23 Aralık 2016 Cuma

Platon'ik

Platon’ik
Akşam boyu çalışmaktan diz kapaklarım ağrıyor, belim ise sızıyordu –garsonum- Metroya oturur oturmaz kulaklığımı taktım ve her akşam olduğu gibi Matrix’in soundtrack albümünden rastgele bir şarkı açtım. Gerçeklikle ilgili Platon’ik şüphelerim arada zihnimi sarıyordu. Tam karşıma ise aynı model kemik gözlükleri olan beyaz yakalı çift oturdu. Evli olmadıklarını hatta aynı eve gitmediklerini ilk saniyede sezdim. Birbirlerinin ellerini çok çekingen tutuyorlardı. Sonra her şey birden bire oldu.
Kadın ayağa kalktı ve cebinden çıkarttığı pembe tüylü anahtarlığı ile kilotlu çorabını kaçırmaya başladı. Adam ise sakince kadını izliyordu. Çağımızın refleksini gösterdim ve olan biteni cep telefonumla çekecektim ki; kadın iki gözünü de aynı anda bir kez kırparak Lütfen, dedi. Güzel ve yerli yerinde bir Lütfendi. Telefonumu tekrar cebime mahcupça koydum.
Kadın kilotlu çorabını paramparça ederken bir durak geçmiştik. Vagonun geri kalanına baktım, kimse bizi izlemiyordu. Eskiden futbol oynadığını Kempes modeli saçlarından çıkarttığım yaşlı bir adam iddia bülteni okuyor, kör olduğunu güneş gözlüklerinin karanlığından ve yanındaki rehber köpekten anladığım bir kadın tırnaklarını törpülüyor, rap dinlediğini dudaklarını hareketlerinden ve tişörtünün bolluğundan tahmin ettiğim bir ergen başı önünde müzik dinliyor, lanet bir bebenin dadılığını ekmek parası için yaptığını gözlerindeki hüzünden ve saç modelinden sezdiğim bir kadın uyukluyor, yeni nişan attığını nişan yüzüğü yerini ovalamasından hissettiğim genç bir kız intiharı düşünüyor ve mutlu olduğunu gülümsemesinden anladığım bir turist ülkeyi geziyordu.
Tekrar beyaz yakalı çifte döndüğümde ise kadının çorabını iyice parçalamış, çorabın bir kısmını bacaklarından ayak bileklerine doğru yuvarlamıştı . Adam gözlüklerini kravatına silerken kadın adamın gözlüğünü altı ve yere bıraktı nazikçe. Sonra da ezdi. Adam tepkisizce, Bu hiç adil değil, dedi; kadın ise ses çıkmasın diye ağzını iyice kapata kapata gülmeye başladı. Hatta hadi sen de gülsene dercesine baktı. Ben de gülümsedim. Gülümsedim ama gülümsememin altında komik olması değil; ilginç ve korkutucu olması yatıyordu.
Metro durdu ve hiçbir yolcu metroya binmedi.
Adam, Hah! Kimse binmedi! Şimdi ne yapacaksın peki? diye sordu.
Oyunu anlamıştım sanırım. Kimse binmezse kadın acayip bir şey yapıyordu, demek biri binse acayip şeyi adam yapacaktı.
Kadın hiç istifini bozmadı ve rujunu çıkartıp gözlerinin altına kızılderili gibi ince tek bir şerit olarak sürdü. Sonra da aynasından kendine baktı ve gülmeye başladı. Kadın ne kadar da tatlıydı ya. Böylesi hiç bana denk gelmezdi.
Diğer durağa geldiğimizde feci heyecanlandım. Oyun çok heyecanlıydı. Otomatik kapı açıldı ve bu sefer içeri boz bir kürk giymiş, kürkü rengi uzun düz saçları olan gayet toplu, yaşlı bir kadın girdi. Bize baktı ama vagonun diğer tarafında doğru yürümeye başladı. Gözlerimi kürklü kadından beyaz yakalı çifte doğru çevirmiştim ki, adamın ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarttığını fark ettim. Sonra ayakkabılarını geri giydi ve çoraplarını bir apolet gibi omzuna koydu. Kız güldü ama öyle içten gülmedi. Daha fazlasını istiyordu haklı olarak.
Diğer durakta kör kadın köpeğini çekiştire çekiştire indi, hiç evlenmediklerine ve kardeş olduklarına yemin edebileceğim aynı çirkin yüz hatları ve pantolonlara sahip kırklı yaşlarda iki erkek bindi. Adam ise tekrar giydiği ayakkabılarını çıkarttı ve bond çantasını açıp içine koydu. Kız bu sefer beğendi hareketi ve gülmeye başladı. Birbirlerine çak dediler ve yumruklarını tokuşturdular. Ben adamın ayaklarının çirkinliğine istemsizce bakarken metro bir kez daha durdu. Bu sefer içeri bir bando şefi girdi. Nerden mi anladım? Kıyafetlerinden.
Beyaz yakalı çiftin eril olanı ise somurttu ve Bando şefi ne alaka ya? dedi. Adam haklıydı ama yapacak bir şey yoktu, oyunun kurallarını bozamazdı. Kravatını çıkarttı ve metroda ayakta gidenlerin tutunması için olan şeylerden birine tersten astı. Bakıldığında idam ipi gibi duruyordu ve kabul etmeliyim ki yaratıcı bir hareketti. Yerine otururken, Bu kravata tam yüz yirmi altı lira vermiştim diyerek somurtuyor; kadın ise gülmeye devam ederken; bana ne, bana ne dercesine omuzlarını silkeliyordu.
Metro durdu. Tıss, otomatik kapı açıldı. Dualarım gerçek oldu, kimse girmedi. Her ne kadar kadının kazanmasını istesem de diğer yandan onun yapacağı çılgınlıkları görmeyi daha çok istiyordum. Kadın, kadınca bir refleksle ne yapacağını çoktan hazırlamıştı. Otomatik kapı kapanı kapanmaz çantasından sigarasını çıkarttı ve yaktı. Derin bir nefes aldıktan sonra bana İster misin? dedi. Ben evet de diyemedim, hayır da diyemedim. Zaten kadın da bana uzun uzun bakmadı. Derin nefesler alıp adamın yüzüne doğru birkaç kez üfledi. Diğer durağa kadar hızlı hızlı sigarasını içti, sonra metro durağa yaklaşınca sigarasını yere atıp söndürdü. Sigarayı kadına pek yakıştırmam ama çok güzel içiyordu.
Sinirli sinirli bakan, uzun yaşlıca bir adam metroya bindi. Beyaz yakalı adam sigara neden benim aklıma gelmedi ya, diye söylenirken kadın yine kıkırdıyordu. Adam on saniye kadar düşündü; bond çantasından su, cebinden şu ilaca benzeyen sakızlardan çıkarttı ve hepsini teker teker hap gibi yutmaya başladı. O an keşke yuttukları sakız değil de ilaç olsa diye geçirdim.
Kadın bu fikri çok beğendi ve daha önceki şen kahkahaları ilk kez şuhlaştı. Ve benim duygularım yine iç içe girdi. O şuh kahkahaları duymak güzeldi ama kahkahayı attıran ben olmayınca öyle çok bir anlamı da olmuyordu. Canım sıkkın üstüme ağırlık çökmüşken metro durdu. Beyaz yakalı çift seri hareketlerle kalktılar ve indiler. Sonra baktım metrodaki herkes iniyordu. Ortama ve olaylara kendimi öyle kaptırmıştım ki, son durağa geldiğimizi fark etmemiştim. Ben de indim, inmeden asılı olan kravatı alsam mı diye düşünmedim değil ama ne işime yarayacaktı ki?

Metro istasyonun merdivenlerinden yukarı doğru çıkarken; bir yandan bu yolculuk boyunca yaşadıklarımın gerçekliği sorguluyor, bir yandan da biraz önce aşık olduğum beyaz yakalı çiftin kadın olanını takip edip etmemeye karar vermeye çalışıyordum. 

3 Aralık 2016 Cumartesi

ingiliz anahtarı - ölü doğdu

İngiliz Anahtarı

Ofiste ayaklarını masaya uzatıp, elindeki iskambil kartlarını köşedeki çöp kutusuna, sigara izmariti atar gibi fırlatmak ne kadar Amerikancaydı… ama bu deste ile en geçen hafta yüklemeceli kigoynamıştık ve tüm yük benim dsırtıma binmişti.

Berjer koltuğumda bir başıma, saat on yedi diye elimde sütlü çayım, ağzımda pipom öyle sessizce oturmak ne kadar da İngilizceydi. Ama olay Kızılay’da bir büroda geçiyordu.

Bir iürü bağımsız ipucu sırala  ama  bir cinayet ya da başka bir şey alakası olmasın. En sonuda en iyisi suç oranının yüksek olduğu bir şehre gitmek olduğunu düşünsün.

Yüzünde kollarında yaralar vardı. ne dedim? Alerji dedi, neye karşı dedim. Bilmiyorum doktor elerji dedi, kan aldılar daha sonuçları çıkmadı dedi. Ama onlar alerji değil. onlar denizanası izleri. Şu an sadece egede üç koyda denizanası var. O üç koydan birinde denize atılmış olmalı ya da denize dümüş olmalı. O kadar çok denizanasının arasında kimse denize girmez yoksa. Tamam ama neden (

18. İntihardan kurtulmuş yaralı hastalara atılan dikişlerde anestezi kullanılmaması.


Üstüne kuş pislrmesi

Bıyıklarla birleşe  burub kılla

Kar maskeli kişiler kahvrhane tardı 


Ankara’nın havasında bir garip koku vardı ama neydi çözememiştim iki gündür. Hemen her şeyin yanığı aynı kokuyu verir. Baskın karbon molekülleri, burnumuzdaki koku duyargalarını hemen esir alır. Onun için bir yanığın ne yanığını olduğunu anlamak için ilk üç nefes çok önemlidir. Yoksa her şey için çok geç olabilir. Muhtemelen o ilk üç nefesi gece uyurken soludum yoksa kesin anlardım ne yanığının kokusu olduğunu. (soba – kaçak Kolombiya kömürü)

Yeşil berjer koltuğumda çayımı içerken eski bir sevgilimin aldığı akrepsiz ve yelkovansız saate birkaç saniye baktım. Sadece saniyesi dönüyordu ve saatin kaç olduğu hakkında hiçbir ipucu vermiyordu. Ne zaman saati merak etsem önce ona sonra da cep telefonuma bakıyordum yıllardır. Kız arkadaşımın tayini Malazgirt’e çıktığında kendini bir Alparslan gibi hissetsem de beni terk ettiğini açıklayan maili bir Romen Diyojen edasıyla okumuştum. Aramamı, benden nefretettiğini ve onu öldürdüğümü söylemişti Gizem. Çok gizemli gamzeleri vardı. Ben de aramadım. Ama neden benden nefret etti merak etmeden de duramıyordum ( pas kokusu – elinden düşmeyen telefon – okumadığı kitapları okur gibi yapma – dağınık bir ilgi – narsizm… )


Fıkrateyn – kelebek avcısı

2 Aralık 2016 Cuma

Dur okuyucu!

Siz hiç iki sincabı kavga ederken gördünüz mü? Hem de birbirlerine ağza alınmayacak küfürler ederken. Ve bu da yetmezmiş gibi dövenin diğerine… neyse ben bu sabah camlarındaki karları kürediğim arabam ısınsın diye içinde beklerken bunları gördüm. Halüsinasyon mu diye kontrol etmek için değil de, arkadaşlara gösterir ve belki haber kanallarına satarım diye telefonumla kayıt da ettim. Ofisteki arkadaşlarıma gösterdim çay makinasından çayımı aldıktan hemen sonra. Tabi inanmadılar ve feyk dediler. Zaten onları oldum olası samimiyetsiz bulduğum için…
Dur okuyucu! bu başka hikaye… Şu basketbollu olanı anlatacaktım.
Salak saçma bir gazete o pazar günü promosyon olarak basketbol topu veriyordu. 8. sınıfa gidiyordum, boyum kısaydı ve uzamıyordum. Okuldaki boy sırasında ise her ay bir sıra geriliyordum ve kızların en uzunu olan şişko Nuran’la yan yana gelmeme sadece birkaç kişi kalmıştı. Uzamak için bildiğim tek şeyi yapmaya çalışıyor ama kendimi tutamıyordum. Rüyalar, rüyalar…
Sabah kalktım ve gazete ile verilen topu alıp, sektire sektire eve geldim. Ebeveynlerim evin içinde de topu sektirip hayali şutlar sokmama kahvaltıdan sonra sadece on dakika kadar katlanabildiler ve çarkıma tükürmekle tehdit edip, ders çalışmam için beni odama gönderdiler. O kadar sık ders çalışmam için odama gönderiliyordum ki, odamda geçirdiğin sürenin sadece %3’ünde ders çalışsam sene sonunda hem sözlü, hem de matbu bir teşekkür alırdım.
Bir süre annemin küfrü üzerine düşünüp anlamlandıramadıktan sonra sinirlerim bozuldu. Kıpkırmızı oldum. Tipik bir sinir krizi hali. Ellerimin titremeye başladı, durduramadım. Aklıma nedense Süphaneke geldi. Okumaya çalıştım ama okuyamadım; hepten karıştı, birbirine girdi. Bari daha çok batmayım diye sustum ama ellerimin titremesi durmuyordu. Başım dönmeye başladı, sandalyemden kalktım ve bir adım attım. Sanki yer kırıldı gibi hissettim, sonra da kendimi yerde buldum. Kalkmaya çalıştım ve zar zor doğrulup kendimi yatağa attım. Başım çatlıyordu sanki. Kulaklarımdan alev çıkıyordu desem çok abartmış olmam. Vücudum bu kadar ısıya dayanamadı ve ter bastı. Ama böyle bir terleme de yok. Üstümdeki tişörtüm sırılsıklam olurken bayılmışım.
Sanırım on beş dakika sonra uyandım.
Gözlerim yaşlı koşarak olanları anneme anlattım.
Annem bahar bahar patik örüyordu. 4 tane şiş vardı elinde ve bana baktı. Sonra kanepe kestiren babama baktı. Sonra bir imlek attı. Sonra tekrar bana baktı. Sonra sigarasından bir nefes aldı ve kahvesinden bir yudumla nefesini birleştirdi. Tekrar babama baktı ve Kalk da çocukla biraz top oynayın, dedi.
Babam annemin öyle her sözünü dinleyen bir adam değildi ama ne olduysa Tamam tamam, dedi ve kalkıp üstüne eşofmanlarını giydi. Ben de odama geçip; şort ve tişörtümü giydim. Babam futbol sever diye plastik topumu alıp kapının önüne çıkmıştım ki, babamı sabah gazetenin verdiği basket topu ile gördüm. İster istemez biraz şaşırdım. Babamın basketbol hakkında hiçbir şey bildiğini zannetmiyordum. Daha önce konu hakkında hiç konuşmamıştı. Benim okulda biraz da olsa oynamışlığım vardı. Teke tek oynarsak babamı ilk kez yenmenin tadını çıkartabilirdim. Zaten son birkaç yıldır kendisinden pek haz etmiyordum.
Potalara doğru yürürken babam topu sektirmeye başladı ve babamın belki de ilk kez basket topunu eline aldığını o zaman anladım. Çok kötüydü. Topu sektirirken bazen ayağına çarpıyordu ve top arabanın altına kaçıyor, o zaman da Hadi koç şu topu al, diyordu. Potalara doğru giderken çok heveslenmiştim. Kazanacaktım! Boyum babamdan kısa olsa da, bu kazanmama engel değildi. Potalara vardığımızda ise manzara şöyleydi. Bir potada benden büyük ve uzun abiler basket oynuyorlardı. Hepsinin spor ayakkabıları renkli ve pahalıydı; çok sıkı bir maç yaptıkları belli oluyordu; kıskandım, çok eğleniyorlardı. Diğer potada ise kimse yoktu.
Babam topu aldı bir şut attı, potaya bile değmedi. Ben bir şut attım, potaya değdi ama sayı olmadı. Babam attı, potaya değmedi, ben attım, potaya değdi ama sayı olmadı. Babam attı, potaya değdi ama sayı olmadı ve ben şut attım; sayı oldu. Çok sevindim. Babamı yenebilirdim. Baba maç yapalım mı?, dedim; Yapalım kerata, dedi ve maça başladık. Tek attım girmedi, ilk hücum babamındı. Birkaç stepsle karışık bir şut attı ve sayı oldu.
Şans ya! Başka bir şey değil. Neyse sustum ve sıra bana geldi. Turnikeye girerken babam omuz attı ve yere düştüm. Faul!, dedim; Babam ise Basketbol bu erkek oyunu! Kalk kalk!, dedi ve oynamaya devam etti.
Erkek oyunu olan futboldu, bu basket daha nazik ve elit bir oyundu ama bunu babama anlatmamım imkanı yoktu.
Babam omuz ata ata pota altına girdi ve üç dört ribaunt olarak bir sayı daha aldı. Sinir olmuştum yine ve yine ateş basıyordu ki bir ses duyduk.
Tünaydın! – sesli harfleri uzunca söyledi- Ne kadar güzel bir öğleden sonra değil mi? Bir maça ne dersiniz? Adam en az 1.90’dı. Yani babamdan çok uzundu ve çok atletik duruyordu. Oğlu da benden en az 20 santim uzundu; bir kere sarışındı, ikiye ayırdığı saçları ile bizden daha çok bir Hollandalıya benziyorlardı. Ayakkabılarının toplam ederi ise bizim birkaç aylık mutfak masrafımızdan fazlaydı. İkisinde de kolsuz tişörtler, uzun basketçi şortları vardı. İkisinin de başında ve kollarında ter bandı vardı. Babam bir yutkundu, sonra da Tamam, dedi.
Tamam mı? Baba ne tamamı? Tiplere baksana! Adamlar bizi yer. Sen top sektiremiyorsun, benim ise okuldaki lakabım ‘cüce irisi’ Ne tamamı ya!, diye içimden çemkirdim. Tüm bunlar yetmezmiş gibi yeni rakiplerimiz ısınma hareketleri yapmaya başladılar. Isınma hareketi yapandan korkacaksın. Babam daha önce potaya gelmenin verdiği ev sahipliği hissi ile bizim topla oynamaya rakiplerimizi ikna etti. Hala içimdedir o topla oynayamamak.
Maç başladıktan beş dakika sonra durum 10-0’dı. Bir şut dahi çekemedik. Yediğimiz bloklar onur kırıcıydı.
10. sayıyı yedikten sonra babam topu eline aldı. Bana pas atar gibi yaptı ama adamın burnunu topu tüm kuvveti ile attı. Adam yere düştü başını da yere çarptı. Adamın kafası çift yönlü kanıyordu, tişörtü o kadar çok kan oldu ki; biraz korktuk, babam özür diledi ve hemen bir taksi durdurup adamı bindirdi, Ben de geleyim falan dedi ama gitmeye niyeti olmadığı belliydi. Adam ve çocuğu taksiyle uzaklaştıktan sonra da biz gülmeye başladık. Hem de bildiğin kötü adam kahkahaları ile. Babam elini omzuma attı ve eve galip edası ile girdik. Babam olanları annene anlatma demedi ama ben de anlatmadım.
Dur okuyucu! Bu hikaye böyle bitecek sandın ama böyle bitmedi.

Adam bize taktı, hem de feci taktı. Hem maddi hem manevi dava açtı. Geceleri evimizin önünde kendi gibi sarışın uzun arkadaşları ile sabahlara kadar oturdu, geceleri telefon açtı ve küfürler savurdu, annemin kimliğini çalıp naylon şirket kurdu, dedemin eski Toros arabasını çizdi, bizim evde uyuşturucu madde üretiliyor diye polisi yanlış ihbarlarda bulundu, halamı faceten ekleyip kendine aşık etti ve yüzüstü bıraktı, babamın çalıştığı şirketi batırıp babamın işsiz kalmasını sağladı, posta kutumuza tehdit mektupları attı, benim adıma feyk sosyal medya hesapları açıp gay pornosu görüntüler yayınladı, hava sıcaklığının sıfırın altına düştüğü ilk gecelerde kapımızın önüne su döküp donmasını sağlayıp düşmemize çalıştı, babamın ve benim vesikalık resimlerimiz ile en aptalca şiirleri yazıp posta gazetesinde yayınlattı, halamı tekrar kendine aşık etti ve yine yüzüstü bıraktı, cep numaralarımızı eskort numarası diye internet sitelerine yazdı ve kartvizitler bastırıp yollara attı- benim adım evde evrim, babamın adı sınırtanımaz zülayhaydı-, babamın adına saçma sapan bankalardan kredi kartı başvuruları yaptı, evimize her gece dışarıdan yemek sipariş etti, ispatlayamıyorum ama muhtemelen eniştemi öldürdü –kalp krizi-, yaz geceleri açık olan penceremizden içeri fare attı, bir şekilde evimizin haşaratlar tarafından işgal edilmesini sağladı, drone ile evimizi gözetledi, misafirlerimizin ayakkabılarını çaldı… Sonra bir gün yüreği soğudu.

13 Eylül 2016 Salı

eniştemi seviyorum

Eniştemi Seviyorum
-Ryan Giggs’e-
1990
Bir adam düşünün; hem halamla, hem de teyzemle farkı zamanlarda evlendi. Ve ikisini de sevdi, ikisine de on numara kocalık yaptı. Halam ve teyzem ise adama çok kötü davrandılar; duygularıyla oynadılar ve aldatıp boşadılar. Eniştem ise hiç çirkinleşmedi, hep efendiliğini korudu; üstüne üstlük nafakalarını da ödüyor. Allah bağışlasın; halamdan da, teyzemden de birer kızı var. Çok iyi bakar kızlarına, her hafta sonu alır gezdirir, ihtiyaçlarını görür; elinden geldiğince yokluklarını hissettirmez. Bir insanı birkaç sıfatla anlatmaya kalmak her zaman eksik kalır ama eniştem çalışkandır, naiftir, bilgilidir ve romantiktir. Bir de çok atletiktir. Koşar gibi yürür, yetişemezsin.
Sabahlar erken kalkar ve gazete dağıtır, sonra hemen koşarak iş yerine gider. Bir matbaada ayak işlerine bakar ve öğlen yemeğini çıkartır; eniştem tüm evliliklerinde yemekleri kendi yapmıştır. Akşamüstü gibi işi bitince telgrafhaneye gider ve düğünlere gidecek telgrafları alıp, düğün salonlarına götürür, eğer salonda eksik varsa garsonluk yapar; gece de evde tespih dizerek yaşamaya çalışır. Kolay değil, iki nafaka artı evliliği yürütmek. Sağ olsun beni de sever. Ama herkesi sever benim eniştem; teyzem ve halamdan başka düşmanı yoktur. Onlar da arkasından kötü çalışmaya çalışırlar ama konuşamazlar ‘Siz bilmezsiniz o nasıl bir adamdır’ falan derler. Fenalığını sınıflandırmazlar. Zaten ailece ilişkimizi kestik ikisiyle de.
Sanırım belli ettim, ben de severim eniştemi. Arada telefonda konuşuruz, birbirimize fıkra anlatırız, eniştem fıkra konusunda belki de en büyük arşive sahiptir. Bana yıllardır fıkra anlatıyor, daha hiç aynı fıkrayı iki kez anlatmadı. Kaç zamandır da akşam çaya çağırıyordu, bir fırsat buldum ve dün akşam gittim.
Tahmin ettiğim gibi yerde gazete sermiş, ucuna bağdaş kurup oturmuş, tespih diziyordu. Çöktüğüm gibi yanına iki tane Yıldırım Akbulut fıkrasını üstü üste patlattı. Ama yok böyle bir şey. Gülmekten tespihin tanelerini divanın altına uçurdum. Sanırım daha vasıfsız bir başbakan daha gelmez ülkeye –geldi- adam tam Özal’ın piyonu ya. Eniştem bir yandan gülerken bir yandan da taneleri topladı ve dizmeye devam etti. Dizerken de kanaviçe öğreneceğinden bahsetti. Temel prensip olarak tespit dizmekten çok farkı yokmuş ve bu aralar çeyizlerde çok popülermiş. Yeni nesil kızlar çok uğraşmadıkları için satın alıyorlarmış ve parası çok iyiymiş. Çalışmaya başladım, dedi ve bana bir örnek getirdi; ben bu işlerden hiç anlamam ama sevdim açıkçası. Çiçekler vardı renk renk.
Başka bir adam kanaviçe yapacağını söylese ve çalışmalarını gösterse garipserdim ama eniştem yapacağını söylerse kesin yapar; bilirdim de. Matbaada çalıştığından çok okur eniştem, temel eğitimi olmadığından entelektüel biri sayılmaz ama benim tanıdığım en bilgili insanlardan biridir. Bir de ilginçtir ölüler hakkında konuşmayı sever yaşayanlardan ziyade.
Bu sene çok değer öldü, diye cümleye başladı ve Cemal Süreya’yı kaybettik, dedi. Ben tanımıyordum, Büyük şair be evlat, dedi; Öldü ya değeri şimdi anlaşılır. Sen de herkes gibi şimdiden sonra öğrenirsin. Sonra Sabri Dino’nun intiharından bahsetti. Bence ölmedi, dedim. Çok borcu varmış, bence köprüden atlamadı, kaçtı. O kaleci, dedi; Kaleciler asla kaçmazlar. Hele Sabri Dino asla zorluklardan kaçacak bir adam değildir, dedi. Sonra bir iki Sabri Dino maçı anısı anlattı peş peşe.
Zaman su gibi akıp gidiyordu. Kalktı, çayımızı koydu; yanına da bisküvi getirdi. Bir yandan çayını içti, bir yandan tespih dizmeye devam etti; diğer yandan da ölüler hakkında konuşmaya kaldığı yerden devam etti.
Çetin Emeç’i anlattı bir süre, bir süre de oradan laf nasıl geçti bilmiyorum ama sohbet Greta Garbo’nun İsveç doğumlu olduğuna geçti; sonra söz bir şekilde yine daha önce hiç adını duymadığım öykücü Sergey Dovlatov’a geldi, en son olarak da göreceksin bu ülkede Bahriye Üçok’un heykeli dikilecek diyerek bitirdi. Çaylarımız da bitmişti, kalkmak istedim. Otur biraz daha ne güzel sohbet ediyoruz, dedi. Gerçekten çok güzel sohbet ediyorduk. Seviyorum bu adamı ya.
Haziran başında seyyar tezgahında kot pantolon satmaya kalkmış ama zabıtaya enselendiğimden tüm malımı ve tezgahımı kaybetmiştim. O günden beri de çalışmıyor, aylak aylak geziyordum. Öyle öğüt verip kafa şişiren bir adam değildir eniştem. Ama lafın arasında benden patron olmayacağını, başkasının yanında çalışmamın daha doğru olacağını söylediğini şimdi hatırlıyorum. Hatta ne ara söyledi onu bile hatırlamıyorum. Başkasının yanında çalışan iflas etmez; de demişti ama bunu Zonguldak maden işçilerinin grevinden bahsederken mi, yoksa Metaş işçilerinin grevinden mi bahsederken söylemişti hatırlamıyorum. Elimde olsa eniştemin yanına kasetçalar ile girer ve o konuşurken ben kaydederdim. Unutuyor insan.
Misafirperverliği gereği ilk sortimi engellese de ikinci kalkış girişimime bir şey demedi eniştem. Beraber kapıya doğru yürüdük.  Tam ben çizmelerimi giymeye çalışırken ve eniştem de yılbaşına mutlaka beraber girmemiz gerektiğini söylerken kapı çaldı. Gayri ihtiyari kapıyı ben açtım. Gelen ablamdı. Elinde Kuran vardı. Komşuya okumaya gitmişti. Eniştem, Ne o hanım hatmi duble mi ettiniz?, dedi. Ablam dilini çıkarttı enişteme ve bana sımsıkı sarıldı. Bunu saymıyorum, gele gele Perşembe akşamını mı buldun, haftaya kesin yemeğe geliyorsun, dedi. Tamam ablacım, dedim; elime bir poşet tutturdu, anneme ver, dedi; içinde birkaç tane yün vardı. Tamam, dedim ve evden çıktım.

Yerde bir karış kar vardı. Yürürken kart kurt sesler çıkartıyordu. Yol boyu hep eniştemle olan muhabbetimizi düşündüm. Benim eniştem çok kral adam ya.

pazartesi - seyahat özgürlüğü

Kaç zamandır bir kavram kafamı karıştırıyordu pazartesi olgumatikleri. Seyahat özgürlüğü! Herkes istediği her yere gitse nasıl olurdu acaba? Sınır kavramı, vize, pasaport gibi sorunlar olmasa. Hatta ulaşım bir hak olsa ve ülkelerin vatandaşlarına sağlamakla hükümlü olduğu birincil şey olsa nasıl olurdu. Deneme karar verdim Salı sabahı hükmümü açıkladım.

*Üstesinde gelemeyeceği konuların dibini kazımalı.
*Arkadaşları ile kampa gittiğinde geceleri üstsüz denize girmemeli.
*Yemek yediği tabakta dahi benim resmim olmalı.
*Günün yorgunluğunu tarhana çorbası içerek atmalı.
*Uykusuzluğunu yüceltmemeli.
*Saatlerce aynı şeyi düşünebilecek kadar odaklanabilir bir karakter olmalı.
*Üstüne gelen dertleri tekmeleri ile savuşturmalı.


Çarşamba nefes alamıyordum. Hiç öngöremediğim bir şey oldu. Bizim sokakta 1 milyar insan vardı. Hiç abartmıyorum. Ortamda oksijen kalmadı. Sıcaklık 100 dereceyi geçti, gözyaşlarımın buharlaştığını hissettim. Tüm kadınlar bizim sokağa akın etmiş ya. Çaresiz klozete girdim ve sifonu üstüme çektim. Denize dökülünce kendime geldim ve seyahat özgürlüğün kaldırdım.

9 Eylül 2016 Cuma

Çok Uzak Olmayan Bir Gelecek Hakkındaki Tahminlerim



*Önce kötü haberi vereyim. Çok insan pisi pisine ölecek.
*Uzaylılarla kontak kurulacak ama göz kırpma seviyesinde. Bir yerden başka bir yere giderken yol üstündeysek selektör çakıp yola devam edecekler. Ne dünyaya barış getirecekler, ne de yüksek teknolojilerinden koklatacaklar. Birkaç seferden sonra selamlarını almayacağız, neden almadığımı sorulduğunda; görmedim ya da kafam başka yerde ya, diyeceğiz
*Onurlu, bilinçli ve fakir bir hareket başlayacak. Rızkın Allah’tan geldiğini bilen, hırslarından arınmış Müslüman gençler. Mütedeyyin bir 68 kuşağı ya da Woodstock’ın bozkır yapılanması. Münir Özkul’un “Bak beyim sana iki çift lafım var” tiradı antları olacak. Bol bol çay içip, bazı şeyleri değiştireceklerine inanacaklar; ama hiç de öyle bir şey olmayacak.
*Zengin çocuklarını kötü günler bekliyor. İntihar edecekler hem de fakir gibi. Bir kısmı da birbirlerini öldürecek. Babaları ise imparatorlukların devamı için metreslerinin yataklarına sığınacak, korumasızca.
*Teknoloji hazzı iyice arttıracak. Çok mutlu olacağız. Bilgisayar önündeki süremiz daha çok artacak. Ekrana baktıkça mutlu olacağız. Çok acayip oyunlar gelecek. Hologram teknolojisinin evlerimize girmesi yakındır.
*Kadının makinalaşması erkeğin makinalaşmasından daha çok sisteme hizmet ettiği için adet sancısı ve doğum gibi durumların kadının üretkenliğini baltalaması engellenecek. Daha çok kadın ve kadınlaşmış liderler olacak.
*Geçmişe olan özlem devam edecek. İnsanlar şu an yaşadığımız berbat günleri güzel sanacak ve öyle anacak.
*Çok büyük bir gelişme olacak. İnsanlık için iyi bir şey. Ama icadı tamamen tesadüfler zinciri sayesinde olacak. Sonra bir kısın “ona tesadüf denmez, tevafuk denir” diyecek. Bir de günlerce bunu tartacağız.
*Tartışacağız dedim ya, buradan devam edeyim. Düello gibi bir akım başlayacak. Ölüm değil ama savunduğun fikir için acı çekmek. İnsanlar anlaşamadıkları durumlarda birbirilerini karşılıklı acı çekmeye davet edecek.  Bu bazen buz dolu bir havuz, bazense belli bir şiddette elektrik akımı olacak. Ve bu yöntem sayesinde insanlar konuşmadan önce daha çok düşünmeye itilecek.
*Bilginin önemi kalmayacak, istediğimiz bilgiye saliseler içerisinde ulaşabileceğiz. Bu da ezberci eğitimin kalbine bir kılıç saplayacak. Artık ezber yükünü atan beynin; senteze, hayal kurmaya ve problem çözümüne daha çok zaman ayıracağını sanıp büyük bir hayal kırıklığına uğrayacağız.
*Hep hayalim olan grup terapileri ülkemize gelecek. Sabahlara kadar dertleşecek insanlar, kuru pasta ve çay eşliğinde tanımadığı insanlarla. Dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan bir etkisi olacak Türkiye üzerinde. İşe yarayacak.
*Ülke olarak müzeleşeceğiz. Nasıl çiğ köfteciler, simit dünyaları ya da bir 1 milyoncular bir anda patladıysa müzeler de patlayacak.
*Hiç şiir yazmayan bir nesil gelecek ve ülkeye kötü şairlerden daha az zarar verecek.
*Teknolojik ilerlemelerle birlikte İsviçreli bilim adamlarının müritleri artacak. Bu ruhban sınıfına ait olmak eskisinden daha çok zor olacak. Tek bir konuda profesör olmak sıradanlaşacak.
*Mafya siyah takım elbiseden vazgeçemeyecek.
*Hapishaneler özelleşecek. Herkes maddi durumuna göre hapishanede kalacak. Televizyonlarda hapishane reklamları dönecek. Spor, ibadet, yoga, eğitim imkanları sunan hatta tahliye esnasında diploma veren hapishaneler olacak.
*Kendi kendine giden, oto-şoförlü arabalar piyasaya çıkınca; tüm taksi, dolmuş, otobüs şoförleri işsiz kalacak. Zaten suça yatkın ve otorite ile sorunlu karakterlerden oluşan kitle son gelişmeden sonra isyana kalkacak. Çok kanlı çatışmalar sonucunda bazı bölgeleri kurtaracaklar ve hükümetlerle anlaşma sağlayacaklar.
*Bazı insanların ömrü uzayacak. Elbette herkesin değil
*Yabancı dil sorunu bitecek. Farklı coğrafyalarda yaşayan insanların aracıya ihtiyaç duymadan birbirlerini anlayabileceği bir teknoloji olacak. Ve bu savaşlara yok açacak.
*Kedilerin söylediklerini tercüme edecek bir teknolojiden hemen bunun ardından gelecek. Kendi aralarında konuştuklarını duyunca insanlar kedilerden nefret edecek ve çok büyük bir soykırım olacak.
*Rüyalar kaydedilebilir olacak, uyandığımız da rüyamızı tekrar izleyebileceğimiz gibi istediğimiz insanlarla rüyalarımızı paylaşabiliyor olacağız. Ve ayrıca gece film izler gibi, görmek istediğimiz rüyayı seçebileceğiz. Eğer yeteri kadar zenginsek bize özel çekilmiş rüyalar dahi görebileceğiz.
*Türkçe gelişmeyecek. Yeni kelimeler türetemeyeceğiz, çok az teknolojik gelişmelere Türkçe isimler takacağız ama onlarda kullanışlı olmayacak.
*Genetik atılımı en büyük meyvelerini, meyvelerde verecek. İnanılmaz güzel meyveler yiyeceğiz. Kütür kütür karpuzlar hem de incir büyüklüğünde ve ince kabukla satılacak. Üzüm boyunda çekirdeksiz elmalar bizi bekliyor.
*Doktorluk bitecek. Sağlık sektörü tamamen robotlara ve hemşirelere kalacak. Önce hemşireyi de robot yapmayı deneyecekler ama olmayacak.
*Hakim, savcı, avukat, mübaşir olayından da kurtulacağız. Daha önceki ülkede işlenmiş tüm suçları analiz etmiş bir yapay zeka tarafından yargılanacağız ve elbette daha adil olacak.
*Hackerlar da artacak tabi haliyle, bunu tahmin etmekte bir şey yok.

*Robotlar ya da Yapay zekalar insanlara hükmetmeyecek ama iş yükünün çok büyük bir kısmını çektiği bir dünyada işsizlik ve açlık artacak. En başta dediğim gibi çok insan ölecek. Hem de pisi pisine.

6 Eylül 2016 Salı

pazartesi - the game

Oyun oynamaya bayılıyorum yahu pazartesi oyunbazlar. Benim bu oyun oynamaya olan tutkumu bilen bir grup sağ olsunlar çarşamba akşamüstü bana bir oyun düzenlemişler. Hem de büyük prodüksiyon. Önümde birden yirmiye kadar kutu koyular ve bir numara seçmemi istediler. Bir de Belçika First Laydisini zincilemişler.

*Kaybetmeye tahammülü olmamalı.
*Husumeti olanlara hezimet yaşatmalı.
*Nadide bir muşta koleksiyonu olmalı.
*Tren yolculuklarında mutlaka kompartımanlar arasını turlamalı.
*Tanıyamadığı kişiler yolda sarıldığında tanımadığını net bir şekilde ifade etmeli.
*Kutu içecekleri konserve açacağı ile açmalı.
*Origami ile suretimi yapabilmeli.


“Arkadaşlar bu saça sakal ne yahu?”, diye kızdım. Konseptimiz bu dediler. Önümdeki kutulardan ne çıkarsa First Laydiyi onunla öldüreceklermiş. Bir kutuda da, kilitlerin anahtarı varmış. “Bir sayı söyleyin” dediler; ben de “1” dedim. Tırnak törpüsü çıktı. Kadıncağızı törpülediler. Zaten ben de şans olsa kadınımı bulurdum. Ama adamları da dövdüm. Toyota kamyonetle gelmişler. Arkasına koydum bunları ve uçurumdan aşağı attım. Ama keyifli oyundu.

31 Ağustos 2016 Çarşamba

Reenkarnasyon

Reenkarnasyon

1.seansın sonları
“Evet görüyorum. Mezarlıkta iki sarhoş oturuyorlar. Olay nerden baksan iki yüz yıl öncesinde gerçekleşiyor. Ortam sarı ve son derece bozkır. Türkçe konuşuyorlar. Muhtemelen İç Anadolu bölgesi. K’lerin çoğu o zaman da G. Üstler başlar çok eski. İki adamın da cildini güneş kıpkırmızı, kaskavruk yapmış. Şaraplar testide, bardak yok, kafalarına dikiyorlar. Ağır içiyorlar ama aceleleri yok. Kokusu dahi alabiliyorum. Sirke gibi keskin kokuyor. Özellikle bir mezarın başında içiyorlar. Neden o mezar özellikle anlayamıyorum. Biri sağında mezar taşının öteki solunda. Arapça yazıyor bir şeyler ama Arapça bilmiyorum. Biri mezar taşına sarılıyor bazen. Yalnız güneşin altında iyi zom olmuşlar. Bazen gülüyorlar, bazense ağlıyorlar. Yanlarına doğru yaklaşmaya çalışıyorum ama mezarlık ya, çok ruh var izin vermiyorlar dostum. Çok yoruldum; diğer seans devam ederiz.”
2.seansın sonları
“Mezarı başına doğru yaklaşıyorum. Bu sefer ruhlar izin veriyorlar gelmeme. İkisi de çok mutsuz adamların. Üç arkadaşlarmış eskiden; ta ki sen ölene kadar. Birbirlerine kardeşim diyorlar ama kardeş değiller. Senin de kardeşin değiller. Kardeşliğin enerjisi çok farklıdır. Kardeş olsalar anlardım bir de anneliğin enerjisi farklıdır, neyse... ‘Gittin be, bizi bıraktın ve sensiz çok yalnızız’ diyorlar. Bu sefer daha yakındayım ya mezar taşını daha iyi görebiliyorum. Bak şöyle bir şey yazıyor –Arapça gibi bir şeyler karaladı-, bilmiyorum ne demek. Sorarız birine. Hem adının değil, hikayenin önemi var. Önceki hayatında nasıl biriydin? Kimler sevdi, kimler sevmedi? Bazı ruhlar takip etti mi seni? Uykusuzluğunun altında bunun yattığından şüpheleniyorum ve senin hayatların arasında yolculuk yapmak çok zor. İlk kez bir dostumun hayatlarını incelerken bu kadar yoruluyorum, haftaya aynı gün ve aynı saatte…”
3.seansın sonları
“Evet! Evet sonunda konuşmaya başladılar senden. Her ayın ikinci cuması, ikindiden sonra geliyorlar mezarına. Hep ellerinde hep iki testi şarap ve derin bir hüzün. Bazen senden konuşuyorlar bazen hiç konuşmuyorlar. Bu sefer senden konuşmaya başladılar. Evet, hem arkadaş hem de meslektaşmışsınız. Üçünüz de hiç evlenmemişsiniz. Adamlardan biri ‘Zaten bizimle kim evlenir ki?’ diyor. Öteki de ‘Boşver! Biz vatanımız için yaşadık!’ diyor, sonra da mezarını gösterip ‘İnşallah vatanımız için de öleceğiz!” Önceki hayatında asker olma ihtimalin çok yüksek ama burası şehit mezarlığı değil. Şehit mezarlıklarının enerjisi yemyeşildir. Dana önce bir dostum önceki hayatında Çanakkale gazisiymiş, onun hayatına yaptığımız serüvenlerin birinde Çanakkale Şehitler Mezarlığına yolumuz düşmüştü, burası normal bir mezarlık. Ve mezarlıklar çok yoruyor beni. Baksana sapsarı oldum. Müsaadenle bu seansı burada sonlandırmak istiyorum…”
“Çok sevinirim, zaten öğlen tatili bitmek üzere, önemli bir toplantım var üstadım”
4.seansın sonları
“İşte bu! Sonunda tık daha derine indim… Yaşıyorsun. Arkadaşların da yaşıyor. Berabersiniz ve yürüyorsunuz. Aynı çizgi üstünde ama aralarınızda onar metre mesafe var. Arada birbirinizi kolaçan ediyorsunuz. Ellerinizde kılıçlar var ama daha kısa, bıçaktan da daha uzun. Ortam berbat kokuyor. Kan kokusu gibi. İnsanlar inliyorlar. Tanrım nasıl bir yer burası. Hayatıma ilk kez böyle bir serüvene yelken açtım. İnanılır gibi değil. Toprağın üstü bile kan. O kadar çok kan var ki; toprak artık çekemiyor. Çok çok çok kötü oldum. Lütfen bana bir on beş dakika müsaade, lütfen”
Yirmi dakika sonra…
“Çok güzel, harika! Bıraktığımız yerden görmeye devam ediyorum.  Ve bu sefer yüzün çok daha net. Şimdiki gibi esmersin. Boyun posun da hemen hemen aynı. Gözleriniz kahverengi ama çok daha koyu, yüz hatların daha sert. Uzun bir çenen var ve buz gibi bir ifaden. Yerde yatan birini görüyorsun ve çevirip bakıyorsun. Sonra… Hayır! Hayır! Kılıcını kalbine sapladın ve yürümeye devam ettin. Biraz daha yürüyorsun. Yine yerde biri yatıyor. Kılıcını onun da kalbine sapladın. Devam ediyorsun; kanlara, ölü bedenlere basa basa yürüyorsun ve birini daha gördüm. Yine tek harekette kılıcını kalbine saplayıp devam ettin.  Makine gibisin. Yüzünde hiçbir mimik yok. Yerde yatan birini gördün. Gözleri açık, seni tanıdı. Sen de onu tanıdın. Eğildin, elinle yaralarına baktın, göğsünde ve karnında iki kesik var ‘Yaşıyor! Koşun yaşıyor! Yaraları derin değil’ diye bağırdın. Başkaları yaralının yanına koştu, sen devam ettin. Biraz uzaklaştın ve bu sefer yerde bir başkasını gördün. Onu da tanıdın onunda gözleri açık ama iyi bakmıyor, o da seni tanıdı; burası bir savaş meydanı şimdi daha iyi anlıyorum. Yerdeki adam da sizin taraftan. Yarası çok derindi, bağırsakları gözüküyordu. Çok kısık sesle ‘Yardım et’ diyebildi. Ama kılıcını onun da kalbine sapladın.
Üzgünüm burada bıçak gibi kesildi. Başka bir şey göremiyorum.”
5.seansın sonları
“Üzgünüm dostum o hayatınla ilgili başka hiçbir şey göremiyorum. Hep aynı sahneler. Ama biraz önce çok başka bir sahne gördüm.  Başka bir hayatınla alakalı olmalı, dinlemek ister misin?”
“Çok isterdim ama önemli bir toplantım var; bir sonraki seansta görüşmek üzere”
6.seansın henüz başları
“Dostum inanılmaz hayatlar yaşamışsın. Bir önceki serüvenden sonra bu serüven de çok ilginç duruyor. Bir ormanda bir arkadaşınla beraber yürüyorsunuz… Yanınızda bir adam var muhtemelen yardımcınız üzerinizde ise…”
Cep telefonu çalar
“Özür dilerim hemen açmam gerekli
‘Evet efendim, dinliyorum… Evet… Hemen geliyorum efendim’
Yeni işe aldığımız işçilerle ile ilgili çok büyük bir adaptasyon sorunu yaşıyoruz da, benim gitmem gerekli daha sonra devam ederiz üstadım, müsaadenizle”
“Müsaade sizin değerli dostum”
7. seansın sonları
“Elinizde bir file var değerli dostum. Arkadaşının adı Benjamin. Aksanlı bir İngilizcesi var. Muhtemelen geç öğrenmiş ve tam öğrenememiş. Benim de İngilizcem çok içler açıcı ve akıcı olmadığından Benjamin’in dediklerini daha iyi anlıyorum. Koşuşturup duruyorsunuz. Bu sefer yaşlısınız, en az yetmiş yaşında olmalısınız. Çok emin değilim ama sanki Hindistan burası. Sizin bir İngiliz asilzadesi olduğunuzdan ve Benjamin’in ise size hizmet etmekle görevli bir Hintli olduğundan neredeyse eminim. Yağmur başlıyor ansızın. Benjamin arkanıza geçti ve hızla şemsiyeyi açtı; ıslanmamanız için size tutuyor. Benjamin ıslanıyor ama size bir damla dahi değmiyor. Siz Önde, Benjamin arkada yürüyorsunuz. Büyük bir çiftliğe geldiniz. Bahçesinde kriket sopaları var, yere atılmış. Muhtemelen bir maç esnasında yağmur basınca bırakmışlar. İçeri sinirle giriyorsunuz. Sizi gören herkes esas duruşa geçiyor. İçerideki insanlar kabaca ikiye ayrılabilir: Sizin gibi soluk İngiliz beyazı renginde olanlar ve Benjamin gibi kavruk Hindistan esmerliğinde olanlar. Kriket sopalarının dışarda olmasına olan kızgınlığınızla bağırıyorsunuz. Kimsenin sesi çıkmıyor ve hemen gidip sopaları alıyorlar.
Odanıza geçiyorsunuz ve çizmelerinizi Benjamin çıkartıyor ve masanıza ayağınızı uzatıp düşüncelere dalıyorsunuz. Duvarlarınız her yeri çerçevelerle dolu. Ama çerçevelerin içerisinde resim yok, kelebekler var. Elinizde fileden anlamam gerekleydi, siz bir kelebek avcısısınız…
Başka bir görüntü canlanmıyor bu gün için dostum ama çok büyük bir aşama gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum.”
8.Seansın sonları
“Hindistan’a barış getirmişsiniz. Günleriniz genelde işle geçiyor, bol bol evrak işleri. Hint kabileleri süreklif çatışma halindeler ama sizin gittiğiniz her yerde sükunet hakim oluyor. Çok yoğun çalışıyorsunuz ve tek bir hobiniz var; o da kelebek avlamak. Benjamin çok sadık ve yetenekli bir yardımcı. Ama onu yanınızda neden gezdirdiğinizi de anlamıyorum. Kelebekleri siz avlıyorsunuz. Benjamin sadece taşıma işini yapıyor. Zebra gibi kanatları olan hemen hemen avcunuzun yarısı büyüklüğünde bir kelebek görüyorsunuz. Benjamin’e net bir komutla ‘Takip et!’ diyorsunuz ve elinizdeki, uzunca bir tenis raketine benzeyen filenizle fişek gibi koşmaya başlıyorsunuz. Beni çok şaşırttınız dostum, dediğim gibi yaşlı bir adamsınız, bu kadar hızlı ve seri hareket edebileceğinizi hiç tahmin etmemiştim. Siz kovalıyorsunuz, kelebek kaçıyor; siz kovalıyorsunuz, kelebek kaçıyor ve en sonra bir kayaya basıp zıplıyor ve filenizle kelebeği yakalıyorsunuz. Benjamin hemen yanınıza bitiyor ve kelebeği ağdan çıkartıp size gösteriyor. Bakıyorsunuz ve “Beş para etmez Benjamin, baksana zebra çizgileri simetrik değil diyorsunuz ve yere çalıp eziyorsunuz kelebeği.”
“O zaman da çok titizmişim farkında mısınız üstadım”
“Kesinlikle birer kahve içmeliyiz, benim başım döndü”
“Elbette”
Birer kahveden sonra
“Bu sefer yine bir avdasınız, kelebek avında. Kılık kıyafetinizden ve Benjamin’den bunu çok rahat anlayabiliyorum. Yine bir zebra kanatlı kelebek gördünüz. Yine koşmaya başladınız. Siz önde, Benjamin arkada, kelebek en önde. Kelebek çok yüksekten uçuyor ve çok büyük, en az avcunuz kadar büyük, belki bir tık daha fazla. Zıplasanız dahi yakalama ihtimaliniz yok gibi. Koşuyorsunuz. İnatçı, tuttuğunu koparan bir karaktersiniz dostum. Eski hayatlarınızla şimdiki hayatınızın en ortak özelliği o. Hep iyi ekipler kurmuş ve iyi çalışmışsınız; çalışma arkadaşlarınız tarafından da hem sevgi, hem de saygı görmüşsünüz.”
“Teşekkür ederim, hep öyle derler”
“Kelebek bir ağacın üstünde duruyor. Siz de ağacın altında. Yüksek bir ağaç ve altında dalları yok. Benjamin gelince eğiliyor. Benjamin’in sırtına basıp bir dala tutunuyorsunuz. Sonra kendinizi çekip bir dala basıyorsunuz, bir dal daha derken artık kelebeği görebiliyorsunuz. Çok sessizsiniz dostum. Tam bir avcı hassasiyetindesiniz. Yavaşça elinizdeki ağı kelebeğe doğru uzatıp bir anda üstüne indiriyorsunuz. Ve o anda bastığınız dal kırılıyor… şey neyse daha fazla göremiyorum. Bir sonraki seansa artık dostum. Bir de sizden bir ricam olacak. Siz Coca Cola’nın insan kaynakları departmanında mı çalışıyordunuz?”
“İnsan kaynakları departmanının başındayım üstadım”

“Benim bir yeğenim var, gıda mühendisi. Daha önceki hayatlarının birinde de sizin mezarınızın yanında şarap içip ağlayan arkadaşlarından biriydi, diğer hayatınızda da sizin emrinizde çalışan İngilizlerden biri olduğuna neredeyse eminim. Bakın bu da CV’si. İlgilenirseniz çok sevinirim. Bazı dostluklar bir hayatla kalmaz ve iyi iş arkadaşları kolay kolay bulunmaz…”

29 Ağustos 2016 Pazartesi

pazartesi - nihilist direniş


Direnişçilere direniş yöntemlerine göre muamele yapmak huyumdur pazartesi karşılıklıları. Şiddet kullanana direnişçileri temiz döverim, siyasi direnişçilere hem doktrin uygular öyle döverim, pasif direnişçilere aktivist hayranlarıma havale ederim ama ilk kez nihilist bir direnişle karşı karşıya kaldım.

*On altı farklı gülümsemesi olmalı.
*Temizlikten anladığı şey hizmetçiye temizleyeceği yerleri işaret parmağı ile göstermek olmalı.
*Güneş hakkında fazla detaylı bilgileri olmalı.
*Kavgası geldi mi kendini tutmamalı.
*Nefret ettiğini günün her saati evinden kovabilmeli
*Birinin yüzüne bağırdı mı ses dalgaları bağırılanın saçlarını dalgalandırmalı.
*Yumuşacık elleri olmalı.

Bir grup deli İsviçre dağlarında bir kasabada yaşıyorlar. Kadınlara varlığımı ispat edemiyorum, inanılır gibi değiller. Dans ettim, şiir okudum, dev ekranda tetris oynadım; sırf ikna olsunlar diye yok. En son silah olarak - . (az daha söylüyordum) Neyse şimdi hepsi normale döndü. Bana aşıklar ve birbirlerinden nefret ediyorlar. Şimdi aldığım bir habere göre sarışın uzun boylu olan sinsi esmer olanı sabahın beşinde uçurumdan atmış.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

pazartesi - hostesleri çok seviyorum

Salı sabahı çişe kalktığımda düşündüm de; bugüne kadar her meslek grubunun şikayetlerini dinledim ama hiç hostesler bana şikayete gelmedi pazartesi yarasaları. Sifonu çekerken de “Onlar bana gelmezse ben onlara giderim” dedim ve camdan bağırdım “Yarın tüm hostes temsilcileri ile 14 saatlik bir uçuş gerçekleştireceğim! Obama’ya söyleyin air force one’ı göndersin!”

*Hostes olmalı.
*Annesini sadece anneler gününde hatırlamamalı.
*Tatilciliğin kitabını yazmış olmalı.
*Fırtınadan tahrik olmalı.
*Saçlarından bıyık yapmamalı.
*Her muayen gününün bitişine açılış töreni düzenlememeli.
*Dans ederek herkese derdini anlatabilmeli.


Sağolsun gönderdi uçağı ve her ırktan hostes hanımlarla muhteşem bir yolculuk yaptık. Şarkılar mı söylemedik, fıkralar mı anlatmadık, taklitler mi yapmadık, oyunlar mı oynamadık. Hostesler dünyanın hem en güzeli hem de en tatlı insanları kesinlikle. Yolculuk bitti, tam inecektik ama öyle keyifliyiz ki, dünyanın çevresinde bir tur daha attık. Bence her kadın en az bir ay hosteslik yapmalı.

17 Ağustos 2016 Çarşamba

pazartesi - genetics

Beklenmedik gelişmeler oluyor genetik aleminde pazartesi nRNA’lıları. Hormonlu domatesten bu güne adamlar çok geliştirdiler kendilerini ve çalışmalarını göstermek için de benim salonu temizledikten sonra ufak bir sunum yaptılar. Fena da değildi, durun bir anlatayım size

*Her türlü rejimin muhalifi olmalı
*Beni ziyarete gelen heyetleri hediyelerine göre sıralamamalı.
*Şakasına gülmeyenden intikamını, şakasına gülmeyerek almamalı.
*Garsonlara bahşiş yerine aferin vermeli
*Fedakarlık kelimesinin anlamını güçlendirecek yaşanmışlıkları olmalı.
*Konuşurken rakam vermekten çekinmeli.
*Gölge oyunu geleneğini yaşatmalı.


Öncelikle artık üzüm gibi salkımdan kavun yiyebileceğiz; kabuğu da çok ince. Mesela köpek zihniyetli kedi yapmışlar. Gel dedin mi geliyor, nankörlük sıfır bunu da çok beğendim. Beni telaşlandıran tek şey bekçi sivrisinekler oldu. Kapıda duruyor ve izinsiz geleni sokuyor. Denemek için kapının önüne konuçlandırdım, sonuçları belki bildiririm.

11 Ağustos 2016 Perşembe

pazartesi - siyasi sığınma hakkı

İnsanlar benden hep bir şey talep ederler ama ilk kez böyle bir taleple karşılaştım pazartesi ateşlileri. Anne, baba ve iki çocuktan oluşan bir çekirdek aile. İnanılmaz sıradan insanlar; orta boyda, orta güzellikte, orta kiloda ama ortalamanın üstünde bir zekada. Sözü kadın aldı ve tam sevdiğim gibi kısa ve net konuştu.

*Çoğunluk ve azınlık arasında tercih yapması gerekirse koşmayı tercih etmeli.
*Çok sıkıldığında çok sıkıcı olmalı.
*Halkını küçümsediğini çok belli etmemeli.
*Saksıda çim yetiştirmeli.
*Saatinin saniyesine bakıp hayallere dalmamalı.
*Diğer insanların da düşünebildiği unutmamalı.
*Her dört şakama bir sosyojik gözlemle cevap vermeli.


“Siyasi sığınma talep ediyoruz” Neden diye soramadım, çünkü saçma olurdu. Tekme tokat dalamadım, ebeveynleri çocuklar varken dövmemek gibi prensiplerim vardır; evet diyemedim, ne yapacağım salonda mı ağırlayacağım; hayır diyemedim, çok zekice yaklaştılar. Hemen bir kağıt aldım ve Gobi çölünden üç artı bir gömme balkonluk bir arsayı hediye ettim. Gidin kendi cumhuriyetinizi kurun, dedim. İsteyen de gidip komşu olabilir.

31 Temmuz 2016 Pazar

pazartesi - menepo(z)litik ögütü

Öncelikle bu haftaki listeme şimdiye kadar rastladığım en zekice terör eylemini gerçekleştiren menepo(z)litik ögütünü tebrik ederek başlamak istiyorum pazartesi örgütselleri. Plan gerçekten kusursuzu andırıyordu ve ilk kez bu kadar zor durumda hissettim. Sanırım Salı sabahı sabah kardiyom esnasında evime sızmışlar.

*Ayaklarını masasına uzatarak dinlenirken sandalyesine çok yaslanmamalı.
*Kararlarında mevsimlerin bir etkisi olmamalı.
*Hidrojen ve Helyumu karıştırmamalı.
*Periyodları cetvelle bağlı olmalı.
*Kaygıları, algınlarını etkilememeli.
*Çağdaşları ile samimiyeti sınırlandırmalı.
*Ayakkabısının topuğunda gizli bir çakmak olmalı.


Ve hızlıca aynaları değiştirmişler ve şişman gösteren hafif dışbükey aynalar yerleştirmişler. Aynalar o kadar iyi yerleştirilmiş ki, her aynada sadece göbeğim şişmiş olarak gözüküyor. Ben tabi hemen gıdayı kestim. Beş gün sonra hala göbeğim devasa durunca önce aynaları kırdım; sonra yenisi taktırınca baktım; aynıyım, şişmanlamamışım. Suçlu örgütü nasıl anladığımı soracaksınız? Anlamadım, sadece isim verdim. Haftaya yakalarım, önce biraz yemek yiyeyim.

26 Temmuz 2016 Salı

Paralel Bir Evrende 15 Temmuz Akşamı

Paralel Bir Evrende 15 Temmuz Akşamı
-Sabri Ünal’a-

ı.
Akşam menemenle bol ekmek yemişti Sabri. Çayın yanına da hanımeli bisküvi almıştı. Oysa eline bir hanım eli değmeyeli ise yıllar olmuştu. Hava çok sıcaktı. “Sıcak değil de nem adamı öldürüyor” dedi Zekeria. Ev arkadaşıydı. Hayattan beklentilerini asgariye indirdikleri zaman yolları kesişmişti ve ilk Zekeria açılmıştı Sabri’ye. “Eve çıkalım mı gardaşım? Masrafları paylaşırız”, kabul etmişti Sabri; zaten uyumu bir karakterdi ve evleri zeminin üç kat altında, bir artı bir, balkonsuzdu. Zekeria’nın saçları ise uzatsa Harun Kolçak’ın ilk çıktığı zamanlardakine haline benzeyebilirdi ama hiç uzatmadı. El alem ne der?
Dershaneye verdiği paradan bahsederken Sabri sinirlendi yine, laf nemden oraya nasıl geldi hatırlamıyordu. Zaten Zekeria ile aralarındaki diyaloğu kopuk kopuk monologlar oluştururdu. Birbirlerine pek cevap vermezler, biri susunca diğer ne anlatmak isterse onu anlatırdı. Hukuktan atılmaydı Zekeria, birinci sınıf. Konu hakkında hiç konuşmazdı.
Kanal8’de Survivor’ın özetleri vardı. Oradaki Acun’dan gıcık kapıyordu. Spor muhabiri olan bu adam gerektiğinde her türlü mücadeleye giriyor, kimseden korkmuyordu. Ünsüzler takımının lideriydi. Rakiplerinin sinirlerini hep bozuyor, durmaksızın tartışıp, herkesi kışkırtıyordu. Özetleri izlerken Sabri “Delikanlı adam bu kadar laf ederse sonunda yumruğu patlatır ağa” dedi. Zekeria ise yine bağımsız başka bir şeyler söyledi. Özetler bitmek bilmiyor, program bir türlü başlamıyordu ve vantilatör her zamankinden daha çok ses çıkartıyordu.
Ta ta ta ta ta ta ta ta ta ta ta ta ta ta ta ta
ıı.
Sesin vantilatörden değil de gökyüzünden geldiğine bir saat kadar sonra ikna oldular. Çünkü artık sanki hava yırtılır gibi bir ses de geliyordu ve evde o sesi çıkartabilecek teknolojik altyapı yoktu.
Kanal8’de Survivor başlamıştı. Ünsüzlüler, gönülsüzlere karşı dokunulmazlık oyunu oynuyorlardı ve üstünlük ezici bir şekilde ünsüzlerdeydi. Acun yine yarışma boyunca rakiplerini manipüle ediyor ve her türlü çirkefliğe başvuruyor; sunucu tarafından uyarıldığı zaman ise “Mehmet Ali Bey, ben ne yaptım? Yarışıyorum ve kazanmak istiyorum…” diye başlayan uzun cümleler sıralıyordu. Acun’u daha fazla kafası kaldırmadı Sabri’nin ve kumandaya uzandı.
BBCTürk’e bastı Sabri. Altyazı da “Darbe oluyor” yazıyordu. Boğaz köprüsü asker tarafından tutulmuş; Avrupa’dan, Anadolu’ya geçişler tanklar tarafından engelleniyordu. Başkanlık sarayı ise hava kuvvetleri tarafından kaldırılan F-22 tarafından bombalanıyordu.
Kanal8’e bastı Sabri. Ünsüzler takımından Acun ve Demet Akalın birbirilerine sarılmış, dokunulmazlık kazandıkları için ağlıyorlardı.
Flash TV’ye bastı Sabri. Yine klasik müzik konseri vardı.
BBCTürk’e bastı Sabri. Başkan Skpe’dan bağlanmış, “Sokağa çıkın, bu başkanlık sistemin karşı paralellerin bir hareketi” diyordu. “Halkımızı meydanlara davet ediyorum!” Başkanın yüzü bembeyazdı, kravatı ise ilk kez asimetrikti.
Zamanyoluna bastı Sabri. Kahraman ordu yönetime el koydu, Başkanlık zulmü bitti diye haberleri sevinçle sunuyordu muhabir. Halk sokaklara çıkmadı, kimse Başkanı dinlemiyor diye vurguluyor ve halkın memnuniyetinden bahsediyordu.
TRT’ye bastı Sabri. Komutanın biri hiç anlamadığı bir şeyler söylüyordu. Nato, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği falan. Komutanın önündeki bardakta kırmızı bir şey vardı. “Sence şarap mı yoksa vişne suyu mu?” diye sordu Zekeria’ya. Zekeria, “Zamanyolu’nu açsana, neler oluyor izleyelim”, dedi. Sabri yerinden ok gibi fırladı, kumandayı Zekeria’ya fırlattı ve “Ben dışarı çıkıyorum” dedi.
ııı.
Altında kot pantolonu, üstünde beyaz atleti ve elinde Türk bayrağı ile yola çıktı Sabri. Tek değildi, sokaklar kaynıyordu. Köprüye mi yoksa havaalanına mı gideceğine karar veremedi. Hiç tanımadığı insanlarla konuştu ve onlara karıştı. Sonra siyah çarşaflı bir kadının sürdüğü kamyonun arkasına atladılar. Yol boyunca slogan attılar. “Ordu kışlaya!”, “Tam bağımsız Türkiye!”, “Ne mutlu Türk’üm diyene!”, “Başkanlık kurtuluşumuzdur!”  vs, vs, vs…
Ana arterler tanklar tarafından tutulduğu için; tek yön, dar bir sokağa girdi kamyonu kullanan teyze. Park eden arabalara sürtmemek için uğraşıyorken karşısında tek sıra dizilmiş tankları görünce frene asıldı. Dorsedeki herkes birbirinin üstüne düşmüştü. Birbirlerini kaldırırlarken tank komutanı megafondan bağırmaya başladı gayet binbaşı bir buyurganlıkla “Evinize gidin! Sizi uyarıyorum! Yoksa olacaklardan ben sorumlu değilim!” Herkes kamyondan indi ve yol boyunca attıkları sloganlara devam ettiler. Sabri sağına soluna baktı ve yerden üç tane taş aldı. Tank komutanı o esnada emir verdi. “Sür tankı üzerlerine!”
Tank üzerlerine gelirken Sabri en öndeydi. Elinde taş ile tankın üzerine koşmaya başladı ve ilk tankın orta boşluğuna kendini attı. Tank birkaç saniye üzerinde durdu. Sonra devam etti. Sabri’ye bir şey olmamıştı. Ayağa kalktı Sabri ve ikinci tankın üzerine koştu. Yine tank üstüne gelirken orta boşluğa attı kendini. Yine bir şey olmadı ona. Tank geçince koşmaya devam etti ve tankları sürün, emrini veren komutana doğru fırlayıp elindeki ilk taşı attı. Ağzından vurdu komutanı dişlerini döktü. Sonra ikinci taşı fırlattı Sabri. Yine kafasından vurdu. Üçüncü taşı fırlattı hemen arkasından. Yine tam isabet. Davut gibiydi mübarek! Son taşı attıktan sonra üçüncü tankın çok yakınında olduğunu fark etti ve ara boşluğa tam atlayamadı. Sol kolunun biraz üstünde geçti tank. Sabri orada bayıldı.
ıv.
Sabri üç gün sonra ayıldığından sol kolu alçıdaydı, sağ kolu ise yatağa kelepçeliydi.

Uyanır uyanmaz yargılandı; vatana ihanet ve cinayetten idamına karar verildi. Daha kolu iyileşmeden idam ettiler Sabri’yi. Aynı mezarı kırk yaşında bir üniversite öğrencisi ile beraber paylaştı; ne kefenlendiler, ne cenaze namazları kılındı, ne de bir mezar taşları oldu.

pazartesi - Daha önce olmamış hiçbir şey olmayacak

Zaman bazen durur, bazense kırılır pazartecitionları. Merhum dostum, sulu insan Einstein bunu sizlere izafiyet olarak açıklamıştı, açıp okuyun. Hatta onun isminin konmasının anısı da çok keyiflidir, beni cepten aradı, “Abi bir türlü isim bulamadım” dedi. Ben de “Git bir şeyler ye zafiyet geçireceksin diyeceğime izafiyet geçireceksin” demez miyim?

*Adalete değil, intikama inanmalı.
*Cevaplarıma cevaplarla cevap vermemeli.
*Yemekte aradığı tuz miktarı, tenimdeki tuz miktarı ile aynı olmalı.
*Bana derin sürprizler yapmalı.
*Yediği hiçbir şey dokunmamalı.
*Tüm iflasları israfla ilişkilendirmemeli.
*İçindeki vahşiye telkinle değil kırbaçla yaklaşmalı.


Neyse bu sizi ilgilendirmez, asıl mesele şu. Cuma akşamı zaman durdu. Hem de bir hafta kadar durdu. Siz hissetmediniz. Hissedenleriniz de muhtemelen psikiyatri servisinde sıra bekliyordur. Zaman durdu ama ben boş durmadım. Önümüzdeki 100 yılı düşündüm. Daha önce olmamış hiçbir şey olmayacak. Evet cep telefonu o zaman vardı. Biz kendi aramızda kullanırdık.

18 Temmuz 2016 Pazartesi

pazartesi - aydınlık, eriyik, karanlık ve aydınlık

Belirli bir sıcaklıkta her şeyin akışkan olması, boyutlandırmamı her zaman çeşitlendirmiştir pazartesi ordinatsızları. Ne zaman kalabalığa ya da binalara baksam onların dondurma gibi eridiklerini düşünürüm. Şıp şıp damlamaya başlarlar en üstten alta kadar ve en son onlardan kocaman yayvan bir damla kalır.

*Çantasındaki biber gazı bayrağın içine sarılı olmalı.
*Polislere selam vermek için selektör yakmamalı.
*Bir küfrü asla üstü üste tekrarlamalı.
*Beni uydu telefonumdan arayıp “çok özledim” dememeli
*Kafasına takılan konuları toplumun da kafasına takıp çözüm aramalı.
*Kokusuz içkileri tercih etmeli.
*Uçak yolculuklarında kuleden izni kendi istemeli.


Tüm bu fikirler aklıma ikiz kulelerin erimesi getirdi. Ben de bire bir aynısı yaptırıyorum şimdi adını vermek istemediğim bir çölün ortasına. Bakalım nasıl eriyecek. Eriyecek mi yıkılacak mı? Ülkenin elektriklerini keseyim de herkes mum yakıp erimesini izlesin. Aranızdan bazıları belki bir aydınlanma yaşar.

11 Temmuz 2016 Pazartesi

pazartesi - ançüezli pizza

Bazen bir koku beni geçmişimin derinliklerine fırlatır pazartesi dehlizlileri. İşte çarşamba sabahı tam da böyle bir hisle uyandım. Sanki beynime maziden fotoğraflar saldırdı. Önce bir sıçan konuştu benimle. Sonra yüzünde demir maske olan biri yerden çıktı. Yanında burnunda boynuz olan biri ile beraber. Ben bunları iyi bir dövdüm.

*Makarna pişirme olayına manasızca anlam yüklememeli.
*Televizyonu sinirlenmek için izlemeli.
*İnsanlardan bahsederken ‘insanlar’ demeli.
*Beklemeyi her zaman sıkıcı bir aktivite olarak tanımlamalı.
*Yüzebilen hayvanları yüzemeyenlerden daha çok sevmeli.
*Karanlık çöktüğü zaman o da çöküp biraz düşünmeli.
*Tekrarlamadan vurgulamalı.


Tam yakalayacaktım ki kaçtılar. Sonra sarı kıyafetli bir kadınla fotoğraf çektirdim. Birkaç kaplumbağa ile sakalaştım. Derken gerçek hayatta kapım çaldı; çalışından tanıdım, Belçika first leydisi. “Evde ançüezli pizza yaptım, kokmuştur, komşu hakkı” dedi. Pizzayı alıp kapıyı yüzüne kapattım. Ama aklım hala o eski maceramda. Nasıl bir hayat yaşıyorum yahu? Başkasının hayatının hikayesi benim mazimde yer dahi bile tutmuyor.

4 Temmuz 2016 Pazartesi

pazartesi - Thank god for Cengiz Kurtoğlu

Düşünmeden yaşamaktan başka çabanız yok pazartesi nöronsuzları. Düşünme olayını tamamen siyasetçilere ve bana bırakılmış. Dün sabah yaşadığım sahne bir distopya filmin son sahnesi gibiydi. Hem de öyle bir sahne ki, biraz düşünebileniniz koltuğuna mıhlanır.

*Hiçbir otele kimliği ile kayıt yaptırmamalı.
*Yangın merdivenleri yangın olmadığı zamanlarda da kullanmalı.
*Küçük kardeşleri partime kölesi olmalı.
*Nükleer enerjiyi heyecan verici bir gelişme olarak tanımlamalı.
*Kol saati kullanmamalı
*Suna Pekuysal’ı arada sohbetlerde anmalı.
*Flamingo ve pelikanların dostu olmalı.


Bir grup aktivist karşımdaydı. Ellerinde boş pankartlar ve boya kutuları. Kanalizasyon sularından hidrolik elektrik santrali kurma fikrini duymuşlar, bana soruyorlar. Destekleyelim mi köstekleyelim mi? Benden duyduklarına göre pankartlar yazılıp, sloganlar bulunacak ve bağırıp, yürüyecekler. İnanın dövemedim bile. Önce birkaç damla yaş, gözlerimden döküldü ve Allah’a Cengiz Kurtoğlu şarkılarından dolayı şükrettim.

28 Haziran 2016 Salı

duygusal enişte anıları - 8

Son cezaevi olayından sonra bir daha hasan enişteciğinle yemek yememe kararı almıştım ki; geçen Salı iftara davet etti beni aliciğim. Gitmemek için; ançüezli pizza isterim dedim, orucu on dakika sonra açarım ben açmadan da kimseye açtırtmam dedim, kuyu kebabı isterim ama o kuyu sizin bahçede açılıp yapılacak yoksa gelmem dedim, hindimi füme isterim dedim, alkolsüz şampanya isterim dedim, maymun beyni bile istedim ve enişteciğin hepsine evet deyince el mahkûm gittim.

Yardım edeyim, alkolsüz şampanyayı buzdolabına koyayım diye de erkenden gittim. Aziz büşracığıma baktım elinde balta maymunun beynini çıkartırken bana ters ters bakıyor; oruç siniridir, olabilir diye düşündüm ve tuvaletim geldi bahanesi ile kırk dakika tuvalette oturdum. O ara enişteciğin kuyu için emekli albay olan apartman komutanıyla tartışıyordu. Askeri vesayetle arası hep iyi olduğu için sorunu bir şekilde çözdü, büşracım kazma küreği aldı ve kuyuyu kazmaya koyuldu. O ara biraz sakinleşti sanki, toprak insanı sakinleştiriyor tabi.

Biraz televizyon izledim, çıktığımda bu sefer büşracığımı hindi yolarken gördüm ve bakışları hiç hoşuma gitmedi. “Ben biraz hasan’a bakayım”, dediğim gibi kaçtım ve açtığı kuyuya saklandım. Ançüezli pizza hamurunu büşranın bir yoğuruşu vardı ki, o hırsa birinin boğazını sıksa gözleri gerinden fırlar alimallah.

Neyse yemek hazırlandı, ben de buzdolabından alkolsüz şampanyayı çıkarttım ve tam sofraya oturacaktık ki; hiç sevmediğim tüccar akademisyen Bilgehan geldi. Öyle pis, öyle itici bir insan ki; sofrayı terk etmeyi düşündüm ama büşracığımla bir an göz göze gelince dizlerimin bağı çözüldü ve oturdum. Hoca “Allahu ekber…” deyince Bilgehan yemeğe sanki daha önce hiç maymun beyni yememiş gibi saldırdı. Büşra eline nazikçe çatalı saplayıp “Onur konuğumuz Barış iftarı on dakika geç açıyor… beklemelisin Bilgehan” dedi.

Ama vakit geçmek bilmiyor aliciğim. Buz gibi bir on dakika. Bilgehan’ın iticisinin eline pansuman yaptı enişten o ara ve son üç dakika kala bu pislik bu sefer hindiye doğru uzanınca ablan delirdi.

Önce bilgehan’ın burnuna bir uçan kafa attı. Bildiğin kafa. Ama bir kemik sesi geldi anlatamam. Bilgehan’ın burnundan kanlar boşaldı. Sonra sofra kan olmasın diye Bilgehan’ı saçından tuttu ve kanı balkondan aşağı akıttı. O arada bir yandan sırtına çatal saplıyor. Bilgehan’ın beyaz tişörtünden çatal saplanmış yerden kanlar akıyor. Tam o ara “On dakika oldu buşiciiiim”, dedi enişteciğin. Büşra Bilgehan’ın omzuna bir dirsek atıp yere gömdü, sonra bir yudum su içti “Barışcığım Allah kabul etsin” dedi ve Bilgehan’ı dövmeye devam etti. Biz de pizzadan yemeye başladık tabi o ara.

Yerdeki Bilgehan’ın karnına en az iki düzine çok sağlam tekme attı. Sonra geldi hindiden bir lokma aldı. Sonra yere oturup suratına suratına yumruk saydırmaya başladı. Ama nasıl aliciğim. İki sol vurup, sonra çok sağlam bir sağ yumruk çıkartıyor. İki sol, bir sağ; iki sol, bir sağ. Derken o ara biraz kan büşracığımın çeyizinden çıkarttığı masa örtüsüne gelmesin mi?

Tırnaklarını Bilgehan’ın boğazına bir sapladı. Bir sıkıyor boğazını. Elleri, dirsekleri falan hep kan. Diyeceksin ki abi bizim konumuz enişciğimin duygusallığıydı. İnan hiç üzülmedi. Ve yine ne varsa yedi. Onun için ilginç bu hikaye. Sinek öldürsek gözleri dolan adam Bilgehan öldürünce hiç umursamadı.


Sonra malum. Bir halıya sardık, gece kırsala gömdük. 

27 Haziran 2016 Pazartesi

pazartesi - yine seçim vakti geldi

Belediye başkanlarının yaptıkları sürprizler kadar kötüsü yoktur pazartesi tarifsizleri. Sırf bu sebepten ben mütemadiyen başkan azlederim ve bizim ilçede seçim bitmez. Bu seferki belediye başkanı artık nereden etkilendi bilmiyorum ama çok farklı bir icraatla sabahımı selamladı.

*Bulduklarının peşine düşmeli.
*Bazı geceler çığlıklarla uyanıyor gibi yapmalı.
*Okuduğu her kitaba sekiz on sayfa kadar ek bölüm yazıp yazara postalamalı.
*Şans oyunları ile mevcut şansını tüketmemeli.
*Yakın arkadaşlarının yakın arkadaşlarına yakınlık duymamalı.
*Vakit geldiğinde üzerine düşeni yapmalı.
*Anahtarlıktan karakter analizi yapmalı.


Adam gece apartmanımın etrafını kepçe ile kazıp, su doldurup göl gibi bir şey yapmış. Ve nereden bulduysa içine timsahları salmış. Elinde bir kuzu budu bana el sallayıp timsahları besliyor ve “artık sizin eve hırsız giremez” diyor. Ulan benim evime zaten hiç hırsız girmedi ki. Geçen sene içtiği çayın yanına koyduğum kesme şekeri cebine atan Belçika Başbakanı hariç. Aslında hoşuma gitti ama sivrisinek yapar. Ondan pazar seçime gidiyoruz.

26 Haziran 2016 Pazar

yirmisine saatler kala handan

Yirmisine saatler kala Handan cep telefonundan resimlerine bakıyor ve serbest çağrışım hayaller kuruyordu. Uykusu yoktu ama uyuyası vardı; şöyle uzun bir ve dingin bir rüya göresi vardı. Odasında yalnızdı ve çorapları yoktu. Saatler sonra birçok farklı sosyal medyadan, birçok bildirim alacağını bildiği için telefonunu şarja taktı. Ayakları üşüdüğü için on beş dakika önce çıkartıp attığı çoraplarını giydi. Eline bir kitap aldı, okumadı, canı çekmedi.

Odasında bir duvar saati vardı, sadist tavşan Bugs Bunny’li, halası 15. yaş gününde almıştı. Sarı yeşil üstünde “canım kankam” yazan bir kalemlik vardı kitaplığın en üst rafında, içinde tükenmiş tükenmez kalemler olan. On altıncı yaş gününde sınıfta yaptıkları çekilişti o hoşlandığı sarışın çocuk çıkınca oysa ne kadar çok sevinmişti. Kalemliği aldığı günden sonra birbirlerine kanka demeye başlamışlar, sonra da her şey gibi azalarak tükenmişlerdi. Yatağının üstündeki bez bebek ise babasının hediyesiydi ama kaç yaş olduğunu bilemeyecek kadar küçüktü, üç ya da dört olmalı. Çünkü babası ile iletişimleri sonra talihsiz bir şekilde kopmuştu, insanın babasının öldüğünü ana haberde görmesi hiç hoş bir durum değil, hele bir de üzerine yıldırım düşmüşse, hatta arada sırada internet sitelerinde bile o görüntü dönüyorsa. ‘5 Sevgi Dili’ diye bir kitap vardı kitaplığında. Annesi almıştı geçen sene. Kadıncağız zaten Handan’ı üç kişilik seviyordu. Handan ise o kitabı hiç okumadı. Okumuş gibi yaptı ama annesi üzülmesin diye, ayracı her gün onar sayfa kaydırdı ve annesine sevgi hakkında bir şeyler anlattı, severdi Handan sevgi üzerine konuşmaları. Nasılsa annesi de okumamıştı ve kitap muhtemelen çok dandikti. Çoraplarını çıkarttı.

Halıya takıldı gözleri. Bu da bir hediyeydi ama kimdendi hatırlamadı, eve alınan şeyler hediye sayılmamalıydı. Zaten artık bu pembe halıyı sevmiyordu. Mustafa Ceceli’yi de artık sevmiyordu, paten kaymayı da. Ki onlar da bir sene önceki doğum günü hediyelerinin bir parçasıydı. “Hediyeler ve doğum günleri” yazdı günlüğüne. Üç nokta yan yana koymayı düşündü. Sonra vazgeçti. İki nokta üst üsteyi düşündü, sert geldi; vazgeçti. Tek bir nokta koyup koymamayı düşündü, ona da eli gitmedi. Dört nokta koydu sonra, sonra bir nokta daha, sonra bir nokta daha. Ve on son bir nokta daha. Yedi nokta yan yana. Oysa Handan noktalamalar konusunda çok hassastı. Ayaklarını üşüdü, çoraplarını giydi.

Duvarlar üstüne üstüne gelmeye başladı Handan’ın. Keşkeler üstüne yağmaya başladı. Hava çok sıcaktı ama Handan serindi. Yorganın altına girdi, yaz kış yorganla yatanlardandı. Yorulmuştu bütün gün. Pastane pastane gezip kendine yaş pasta bakmıştı iş çıkışı ve hiçbir pastayı beğenmemişti. Zaten annesi alırdı mutlaka. Yorgan Handan’a iyi geldi. Ellerini kullanmadan, ayak başparmaklarını kullanarak çoraplarını çıkarttı ve usulca yorganın altından atarken uyudu.

-Çoğunu unuttuğu bir rüya gördü-
-Hatırladıkları ise aynı boydaki sinekler ve güvercinlerdi. Buzdolabından çıkan yeşil soda şişesi ve batmakta olan bir güneş-

Uyandığında ise sevindi ve hemen şarjdaki telefonuna baktı. Sandığı kadar uzun uyumamıştı, sadece on beş dakika. Ve hala yeni güne, doğum gününe, bir saat vardı. Ama enerjisi yerine gelmişti. Yorganı üstünden attığı gibi ayakları üşüdü. Oturdu kitaplarını saydı, sonra kaçını okuduğunu saydı. Toplam kitapların kaçta kaçını okuduğunu hesaplarken içi sıkıldı. Rakamları değil harfleri; sayıları değil kelimeleri seviyordu Handan. Sonra tekrar günlüğünü eline aldı. Nasıl şövalyelerin kılıçlarının bir ismi varsa; Handan’ın günlüklerinin de bir ismi olurdu. Hep aynı marka defterin farklı desen kapaklarını alır ve ilk sayfasına bir merhaba yazardı. Dört önceki günlüğünün adı Hilal, üç önceki günlüğünün adı Emine, iki önceki günlüğünün adı Ömür, bir önceki günlüğünün adı Hande ve bu son günlüğün adı ise Neva’ydı. Yere oturdu, çorabını giydi ve yazmaya başladı…

“Vakit geçmiyor be Neva. Zaman akmıyor. Canım sıkılıyor be Neva. Hem de çok. Hiçbir şey istediğim gibi olmuyor. Rüyalarımı unuttuğum hızda unutmak istediğim onlarca şey var. Ama unutulmuyor. Ayaklarımdan da çok şikayetçiyim Neva. Bir yanıyor, bir üşüyor.”


Neva’yı kapattı, çoraplarını çıkarttı, gün döndü ve doğum günü mesajları gelmeye başladı…