29 Haziran 2015 Pazartesi

pazartesi - ayrıntılı döküm

Kördüğüm olmuş durumdayım pazartesi paradoksalları. Bunu hiç planlamamıştım. Her adımımı, her günümü, alacağım her nefesi, içeceğim her meşrubatı, tuvalete gidiş gelişlerimi, camdan sarkıp tükürüşlerimi, tetriste beklediğim çubukların gelişini, hava durumlarındaki ani değişiklikleri, selleri çığları ve benzeri doğal felaketleri bile planlayan ben bunu planlamamıştım.

*Kaldırıma park etmemeli.
*Toki tektipleşmesine karşı tavırlı olmalı.
*Eski sevgililerini unutmuş gibi yapmalı.
*Aşırı lüks tüketim sarhoş etmemeli.
*Çokbilmişleri çok sevmeli.
*Bir ıslık sesi duyduğunda asla arkasına bakmamalı.
*Tutunamamış bir şarkıcının tüm şarkılarını bilmeli.


Aman tanrım o nasıl bir su faturası! Hesaplarım doğruysa ben geçen ay sadece dört damla su içmişim ve hiç sifon çekmemiş, hiç de yıkanmamışım. Kabul pek yıkanmakla aram yoktur ama en azından tuvalet terbiyemi daha üç aylıkken kendi kendime çok net bir şekilde verdiğimi anımsıyorum. Bu şoku atlatmam zaman alacak gibi. Dört damla ya. Acaba ayrıntılı döküm mü istesem.

27 Haziran 2015 Cumartesi

Altıpatlar

Altıpatlar
Allahverdi’ye bir gün Allah gerçekten bir silah verdi. Gece üçü on dört geçe uyandığında yastığının altındaydı altıpatlar. Daha önce gerçek silah görmemiş de olsa yabancılamadı. Belki üç yaşından beri bilgisayarda adam öldürmediği gün yok gibiydi. Kurşunları çıkartı, emniyeti var mı yok mu diye baktı; eski bir silahtı, yoktu, şaşırmadı. Parmağında çevirmeye başladı kovboy filmlerindeki gibi. Sağa sola nişan aldı, tetiğe basmadan ağzından dıkşın dıkşın sesleri çıkarttı sessizce. Sanki silahla doğmuş gibiydi. O gece silahı eline aldığı an Allahverdi’nin, amel defteri açılmıştı ve bilmiyordu ki o gün hayatının son günüydü. Allahverdi on iki yaşından gün alıyordu.
Oynadı silahla biraz, babasının aldığı oyuncak silahlara benzemediği aşikardı; daha soğuk ve daha ağırdı; muhtemelen gerçekti ama emin olması içi ateş etmesi lazımdı. Tam altı tane kurşunu vardı. Silah Alaaddin’in lambasındaki cinin üç dilek hakkı vermesi gibi ona altı kurşun vermişti. İstese de başka kurşun bulamazdı, en azından yakın gelecekte. Bunları düşündü ve altı kurşundan birini silahın gerçek olup olmadığını anlamak için denemeye karar verdi. Kalktı, her zamanki gibi sessizce evin kapısını açtı ve parmak uçlarında apartmandan çıktı. Bunu daha önce de yaptığı için tecrübeliydi. Annesi ve babası çok sesli horladıklarından uygun zamanı kestirmek çok kolay oluyordu. Silahı denemek için en uygun yerin sahil olduğunu düşündü. Şezlonglardan birini dik koyup denize doğru ateş edecekti. Hem bu sayede kimse yaralanmazdı da. Elinde altıpatları koşarak sahile indi ve tahta şezlongu dikti. On metre kadar geri çekildi. Silahını sağ eline aldı, şezlonga doğrulttu ve ateş etmek için tetiğe tüm gücüyle batı. Tetik çok sertti. Ateş almadı. Gücü yetmedi Allahverdi’nin. Sonra sol eliyle de tuttu ve iki işaret parmağının gücüyle ıkına ıkına tetiğe bastı. Bomba batlar gibi bir ses çıktı. Altıpatlar Allahverdi’yi geriye doğru çok sert bir şekilde itti, üç dört adım geri gitti savruldu ve beşinci adımda düştü. Silah hala elindeydi. Kalktı ve şezlonga baktı, kocaman bir delik vardı.
Yine elinde silahı koşarak eve geri koştu ve sessizce yatağına girdi. Elindeki silah gerçekti. Silahını hiç elinden bırakmıyordu. Güneş doğuyordu ve Allahverdi yatağında elinde silahı öldüreceği kişileri ve hava atacağı arkadaşlarını düşünüyordu.
Beş kurşunu vardı. Bu da en fazla beş kişi demekti. Düşündü, öldürmek istediği beş kişi yoktu. Kendini bir bok zanneden müdür muavinini öldürmek istiyordu ama o yaz tatili olduğundan memleketine gitmiş olmalıydı, Eylül’e kadar iki ay beklemesi lazımdı. Fener’in şampiyonluk maçında kırmızı kart gören Dia’yı öldürmek istiyordu ama o da başka bir ülkedeydi ve bir daha Türkiye’ye geleceği meçhuldü. Bir de Arzum’u öldürmek istiyordu. Kendini bildi bileli Arzum’dan nefret ediyordu.
Sabah kalkar kalkmaz Serkan’ı arada hava atmak için. Proje çocuk Serkan’ın öğlen tenis, akşam ise tiyatro kursu vardı. Kurs çıkışı annesi onu alacak ve beraber sinemaya gideceklerdi ve gerçekten elinde bir silah olduğuna inanmıyordu. Sonra sürpriz çocuk Cemil’i aradı. Cemil’in anne babası hiç çocuk düşünmedikleri halde doğmuştu Cemil, sürprizi oradaydı. Cemil’in annesi Cemil evde değil diye yalan söyledi. Sevmiyordu Allahverdi’yi ve Cemil’le görüşmesini istemiyordu. Yine de o kadın için bir kurşun harcamaya değmez diye düşündü, hem Cemil’e ayıp olurdu. En son Çingene çocuğu Utku’nun evini aradı. Malum yaşlar henüz cep telefonu için erken, telefonu açan olmadı. Kimseye hava atamayınca silahı olmasının çok da bir anlamı yoktu. Zaten öğlen olmuştu ve Allahverdi hiç uyuyamamıştı.
Ben biraz hava almaya çıkıyorum, diye çok havalı bir şekilde evden çıkıp, elinde silahı sokaklarda yürüdü Allahverdi. Kimse de ne o elindeki, demedi; sokaklarda köşeleri tutmuş serseri takımının gözlerinin içine baka baka yürüdü, kimse ona ilişmedi; parkta kola, çekirdek, sigara yapan it kopukla direk göz teması kurmaya çalıştıysa da kime ona aynı diklikte bakmadı. Bir olay olmasının ve silahına davranmanın hayalini kurdu ama ortam süt liman, şehir hiç olmadığı kadar sakindi. Bankaların önünden geçerken içeriden soyguncuların çıktığının ve beşini de birer kurşunla yere yığdığının ve polisin ona madalya taktığının, okuldaki bayrak töreninde de müdürün onu alkışlattığının hayalini kurduysa da bankadan da soyguncu çıkmadı. Sokakta aradığı macerayı bulamayınca eve döndü. Akşam yemeğinde silahı masanın üstündeydi. Anne ve babası durumu yadırgamadı. Herkes oyuncak olduğunu sanıyordu ama yanılıyorlardı ve bu Allahverdi’yi son derece sinirlendiriyordu. Tesadüf bu ya, annesi irmik helvası yapmıştı. Canı hiç helva çekmedi, odasına çekildi Allahverdi.
Hapishaneye on sekiz yaşında girildiğini, kimsenin bu yaşta bir çocuğun silahla ateş ettiğine hakimin inanmayacağını düşündü. Öbür dünyaya gelince Allah affeder, dedi geçti. Sonra tekrar Arzum’u düşündü. Hazır silahı varken Arzum’u öldürmeliydi. Hatta böyle berbat bir insan yetiştirdikleri için anne ve babasını da. Üç kurşun Arzumlar’a gidice iki kurşun hakkı kalıyordu. Birini arkadaşlarına hava atmak için kullanırdı. Son kurşuna da sonra karar verirdi. Belki de hiç kullanmazdı. Lazım olacağı güne saklardı. İçinde kurşun olmazsa silahı olmasının hiçbir manası yoktu.
Saat gece yarısını geçince, bir iyi geceler bile gelmeden salonun ve anne babasının yatak odasının ışıkları söndü. Biraz bekledi Allahverdi, horlamalar başlayınca yine sessizce evden çıktı. Arzumlar zaten yan apartmanda oturuyorlardı, balkonları karşılıklıydı. Evden çıkmadan bakmıştı, Arzum’un ışığı yanıyordu.
Zile bastı Allahverdi elindeki silahın ona verdiği yetkiye dayanarak. Bir daha bastı. Üçüncü basışta kapıyı Arzum açtı. Yavaş bas herkesi uyandıracaksın, dedi her zamanki soğuk umarsızlığıyla. Neden geldin, ne var; bile demeden döndü arkasını gitti, Allahverdi de arkasından. Odasına girdiler beraber. İlk kez Arzumlar’a geliyordu. Her şey derli topluydu; yatağı, çalışma masası, kitaplığı, oysa o hiç böyle olduğunu tahmin etmemişti. Odanın ortasına bir sandalye koymuş. Avizesini sökmeye çalışıyordu Arzum. Merdivenin üstünde her zamanki aşağılayıcı bakışlarıyla, Ne o elindeki, beni mi öldüreceksin? dedi. Evet, dedi Allahverdi, sesi titriyordu. Elinde silah bile olsa üstünlük her zaman olduğu gibi Arzum’daydı. Hatta o an neden Arzum’u öldürmek istediğini daha iyi kavradı. Kimse onun gibi ezmiyordu Allahverdi’yi. Her lafıyla, her mimiğiyle, her bakışıyla sanki çiğniyordu, eziyordu, tükürüyordu onu. Bunları düşünürken Arzum devam etti. Hiç kusura bakma, beni öldürme izin vermem. Kendimi ben öldüreceğim. Tut şu avizeyi. Avizeyi sökmüş Allahverdi’ye vermişti. Usulca yere koyarken, Arzum bu sefer; yorganın içinde ip var onu da ver, dedi. Allahverdi yorganın altına saklanmış zar zor bulup uzattı. Kahverengi çarşaf takımının içinde kahverengi ipi bulmak kolay değildi. Arzum ipi aldı ve birkaç düğüm attı, sonra bir ucunu boynuna diğer ucunu avizeyi çıkarttığı çengele taktı; sonra Allahverdi’ye baktı ve Senin gibi bir aptalla aynı gezegeni paylaşmak bile ölümü cazip kılıyor, deyip ayağının altındaki sandalye bir tekme attı.
Sandalye düştü, bir kütürdeme sesi geldi ve Arzum’un boynu yana düştü. Yavaş yavaş sallanıyordu Arzum, bir dakika kadar öylece sallanışını izledi. Önce silahına sonra saate baktı Allahverdi. Üçü on iki geçiyordu. Arzum’un sallanan cesedi uykusunu getirdi. Yatak karşı konulamaz geldi Allahverdi’ye. Işığı söndürmeye gidecek bir gücü yoktu. Yatağa yattı, yorganı üstüne çekti, dizlerini de kendine doğru çekti ve uykuya daldı. Saat üçü on dört geçiyordu. 

23 Haziran 2015 Salı

Yıldırım Düşmeli Bir Müştak Kamil Alutçu Hikayesi

Yıldırım Düşmeli Bir Müştak Kamil Alutçu Hikayesi

Bendeniz Müştak Kamil Alutçu. Kendini emekli emekliye ayırmış bir sünger tüccarıyım; arada hava almak, yol yapmak istersem çalışıyorum. Keyfekeder. Bulaşık süngeri olan sünger değil, yatak döşeklerdeki süngerlerle ilgileniyorum. Hiç dükkanım olmadı, çünkü gerek olmadı, bir kamyonetim var benle akran; gider peşin para ile alır, gider peşin paraya satar, uykum gelince kamyonetin arkasındaki süngerlerin içinde uyur; asla vergi, imkansız rüşvet vermem. Umduğumdan daha çok param var, köyümdeki doğduğum eve de yerleştim. Havuç ekiyorum, havuçları toplayıp yılkı atlara veriyorum.
Gençken pek bir şeye benzemediğimden hiçbir kadın bana bakmadı, orta yaştayken saçlarım dökülmeye ve beyazlamaya başladı, karşı cinsin bana olan ilgisinde pek değişiklik olmadı ama biraz daha yaşlanınca; saçlarım iyice beyazlayınca; kulak, burun kıllarım ve kaşlarım uzayınca dünyam değişti. Hayatımın 60 yılı kimse bana bakmazken artık bakan bir daha bakıyor hatta hemen etrafındakilere beni gösteriyor, telefonları ile fotoğrafımı çekiyor, sarılıyor, kucaklıyordu hatta ağlayanlar bile var. Durumun ben de farkındaydım, hem de her tıraş oluşumda sonra aynaya baktığımda. Cebimde pek para yok ama tüm paralarda benim yüzüm var. Atatürk’e benziyorum. Hem de çok.
Orta Anadolu’da durum katlanılabilir boyutlarda ama İzmir tam bir cehennem. Benimle fotoğraf çektiren kabarık saçları olan yaşıtım kadınlar bana telefon numaralarını veriyor ve Facebook’tan arkadaş olmak istiyor, Facebook’un ne olduğunu bilmememe şaşıyorlar. Oysa benim atlarım var. Demokrat parti geleneğinden gelen ve her seçim başka sağ partiye oy atan bir adamım. Sağda kapı daha çok, sola göre çok şanslıyız.
Yağmurlar çok yağdı son sonbaharda. Mevsim normallerinin üstünde. Çok rüzgar esti, inanmazsınız hortum oldu. Bizim buralarda hiç hortum olmazdı. Atlarım aç kaldı. Fırtınadan köye de gelemediler. Baktım onlar bana gelemiyor ben onlara giderim dedim. Doldurdum havuçları kamyonetimin arkasına; yağmur çamur, sel fırtına hatta hortum demeden vurdum kendimi dağlara. Atlarımın bir kahramana ihtiyacı vardı. Kamyonetim bir yerde çamura saplandı beklediğim gibi. Ama ben pes etmedim. Yükledim sırtıma havuç çuvalını, yola devam ettim.

Bir insanın yaşadığı ülkedeki tüm paralardaki resme benzeme ihtimali milyarda kaçtır?
Peki bir insanın yıldırım düşerek ölmesi ihtimali?


22 Haziran 2015 Pazartesi

pazartesi - gelenekselleşmiş nizam ve intizam turum

Siz bilmezsiniz ama ben bazı geceler sokaklarda gezer ve düzeni sağlarım pazartesi antiheroları. Sabah kalktığınızda sileceğinizin kaldırıldığını ya da arabaların harika park edildiğini görürseniz bilin ben gece geçmişimdir. Dün gece yine böyle bir nizam ve intizam turumda çok acayip bir mahalle ile karşılaştım

*Girdiği evin kaç metrekare kare olduğunu ve gördüğü insanın boyunun kaç santimetre olduğunu gözleri ile ölçebilmeli.
*Nazarı değen iflah olmamalı.
*Evinin salonunda soyağacı olmalı.
*Simetrik iki soru işaretinden oluşan kalp ikonuna hayatında yer vermemeli.
*Ölümsüzlüğüne inandığı anları olmalı.
*Ay ışığı altında çırılçıplakken eline gitar aldığında az biraz tıngırtada bilmeli.
*Şehri güzelleştirecek önerilerini belediye başkanlarına bir brançta paylaşmalı.

Gecenin üçü, hemen hemen tüm ışıklar yanıyor ve evlerden çatal bıçak kaşık sesleri geliyordu. Bu saatte bu ne yemeği, diye düşündüm. Obizete ile olsan savaşımı herkesçe malum. Tüm sokağı kapının önüne indirdim ve din, dil, cinsiyet ayrımı yapmadan daldım. Sonra bir baktım birkaç davulcu gelmiş dayağıma tempo tutuyor. Onları da dövdüm. Gece yemek, davul falan bana bir şey anımsatıyor ama çıkartamadım.

15 Haziran 2015 Pazartesi

pazartesi - ölümsüzlük üzerine bir tez

Bahar yorgunluğu iyiden iyiye hissettiğim Çarşamba gecesi bir soytarıyı bizim sokakta dolanırken gördüm pazartesi sufistikeleri. Derince bir nefes aldım ve kel kafasına tükürdüm dümbüğün ve “Gel, anlat ve dayağını ye!” dedim. Koşarak geldi ve “Rahatsız ediyorum ama sanırım ölümsüzlüğü buldum” dedi. Bu kaçıncıydı yaa…

*Benden gayri olmazsa olmazı olmamalı.
*Çiçeklerden taç yapmamalı.
*Korkusuzlara acımalı ama onları iyileştirmeye çalışmamalı.
*Yüce divan şakası yapmamalı.
*Bir ülkeyi yönetmeye kalkarsa maliyet bakanlığı kurmalı.
*Havai fişek sevmemeli.
*Daha renkli bir seks hayatı için kendisine istediğim zaman plastik makyaj yapabilmeli.


Ben sormadan anlatmaya başladı. İnsan ömrünün temelinde bilinç varmışmış. İşte hipnozken yaşanan anları Allah yaşamış olarak saymazmış çünkü bilinçli değilmiş kul. İstersem beni hipnotize edebilirmiş ve yılda bir gün uyandırırmış. Böylece her günüm bir yıl olurmuş ve insanlığa daha çok hizmet edebilirmişim. Denemeye değer buldum ve soytarıyı hipnotize edip tavuk olduğuna inandırdım; apartmanın önüne de bağladım. Seneye unutturmayın da uyandırayım.

13 Haziran 2015 Cumartesi

babam tek kollu olmayan bir postacıydı

Babam Tek Kolu Olmayan Bir Postacıydı

Babam tek kolu olmayan bir postacıydı. Sol kolu dirseğinin dört beş santim üstünden kesikti ve neden öyle olduğunu bana hiç söylemedi. Kesik yerinden dikkatli bakılınca kemiği gözükürdü, sanki zar gibi bir deri tabakasıydı kemiğinin dışarı çıkmasını engelleyen. Zaten hayatımda babamdan iki kez sağ kroşe yedim. Babamın solu ölmüş olsa da sağı süründürüyordu. Birinde daha küçükken ağlaya zırlaya aldırdığım uçan balonu elimden kaçırdığım için, diğerinde ise ergenliği ilk ve en sancılı yıllarında “Artık şu kolunun başına ne geldiğini anlatmanın vakti gelmedi mi?” dediğim için. Onunda dışında standart bir babaydı. Sigara içer, gazete okur; bizimle pek yüz göz olmazdı.
Hikayesinin sonuna geleyim hemen; zaten hikaye pek bir şey bilmemem temeline dayanıyor. Babam emekliliğine sayılı haftalar kala işi başında, bir apartmanın içinde, hiç tanımadığı birinin bankaya olan borcunun hıncını çıkartması sonucu beş kurşunla öldü. Adam sonra karısına sekiz ve kendisini de iki kurşun ayırmıştı. Özellikle kendi kafasına iki kurşun sıkmış olması ve sonra karısına sıktığı sekiz kurşunun da gözlerine denk gelmesi yüzünden babamı ölümü, üçüncü sayfa haberinin içindeki üçüncü haber oldu ve pek kimse tarafından umursanmadı.
Asıl hikaye şimdi başlıyor. Mezarlığa gittiğimizde annem, büyükbabam ve ben acılıydık tabi. Hiç akrabamız olmadığından birbirimize kenetlenmiş hiç ayrılmıyorduk. Babamın cesedini gassal yıkadı, dedemle ben izledik, hem de bir tek kelime dahi etmeden. Gassal dualar ediyordu sanırım, mır mır mır bir şeyler duyuyordum. Cenaze namazı kısmına geldiğimizde camii gayet boştu. Babamdan başka kimse o Çarşamba ikindisi orta büyüklükteki ege şehrimizde – egemizin incisinde- defnedilmiyordu. Ve bu düşük bir olasılıktı. Başkası söylese imkansız derdim ama yaşadığım hiçbir şeye imkansız demem.
Uyduk imama ve cenaze namazına başladık. Oradaki güvenlikten, temizlik şirketinden gelenlerle beraber bir desteyi aşan ama düzineye ulaşmayan tek sıra bir saf oluşturduk. Cenaze namazını kılmayı bilmiyordum. Öyle ortama uyum saplamaya çalıştım. Baktım dedem de bilmiyor; hiç şaşırmadım.
Sırtladık babamın tabutunu ve cenaze arabasına götürdük. Ben, dedem ve annem cenaze arabasının önüne sığıştık ve yine hiç konuşmadan mezara doğru yol almaya başladık. Caminin avlusunda kimse yoktu ama mezarın çevresi çakılı kalabalıktı. Cenaze arabası durunca arabaya doğru yürümeye başlayan en az üç yüz insan vardı; bilemiyorum belki iki yüz. Çoklardı işte anlayın. Sayacak halim yoktu. Şaşkınlık, korku, hüzün, sahipsizliğin verdiği yalnızlık; adamları mı saysaydım. Evet çoğu adamdı. Birkaç kadın vardı, yok değildi ama çok azdı.
Babamın tabutunun başında gittiler ve babamı omuzladılar. Hiçbiri konuşmuyordu. İmam geldi arkadan, imama yol verdiler ama vermediler. Yok saydılar adamı. Ben imamın yerinde olsam kaçardım. Babamın cenazesi olmasa yine kaçardım. Feci bir sessizlik vardı. Sadece ayak sesleri ve arada duyulan kesik öksürükler. Konuşmak dürtüdür aslında ama kimsenin ağzından tek kelime çıkmıyordu.
Bir anda kendimi imamın yanında buldum. İmam yine okuyama başladı, mır mır mır… Mezara indim. Babamı tabuttan çıkartıp kollarıma verdiler, kefenlenmiş babamı sararken elim sol böğrüne gelince babamın kolunun olmadığını bir kez daha hatırladım. Sanırım babama daha önce iç sarılmamıştım ama hikayenin ana unsuru Türk aile yapısında ataerkil bir alışkanlık ve zorunluluk olarak gelen otoritenin sevgiyi dizginlemesi ve boğması falan değil. O kısma girmiyorum.
Kollarımda babam, ölü ağır oluyor derken babamın kefenlenmiş başına kırmızı patlamış bir balon düştü, ipiyle birlikte.
O an babamdan yediğim o ilk sağ kroşe geldi –bkz: ilk paragraf. O kadar da hikayeden kopmuş olamazsın. Tamam savruk anlatıyorum ama girişteki ayrıntının sona bağlanacağını sezmek zor olmamalı- Babamı mezara bıraktım ama bu sefer kızgındım. Neden söylemedi ki kolunun nasıl koptuğunu? İlla gerçeğe değil ki, bazen bir cevaba ihtiyaç duyuyor insan. Bir de bu adamlar kim etrafımdaki?
Elimdeki küreği kimseye vermedim. Üç kürek vardı zaten. Tanımadığım adamlar diğer iki kürekle toprak attılar babamın üstüne yine hiç konuşmadan. Son küreklerden sonra da günün absürtlüğüne uygun bir final yapıp silahlarını çektiler var havaya birer el ateş ettiler. Sanki mezuniyet törenlerinde kep atar gibi. Çok korktum tabi. Önüme geleni itip kakmaya, tuttuğumun yakasına sarılmaya başladım. “Babamın neden kolu yok!”, ”O attığınız kurşunlar bir gün yere düşmeyecek mi sanıyorsunuz?”, ”Siz kimsiniz ulan?”
Hiçbiri cevap vermedi. Arkalarını dönüp onları getirmiş olan otobüslere müthiş bir nizamla binip gittiler. Aradan biri “Dur oğlum dur!” deyince bir çözüldüm. Diyorum ya konuşmak güdü, sessizlik susuzluk gibi.

Dedemdi konuşan, sarılıp “Dur” dedikçe bir sakinleştim. Sarıldı sımsıkı bana başımı kollarının arasına aldı. Baktım dedemin göğsü demir gibi. Adam çelik yelek giyip gelmiş ya. Demek biliyor bazı şeyler. Soracağım ama korkmuyor da değilim; adam eski boksör, çenemi kırar elime verir maazallah. Cevaplar istiyorum; gerçekleri değil, cevapları.

8 Haziran 2015 Pazartesi

pazartesi - özgür irade

Bu hafta hayatımda büyük bir değişim yaşadım pazartesi changeableları. Malumunuz demokrasi insanın kendini bir şey sanmasını sağlayan bir sistemdir. Öyle gider oyunuzu verir ve kendinizi önemsersiniz. Belçikalılarda aynısını yaptı ve istikrardan yana oyunu kullanmayıp başkanlarını değiştirdi.

*Babasının parmaklarının ilk boğumunda kıllar olmamalı.
*Empati kurmasını unutmalı.
*Geç kaldığı zamanlarda mağdurlar sıkılmasın diye onların zamanlarını kırmalı.
*Yapılan son araştırmaları takip etmeli.(konu bağımsız)
*Başka kadınlarla koalisyon yapmayı ciddi ciddi düşünmeli.
* Çevresindeki kadınlar hızlıca delirmeli
*Ses hızını aşan seks deneyimleri yaşatmamalı.


Güzel bir merasim oldu. Eski Belçika first laydisi toz bezini ve viledayı yeni first laydiye gözyaşları ile teslim etti. Giderken sanki kal dememi bekler gibiydi. Belçika iradesini kullandı ve kendisini gönderdi; her ne kadar kendisini hiç sevmesem de sessiz kalma özelliğine hep saygı duydum. Yeni Belçika first laydisiyle beraber güzel çalışacağımızı umuyor ve başarılı temizlikler diliyorum. Eğer çok öterse; ya erken seçim, ya darbe.

1 Haziran 2015 Pazartesi

pazartesi - kulağım kanadı

Gelişimin sırrı sınırları zorlamaktır pazartesi zortlamaları. Rutine kendinizi hapseder, daha fazlasını yapmaktan korkarsanız asla bir adım dahi ileri gidemezsiniz. Zamanla hayat sizler için sıradan ötesi olur ve sonra bir gün ölürsünüz ama hayat o kadar rutindir ki; öldüğünüzü bile fark edemezsiniz.

*Deniz kenarı romantiklerinin korkulu rüyası olmalı.
*Manipülatif dekolteleri büyük göçümlere kapılar açmalı.
*Her yeni ortama girdiğinde yol açtığı derin sessizlikleri umursamamalı.
*Bazen dediklerinden hiçbir şey anlaşılmamalı.
*Tıbbın çaresiz kaldığı durumları yadırgamamalı.
*Yaşadığı duyguyu tam tanımlayamadığı durumlarda gülmeyi tercih etmemeli.
*Folklorik fantezileri olmamalı.
*Aşırı korktuğu zaman çantasından…

Ben de bu hafta başında listede bir fazla şey yazma kararı aldım. Tüm hafta daha düzenli uyudum, sabahları sporumu yaptım, gıdama dikkat ettim, kızartmayı bıraktım, ruhum dinginleşsin diye kimseyi dövmedim, sabah güneşe gece aya selam çaktım, tetris oynarken blokları teker teker yıktım; çubuğu beklemedim gereksiz heyecan olmasın diye ama bu kadar yazabildim. Tam sekizinci şeyi yazıyordum ki, baskıdan kulağımdan kan geldi.