28 Eylül 2015 Pazartesi

pazartesi - bilimi ışığında birkaç gün

Bilimin temeli deneydir pazartesi deterministleri. Yıllardır evimin banyo ve mutfağında, sadece galoş giyip deneyler yaparım ve oldum olası en büyük sorunum kobay bulmak olmuştur. Çünkü ne zaman kobay arasam müthiş bir izdiham olur, insanlar işlerini güçlerini bırakırlar ve dünya ekonomisi büyük zararlar görür. Ama nedense bu perşembe olaylar çok değişti.

*Sonsuzluk kelimesinden korkmamalı.
*Küsürattan kaçınmalı.
*Öngörülmez bir insan olmalı.
*Irk ayrımı yapmadığından bahsederken ırk ayrımı yapmamalı.
*Dini bayramlarını seküler tatillerle geçirmemeli.
*Uykusuzluktan değil, uykudan çekinmeli.
*Lokal yağmurlarla lokallerde içerek savaşmalı.


İnsanlar poşetlere sarılmış hayvan kas ve doku örnekleri getirip durdular. Araştırmalarıma göre büyük kısmı büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar. Sabahlara kadar inceledim durdum. Muhteşem birkaç gündü. Ve şimdi gururla araştırma sonuçlarımı siz insanlığa açıklamak istiyorum. Kavurma yaparken önce ocağı çok açın, sonra kısın; tuzun yarısını etin kırmızılığı gittiğinde ve diğer yarısını da en son ocağı söndürmeden  önce serpin.

22 Eylül 2015 Salı

Kalaşnikof kredisi girişimci şube şakası düşün



Bir uçan daire şehrin ortasına inmiş, uzaylılar ellerinde silahları önlerine geleni vuruyorlardı. Hava çok sıcaktı ve nemliydi; sivrisinekler birkaç gecedir kimseleri uyutmuyordu… Aynı insanlar gibiydiler, sadece yeşildiler ve kanları da yeşildi. Üzerlerinde sadece siyah paçalı donları vardı ve kurşun geçiriyorlardı. Silahları da bizimkinden farklı değildi. Arada tutukluk falan yapıyor, kurşun gibi bir şey atıyorlardı. Tek farklı uzaylı kurşunları yaralamıyordu, sıyırsa bile küt ölüyorduk. O uçan daireden kaç uzaylı çıktığını bilmemizi şartı savaşı kazanmaktı. İlk ölen Abdullah Barış oldu. İlk kurşunu o sıktı. Savaşı dünyalılar kazanırsa bir ilk kurşun anıtı dikilirdi, ama uzaylılar kazanırsa kimse onu hatırlamazdı. Sayıca az da olsalar savaşı Uzaylılar kazanacak gibiydi.

Tüm dünya terk etti şehrimizi. Yok saydılar bizi, hiçbir işbirliği ve barış anlaşmasının maddeleri uzaylı istilasını içermiyordu. Başka uçan daireler başka şehirlere indiler ama onlara ateş etmediler. Radyo binasına gidip darbe bildirisi de okumadılar. Yönetmek ya da ganimet gibi dertleri yoktu orada. Sadece takıldılar, fotoğraf çektirttiler, lokantalarda yemekler yediler, kimisi kütüphanelere, kimisi gece kulüplerine gitti,  luna parklarda makinalara bindiler; paraları yoktu, zaten kimse de onlardan para istemiyordu. Ama bizim şehrimizle bir alıp vermedikleri olduğu belliydi.


KALAŞNİKOF KREDİSİ

Kalaşnikof Kredisi
ı.
İç savaşın ikinci yılıydı ve insanlar çok çabuk adapte olmuştu bu duruma. İki taraf da ülkeyi terk etmiyor ve birbirlerini vatan hainliği ile suçluyordu. Silah sesleri arasında uyumaya da alışılmıştı, en yakın arkadaşları kaybetmeye de. Bu ülkenin toprağı kanı seviyordu, kadınlar hiç doğurmadıkları kadar doğuruyor; her çocuk için büyük hayaller kuruluyordu. Sokaklar biraz kirliydi, trafik lambalarının çoğu yanmıyordu, okulların büyük kısmı tatildi, insanların büyük kısmı katildi ama kimse eskisinden daha mutsuz da değildi.
Bankalar ise Kalaşnikof kredisi veriyordu. Hem de 48 ay vade ile taksit ertelemeli ve kefilsiz. Uğur, Gülçin’i aradı. Gülçin ise yarın gel hallederiz, dedi. Uğur sabah erken kalktı, çelik yeleğinin üstüne gömleğini giydi; anahtarını, cüzdanını, cep telefonunu ve on dört fonksiyonlu İsviçre çakısını unutmamış olmak için elleri ile ceplerini yokladı ve yola çıktı.
Birbirlerini görünce sımsıkı sarıldılar. Gülçin’in sütyeni gömleğinin içinden hafif belli oluyordu. Uğur, çelik yeleğini giymemişsin, dedi. Gülçin güldü ve başını hafifçe öne eğip göğüslerine bakarak, bunlar beni korur, dedi. Bağıra çağıra gibi güldüler. Abdullah öleli ilk kez gülüyorlardı. Çok gülmüş olmaktan utandılar, bankanın içinde bu tür hareketler hoş olmuyordu. Derin sessizlik oldu, bakışlar birbirinden kaçtı. Uğur’un yanında sadece döviz vardı. Dünya bize “Ne bok yiyorsanız yiyin ama sakın bize bulaşmayın” dediği için para transferi gayet sıkıntıydı. Gülçin üzülerek biraz vakit alacak, dedi; belki birkaç gün. Tamam, dedi Uğur; ne yapalım ben de birkaç gün geç ölürüm. Bu sefer sadece Uğur güldü. Gülçin gülemedi. Bankadan çıktılar ve yürüdüler biraz. Savaş ve savaşla alakalı her şey birinci konuydu ve ikisi de savaştan konuşmak istemediklerinden susmaya tutsaktılar. Yarın seni ararım, derken Gülçin; bir anda gök yarıldı!
ıı.
-Uzaylılar gerçekmiş ve gerçekten de uçan daire ile seyahat ediyorlarmış. Tamamen düşük bütçeli Amerikan filmlerindeki gibi.-
Uçan daireden yeşil adamlar indi. Altlarında sadece siyah bir don vardı. Çok kalabalık değillerdi ama deli gibi ateş etmeye başladılar. Önlerine geleni vurup öldürüyorlardı. Uğur ve Gülçin kaçmaya başladı. Gülçin’in evine kadar koştular, savaş kondisyonu diye bir realite var. Hatta eve girmeden girişteki pastaneden ayçöreği aldılar. İki yıldır birbirini öldüren bir ülkede uzaylı istilası o kadar da korkunç bir şey değildi. Televizyonu açtılar, zaten bir yılı aşkın zamandır internetsizdi şehir. Dünya televizyonlarında uzaylılardan hiç bir haber yoktu. Radyoyu açtılar. Uzaylılar barikat kurmuş sadece üzerlerine gelenleri öldürüyorlarmış... Uzaylı kurşunları dokundu mu öldürüyormuş, yaralı kurtulmak diye bir şey yokmuş… İç savaşın tarafları ise anlaşmayı reddediyorlarmış… Dünya bizi yine yok sayıyormuş… Uzaylılara bizim kurşunlarımız işliyormuş… Kanları da yeşilmiş… Ele geçirileceğini anlayan uzaylı kendini öldürüyormuş… Ele geçirilen bir uzaylı otopsisinden ses telleri ve cinsel organları olmadığı anlaşılmışmışmış..
Gülçin çift kapılı buzdolabının buzluğundan enginar çıkarttı, mikro dalga fırında buzunu çözdürttükten sonra ve zeytinyağlı enginar yaptı. Uğur belki de yiyeceği son akşam yemeğinin bu iğrenç şey olma ihtimaline üzüldü ama belli etmedi. Evine gitme, dedi Gülçin; yarın kredini onaylar silahını veririm.
Sabah oldu ama hayrolmadı; çatışmalar gece hiç durmadı. Üç taraftan da en çok kayıp yaşanan geceydi. Kırmızı kan ile yeşil kan karışınca bok gibi bir kahverengi oluyordu. Uzaylı ve insan cesetleri her yerdeydi. Gece iki uçan daire daha inmişti.
Uğur sabah simit aldı. Gülçin çayı koydu. Bu sefer Gülçin çelik yeleğini giymişti. Bankaya gittiler ve Gülçin kalaşnikofunu Uğur’a verdi. Uzaylıların silahlarından çok tiz bir ses çıkıyordu. Uğur artan parası ile de biraz kurşun aldı. Nasılsa ölürüm, diğer taksitleri alamazlar, ilk kez bir bankayı dolandıracağım; dedi Gülçin’e. Ölse bile bankanın asla zarar etmeyeceğini Uğur’a söylemedi Gülçin. İnsanların gerçeklere artık pek ihtiyacı olmadığı bir dönemdeydik. Vedalaşırken Uğurla Gülçin, bir dahaki sefere Uğur’da akşam yemeği için sözleştiler. Gelecek ay, ikinci taksiti ödeyeceği akşam için.
ııı.
Taksitin ikinci günü bankaya gitti Uğur. İnsanların da, uzaylılarında büyük kısmı ölmüştü ama Uğur’da Gülçin de ölmemişti. Bankaya girdiğinde Gülçin’i gülümsüyordu. Yine çelik yeleğini giymememişsin, dedi Uğur. Silah için teşekkür etti, ödemeyi yine dövizle yaptı ve yürümeye başladılar. Sözünü unutma dedi, Uğur. Sana gözleme yapacağım. Tamam, dedi Gülçin. Bankaya döndü, çantasını aldı ve sırtında bir kalaşikofla çıktı. Uğur, Gülçin’in silahlanacağını hiç düşünmemişti. Ne yapayım, dedi Gülçin; indirimdeydi, dayanamadım aldım.
Akşam yemeği boyunca, artık konuşacak çok bir şey kalmadığından hazır yufka ile yapılan gözlemeden konuştular, enginardan ve Kalaşnikofun kutsallığından. Sonra da uykuları geldi. Bu saatte gitme, dedi Uğur; uzaylılar geceleri görebiliyormuş diyorlar. Tamam dedi, Gülçin. O da tam tersini duymuştu ama inat etmedi.
Sabah oldu. Uğur Gülçin’i bankaya kadar bırakmaya her ne kadar Gülçin istemese de ikna etti. Yolda simitçi bir çocuktan simit aldılar. Çocuk Uğur’u tanıdı; simiti sattı, parasını aldı ve küfretmeye başladı. Uğur çakısına davrandıysa da Kalaşnikoflardan korkan çocuk kaçtı. Hava sisliydi.
Gök yarıldı ve elli metre kadar önlerine bir uçan daire ışıklarını saça saça bir şatafatla inmeye başladı. Gülçin ve Uğur sadece bir an birbirlerine baktılar. Sonra da uçan daireye Kalaşnikoflarını doğrultup ateş etmeye başladılar.

Tatatatatatatatatatatatatatatatatatatatata…

21 Eylül 2015 Pazartesi

pazartesi - oto-münazara sonuçlarım

Bu salı kendime oto-münazara konusu olarak köleliği seçtim pazartesi plorateryatikleri. “Hak verirsiniz ki; bazıları köle olmak için yaratılmıştır, hizmet etmekten haz alırlar. Köleliği kaldırarak onların fıtratından uzaklaştırıyoruz ve bu o insanları sonsuz bir mutsuzluğa iter” dedim ve röpdoşambırımı çıkartıp frağımı giydim.

*Vadesiz, faizsiz sevmeli.
*Her daim paketinde bir sigara durmalı.
*Şehrinin en önemli değerlerinden biri olmalı.
*İstiklal Marşı hakkında çok şey bilmeli.
*Tartışmanın kaçınılmaz olduğu anlarda ağzından salyalar çıkarak bağırmamalı.
*Kendinden küçüklere “ben senin yaşındayken’li” cümleler kurmamalı.
*Günah tarihine geçecek bir günah işleme planı olmalı.


Frağımın şapkasını taktığım gibi “Beyefendi! Beyefendi! Olmaz öyle şey! Herkes eşittir. Kimse kimseye hizmet etmek zorunda değildir. Eşitlik bunu gerektirir. Din, dil, cinsiyet, ayrımı yapmaksızın bu dünyada barış ve huzur içerisinde, hiç kavga etmeden yaşa…” dediğim anda dayanamadım ve kendime bir yumruk attım. Malum benim yumruk balyoz, sersemledim tabi.  Sonra biraz debelendim. Bayılmışım. Uyandığımda frağımın üstünde röpdoşambırım vardı ve bir gözüm mordu. Kölelik konusunu başka bir zaman irdelemeye karar verdim.

17 Eylül 2015 Perşembe

distopya kuarteti - ölü

“Bize distopya kuartetinini kuruluş macerasını anlatır mısınız?”
“Elbette. Eskiden başka kuartetlerde müzikal maceralara atıldım. Biz grup müziği yapan sanatçılar çok uzun saatler süren provalar yaparız. Şimdi ismini dahi anmak istemediğim eski kuatetimdeki müzisyen arkadaşlarımla aramızda çok büyük fikir ayrılıkları vardı. Bir kere çok ‘olumlu düşünen’ insanlardı. Gelecekle ilgili manasız bir umut içerisindeydiler. Her şeyin çok güzel olacağına inanıyorlardı ve bu beni çıldırtıyordu. Piyanist bir arkadaşım artık bilgiye çok hızlı ulaşabilmemiz sayesinde dünyanın daha güzel bir yer olabileceğine inanıyordu. Akıllı telefon teknolojisinin sadece on yıl içerisinde daha da hızlanacağına ve merak ettiğimiz bir bilgiyi sadece içimizden geçirdiğimiz zaman gözümüzün önünde otomatik bir arama motoru araması olacağına

“Peki şimdiki grup arkadaşlarınız hayata nasıl bakıyor?”
“… cımız eşi ve sekiz çocuğu ile birlikte kendi elektriğini ve suyunu üretebilen, dört bir yanı konservelerle dolu, yerin 23 metre altında bir sığınakta yaşıyor ve sadece provalar ve konserler için yeryüzüne çıkıyor. …cımız ise  …. İse malumunuz evliler. Farklı dinlere inansalar da hayatlarını ibadetle geçiriyorlar, kazandıkları hemen hemen tüm para ile iyilik yapıyorlar ve böyle bir dünyaya çocuk getirmemeye karar verdiler.
 ”

Akıllı telefonlar zaten bilginin değerini azaltıyor ve ilerleyen zamanla tamamen bitirecek. Yeni insanların bir şey öğrenmesine gerek kalmayacak ve insan tembelliğe hemen adapte olur ya, elli altmış nesil sonra hiçbir şey bilmeyen insanlar olacak. Sonrası ütopya olsun. Virüs girecek, artık o her şeyi bilmemize yarayan aparatlar çalışmayacak. Sular çekilince kıyıda kalan denizyıldızları gibi kuruyup öleceğiz.

Bence dil olayı bitince sınırlar kalkacak. Rusya merkezli bir arama motorunun çeviri özelliği sayesinde geçen sabah Venezüellalı bir meslektaşımla gerçekten geliştirici bir sohbette bulunabildim. Düşünsenize ben İngilizce, Almanca ve anadilimi biliyorum; o ise İspanyolca, İtalyanca ve anadilini biliyor. Aslında aracı olmaksızın anlaşmamız imkansız gibi görünürken bir bilgisayar programı sayesinde aracısız görüştük. Dil sınırı kalkınca insan ne kadar değişir düşünsenize. Eskiden savaş meydanlarında iki ülke savaşırken biraz sonra öldürmeye çalışacağı kişinin dilini bilmiyordu. Belki iki kelime edebilseler silahları birbirilerine doğrultmaktan vazgeçeceklerdi.


Buradan devam edeyim. Sınırların kalkmasını kaçınılmaz görüyorum. Dil tabusu yıkılınca ardından hemen din tabusunu yıkacak. Birine sorsan sınırların olmadığı bir dünya muhteşem bir dünya 

14 Eylül 2015 Pazartesi

pazartesi - uslu uslu sonsuza kadar yaşayın

Yarasalar sardı dört bir yanımızı pazartesi zoofibikleri. Salak Emniyet müdürü benim gerçekliğimden yola çıkıp “O zaman Batman de gerçektir diye” mesleğiyle orantılı bir zeka sergilemiş ve evine giren hırsızı bulsun diye emniyet müdürlüğünün tepesinden dün bulutlara doğru Batman’in simgesini yansıtmış.

*Mevlitlerin aranmayan siması olmalı.
*Kampanyalardan son saniyelerde faydalanmalı.
*Kendine ceza kesen devleti kendine özgü yöntemlerle cezalandırmalı.
*Omletimin homojinasyonunu sabah uykumu bölmeyecek desibelde sağlamalı.
*Power point’le harikalar yaratabilmeli.
*Driftible bir karakter olmalı.
*Ülküsü yükselmek ve ileri gitmek olmalı.



Buna kızan dişi yarasalar da demokratik bir tepki verdi ve haliyle şehre saldırdı. Yakaladıklarının kanını emiyorlar. Durum berbat, hemen tenis raketimi aldım ve sokağa indim. Backhandler, forhandler derken saldırıyı baya bir dağıttım. Sonra da yarasa çemberi oluşturdum, herkes önündekini emiyor, arkasındakiler tarafından emiliyor. Uslu uslu sonsuza kadar yaşayın dedim ve çembere tabiki emniyet müdürünü de dahil ettim.

7 Eylül 2015 Pazartesi

pazartesi - kadınım

Siz şimdi şu benim elimdeki sopa ne diye soracaksınız pazartesi sopalıkları. Bu bildiğiniz bir sopa. Öyle apayrı metafizik özellikleri yok. Çarşamba sabah otobanda koşarken buldum ve elime aldım. İnanılmaz bir sıcaklığı var. Elime de tam oturdu. Hangi ağacın dalı söylemiyorum. Şimdi söylesem hepiniz bir dal kapmak için o ağaçlara saldırır, soyunu tüketirsiniz.

*Benden başka bir konuya çok çok takmamalı.
*Yağmur yağınca ıslanmalı.
*Yaka mikrofonunu hiç çıkartmamalı.
*Dezenformayona sessizlikle cevap vermeli.
*Belirli bir saatten sonra sadece belirli konulara yoğunlaşmalı.
*Seks odasında kurtarılmış bölgeler yaratmalı
*Pasta yaparken seksi gözükmek için burnunu krema sürmemeli.


Onu bulmamla beraber arabasından dışarı çöp atan bir grubu sopamla dövdüm. Yıllardır özellikle çıplak el ve ayakla kavga etmeyi prensip edinmiştim. Öyle yanılmışım ki; birini sopalamanın tadı apayrı. Kaç gündür de bir isim düşünüyordum ona. Öyle sopa demek hoşuma gitmiyordu ki listemi yazarken buldum. Adı “kadınım” olsun.

3 Eylül 2015 Perşembe

Linçin İçi

Linçin İçi
-David Lynch’e-
Sese uyandım. Sese koştum. Karım da uyandı ama o evde kaldı. Bir yıldır işsizdim, sekiz aydır da isteksiz. Sese koştum. Ellerinde meşale olan insanlar vardı. Küfür ediyor, lanet okuyorlardı. Ben de sürüye uydum. Arkamdan da benim gibi adamlar koşuyordu. Hepimizin üstünde beyaz atlet, altımızda eski bir pijama altı ve ayaklarımızda terlik vardı. Halaoğlumu gördüm. Bağırırken ağzından salyalar fışkırıyordu. Yazlarımız çok sıcak, kışlarımız ise az sıcaktı. Yazlıkçılar gıcıktı. Suriyeliler Suriyeliydi. Biz yerli halk ise fakir ve menfaatçiydik. Bir de jandarma vardı. Jandarmanın imanı gevşekti.
Biz dağlardaydık; jandarma da, Suriyeliler de, yazlıkçılar da bize göre kıyıdaydı. İstikametimize bakılırsa hepsine doğru yürüyor olabilirdik. Ben hiçbirini sevmiyordum, daha doğrusu biz hiçbirini sevmiyorduk. Solumda Abidin’i gördüm. Daha önce bana bıçak çekmişliği, başkasını bıçakladığı içinse hapis yatmışlığı vardı. Az yavaşladım, Abidin’in önden gitmesi daha hayırlıydı. Elinde balta vardı. Abidin isterse baltalardı.
Jandarma karakoluna yaklaştıkça yavaşladık. Hep bir ağızdan;
“Ne mutlu Türk’üm diyene!”, diye bağırmaya başladık.
Karakola saldıracak mıydık çok merak ettim. Aslında fena olmazdı. Hak ediyorlardı. Ben bahçeden içeri girecektim ama daha içerisine asla. Yolun sonunda jandarma bizi karşıladı. On tane falan er bir de çavuş. Durmadık, itip geçtik, karakola da dönmedik. Aramıza aldığımız jandarmalardan birine omuz attım, yere düştü. Kim olduğumu anlamasın diye dönüp bakmadım.
Yürümeye devam ettik. Terlemiş ayaklarımız, terliklerimize yapıştığından şlap şlap sesler çıkartan bir kalabalığa dönmüştük. Önümüzde Suriyeliler vardı; devlet, memurları tatile gelsin diye yaptırdığı misafirhaneye yerleştirmişti o vatansızları. Ama onlar boş yazlıkları da gasp etmişlerdi. Üç de bir fiyatına sigortasız çalışıyorlardı, bağıra çağıra Arapça konuşuyorlardı, hepsi bıçakla geziyordu, üstüne üstlük leş gibi de kokuyorlardı. Çoğumuz onlar yüzünden işsizdik. Muhtemelen Suriyeliler’e saldıracaktık. Bence hiçbir sakınca yoktu. Misafirhanenin önünde bizi beklerlerken gördük onları. En az bizler kadar kalabalıklardı ve ellerinde Türk bayrağı vardı, yavaşladık yine ve bağırmaya başladık.
“Türkiye bizimdir, bizim kalacak!”
Hiçbir şey demeden sopalarına davrandılarsa da ilk hareketi bizden beklediler. Bizse bir şey yapmadan yanlarından geçtik gittik. Yine arkamıza bakmadık. Arkamızdan ne yaptılar bilemiyorum. Korkmuş da olabilirler, gülmüş de.
Sırada yazlıkçılar vardı! Benim en köklü nefretim onlara karşıdır hep. İlk dayağımı da onlardan yedim, sevdiğim kızları da hep onlar kaptı. Evlerinde çalıştım, paramı vermediler; horladılar, aşağıladılar. Yılda üç ay kaldılar ama on iki aylık acı çektirdiler bana. Aşağılık zenginler! Diskolarına almadılar hiç beni, konuşmamla hep dalga geçtiler, çatılarını temizlediğim zaman öğlen yemeği bile vermeyenleri oldu. Ben yazlıkçı dövmek ve yazlık yakmak istiyordum. Her damla kanımla ve  her damla terimle bunu istiyordum. İtmeye başladım önümdekileri ve en öne doğru çıktım. Birinin elindeki sopayı aldım sertçe, kim olduğuna dikkat etmedim.
Yazlıkçılar da yollara çıkmışlardı; kadınlı, erkekli. Üstlerinde şortları, Adidas ya da nike marka askılı tişörtleri, ayaklarında parmak arası terlikleri ve ellerinde sigaraları vardı. Gülüyor ve merakla izliyorlardı bizi. Kıçımızı da yırtsak umurlarında değildi. Hem bunlara karşı atacak sloganımız yoktu. Bunlar da Türk’tü. Döndüm arkama baktım, kalabalığımız da biraz azalmış gibiydi. Tabi hala aramızda bir işi olanlar bunların eline bakıyordu. Benim özellikle kafasını yarmak istediğim bir yazlıkçı vardı ve şansıma en önde bizi izliyor, o leş gibi kokan porusunu içiyordu. Derin bir nefes aldım içimden “Allahım affet!” dedim ve tam ona doğru davranacaktım ki; Deli Cevdet bir anda bağırdı “Tekbiiiiiiiiir!”
Anında cevap verdik. “Allaaaahu ekbeeeer!”
“Tekbiiiiiiiiiir!”
“Allaaaahu ekbeeeer!”
Tekbirler beni durdurdu, kafasını yaramadım ensesi kalının. Birkaç tekbirden sonra baktım ki yazlıkçıları da geçmişiz ve sahile varmışız. Ayaklarım kumlara batıyor ve parmaklarımın arasına kumlar giriyordu. Oldum olası sevmediğim yerde, denizdeyim.

Yavaş yavaş denize girdik. Önce ayaklarımız, sonra diz kapaklarımıza kadar. İyi yüzenlerimiz açıldı. Çoğu sahil çocuğu gibi benim denizle çok aram yoktur. Ben belime kadar gelen yerde durdum. Soğuk su iyi geldi. Bir durulduk. Birbirimize su fışkırttık, deve güreşi yaptık, çılgınlar gibi gülüyorduk ama ortada bir tane dahi şaka yoktu. Deli Cevdet bana “Bacaklarını aç” dedi, ben de açtım; daldı ve bacaklarımın arasından geçti, sonra da beni omzuna aldı. Güneş doğana kadar denizde eğlendik, hava aydınlanmaya başlayınca da çıktık ve evlerime doğru yine hep beraber yürüdük. Dönüş yolunda bizi bekleyen kime yoktu, ondan hiç slogan atmadık.