğunu umduğum esmer, uzun suratlı, ince bir kız gözlerimi açınca sokakta simit satan çocuklar gibi bağırdı "Uyandiiiiii" Muhtemelen ne Türk ne de hemşireydi. Doktor olduğunu umduğum beyaz, dökük, kıvırcık saçlı adam da gözlerime küçük bir el feneri ile baktı ve sonra yan koltukta ölü gibi yatan adama bir iğne yapıp gitti. Ne üzerinde önlük, ne elinde eldiven ne de boynunda steteskop vardı. Neredeyim, neden buradayım, siz kimsiniz; gibi sorular sorduysam da mevcut hemşirem işaret parmağını kapalı dudaklarının arasına götürdü ve "Susssss" dedi.

Kafam busbulanıktı. bana tanıdık gelen tek şey ise yan koltukta ölü gibi yatan adamdı, saçları yüzünü kapatıyordu. Açık kahverengi deri bir mont, montun omzunda birkaç delik ve delikten akmış sonra da pıhtılaşmış kan izleri vardı. Sıyırmış olmalıydı, çünkü daha önce benim de omzundan kurşun sıyırmıştı. Sonra kendi baldırıma baktım. Pantolonumun sol bacağını kesmişlerdi ve dizimin bir birkaç santim üstünde bir delik vardı. Benimki sıyırmamıştı. Elimi  baldırımın arkasına götürürdüm, orada yara izi olmadığına göre kurşun hala içerideydi. Birkaç saniye bozbulanık düşündüm sonra bayıldım.
3.
Tarifsiz bir acıyla uyadım (8/10) doktor hemşireme "Sıkı tut Rawan" diye emir verdi Rawan arkamdaydı ve omuzlarımdan sarılmış hareket etmeme izin vermiyordu. Yarama tendürdiyot gibi bir şey sürdüler, doktorun elinde kerpetenle bahçe makası arası bir alet vardı, bacağıma bakmamaya çalıştım; karşımdaki adamın montunu çıkartmışlardı, saçları hala yüzünü örtüyordu. Biraz öncekinden çok daha büyük bir acı hissettim (9/10) ve bayıldım.
4.
Birkaç tokat yedim (3/10). Gözlerimi açtığımda İsmo bana bakıyordu. İhsan öldü, dedi. Neden?, dedim; cevap vermedi. Yüzünde ne İhsan'ın ölümünden dolayı matem, ne de benim kurtulmuş olmamdan dolayı mutluluk vardı. Beceremediniz, dedi ve arkasını dönüp gitti; onun gidişini izlerken göz kapaklarım yavaşça kapandı.
5.
Her yer kapkaranlıktı. Sadece  bir nefes daha duyuyordum, ya kör olmuşsam diye düşündüm, sırtımdan aşağı soğuk terler akıyordu. Rawan!, diye bağırdım. Hemşiremin adını öğrenmiştim. Doktorun gözüme baktığı parmak fenerle geldi yanıma. Günün tek iyi haberi, kör olmamışım. "Ni?" dedi, umarsız sitemkar. Ne olduğunu ben de hala bilmiyordum. Sonra yine sus yaptı ama bu sefer işaret parmağını değil feneri kullandı. Nerelisin sen?, dedim o giderken arkasından. Yemen, dedi. Yemen'den gelip neden böyle bir işte çalıştığını düşünürken uyumuşum.
6.
Baldırım sızlıyordu (5/10). Yüzünü saçları örten adamdan da başka kimse yoktu odada. Güneş doğmuştu, uzaktan araba sesleri geliyordu. En azından bir gündür burada; bu dişçi koltuğuyla, berber koltuğu arasındaki şeyin üstünde yarı yatar şekilde duruyordum. Koluma serum bağlanmıştı ve çişim gelmişti. Kalktım ve elimde serum şişesi seke seke yürümeye başladım, sol ayağım her yere değdiğinde sanki sırtıma bir bıçak saplanıyordu. Rawan sese geldi ve koluma girip beni tuvalete kadar götürdü, gerçekten çok güçlüydü. Tuvaletten çıktığımda da beni bekliyordu, yine koluma girdi ve "İsmo gelecik, sen iyileşecik" dedi. Beni oturttu ve bir bardak ılık süt verdi.

Yanımda yatan adam da uyanmıştı, saçlarını tek eli ile düzeltti. Nereden olduğunu hatırlamıyordum ama bu adamı tanıdığıma yemin edebilirdim. Sarılı omzunun üstüne açık kahverengi kanlı deri montunu attı, sağlam kolunu açabildiğince açıp bir gerildi, boynunu sağa sola sallayıp kütürdetti, bana baktı ve "Yaptıklarınız yanınıza kar mı kalacak sandınız, Piraje'nin kafasına ellerimle sıktım" dedi. (10/10). Sonra da yürüyüp gitti. Peşinden koşmak istedim, sol ayağımı yere bastığım gibi kurşun deliğimden kan boşaldı. (0/10) Yerde sürünüp ağlarken Rawan bana sarılıp kolumdan bir iğne yaptı (1/10), bayılmışım
7.
Piraje karımdı.

acı eşiği-*- girişim

1.
Hatırladıklarım: silah sesleri, İhsan'ın başından akıp yerde küçük bir havuz oluşturan kanlar, yine silah sesleri, sol baldırımdan aşağı hissettiğim sıcaklık, ellerimdeki kan, İsmo koluma girmiş beni kaldırıyor, siyah camı kırık bir araba, soğuk, İsmo küfrediyor, İsmo bana küfrediyor. arabadan iniyoruz, İsmo beni bırakıyor.

Hani Amerikan filmlerinde kurşun yemiş kanun kaçallarının gittikleri mezbaneye benzer muayenhaneler olur ya, işte onlardan birinde uyandım. Hemşire olduğunu umduğum kız gözlerimi açınca sokakta simit satan çocuklar gibi bağırdı "Uyandiiiiii" muhtelemen ne türk ne de hemşireydi. doktor olduğunu umduğum biri gözlerime küçük bir el feneri ile baktı ve sonra yan koltukta ölü gibi yatan adama bir iğne yapıp gitti. neredeyim, neden buradayım, siz kimsiniz gibi sorular sorduysam da mevcut hemşirem işaret parmağını kapalı dudaklarının arasına götürdü ve "susssss" dedi.

Kafam busbulanıktı. bana tanıdık gelen tek şey ise yan koltukta ölü gibi yatan adamdı, saçları yüzünü kapatıyordu. açık kahverengi deri bir montu ve montun omzunda birkaç delik ve delikten akmış sonra da pıhtılaşmış kan izleri vardı. sıyırmış olmalıydı, çünkü daha önce benim de omzundan kurşun sıyırmıştı. sonra kendi baldırıma baktım. sol pantolonumun tek bacağını kesmişlerdi ve dizimin bir birkaç santim üstünde bir delik vardı. benimki sıyırmamıştı. elimi  baldırımın arkasına götürürdüm, orada yara izi olmadığına göre kurşun hala içerideydi. birkaç saniye bozbulanık düşündüm sonra bayıldım.
2.
tarifsiz bir acıyla uyadım (8/10) doktor hemşireme "sıkı tut Rawan" diye emir verdi rawan arkamdaydı ve omuzlarımdan sarılmış hareket etmeme isin vermiyordu. yarama tendürdiyot gibi bir şey sürdüler bacağıma bakmamaya çalıştım, karşımdaki adamın montunu çıkartmışlardı saçlaro hala yüzünü örtüyordu. biraz öncekinden çok daha büyük bir acı hissettim (9/10) ve bayıldım.
3.
birkaç tokat yedim (3/10). gözlerimi açtığımda İsmo bana bakıyordu. İhsan öldü dedi. Neden dedim, cevap vermedi. yüzünde ne İhsan'ın ölümünden dolayı matem, ne de benim kurtulmuş olmamdan dolayı mutluluk vardı. göz kapaklarım yavaşça kapandı.
4.
her yer kapkaranlık
Baldırım acıyordu (5/10) yüzü saçlarını örten adamdan başka kimse yoktu odada. güneş doğmuştu, en az

18 Kasım 2014 Salı

Dıdımın Dıdısının Dıdısı Olan Sağlık Memuru Erdoğan Amca ve Çekirdek Ailesi

Dıdımın Dıdısının Dıdısı Olan Sağlık Memuru Erdoğan Amca ve Ailesi

-Andrej Nikolaidis-

Birinci bölüm.
Yağmur ya da kar yağmıyordu ama sular yükseliyordu... Her hafta üç santim; ne bir milim eksik, ne bir milim fazla ... Semavi dinlere inanlar kıyamet, ateistlerin azımsanmayacak kadar fazlası küresel ısınma, ülkeleri yönetenler sakin olun telaşlanacak bir durum yok, bazıları kader, bir o kadarı kısmet, bir kısmı boş ver, azımsanmayacak kadarı işaret, birçok kişi ise kendisine Nuh dedi. Birkaç haftada Hollanda Venedik’e döndü. Denize kıyısı olan şehirler yavaş yavaş batmaya başladı. Baktılar suların yükselmesinin son bulacak gibi değil, insanlar yükseklere doğru kaçmaya başladılar. Güçleri yettikçe.

Dıdımın dıdısının dıdısı olan sağlık memuru Erdoğan Amca ise emekli olunca memleketine dönmüş, babasından miras kalan arsasının ortasına bir ev yapmış; karısı ve kızı ile beraber tarım ve kümes hayvancılığı ile başarısızca ilgileniyordu.

Suların yükselmesi Erdoğan Amca’nın hayatını o kadar da etkilemedi. Sadece bir sabah kalkıp tarlasının çevresine dikenli tel çekti ve paslansınlar diye her gün onları suladı. Kırk gün geçmiş olmasına rağmen maydanozlarının sadece sapları uzamış, yaprakları büyümemişti; biberleri küçük ve cılız çıkıyordu, üstüne üstlük tatları zehir gibiydi. Tavukları haftada bir kez yumurtluyorlardı ve bir tavuk kırk gündür aynı yumurtanın üstünde oturmasına rağmen yumurtadan da civciv çıkmıyordu. Kızı çocukluğundan beri özenerek uzattığı saçlarını bir gece banyoda kahkahalarla kesti. Diğer gün başına bandana taktı, birkaç gün sonra kapanmaya karar verdi; kapalılığı da birkaç hafta sürdü. Bir gün şehre gitti, iki çanta dolusu peruğu masaya yaydığında babasının aklına gençken sinemada izlediği kovboy filmlerindeki kızılderililerin kafa derisi yüzme sahneleri geldi. Kızının parası yoktu ama artık alışverişlerde para geçerliliğini büyük ölçüde yitirmişti. Perukları nasıl aldığını cevabı duymak istemediği için sormadı. Üç ay sonra bizim buralar sular altında kalacakmış, dedi kızıl peruğunu annesine gösterirken. Annesi duymamazlıktan geldi; ölüm tehdidi hissettiği günden beri elinden şiş hiç düşmedi, durmaksızın nefes almaksızın örüyordu. Ördüğü şey artık on beş metreyi geçmişti; ince, uzun, karışık, rengarenk bir şeydi. Yünü bitince kızı şehre gidip getiriyordu, bulamazsa evdeki kazakları söküp örmeye devam ediyordu.

Benim annem ise ölmeden tüm akrabalarını görmek istiyordu. Erdoğan Amcalar’a da gittik. Biz geleceğiz diye kuluçkasının normal süresi de, uzatmaları da dolmuş olan tavuğu kestiler. Kafası kopan tavuk, kafası olan tavuktan daha hızlı koşuyormuş bunu öğrendim. Havadan konuştuysak da sudan hiç konuşmadık.

İkinci bölüm.
Dünyanın en zenginleri Everest’e yerleşmeye kalktı. Savaşlar çıktı, cinayetler arttı, uçaklar azaldı, uçak gemileri değerlendi ama bizim buralarda durum  o kadar da korkunç değildi. Zaten sular yavaş yavaş yükseldiğinden hemen kimse boğulmuyordu ve daha kaçacak çok yer vardı. Şiddeti bol günlere de daha zaman vardı. Ayakta yolcuları olan bir otobüs gibiydik ama otobüste hala yolcu alacak yer vardı; şimdilik.

Zaman akmıştı ve sular bizim buralara gelmek üzereydi. Memleketlilerimizin çoğu kaçmıştı. Annemle ben bize lazım olan her şeyi arabamıza koymuştuk. Üç ay yetecek kadar konservemiz, oltalarımız, kamp eşyalarımız ve rahmetli babamdan yadigar Heckler & Koch VP70 tabancam ise sadece dokuz kurşunu ile hazırdı. Arabada boş kalan her yere de benzin koymuştuk. Arabamızın da rahmetli babamdan yadigar Reno 12 ts olduğunu düşünürsek bir bomba ile hareket ettiğimizin bilincindeydik. Biraz daha bekleyelim, dedim anneme. Herkes gitsin, şimdi kalabalık olur, kalabalığın olduğu yerde de şiddet kaçınılmaz olur. Sadece arabadaki benzin için bizi öldürecek insanlar olabilir. Yüzünü ekşitti ama bir şey demedi annem.

Sular Erdoğan Amca’nın yeni paslanmış dikenli tellerinden içeri sızdığında kasabada onlar ve bizden başka kimse kalmamıştı. Gece yanlarına gittik, bir tavuk daha kesti Erdoğan Amca, kümesinde başka tavuk kalmamıştı; afiyetle yedik, bu sefer sudan konuşmamak imkansızdı.

Kaçmayacağız, dedi Erdoğan Amca’nın karısı; Erdoğan Amca sadece başını salladı, yeşil peruğu ve ürkütücü göz makyajı ile radyoaktik etkisindeyken bir ördek tarafından ısırılmış bir süper kahramana benzeyen kızları ise buralı olmadı hiç. Annem kızdı, bağırdı ama hiç sallamadılar. Siz gelmiyorsanız biz de burada kalıyoruz, dedi annem düşüncesizce. Kalın, dedi Erdoğan Amca’nın karısı dondurucu bir sakinlikle.

Hemen hemen bir hafta da kaldık Erdoğan Amcalarda. Çok misafirperver insanlar. Her şeylerini bizimle paylaştılar, bizse bir konservemizi bile paylaşmadık. Bir sabah kahvaltı yaptığımız ağaca asılı üç tane idam ipi gördüm. Düşündüğün gibi değil, dedi Erdoğan Amca. Sular yükselince boğulmak için boynumuza takacağız.

Diğer sabah sular arabanın tekerlerine değdi ve biz de helalleşip yola çıktık. Arkamızdan su dökmediler.

17 Kasım 2014 Pazartesi

pazartesi - GDO'lu mantarım

Pazarları manasızca severim pazartesi antimanavları. Ya da  manavları sevmem ama sebze meyveyi severim. Aslında bu üçlünün ikisini sever, birini pek sevmem ama sevdiğim ikiliden de sadece birini aslında severim; o biri de meyvedir, sebzeleri meyvelerle olan samimiyetinden olayı severim ama ananası sevmem; domatesinse meyve olduğunu pek iyi bilirim.

*Çok şık bir tekerlekli pazar çantası olmalı.
*Çarşafta yatılmamış yer bırakmamalı.
*Önce ‘bencil’ sonra ‘kendincil’ olmalı.
*Birini kınayası gelirse içindeki kınama ihtiyacını kınama mektubu yazarak gidermeli.
*Gazım olduğunda beni sosyal yönden pışpışlamalı.
*Algıları açık, vergileri kapalı olmalı.
*Faizle işi çift yönlü olmamalı.


Salı pazara gidiyim dedim. Çok güzel bir mantar gördüm hatta abartmıyorum, mantarda da kendimi gördüm. Sanki bir parçamdı.  Rengi, kokusu, mağrur duruşu, yalnızlığı... Para piçilmez bir karakter olduğum için bana benzeyen mantara da ödeme yapmayı reddettim; pazaryerini bir mantar için paramparça ettim. Eve geldim ve oto-kanibalist bir refleksle yedim. Bir hoşum. Şu GDO olayını abartmayın.

10 Kasım 2014 Pazartesi

pazartesi - gençlik hataları

Hepimiz gençken hatalar yapmışızdır pazartesi masumları. Sanki hiç yaşlanamayacakmışız gibi düşünür ve düşüncesizce davranırız. Kimseyi gençlik hataları ile yargılamamalıyız. Yıllar zaten günahların olmasa da hataların üstünü örter zaten. Sizler için kabul etmek zor olacak belki ama ben de genç oldum. Yaklaşık birkaç gün sürdü sonra geçti ama oldum.


*Zenginlikten şımarmış uranyumları fakirlikle terbiye etmeli.
*Jonkloritesi yüksek olmalı.
*Banyoda suyun sesini açıp gizli gizli yerli dizi izlemeli.
*Asi – metrik  - paralel olmalı.
*Kendi kendine doğurabilmeli.
*Primlerimi vaktinde yatırmalı.
*Yeni biçilmiş çim kokulu oda parfümü olmalı.

Çılgın gençliğim esnasında çevirmeli el telefonumdan dönemin kainat güzelini taciz etmiş olabilirm. Bakın yapmadım demiyorum. Sadece o zamanlar kainat güzelini gerçekten kainatın en güzeli sanıyordum ve her sene değiştiğinden de haberim yoktu. Zaten taciz dediğimiz masum bir evlilik teklifiydi; sonra da dönemim pop starı Ümit Besen’den 'i love you' isimli şarkıyı dinlettim ve o günlerde 8 yaşımdan sadece birkaç ay almıştım.

5 Kasım 2014 Çarşamba

civciv boyayıcılar

civciv boyayıcılar

Dünya üzerinde radyoların en iyi çektiği yer neresi biliyor musunuz, dedi Çağatay camdan dışarıyı izlerken. Nasuh iskambil kağıtlarından fal bakıyordu o sıra, duymamazlıktan geldi. Bense kaç gün öncesinin olduğunu dahi bilmediğim bir gazeteyi okur gibi yapıyordum, iş ilanlarının olduğu sayfayı görünce içim iyice bir sıkıldı. Çağatay’ın anne babası köye gitmiş, biz de onlara çökmüştük; üçümüzde işsizdik, saat öğleni geçmiş olmasına rağmen yeni kalmıştık, bir lokma dahi yememiştik, sakallarımız en az bir haftalıktı, üçümüzün de üstünde beyaz askılı atletlerimiz vardı, yaşam enerjimiz sıfırdı ve üçümüzün de bir kızın elini tutmayalı bir yılı aşmıştı. Fukuşama, dedi Çağatay şakasına gülmemizi beklercesine. Fuku fuku, fuku fuku; diye ötmeye devam etti. Bazen böyle berbat şakalarına, sırf iyi niyetimizden güldüğümüz oluyordu ama şu an gülmek için de doğru bir zaman değildi.

Birkaç saat daha geçti. Çağatay televizyondaki kadın programlarından birindeki jöntürk bıyıklı bir bunaktan avokadonun faydalarını dinliyordu. Ulan hayatımda hiç avokado yemedim, dedi yine muzipçe. Nasuh çıkmış spor gazetesi almış, yarının maçları için iddia kuponu hazırlıyordu, konsantrasyonu üst seviyedeydi. Bense bu sefer günün gazetesini okur gibi yapıyordum. Gazete okur gibi yapmanın beni sakinleştiren bir durum olduğunu düşünüyorken siren sesiyle yerimizden fırladık ve cama koştuk. Trafik sıkışıktı ve bir ambulans yana yakıla gitmeye çalışıyordu. Sol şerit şekilsiz bir şekilde boşaldı ve ambulans zar zor kaçtı. Avokado yemiyorlar, sonra kalp krizi geçiriyorlar; dedi Çağatay. İkidir şakalarına gülmüyordum, artık buna da gülmezsem ayıp olurdu, adam zaten bize evini açmıştı; tam gülmeye başlayacaktım ki, Nasuh kalktı ve bir şey söylemeden kapıyı çarpıp çıktı. Çağatayla birbirimize bakakaldık. Camdan baktım Nasuh koşarak köşeyi koşar adım birkaç saniyede döndü. Gittiği gibi birer sallama çay koyduk ve Nasuh’un arkasından sallamaya başladık. Bir acayip oldu bu herif, depresyonda bu, kafayı yedi iyice, ağzından kerpetenle laf alınıyor, insan bir nereye gittiğini söyler falan fistan...

Bu kısa dedikodu seansı ikimiz de iyi gelmişti. Çay poşetlerimizi atmayıp, üzerine su çekerek yarımşar bardak daha çay içtik. Çağatay sonra menemen yaptı, ben biraz kestirdim, üç ekmekle menemeni gömdük, spor programı izledik sonra kapı çaldı; birbirimize baktık, gelen Nasuh’tan başka kimse olamazdı. Çağatay açıp açmamakta çok kısa bir tereddüt geçirdiyse de kalkıp kapıyı açtı. Nasuh’un elleri, kolları, gömleği, pantolonu boya içindeydi. Oğlum şu civcivleri teker teker boyayacağınıza tavukları boyasanız daha mantıklı değil mi?, dedi Çağatay. Abartmıyorum yarım saat güldük.

-
Çağatay’ın annesi ve babası köyden hiç dönmedi. Tüm birikmişlerini damla sulama sistemine ve bir çift kangal köpeğine yatırdılar. Çağatay artık yalnız yaşıyordu. Ailesi ondan kira istememişti ve sadece menemenle yerse yaşayabileceği kadar maddi yardım yaparak Çağatay’ı hayata itiyorlardı. Çağatay zaten çok yemek yemezdi ama eve internet bağlatmak için çalışması lazımdı. Nasuh’la beraber civciv boyamacının yanına işe girdiler.

Ve bir iş çıkışı, bir kız gördü Çağatay. Esmer, balık etli, uzun siyah saçları olan İstabullu gibi konuşmaya çalışsa ağzı arada şivesine kaçan aslı Ağrılı, ruhu sancılı bir kız. Ağrılı kızın adı Nuray’dı  ve hayattan tek bir beklentisi vardı; o da ressam bir sevgili. Üstü başı boya içindeki Çağatay’ı görünce de resim bölümü öğrencisi olduğunu düşündü ya da resim bölümü öğrencisi olduğuna inanmak istedi. Tanıştılar ve kaynaştılar çok kısa bir sürede. Bu yalana ayak uydurmak zor olmadı Çağatay için. Zaten artık öğrenci evinde kalıyor gibiydi. Hem Nasuh gibi doğuştan sanatçı tripli bir de arkadaşı vardı; üstüne üstlük son derece de fakirdi. Muhtemelen birçok resim bölümü öğrencisinden pek farkı yoktu.

Bense bu oyuna pek katılmak istemedim. Hem Nuray’a üzülüyordum hem de bizim çocuklara. Bir de bazen gülesim geliyordu hallerine. Kız arkadaş iki civciv boyayıcının tüm atmosferini değiştirmişti. Geceleri belgesel izliyorlardı beraber diğer gün Nuray’a anlatmak için mesela. Van Gogh’tan, Leonardo’dan sanki arkadaşları gibi bahsediyorlar, Bedri Bayram’a ise her fırsatta sallıyorlardı. Postmodern, dadaist gibi daha önce hiç duymadığım şeyler anlattılar bana. Nasuh kumarı bıraktı, tribi arttırdı. Daha sık basıp basıp gidiyor bazen günlerce hiç konuşmuyordu. Eve şövaleler, guaj boyalar, paletler aldılar; hatta içlerindeki çılgın sanatçı yanlarını göstermek için odaların duvarlarını kapılarını garip garip boyadılar. Bazen buluşma yeri olarak üniversitenin kapısını seçiyorlardı. Konuşmaları bile değişmişti. Bir keresinde Çağatay Nasuh’a Oğlum ya portresini çizmemi istersen ne yapacağım?, demişti, Nasuhsa Biz sürrealistiz unutma, diye cevap vermişti.

-
Bir gece laf söz olmasın diye Nuray’ı evinin bir üst sokağına beraber bıraktılar Nasuhla Çağatay. Elleri ceplerinde eski halleri gibi konuştular, içleri sıkkın. Araftaydılar elbette, en güzel yalanlarına daha ne kadar devam edebilecekleri içlerini kemiriyordu. Bir yandan da övünüyorlardı kendileri ile. Altı aydır resim bölümü öğrencisiydiler. Okulu bitirince ne yapacaklarını bile düşünür olmuşlardı saçma sapan. Yalanları gerçeklerini ele geçirmeye başlamıştı.

Uzun uzun yürüdüler, sonra da yorulup bir duvarda oturdular ressammışcasına saatlerce. Sağı solu izlediler pek az konuşarak. Manzaraları güzeldi ucuz pavyonların sönük neonları, ya yaşlı ya da çirkin konsomatrisler, bırak yürümeyi ayakta duramayacak kadar sarhoş adamlar, fahişeler, pezevenkler, gül ya da mendil satan sokak çocukları, onları izleyip yapışkan hayaller kuran ergenler; sokağın öte ucunda da bir polis arabasının tepe ışığı yanıyordu ama sireni ötmüyordu.

Nasuhsa durmadan soluna bakıyordu. Çağatay, Nasuh’u birazdan hiçbir şey demeden kalkıp gideceğini sezmişti. Öyle de oldu. Nasuh koşmaya başladı, kısa bir teredütten sonra arkasında Çağatay yardırdı. Nasuh çok hızlı koşuyordu. Bu temposuyla istese bir kızı beden eğitimi bölümünde okuyorum ya da milli atletim diye rahatlıkla kandırabilirdi. Sollarındaki sokağa saptılar. Nasuh farkı her saniye açıyordu, araya köy kasaba kurmuştu ve artık gözden kaybolmuştu.  Çağatay nefes nefese yürümeye devam etti ve ancak birkaç dakika sonra Nasuh’u yerde yatan bir kadının başında gördü. Hiç konuşmadılar. Nasuh ayakkabılarına çıkarttı ve çoraplarını ellerine geçirdi parmak izi bırakmamak için, aynı şeyi Çağatay da yaptı. Yerde baygın yatan kadını çırılçıplak soyup her şeyini aldılar. Sonra eve doğru yürümeye başladılar.

Konuşmaları gereken ama aylardır erteledikleri konuyu sonunda Nasuh açtı. Nuray’a aşık mısın? Çağatay derin bir nefes alıp, Aşk çok genel bir kavram. Aşk değil hissettiklerim, kesinlikle aşk değil. Peki sen aşık mısın? Nasuh da ayı ses tonu ile cevap verdi, Kesinlikle seninle aynı kanıdayım dostum.
-

Soydukları kadının fiziği Nuray ile tıpa tıptı. Kadının kıyafetlerini, saatini, takılarını, cüzdanını hatta iç çamaşılarını bile belirli aralıklarla hediye ettiler Nuray’a. Garipliklerine alışmıştı Nuray bu sanatçı ikilinin, teşekkür etti, hediyeleri kabul etti ve bol bol merhum konsomatrisin kıyafetlerini giydi.

Birkaç gün sonra Çağatay avazı çıktığı kadar Mina Loy diye bağırırken Nasuh aynı sertlikte Sophie Taeuber diye bağırıyordu.  Büyük ihtimal sanatla ilgili bir şeyi tartışıyorlardı. Ben mutfakta yine kaç günlük olduğunu dahi bilmediğim eski bir gazeteyi kurcalarken Nuray da menemen yapıyordu. Sonra aniden bana döndü ve seni sevdiğimin farkındasın değil mi?, dedi. Kafamı gazeteden kaldıramadım. Bir şey söyleyemedim. Sanki bir yerde Arkadaşımın Aşkısın çalıyor gibiydi. O muhteşem şarkıya hiç yakışmayan o dizeler kafamda yankılanıyordu, ‘Sen başkasının malısın’


Belki mutlu bile olabilirdik Nurayla ama arkadaşlarıma bu kötülüğü yapamazdım. Nasuhvari bir haraketle yerimden kalktım ve basıp gittim ama duruma kendi yorumumu da kattım ve bir daha geri dönmedim. Birkaç kez telefon ettiler ama çok da aramadılar beni. Sonra duydum ki Çağatay ile Nuray aile arası bir törenle nişanlanmışlar. Yüzükleri de Nasuh takmış ve kurdeleyi kestikten sonra makası Nuray’ın karnına saplamış.

4 Kasım 2014 Salı

labratuvartero bir.

bir. hastalığım her geçen an vücudumu sarıyor. önümdeki her dakika son dakikam olabilir. kendime hiç  iyi bakmadım ama kırk yaş çürümek için çok erken. hayatım bu bodrum katındaki laboratuvarda geçti. hep büyük hayaller kurdum, hep tek çalıştım; büyük başarısızlıkların altına imzamı hep tek attım. ölümle düelloya tutuşmuş gibiyim. silahlarımızı birbirimize çektik ve saatin 12'yi vuracağı anı bekliyoruz. elimde deney tüpüm var.

3 Kasım 2014 Pazartesi

pazartesi - Barbie

Kaybettiğim savaşlar içerisinde en acısı Barbie bebeklere karşı aldığım hezimettir pazartesi lahana bebekleri. Ne zaman elinde Barbie bebek olan bir kız çocuğu görsem Barbie’nin kafasını ağzımla kopartırım ve kafayı yere tükürüp üstüne basarım. Yine ne zaman Barbie’siyle oynayan erkek çocuğu görsem; çocuğun kafasını ağzımla kopartırım ve yere tükürüp ezerim.

*Arada sesimi duyduğunu sanıp tüyleri ürpermeli.
*Saçları yemeğine girmemeli.
*İtikatı sarsıldığı durumlar için acil durum eylem planı olmalı.
*Peruklu biriyle muhatap olduğunda başındakinin peruk olduğunun farkında olduğunu belirtmeli.
*Pırıltılı bir soyadı olmalı.
*Zehirli oklarını uçlarını yakarak atmalı.
*Seksi iç çamaşırlarından toz bezi yapmamalı


Triportörümün bir kilometre bakımı geldiği için sanayiye gittiğimde gerçek bir Barbie bebek gördüm. Sapsarı saçları, aşırı ince beli ve orantısız uzun bacakları ile tam Barbie’ydi. Oto tamircisinde kaportacı olarak çalışıyordu. Oyuncaklar bizi gerçeklere hazırlamıyor değil mi?, dedim bar çapkını ses tonumla. Kadınlar da erkekler gibi her işi yapabilmeli, dedi aseksüel bir feminist hırçınlığıyla. Hangi çocuk bir Barbie bebekten bunu duymak ister ki?

27 Ekim 2014 Pazartesi

pazartesi - yalnızlık ömür boyu

Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var pazartesi münzevileri. Şunun da farkındayım ki; sözden daha nitelikli bir şey varsa o da harekettir. Şimdi bunu size söylesem anlamayacaktınız. Sonra aranızda kendini entellektüel hissedenleriniz; insan zaten her zaman yalnızdır, yalnızlık ömrün diğer adıdır, aldığımız her nefes yalnızlığımızın kanıtıdır gibi sözde ebedi cümleler kurup kafamı attıracak. Ben yalnız kalmak istersem zaten kalırım.

*Canı yangın izlemek istediğinde itfaiyenin önüne park edip sirenlerin çalmasını beklemeli.
*Hiç anlayamadığı kitapları sırf başka şeyler düşünmek için okumalı.
*Meşguliyetlerimi irdelememeli.
*Anneannesinin en sevdiği torunu olmalı.
*Yeşilçamın özellikle figürasyonunu yüceltilmeli.
*Şiddet annesiyle olan tartışmalarının hep tadı tuzu olmalı.
*Profil fotoğraflarına mevsim ayarı vermeli.



Önce belediyenin birkaç iş makinasına çöktüm. Evimin bir kilometre kare çevresine üç metre derinlikte hendekler kazdım. Sonra da apartmanımın çatısına kazanlar kurdum ve orada yağ kızdırdım. Elime de emektar snepirımı aldım. bir süre insan görmek istemiyorum. Gördüğümün de postunu delerim ona göre.

19 Ekim 2014 Pazar

Belki Delirmiştim de ama Bu İyi Bir Delirimdi

            Belki Delirmiştim de ama Bu İyi Bir Delirimdi

“Liseye geçene kadar iyi bir öğrenciydim ama lise birle birlikte feci bir sallanmıştım. Yeni okul kabus gibiydi. İki dolmuş yapıyordum, bir dönem geçmişti ve henüz dolmuşta hiç oturamamıştım; üstüne üstülük gidiş geliş yol iki buçuk saatimi alıyordu. Okula gittiğim gibi ise kabus büyüyor; dersler kafama zerre girmiyor; ergenlik, hormonlar canıma okuyordu. Geriye fönlü saçları ile iri bir cüceye benzeyen, soluk yeşil takım elbiseli müdür muavini bana takmıştı; sınıf tekrarı yapan, façacı, çekik gözlü esmer tip de; sinir ilaçları kullanan, kompleksli, babamın üç aylık maaşından daha pahalı cep telefonu kullanan zengin çocuğu da. Mütemadiyen birileri beni aşağılıyordu. İsyan edesim vardı ama isyana takatim yoktu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de aşık olmuştum. Bir kurtuluş umuduyla açıldığım; saatçi bir baba ile konsomatris bir annenin büyük kızı olan Zeynep bana o ana kadar yaşadığım acıların en büyüğünü yaşatmış; hem dalga geçmiş, hem de erkek arkadaşına beni sınıfın ortasında dövdürmüştü. Bir tek apolitik aktivist İsmail Hakkı ile aram iyiydi ama o da eylem eylem dolanmaktan pek okula uğramıyordu.

Telefonun alarmı çalmaya başlayınca içimden, ‘Kabus gibi güne merhaba’, diyerek bir sabah uyandığımda, yüzümü yıkamadan oturduğum kahvaltı masasında; babam Bülent Kayabaş’a, annem ise Nilgün Belgün’e benziyordu. Sesleri eski sesleriydi ama yüzleri değişikti; babamı artık bir tek onda kalan yirmi yıllık demode ekoseli kravatından, annemi ise ozon lekesi olmuş çiğ pembe pijamasından tanıdım. Okula gitmek istemiyorum hastayım, dedim ama inanmadılar. Annem ağzından köpükler çıkara çıkara bağırdı bana, Nilgün Belgün’ü hiç böyle asabi görmediğim için çok şaşırdım. Çaresiz giyinip evden çıktım.

Dolmuş durağına doğru yürürken durum farksızdı. Bülent Kayabaş kılıklı simitçiden bir simit aldım ve Bülent Kayabaşlarla ve Nilgün Belgünlerle dolu dolmuş durağında beklemeye başladım. İçimde tarifsiz bir korku ve kaygı vardı ama zaten dün de bundan pek farklı değildim. Kabustur nasılsa birazdan uyanırım derken okula girdim. Şimdi tam hatırlamıyorum ama önemli bir gündü. Soluk yeşil takım elbisesiyle kısa bir Bülent Kayabaş konuşma yapıyordu. Takım elbisesinden bana takık müdür muavini olduğunu kestirdim. Bir yandan heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatırken bir yandan da beni kesiyordu. Eskisi kadar ürpertici değildi ama bakışları. Bülent Kayabaş sağolsun.

Sıraya girmek istediğim an ise iş daha korkunç bir hal aldı. Hangi sıra bizim sınıfındı kestiremiyordum. 9-E ye gidiyordum, baştan beşinci sıra bizim olmalıydı ama müdür muavini kaç dakikadır konuşuyorsa tüm sıralar karışmıştı. Yanlış sırada durmak da istemezken kırık kolu ile bana gülümseyen birini gördüm. Zaten okulda bana sadece tek kişi gülümserdi, İsmail Hakkı. Ne oldu koluna, dedim ama ne olduğunu kestirebiliyordum, ne eylemi diye sormadan; eşcinseller için yürürken Çevik Kuvvet daldı, dedi. Normalde hemen ne o eşcinsel misin?, diye sormam gerekirdi ama İsmail Hakkı’nın birilerini hakkını araması için mağduriyeti kendisinin yaşaması gerekmezdi.

O gün öyle geçti. Birkaç saat sonra duruma alıştım da. Zaten herkes bana yabancıydı. Eskiden korktuğum tiplerin hangileri olduğunu Bülent Kayabaşlar içerisinden seçemediğim gibi Zeynep’in hangi Nülgün Belgün olduğunu da çıkartamıyordum, stresim otomatik olarak azalmıştı. Eve dönerken kalabalıktan o kadar da rahatsız olmadım. Hem tüm kadınların Nilgün Belgünleşmesi muhteşem bir durumdu, çünkü Nilgün Belgin her yaşında güzeldi.

Eve gittiğimde amcam bize gelmişti, babama zaten çok benzerdi ve annem evde dışarıda giyilen kıyafetleri ile evde oturulmasını nükleer tehdit gibi algıladığından, amcama babamın eşofmalarından birini vermişti. Babamla amcamı ayırt etmem artık imkansızdı. Denemek için sırayla ikisini de baba diye hitap ettim. Hiç ters tepki vermediler. Diğer gün kahvaltıdan kalktığımda ikisi de bana harçlık verdi ve hangisi ne kadar verdi ayırt edemedim. İlk kez bir gün sonra dolmuştayken delirmiş olabileceğim aklıma geldi. Belki delirmiştim de ama bu iyi bir delirimdi.

İnsanları birbirlerinden ayırabilmek için çok dikkatli olmalıydım artık. Hani bir duyusunu kaybedenlerin diğer duyuları gelişirmiş ya; aynen bende de öyle oldu. Herkes müdür muavinim abuk subuk takım elbiseler giymiyordu ki. Yürüyüşlerinden, ses tonlarından, saatlerinden, ayakkabılarından, tokalarından, takılarından; hatta takıntılarından insanları ayırmaya ve sınıflandırmaya başladım. Hatta zamanla herkesle iletişime geçebileceğim bir tavır geliştirdim. Saygılıydım, samimiydim ve temkinliydim. Hiç tanımadığım bir Nilgün Belgün ile de; çok yakın olduğum bir Nilgün Belgün ile de aynı tavırda konuşarak iletişime geçebiliyordum. Zaten erkeklerle iletişim hep daha kolaydır, o zaman fark ettim ki zaten tüm erkekler birbirlerine ‘Abicim’ diyordu.

Okul bitti ve İsmail Hakkı’nın babasının sigorta şirketinde işe girdim. Sigortacılık tam bana göreydi, yeni geliştirdiğim iletişim tarzım sayesinde - saygılı, samimi ve temkinli - güzel iş yapar, az kazanır hale geldim. İsmail Hakkı’nın babasını tanıyınca İsmail Hakkı’nın isyanına hak vermemek elde değildi. İki sene o sigorta ofisinde köle olarak çalışıp işi öğrendim. Bir sabah babam artık evlensen, dedi. Tüm kadınlar benim için aynıydı ve ben de Nilgün Belgünlerden maddi durumu iyi bir aileden gelen biri tanesi ile sevgili oldum ve evlendik. Kayınbabamın da desteği ile kendi sigorta ofisimi açtım ve devamını biliyorsunuz. Çok çalıştım. Gerçekten çok çalıştım.


Sözlerimi burada bitirirken; bugün bu ödülü, Yılın Sigortacısı Ödülünü, almamda yardımcı olan tüm Bülent Kayabaşlara ve Nilgün Belgünlere teşekkürü borç biliyorum; iyi ki varsınız”

pazartesi - alan araştırmam

Küçük bir çocuğun yuvasından çıkan karıncaları merakla izlemesi gibi ben de sizleri izlemeyi çok severim pazartesi orwellcıları. Ama ya karıncalar sadece biz onlara baktığımız zamanlarda çalışkanlarsa. İzlenildiğini bilmek doğallığın dalağını şişler. Ki siz beni ne zaman görseniz doğallığı geçtim bir delilik haline kapılıyorsunuz. Hemen anadan üryan soyundum, kendim guaj boya ile yeşile boyadım ve konu komşunun çiçeklerini yolup vücuduma japon yapıştırıcısı ile yapıştırıp en yakın parktaki çalıların arasında yerini aldım.

*Motorsiklet ehliyeti ve motorsiklete cesareti olmalı.
*Advertorial kuşaklarını hipnotize olmuşcasına izlemeli.
*Eski çizgi filmlere karşı bir duyarlılığı günü her vakti olmalı.
*Şu caps olayına karşı ihtiyatlı davranmalı.
*Hava tahminleri her tutmadığında meteorolijicilere hesap sormalı.
*Yanından takometresini hiç ayırmamalı.
*Sanal oyunlara elbette kendini kaptırmalı.

Alan araştırmam için muhteşem bir yer seçmişim. Okulu asan liselilerin; çekirdek, kola eşliğinde birbirlerine anlattıkları gerçeküstü derecede  müstehcen fıkraları dinleyerek hayal dünyamda yeni kapılar açtım. Yaşlı teyzeleri kalplerindeki öfkeye ve intikam hırslarına hayran kalıp, saygı duydum. Emeklileri amcaların ülkeyi kurtarmadaki beyin fırtınaları siyasete ve siyaset felsefesine olan bakış açımı derinden değiştirdi. Bir de çok fazla köpek var. Artık sidik kokularından köpekleri cinslerine ve cinsiyetlerine göre ayırt edebilecek durumdayım.

12 Ekim 2014 Pazar

pazartesi - kızıl zeplin

Merhum dostum Eflatun gibi benim de hayattaki en temel sorusallarımdan biri gölgelerdir pazartesi şemslileri. Gölgemle konuştuğumuz, dertleştiğimiz, kavga ettiğimiz, küstüğümüz hatta evleri ayırdığımız çok olmuştur. Kendi gölgemle böyle iniş çıkışlı bir ilişkim olsa da; genel olarak gölgeyi hep güneşe tercih etmişimdir. Sahilde şezlonglarda güneşlenen halka sırf pislik olsun diye işkence etmeyi de hep kendime borç bilmişimdir.

*İlişkimize kommensalist bir pencereden bakmalı.
*Haftanın bir günü her konuda çirkinleşmeli.
*Hazırsızlık, hazımsızlık yapmalı.
*Az konuşup çok yazmalı.
*Büyük zaferleri küçük şölenlerle kutlamalı.
*Ayın sonunu başını iyi bilmeli.
*Şu göz teması olayını çok abartmamalı.


Koca yaz geçti ve evde hiç güneşten etkilenmediğimi fark ettim bu çarşambanın ilerleyen saatlerinde. Aylardır balkonumda gölgemle hiç birbirimizin kalbini kırmamıştık. Bu maddenin doğasına aykırıydı; olacak iş değildi. Kafamı kaldırdığım gibi kızıl devasa bir zeplinin tepemde olduğu fark ettim. Perşembe Cuma ve Cumartesi gözlemledikten sonra emin oldum ki zeplin bana gölge yapmak ve güneşin zararlı ışınlarından beni korumak için görevliydi. Belki de bende D Vitamini eksikliği yaratmaya çalışan bir terör örgütünün; ya da güneş girmeyen eve doktor girer kadim bilgisine göre plan yapmış bir doktorun. Risk almadım; yaktım okumun ucunu ve zepline fırlattım. Ama güzel yandı.

9 Ekim 2014 Perşembe

otomat şebekesi

Volkiş bol sivilceli bir garip ergendi. Sevgilisi de tıpkı onun gibiydi; sanki birbirleri için yaratılmış gibiydiler. Bir keresinde parkta bir bankta birbirlerinin sivilcelerini sıkarlarken onları izlemiş ve biraz kıskanmıştım. Ben Volkiş’e göre gayet normal bir insandım. Daha çok param, daha iyi arkadaşlarım, daha iyi bir ailem vardı. Kime sorarsanız sorun, çok daha da yakışıklıydı. Kız arkadaşım ise Volkiş’in kız arkadaşından on kat daha güzeldi ama biz böyle uyumlu değildik.

Volkiş elektrik elektroniğe çok meraklıydı, zaten meslek lisesinde elektronik okuyordu. Bir gün garip şapkayla gördüm onu. Şapkanın güneşlik kısmı siyah cam gibi bir şeyle kaplıydı, zamane gençliği moda diye bu gibi salak saçma şeyleri takıyordu ama Volkiş hiç de zamane genci değildi. “Ne iş la o şapka zibidi!” dedim. “Abi güneş panelli”, dedi. Ergence bir hareketle şapkayı kafasından alırken  “Abi yapma” dediyse de çok geçti, güneş panelinden iki kabloyu kafasına bağlamış bu, ben çekince kablolar kafasını inceden kanattı. “Deli misin olum ne kablosu lan” dedim. O da bana bakıp “Of abi ya! Sen ne anlarsın” deyip gitti. Cidden ben ne anlardım?

Aradan sanırım bir yıl geçti. Bizim mahalledeki elektrikçi Numan’ın son model mat siyah BMW’si ile geçerken gördüm. Çok saçmaydı. O an en azından benim için Numan’ın BMW alması kadar açıklanamaz bir durum yoktu dünyada. Herkese sordum nasıl oldu bu iş, diye. Şu apartmanların içine takılan otomat işine girdi, dediler. Hani yürüdüğünde seni otomatik olarak algılayıp yanan lamba şeysinden. İyi de onlar moda olalı yıllar oluyordu. Bu aralar hepsi bozuluyor ve Numan yenisini takıyor, boş zamanlarında da nispet amacıyla arabasıyla sokağı turluyor, dediler. Uzun uzun hımm’ladım. Hımmm... hımmm...

Aradan bu sefer bir mevsim falan geçti. Kız arkadaşım aldatma olayına yeni bir boyut katacak kadar acımasız bir şekilde beni boynuzladı ve terk etti; ben de adettendir diye öyle bunalıma gireyim dedim ve girdim. Yıkanmıyor, tıraş olmuyor, dağınıklığı toplamıyor, saatlerce bilgisayarda savaş oyunları oynuyor ve tavuk dönerle besleniyodum. Öğlen kanepede elimde tv kumandası kadın programı izlerken uyumuş, akşam reklam kuşağındayken uyanmıştım. Derin bir nefes aldım, baktım ev leş gibi kokuyor; en son ne zaman evi havalandırdığımı düşünürken camı, cevabı bulamazken de kapıyı açtığım gibi Volkiş’i gördüm. Kafasında o salak şapka vardı. Beni görünce bir korktu, yüzü kızardı. “Akşam akşam hem de apartmanın içinde şapka mı takıyon lan zibidi” dedim. Kızarması iyice arttı. “Kime geldin sen? Hayırdır”, dedim. Daha da bir kızardı ve sustu cevap veremedi; ben ona bakıyordum, o ise yere. Malum kafasında kablolar var delinin, patlar matlar mazallah diye korkmadım da değil ve “Hadi dikkat et kendine” deyip kapıyı kapatırken elindeki son model telefonu gördüm. Piyasa yeni çıkmıştı ve bunun babasının altı aylık maaşına eşitti; hatta ve hatta modifiyesiz tüplü şahin parasıydı. Kapıyı kapattım ve tavuk dönerciyi arayıp tavuk döner istedim. Adını bilmesem de adam artık sesimden beni tanıyordu ve adres vermeme gerek kalmıyordu.

Öğlen berbere sakallarımı düzelttirmeye gittim, sonra kapının önündeki ergenleri muhteşem anılarımla ve üstün hayat tecrübelerimle bunalttım. Sonra sıkıldım, bilgisayarımı özledim. Evin önünde Numan’ın BMW’sini ve apartman boşluğunda da Numan’ı merdivenin üstünde kıç cebinde tornavida ile çalışırken gördüm. Bizim otomatı tamir ediyordu. “Çözdüm sizin tezgahı. Volkişle ortak çalışıyorsunuz; tabi ya.. O manyak şapkası ile bozuyor otomatları... ” dedim pis pis. Küfretti, küfrettim; küfretti, küfrettim; küfretti merdivene tekme attım yere düştü  ve kıç cebindeki tornavida baldırına saplandı. “Şikayet edersen tezgahınızı herkese anlatırım” dedim ve eve girdim. Bir uyku çöktü üstüme anlatamam.

Aradan iki ay geçti ve Numan bu süre içerisinde ne mat siyah arabasına binip nefret toplayabildi ne de çalışabildi. İyileşince küçük bir toplantı yaptık ve aylık belli bir miktar para karşılığında susmayı kabul ettim. Numan’la hala aramız soğuk. Volkiş’in icadı kafama takmayı teklif ettiğinde yine bir gerginleştik. “Nasıl buldun bunu Volkiş” dedim; “Abi amacım beyin dalgalarımı hızlandırıp, daha zeki olup, çok para kazanmaktı” dedi. “Üzülme be Volkiş, istediğin kadar zeki olamasan da iyi para kazanıyorsun” dedim. Ben güldüm, o gülmedi, kız arkadaşı gülmedi; haliyle gülüşemedik. Volkiş’in kız arkadaşı da bizim şebekede; o da elektik elektronik okuyor ve hep aynı ayakkabıları giyiyor; bazen işkillemiyor değilim. Akşamları birkaç saat Volkiş’le beraber apartmaları anketör gibi geziyorlar ve hala birbirlerinin sivilcilerini sıkarken çok tatlı gözüküyorlar.

6 Ekim 2014 Pazartesi

pazartesi - yaktığım kalorilerin iç yüzü

Fiziğime hiç dikkat etmeme rağmen hep fit ve sağlıklı bir görünüşüm olmuştur pazartesi kardiyocuları. Bunun nedeni hakkında yıllardı ve araştırmalar yapılmak ve makaleler yazılmak istense de tüm çabalar benim araştırmacıları dövmemle sonuçlanmıştı. Ama geçenlerde bilimsel dergileri karıştırırken şöyle bir kapak gördüm “muhteşem vücudun sırları” arka planda da benim sixpackim.

*Misyoner ruhunu hiç kaybetmemeli.
*Bayram namazı nasıl kılınır iyi bilmeli.
*Neşe Karaböcek - Gülden Karaböcek kavgasında Neşe Karaböcekçi olmalı.
*Mizahı ile cüzdanı arasında doğru orantılı olmalı.
*Festivalleri grup terapisi tadında yaşamalı.
*Özgürlük kelimesini yılda bir kezden fazla kullanmamalı.
*Kaykaylı bir velete yeri öptüğünde boştaki kaykaya binip olay mahallini terk edip ufukta kaybolmalı.


Bir bilim kadını yıllardır çöplerimi ve market fişlerimi karıştırarak ne yediğimi hesaplamış. Sonra bazal metabolizmamın ne kadar kalori tükettiğini ve günlük insan dövümlerimde ne kadar kalori yaktığımı da hesaplayıp ve bir diyet ve spor listesi hazırlamış. En başta bir insan benim kadar dövecek adamı nereden bulabilir ki? Çok net bir şekilde ifade ediyorum ki; o kadın bir yalancıdır. Ve benim  fit vücudumun sebebi şömine karşısında oynadığım tetrislerdir. Ben o kalorileri zihinsel faaliyetlerim esnasında yakıyorum; şınav mekik çekerken değil.

3 Ekim 2014 Cuma

Yol Bitti

Yol Bitti

Sabahın köründe elimi kolumu sallaya sallaya amaçsızca yürürken önümdeki yol bitti. Ne sağımda ne de  solumda gidecek bir yer yoktu.  Önümdeki yoldan ise arabalar vızır vızır geçiyor, trafik ışığı ise yayalar için kırmızıyı gösteriyordu. Düşündüm de ben hep yayaydım ve karşıdan karşıya geçmek için arabaların hep yayalardan daha uzun zamanı oluyordu. Sonra arkamdan tıkır tıkır bir ses geldi, dönüp bakmadım. Tıkırtı bana yaklaştı yaklaştı ve birden biri koluma girip “Karşıdan karşıya geçmeme yardım eder misiniz?” dedi. Dönüp baktım benimle yaşıt adamın teki. Biraz daha baktım, adamın göz bebekleri yoktu. Birbirini hiç görmemiş iki adam  kol kola yüz elli dört saniye yayalar için yeşilin yanmasını bekledik. Yeşil yanınca birkaç saniye daha bekledim ve yürümeye başladık. En sol şeritten bordo bir şahin ise belki yüz kilometre hızla kırmızıda geçti, az daha paramparça olacaktık ama son anda yırttık. Tabi bunu kolumdaki arkadaşıma söylemedim ve yansıtmadım. Az daha ölüyorduk, belki paramparça olacaktık. Organlarımız birbirine karışabilirdi. Korku dilime vurdu.

“Sokak köpekleri kadar fakiriz” diye konuya girdim. “Yüksek apartmanlarla dolu varoş bir sokağın içinde gecekondudan bozma bir evde yaşıyoruz; annem, babam, babamın askerlik arkadaşı Tertip, abim ve ben. Ne oturduğumuz ev, ne de evin arsası bizim. Babam yıllar önce bulmuş burayı ve yerleşmiş, taa abim bile doğmadan önce; ondan sonra bir çivi bile çakmamış. Zaten babam pek hareket etmez, askerlik arkadaşı Tertip “ Babannenizin sütü yokmuş, babanızı kaplumbağa emzirmiş” der. Bana pek komik gelmez ama bu şakaya her defasında çok gülerler, belki beş yüz kez duymuşumdur bunu.

Hiçbirimiz çalışmayız ve yine hiçbirimiz okula gitmedi hatta nüfus cüzdanlarımız bile yok. Sadece evimizde ya da evin bahçesinde oturur muhabbet ederiz. Her şeyden konuşuruz hem de. En müstehcen konulardan tut da, metafizik konulara kadar. Sokaktaki, mahalledeki hatta belki semtteki herkesi tanırız. Bazen bahçede otururken ‘birazdan kim geçecek?’ oynarız. Herkes bir tahminde bulunur ve beşimizden birinin söylediği kişi mutlaka geçer. En çok da annem bilir. Sezgileri çok gelişmiş. Mesela bizim evde hiç yemek pişmez. Fırınımız, ocağımız dahi yok. Sadece küçük siyah beyaz bir televizyonumuz var o kadar. Onu da açmayalı yıllar oldu. Konu komşu, mahalleli yemek getirir bize. Hiç aç kalmayız. O gün ne geldiyse de siler süpürürüz. Buz dolabımız bile yok. Babam bizim evin mahallenin günah çıkartma odası olduğunu söyler. Herkes o kadar günahkarmış ki; bize bir tencere kuru fasulye getirerek günahlarından arınmaya çalışırlarmış. Tertipse, biz olmasak mahalleli her sabah uyandığında cehennemin kokusunu alır ve umutsuzluktan daha büyük günahlar da işlerler. Eski günahların affını sağladığımız gibi yeni günahların işlenmesini de engelliyoruz. Sırf bu yüzden hepimiz cennetliğiz, der ve küçükken rüyasında gördüğü cenneti anlatır bize. Turuncu ağaçlar, fino boyunda filler, şarkı söyleyen papatyalar, falan filan...

Bizim bir diğer sevdiğimiz oyun ise ‘günahı ne?’ dir. Mesela bize emekli bir asker haftada ya da on beş günde bir yemek getirir. Kendi yemek yapmaz, dışarıda bir şeyler getirir. Tek yaşadığı kılığından, yürüyüşünden bellidir. Sonra ne zaman konuşmaya, öğüt vermeye başlasa Tertip onu nazikçe defeder. Sonra yemeğimizi yerken günahı ne?, oynarız.  Babam ve abim karısını öldürdüğünden çok emin, annem ise askerken işlediği büyük bir günah olduğundan, Tertip ve bense cinsi sapık olduğunu düşünüyoruz ve hiçbir büyük günahın gizli kalmayacağına inandığımızdan gerçeklerin ortaya çıkmasını ve hangimizin kazandığının ortaya çıkmasını bekliyoruz. Mesele yıllar önce bir teyze vardı. O her hafta börek getirirdi; ıspanaklı, mercimekli, soğanlı; muhteşem bir aşçıydı. Bir de banyo yapmaya arada ona giderdik. Ev halkı olarak katil dedik, hırsız dedik; oğlu renkli gözlüydü, teyze değildi; çocuğunu kaçırmış, dedik ama annem inatla eski bir fahişe demişti. Sonra teyzeden börekler kesildi, tırlatmış inceden, herkese eski fahişelik günlerini anlatıyormuş. Söyledikleri gerçekse sosyete fahişesiymiş; ne hikayeler, ne hikayeler... Anneler biliyor işte bazı şeyleri.

Bir de  bizim oyunda kimin kazandığının çok önemi yoktur. Arada kızdırırız birbirimizi. Asıl önemli olan beşimizden birinin bilmiş olmasıdır...” dediğim gibi yol bitti. Ne sağımızda ne de  solumuzda gidecek bir yer yoktu.  Trafik iyi akıyordu ve bu kez önümüzde bir trafik lambası da yoktu. Durduğumuz gibi ilk kez konuştu yol arkadaşım.

“Tüm bunlar neden bana anlatıyorsun?”

“Bunları ilk kez birine anlatıyorum.” dedim. “Sana anlattıklarım hep aile sırrımızdır. Hani kendi aramızda sır demeyiz, aile dışından birine asla anlatmayacağız diye yemin de etmedik ama başkalarına söylemeyiz işte böyle şeyleri. Hem nasılsa görme engellisin. Yarın yanından geçsem haberin bile olmaz. Birazdan bundan anlattım sanırım”


Olmayan göz bebekleri ile gözlerimin içine bakarak “Siz şu 310. Sokakta oturan garipler değil misiniz?” dedi. Şaşkınlıktan sustum. Kolumdan çıktı ve bastonunu havaya kaldırıp, trafiği yararak karşıya geçti. Ben de dönüp inceden eve doğru yol aldım.

29 Eylül 2014 Pazartesi

pazartesi - mutluyuz konvoyu

Şehri biraz keşfetmeliyim dürtüsüyle uyandığım bir sabah triportörüme atlayıp amaçsızca dolaşmaya başladım pazartesi çelebileri. Sabahları çok trafik oluyormuş ama öğlene doğru azalıyormuş. İlk bunu keşfettim. Sonra kornalara basan ve dikiz aynalarına havlular bağlamış bir grup gördüm. Hemen bunu da keşfetmeleyim diyerek arkalarına takıldım.

*Benden her zaman imkansızı ve insafsızı istemeli.
*Bisikletle radara girmemeli.
*Salatalık maskesinde kullandığı salatalıklardan cacık yapmamalı.
*Asistanı beni de asiste etmeli.
*Bir çocuğun elinden kaçan uçan balon gördüğünde görüş açısından çıkana kadar balonu izlemeli.
*Yılın belirli günleri sadece yalan söylemeli.
*Müze bekçileri arasında bana anlatmadığı bir husumet olmalı.


Arabalar birbirilerine çok yakındı ve bir türlü içerilerine sızamıyordum. Ben de en öndeki arabayı da geçip dikizden baktım. Plakasından ‘Mutluyuz!’ yazıyordu. Bu mutluluk konvoyuna be de girmeliydim. Zorladım, solladım, birkaç arabayı yoldan çıkarttım derken konvoy durdu. Davul zurna sesleri duydum ve tripotörümden inip sese doğru yürüyordum ki; gelin ağlamaya başladı. Damat da bayıldı. Her zamanki sahne; ağır makyajlı ve çirkin kıyafetli kadınlar peşimden koşmaya başladılar. Ben de kendimi eve zor attım.

23 Eylül 2014 Salı

Dünyayı Patlatmadan Önce

Dünyayı Patlatmadan Önce

Toplantı masasından kalktığımda ardımda ölüm sessizliğine bürünmüş bir düzine takım elbiseli adam ve iki tane döpiyes giymiş kadın bıraktım. Kadınlardan biri erkek, erkeklerden de biri kadın olarak doğmuş, daha sonra bir dizi ameliyat geçirmiş ve bu değişimleri bana fazladan üç eyalet kazandırmıştı. Kararımı bildirmeden toplantı odasından çıktım ve ağır adımlarla oval ofise doğru yürüdüm. Arkamdan gelmek isteyen özel kalem müdürüme 'Yalnız kalmak istiyorum' manasında attığım bakış yalnız kalmama yetti. Odamın kapısını kapattım ve masama oturdum.

Buz gibi terliyordum. Vermek zorunda kaldığım karar yaklaşık altı yüz on milyon insanı direk, insanlığın kalanını ise dolaylı yoldan etkileyecekti; hatta doğacak birkaç nesili de. Ben bu göreve gelirken büyük kararlar almak zorunda kalacağımı biliyordum ama bu kadarını da hiç tahmin etmemiştim. Bilsem yine de Amerikan başkanı olurdum o ayrı. Başka birinin kararlarının sonuçlarına katlanmaktansa kendi kararımın sonucuna katlanmayı tercih ederim.

Telefonumu açtım ve 8005’i tuşladım. Bu numaranın numarası başkaydı. Bir toplu iğne aldım, başparmağıma batırdım ve fotoğraflarda  gördüğünüz ünlü şöminemin önüne geçip yere birkaç damla kanımı damlattım. Müthiş bir teknolojiydi bu, Amerikan başkanı için bile. Parmak izine, sese, retinaya duyarlı sistemler gibi bu da kanıma duyarlıydı. Olası bir yaralanma durumunda kaçmam için bir seçenek sunduğu gibi bazı önemli durumlar içinde beni özel odama gönderiyordu. Sistem beni tanıdı,bulunduğum yerden beni solumdaki duvara doğru fırlattı, duvarda tam geçebileceğim kadar bir pencere açıldı ve oradan gizli odama doğru bir hava dalgası ile uçtum. Cidden yaşadığım şey uçma hissiyle bir bulutun üzerine oturma hissi arasındaydı. Hava dalgası beni gizli odamdaki sedyeye yavaşça indirdi. Yanımda olası bir yaralanma durumuma karşı ilk yardım seti duruyordu ama tozluydu. Amerikan başkanının gizli odasının tozunu elbette kimse alamazdı.

Sedyeden kalktım ve gayri ihtiyari olarak toz bezi aradım. O da yoktu. Ben bu odaya gelmeyeli nereden baksan bir yıl olmuştu. Bir yıl önce de öyle içim sıkılmıştı da yalnız kalmak için gelmiştim. Hatta bir güzel tozunu almıştım her yerin. Tüm başkanlar gibi ben de arızalı bir annenin çocuğuyum; iyi annelerin bizim gibi yüksek hırsları olan çocukları olmaz zaten. Aklıma salonun tozunu iyi alamadığım için annemin beni akşam yemek masasına oturtup yemek vermediği günler geldi. Çocukluğuma inmek için daha kötü bir zamanlama olamazdı.


Gizli odamdaki çalışma masama oturdum, oval ofistekinin tıpkısıydı. Küçük bir dizüstü bilgisayara benzeyen aleti açtım ve birkaç şifre girdim, birkaç güvenlik sorusunu sesli yanıtladım, retina, parmak izi, vücut ısı, kan örneği verdim; sonra da dünya haritasından Tahran’ı, Pekin’i, Pyongyang’ı ve Bükreş’i işaretledim ve masamın ortasından o şey çıktı. O acayip şey. Gri bir dikdörtgen prizmanın üstünde kırmızı bir düğme. O düğmeye bastığım gibi nükleer başlıklı füzeler yola çıkacak ve işaretlediğim şehirlere telafisi yüzyıllar alacak zararlar verecek. Ne demişler, ilk yumruğu atan genelde kazanır.