29 Haziran 2014 Pazar

pazartesi - tam otuz yıl önce dün

Dile kolay tam otuz yıl olmuş pazartesi thirteenleri. Her şey sanki dünmüşcesine aklımda. O zamanlar tarihi bilimden sayıyor ve önemsiyordum. Hem gençtim de o zaman, öğrenecek çok şey vardı. Büyük komutan, saygıdeğer insan Timur’un canlı insanlardan duvar yaptığını okumuş konu üzerinde düşünürken ziyaretime bilgisayar da oyun oynanması fikri için icazet almaya bir grup bilim adamı gelmişti.

*Bazı içinden çıkılmaz durumlardan birkaç damla gözyaşı ile sıyrılabilmeli.
*Her hapşuruğu en az on tane ‘çok yaşa’ alabilmeli.
*Hiç farkında olmadan birçok şeyi yapmalı.
*Zıpkını ile daldığında karşısında devasa bir açık büfe görmeli
*Bana fark ettirmeden gizli tatiller yapabilmeli.
*Rakamlarla arası harflerle olduğundan daha iyi olmalı.
*Zehir konusunda yeniliklere açık olmalı.


Birini döve döve küp yapmıştım, diğerini ise ite kaka ‘T’ şekline getirmiş, ötekini ise eğe büke ‘Z’ şekline getirmiştim. Duvar örmüştüm. Hatta en kenarda boşluk kalmıştı da uzun olan bir tanesi çubuk gibi dikmiştim. Tetris fikri sonra bu duvarı oluşturan afacanlardan çıkmıştı. Sağolsun ilk örneği de bana getirmişlerdi. O günden beri hiç yanmadan oynar dururum.

28 Haziran 2014 Cumartesi

Hakimin Dikkat Sorunu Vardı, Suçlu İse Deneyimlere Açık Bir Karakterdi

Hakimin Dikkat Sorunu Vardı, Suçlu İse Deneyimlere Açık Bir Karakterdi

Birinci bölüm.

Sırf İngilizce öğrensin diye çocuğun kreşine servis hariç aylık bin yüz lira veriyordum ama hala muza ‘bunane’, televizyona ‘telefişyon’ diyordu. Arabamın motorunda sadece benim duyabildiğim bir gıcırtı vardı ve bu ses beynimi acıtıyordu. Hanım bu aralar her zamankinden daha çok dırdır yapıyor ve her ay saçının rengini ya da modelini değiştirip duruyordu. Yan komşu tüm uyarılarıma rağmen ayakkabılarını kapının önünde bırakıyor ve ergen veletleri metal müzik dinliyordu. Yargı karışıktı, kendi içinde güçler ayrılığı yaşıyordu ve taraf olmazsam bertaraf olacağımı sezebiliyordum. Tüm bunları enikonu düşünmekten doğru düzgün uyuyamamış; afyonum patlamadığından ağır ağır tıraş olmuş, kahvaltı yapmaya fırsat bulamadan kendimi arabaya atmıştım. En önemlisi bir yudum bile çay içememiştim.

O sabah karar duruşması vardı ve tüm Türkiye’nin gözü kulağı benim hakimi olduğum duruşmayı basına açık yapmaya karar vermiştim. Zaten kararı bir hafta öncesinden yazmıştım, adamın suçu sabitti; sadece bir tiyatro oynayacaktım o kadar. “Karar verilmiştir” diyecektim ve kalemi kıracaktım...

Her şey tam planladığım gibi de oldu; önce “Gereği düşünüldü”, sonra da “Karar”, dedim en tok sesimle. Herkes ayağa kalktı. Herkesin gözü kulağı ağzımdan çıkacak kelimelerdeydi. Muhteşem bir sessizlik vardı. İnsanların beni cep telefonu ile çektiğini görebiliyordum. İki dakika sonra tüm haber kanallarında flaş haberlerdeydim. “Sanık G.G’nin suçu sabit görülmesi üzerine intiharına karar verilmiştir” dedim ve ağzımdan yanlışlıkla intihar lafının çıkması ile kalem elimden fırladı, sanki yere atmışım gibi bir görüntü ortaya çıktı.

İkinci bölüm.

İngilizlerin bir sözü vardır, hayatta ensest ve polka dışında her şeyi deneyeceksin. Ben de örnek vatandaş olarak geçirdiğim kırk iki yılın sonunda bu kanıya vardım ve tüm suçları denemeye karar verdim. Önce küçük suçlar işledim. Bir sokaktaki tüm arabaların lastiklerini patlattım. Sonra bir arabayı durup dururken yaktım. Sonra yaşlı bir kadının çantasını çaldım. Hırsızlığın da hazzı farklıydı. Tatile giden insanların evlerine girdim. O da kesmedi, gece insanlar uyurken hırsızlık yaptım. Bir gece evin babası uyandı ve onu dövdüm. O günden sonra da şiddete merak saldım. Yolda yürüyen birini dövdüm önce. Sonra başka birini öylesine, sırf kendimi denemek için dövdüm. Okulu asmış, parkta kola içip çekirdek çitleyen liselileri dövdüm. Derken hırsızlıkla şiddeti birleştirmeye karar verdim ve gasba başladım. Artık suçu öğreniyordum. Bakkal çakkal soydum birkaç tane. Hem de dükkan sahibini döve döve. Bu olaylarla adım duyulmaya başladı ve bunu da sevdim. Artık işlediğim her suçtan sonra imza olarak tahta kalemi ile suçun altına imzamı atıyordum. Suç bağımlılık yapıyordu ve her seferinde işleri büyütmem, kendimi geliştirmem ve haberlere çıkmam gerektiğini düşünüyordum. Cinayete karar verdim bir kahvaltı sofrasında ve işe internetten numarasını bulduğum bir fahişe ile başladım. Cesedin üzerine elbette imzamı attım. Sonra insanlığa zararlı olduğunu düşündüğüm birkaç kişiyi öldürüp imzamı attım. Siyasetçileri kimse sevmiyordu ve insanlar hayran olmaya çok meyilliydi. Hemen sevenlerim, hayranlarım oluştu. Cinayetlerim birbirlerini izledi ama yorgunluğu da hissetmeye başladım. İnsanlar beni bilsin isteği ve muhteşem bir son yapma fikri uyumadan önce kafamda dolanmaya başlamıştı. Hırsızlığın ve şiddetin birleştiği en üst nokta olarak şehir merkezinden bir banka soygunuyla jübile yapmaya karar verdim. Cephanemi doldurdum ve hiçbir inceliği olmadan içeri gidip güvenlikleri ve birkaç gişeciyi mıhladım. Kahraman bendim ve başkasının kahraman olmasına izin veremezdim; bu nedenle hareket eden birkaç kişi daha öldürdüm. Çantalarla paralar gelirken polisler de geldi. Hatta istesem polisler gelmeden kaçabilirdim, her zaman olduğu gibi geç kalmışlardı. Sonra tam yirmi bir saat rehinecilik oynadım ve en sonunda “Beni siz yakalamadınız, ben sıkıldım” diye bağırarak bankadan çıktım. Suçlarımı yazdığım kitabım benim üçüncü duruşmamın olduğu gün çıkmıştı bile. İnsanlar beni tanıyor ve seviyordu.

O gün de artık son duruşmamdı ve idam kararını bekliyordum. Hakim intiharıma karar verince kan beynime sıçradı. Pis adam benden rol çalmıştı.

Üçüncü bölüm.

Gerçekten de tüm gazete ve televizyonlardaydım.

Kararım dünya yargı tarihinde bir ilkti ve devrim olarak gözüküyordu. Sadece yaşlı liberal bir gazeteci dilimin sürçmüş olabileceğini söyledi ama kimse ona inanmadı ve işi sulandırmakla suçladı. Herkes intihar kararımın idam cezasına bir tepki olarak verdiğimi düşündü. İdamın bir çeşit devlet eliyle işlenen cinayet olduğuna ve benim bu postmodern kararımla bazı şeyleri değiştirmek için elimi  taşın altına koyduğumu söyleyenler de oldu. Özellikle kalemi kırmayışım ve yere atışım artık hukukta yeni bir geleneği başlatmıştı. Eski kararlarım incelendi, daha önce on altı tane idam kararı vermiştim. İnsanlar benim son kararımın altında derin bir pişmanlık yatabileceğini de düşündüler. Dünyaca ünlü psikologlar ve hukukçular hakkımda makaleler yazmaya başladılar. Lise, üniversite yıllıklarım karıştırıldı, askerlik arkadaşlarım ve komutanlarıma nasıl biri olduğum soruldu; adını dahi hatırlamadığım çocukluk arkadaşlarım yine hiç hatırlamadığım hümanizmimi öven anılarımı televizyonlara çıkıp anlattılar. Tüm röportaj tekliflerini reddettim ve bu ulaşılmaz tavrım daha da bir büyüttü beni insanların gözü önünde. Meslektaşlarım da zaten bir ayrımın eşiğindelerken üstüne üstlük benim bu akılamaz kararım iyice kafalarını karıştırmıştı. Birkaç gün sessizliklerini korudular sonra da beni taraflarına çekmeye ya da beni taraftarlarıymış gibi göstermeye çalıştılar. Yargının iki tarafından da bana paralel kararlar alınmaya başladı. Duruşmalarda kalemler yere atılır oldu. Adalet Bakanı bile çat kapı odamda beni ziyaret edip; bir isteğim, bir sıkıntım olup olmadığını ve başsavcılık makamını mı yoksa yargıtay üyeliğini kariyerimin ilerisinde düşündüğümü sordu. Tabi ki “Benim amacım vatanıma hizmet, siz nasıl uygun görürseniz” dedim. Yargının diğer tarafındakiler ise adliye tuvaletindeki fısıldaşmalarda Adalet Bakanı olmak hakkındaki görüşlerimi sordular. Onlar da “Hayırlısı” dedim.

Dördüncü bölüm

Tabi ki intihar etmeyecektim. Tamam daha önce hiç denememiştim ve yeni deneyimlere açık bir insandım, ölümden de zerre korkmuyordum ama intihar etmek kaybetmek demektir; bunu kendime yediremezdim.

Hantal ve aptal işlemesi ile ünlü devlet mekanizmaları, konu benim intihar cezama gelince kendini aşmıştı. Önce odama bir halat bıraktılar. Kendimi asmak isteyeceğimi düşünmüş olmaları çok gülünçtü. İp atladım halatla, daha önce hiç ip atlamamıştım; sonra da köşeye bir yere attım gitti. Odama bir küvet koydular sonra ve bir de saç kurutma makinası; sempatik bir girişimdi. Daha önce hiç küvetli bir evde oturmamıştım ve su parası çok gelir diye köpük banyosu yapamamıştım. Uzun uzun yaptığım, ellerimi buruş buruş eden köpük banyolarımdan rahatsız olacaklar ki, bir hafta sonra küvetimi geri aldılar. Jilet bıraktılar başka bir gün; soğuk çeliği elime alıp tıraş olmak her erkeğin yaşaması gereken bir deneyimdi, hele sakallarımdan gelen çıtçıtçıt sesi. Uzun yıllar sonra ilk kez her sabah tıraş olmaya başladım. Sonra onu da elimden aldılar. İşlemeli, gıcır gıcır bir sallama geldi, oynaması çok keyifliydi; daha önce hiç tatmadığım bitirim abi, kabadayı havası hissettirdi bana. Acemisi olduğum içim parmağımı kestiysem de bu yara beni öldürmezdi, beni öldürmeyeceğini anlayınca elimden sallamamı da aldılar. Zehir yöntemini denemeye kadar verdiler ve yemeklerimin yanında tuzluk ve karabiberlik gibi zehir sunmaya başladılar. Zehir ile ne yapılabilir düşünüp durdum. Küçük deneyler yapmaya başladım. Güneşe bırakıp deriştirdim, suya katıp köpürttüm; kimya ile daha önce ilgilenemediğim ve kimseyi zehirleyerek öldürmediğim için hayıflandım durdum. Tabi tatmayı hiç düşünmediğim için yanıma zehir koymayı da bıraktılar. Bir seferinde gelen zehir tuz gibiydi. O günden sonra tuzu da bıraktım. Devletin beni öldürme girişimleri sağlığıma daha iyi geliyordu. Silahla kendimi öldürmek istiyorum, diye dilekçe yazdım cezaevi yönetimine; sırf denemek için. İçinde tek kurşun olan eski bir silah verdiler bana, ben de silahı getiren gardiyana ateş ettim ama vuramadım. Silahta mı bir ilginçlik vardı yoksa içerisi mi beni köreltmeye de başlamıştı bilemedim de. Ama bu hareketim pek hoşlarına gitmedi ve beni çok acayip bir hücreye tıktılar. İçeride hiçbir şey yoktu. Sadece duvara monte edilmiş kırmızı bir düğme, o kadar. O düğmeye basarsam bir şey olacağını biliyordum ve hiç basmadım. Tuttum kendimi. Benden farklı olarak zekalarının bittiği yerde şiddetleri başladı. Bol bol dayak yedim. Ben şiddetin iki tarafında olmayı da seviyordum ve böyle kuru dayak yemek de daha önce denemediğim bir şeydi. Aynı zaman da bu dayaklar ileride olacakların sinyalini veriyordu ve benim artık sonum hakkında bir fikrim oluşmaya başlamıştı.

Beşinci bölüm.

Aldığım kararla kazandığım saygınlık, aldığım kararın uygulanmaması ile yavaş yavaş kayboluyordu. Kamuoyunda imzacı katilin ölmesi gerektiğini düşünenler benim gibi çoğunluktaydı ama adam sağladığımız tüm imkanlara rağmen intihar etmiyor, edecek gibi de durmuyordu. Hatta hayranlarına yazdığı cevap mektuplarda intihar etmeyi kaybetmek olarak göreceğini ve asla intihar etmeyip mücadelesini sürdüreceğini söylüyordu. Tabii cezaevi yönetimi mektupları önceden okuduğu için bu bilgi dışarı sızmıyordu. Ben de çaresizlikten tarafımı seçmiştim. Adalet Bakanı’nın cep telefonuna mesaj attım “Efendim konuşmamız lazım”

Gece yarısı Adalet Bakanlığında Bakanla baş başa konuşuyorduk. O da durumun sarpa sardığının farkındaydı. Gerçekten intihar edeceğini düşünüp düşünmediğimi sordu. “Evet, psikiyatri raporlarına dayanarak bu kadarı verdim”, dedim. Adalet Bakanı’nı bile kandırabildiğime göre iyi bir yalancıydım. Eğer onlarla beraber hareket edersem bu sorunu çözebileceklerini söyledi. “Ben zaten hep sizinle beraberdim” dedim. Her yıl nezarethanelerde ve cezaevlerinde kaç kişi işkenceden öldüğünü bilip bilmediğimi ve o ölümlere  intihar raporu verdiklerinden haberimin olup olmadığını sordu. “Nasıl uygun görürseniz” dedim. Çözüm yolu gözükmüştü. Hanımımı ve çocuğumu, arabamın markasını ve komşularımla ilişkilerimi sordu. Ayakkabılarını dışarı çıkartan komşularımla aile dostuymuş, şaşkınlıkla öğrendim. “Harika insanlar, harika komşular. Özellikler o oğulları yok mu? Bu vakitte böyle efendi bir çocuk, maşallah. Geldiğinizde muhakkak bize de bir kahve içmeye uğrayın”, dedim. İşlerinin yoğunluğundan yakındı ve eğer vakit bulabilirse seve seve geleceğini söyleyip sohbeti sonlandırdı.

Altıncı bölüm.

Eski hücreme atılmıştım tekrar. Keşke başka bir hücreye atsalardı, başka bir şey görmüş olurdum. Gece uyudum, sabah uyandım kahvaltıda plastik çatalla pörsümüş bir zeytini yakalamaya çalışırken yaşlı bir adam hücremden içeri girdi ve suratıma donuk donuk bakıp “Ben Süleyman, emekli bir komiserim” dedi. Dışarıdan hücreme doğru yeşil bir bahçe hortumu uzanıyordu ve hortumun ucu adamın elindeydi. “Açın suyu” diye bağırdı. Buz gibi suyu alnımda, boğazımda hissettim. Karşımdaki adam benden hem yaşlı, hem de güçsüz duruyordu. Elinde ise sadece bir hortum vardı. İstesem saldırırdım, su o kadar da tazyikli değil ama  direnecek gücü bulamadım kendimde. Hayatta en son yaşayacağım deneyimler biri de buymuş demek, pes etmek. Bir yandan ıslattı bir yandan da hortumla dövdü beni. Ne kadar ayık kaldım bilemiyorum.

Yedinci bölüm.

İmzacı katilin intihar ettiği haberleri benim intihar kararı verdiğim günkü gibi sükse yaptı. Odasındaki battaniyenin kenarlarını söküp odasının penceresine bağladığı ve kendini orada astığı söyleniyordu. Ceza infaz memurları her şeyi kameralardan izlemiş ve tabi ki intiharını engellememişlerdi.


Tüm basın bir kez daha beni konuşuyordu. Övgü dolu sözler duymak harikaydı. Olaydan sonra Adalet Bakanı tüm hakimleri tatlı bir dille tehdit etti, artık intihar kararı vermek, kalemi yere atmak yasaktı.

22 Haziran 2014 Pazar

pazartesi - dünya vatandaşlığım

Dünya vatandaşı olmanın belli başlı zorlukları vardır pazartesi küreselleri. Aidiyetsizlik hissedersiniz ara sıra. Memleketinizi özler, memleketsizliğin içinizde bıraktığı boşluğu dolduramazsınız. Çok seyahat ettiğinizden jet lag bir yaşam tarzınız olur. Herkes, her yer size aynı gözükmeye başlar.

*UNESCO ile aralarında bir şeyler olmalı.
*Doğa fotoğrafçılarını paparazzi sanıp dövmüşlüğü olmalı.
*Arada sırada gizemli birkaç şey söyleyip kaybolmalı.
*Sırtına şezlong izleri çıkmamalı.
*Astronomiyi pek takmamalı.
*Sol kaşımı kaldırdığımda bir terslik olduğunu sezmeli ve önlem paketi hazırlamalı
*Rahat batmalı.


İşte böyle sabah megafondan “Tomate” diye bir ses duydum gibi geldi. Camdan baktım, bir kamyon dolusu domates. Yıllardır domates savaşı yapmıyordum, diye içimden geçirip; koşup atladım kamyonun kasasına. Önce elinde megafon olan adamı kafasına çaktım domatesi, sonra yoldan geçenlere. On dakika geçti, on beş dakika geçti; benden başka kimse eğlenmiyor. Domatesler bitince ve  megafonlu adam “iki bin lira rica edeyim” deyince, bende jeton düştü. Domates savaşı İspanya’da oluyordu.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Anti – Zabıta Manifesto


Anti – Zabıta Manifesto
-Martin Handford’a-
Aydınlık bir bahar akşamı iş çıkışı, büyük bir kalabalık olarak dolmuş durağında sıkış tıkış dolmuş bekliyorduk. Derken bir anda, bir arbede oldu. Sekiz on tane zabıta, seyyarları kovalamaya başladı. “Kaç kaç kaç” sesleri geliyor; tezgahını kapan seyyar satıcılar kaçarken, kösele ayakkabıları ve ellerinde telsizleri ile şişman zabıtalar kovalamaya çalışıyordu ama yakalayacak gibi de değillerdi. İşte onu ilk kez o an gördüm. Enlemesine kırmızı beyaz çizgili tişörtü, tişörtü ile aynı desende şapkası, mavi kot pantolonu ve gözlükleri vardı. Muz tezgahına doğru koşan zabıtaya öyle bir kafa attı ki, zabıta un çuvalı gibi yere yığıldı. Yerdeki zabıtaya hiç bakmadan koşup başka bir zabıtanın midesine bir yumruk, bir ötekinin beline bir tekme... Her şey bir dakika içerisinde oldu bitti. Tüm zabıtalar baygın yatıyordu. O da hiç etrafına bakmadan koşarak dolmuşun tekine tıkıştı. Biz de yerde yatan zabıtalara baktık ve dolmuşumuz gelince binip, evlerimize gittik.

Daha sonra bir semt pazarında ortaya çıkmış ama ben orada yoktum. Bunu bana kendi anlattı. Pazarda bir tur attım ve en ucuz muz ve lahananın yerlerini öğrendim, dedi. Sonra muzu aldım, lahanacıya doğru yürürken yolun ortasında iki tane zabıta gördüm. Ellerinde sigara, gelip geçen kızlara bakıp kötü adam kahkahaları atıyorlardı; hatta yaşlı olan zabıtanın elinde ısırılmış bir kıpkırmızı bir elma vardı. Dayanamadım, yavaşça arkalarından yaklaştım ve ikisinin kafasını tutup birbirlerine tek seferde tokuşturdum. Güm! İki zabıta oldukları yere yığıldılar, Battal Gazi’den dayak yiyen Bizans askerleri gibi. Ben de gidip lahanamı alıp evinin yolunu tuttum, dedi. Kimse görmedi mi, diye sorduğumda; kesin gördüler ama kimse sesini çıkartmadı, dedi. Kaçmadın mı, dedim; Hayır kaçmadım, dedi.

Onu asıl ünlü yapan olay ise bir kafe de gerçekleşti. Hani Youtube’ta birkaç milyon kez izlenen video. Bizimki kafenin en dibinde cep telefonuyla oyun oynuyor bir yandan da çay ve sigara içiyor; bir arkadaşı geç kalmış, onu beklerken zaman öldürüyor. Sonra bir anda sigara denetçileri gelecek diye sigaraları topluyorlar. Denetçi menetçi gelmiyor ama bir araba dolusu zabıta geliyor ve bizimkinin yan masasına oturuyorlar. Bir güzel yemek yiyorlar, tam tatlıları geleceği an sigaraları yakıyorlar ve bizimkinin şalter o an atıyor. Bu kez diğer seferlerde olduğu gibi döv kaç yapmıyor; yine açılışı kafa ile yapıyor ve beş zabıtayı beş dakika elli saniye çok temiz dövüyor. Hele son sahnede sigarasını yakıp kafeden çıkarken herkesin ayakta alkışlaması var ki; o dayak ve o alkışlar bu ülkede birçok şeyi tetikledi.

Bizimki halkın kahramanı oldu. Herkes, her yerde onu aradı ama bulamadı. Nasıl saklandın?, dedim; saklanmadım, dedi. Polisler, medya peşine düştü mü?, dedim; Kimse arayıp sormadı, dedi. Video yayıldıkça insanlar bizimkinin giydiği enlemesine kırmızı beyaz tişörtleri giyip zabıta dövmeye başladılar. Büyük bir kısmı da bunda başarı olduysa da çok az bir kısmı yakalandı. Zabıtalar sokağa çıkamaz oldu. Yollarda zabıta arabalarının arkalarında polis arabaları geziyor; artık zabıtaları polisler koruyordu.

Manifestoyu sen mi yazdın?, dedim; Ben yazmadım ama çok beğendim, dedi. Halk dövecek zabıta bulamayınca bir manifesto internette dolanmaya başladı.

1.Bu ülkede her şey düzensiz ve kötü gidiyor olsa da yozlaşmışlığın temelinde zabıtalar vardır.
2.Hareketimiz sanıldığı gibi anarşist bir eylem değil; tam tersi düzeni korumak amacı ile yapılanmış sivil bir tepki koymadır.
3.Zabıtaların işlerini iyi yapıp yapmadığı artık bizler tarafından kontrol edilecektir.
4.Görevini hakkı ile yerine getirmeyen tüm zabıtaların cezası da yine bizim tarafımızdan verilecektir.

İnsanlar bu kısa manifestoyu işçi, memur, esnaf, kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç demeden ezberlediler ve olay olsun olmasın; her bir araya her geldiklerinde, her zabıta gördüklerinde bağıra çağıra söylediler. Sanki kaldırılmış and gibi bir şey olmuştu. Garip ama insanlar tek bir ağızdan bir şeyi bağıra çağıra söyleme ihtiyacı duyuyorlardı.

İşin güzel kısmı da zabıtaların yanlarında hiçbir kişi ve kuruluşu bulamamalarıydı. Siyasiler bile yarım yamalak sözler söyledilerse de, zabıtaların dayakla ıslah edilmesinden memnun gibiydiler. Bir senenin sonunda zabıtalar rüşvet alamaz, işini savsaklayamaz hale geldi. Kimileri bu işten memnun oldu, kimileri olmadı. Ama şehirlerde hayat eskisinden çok daha iyi bir hale geldi.

Peki zabıtaların bilgilerini kim internette paylaştı, dedim; Onu da bilmiyorum, dedi. İlk günlerde Zabıta Dairesi Başkanı’na dansöz kıyafeti giydirip, dansöz gibi oynatıp para takan sen miydin?, dedim; O da ben değildim, dedi. Bizimki sanki ilk yumruğu atan, en masumumuzdu.

15 Haziran 2014 Pazar

pazartesi - yağmur ve yıldırım

Bu aralar ne çok yağmur yağdı değil mi pazartesi sağanakları. Bir de çok fazla gök gürledi ve yıldırım düştü. Bu işte bir anormallik olduğunu yağmurun başlamasının elli dördüncü gününde, düşen seksen sekizinci yıldırımın akabinde fark ettim. Bir de alt komşum starbuksa artık insanlar jet skileri ile gidip geliyorlar. Hemen meterologları topladım.

*Şehrin her yerindeki terk edilmiş arabaları bilmeli.
*Meyveleri yenilmeyen ağaçlara karşı tepkili olmalı.
*Kimseye bedava akıl vermemeli.
*Sallarken kafasını gözünü kırmayacak kadar iyi nunçaku kullanmalı.
*Çeyizinde atarisi olmalı
*Tavşandan şapka çıkartmalı.
*Benim daha önce gittiğim yerlere gidip oralarda benim izlerimi aramalı.


NTV’nin meteroloğunun söylediği birkaç eski şarkıdan sonra gündemimize geçtik. Herkes şaşkındı. Karbon salınımı ve küresel ısınma gibi bir şeyler zırvalıyorlarken bir haritadaki işaretlenmiş yerleri kafamda birleştirdim ve  resmimi gördüm. Ne bu işaretlenmiş noktalar, dedim; yıldırım düşen yerler, dediler. Siz biraz daha çalışın, deyip gönderdim sözde bilim insanlarını. Buradan sana sesleniyorum yıldırımları istediği yere düşürmeyi çözen kadın. Yarın itibaren çöl diye bir şey duymayacağım. Bu arada yanaklarımı şişkin, burun deliklerimi asimetrik yapmışsın, olmamış; git Belçika’da daha güzelini çiz.

12 Haziran 2014 Perşembe

Bir Kına İki Cenaze

Bir Kına İki Cenaze
Elma yanaklarımdan nefret ediyorum. Zaten insülin direncim var, zayıflayamıyorum. Üstüne üstlük yuvarlak yüz hatları, dar bir alın, bir de elma yanaklar; tam bir köylü güzel modeliyim. Ama ben kendi sanayi devrimimi yapalı yıllar oldu. Köyden de, köylüden de, şehirleşememişlerden de nefret ediyorum. Valerie Solanas ve Virginia Woolf idöllerim. Woolf’un kitaplarından pek bir şey anlamıyorum; Solanas’ı ondan çok seviyorum.

Şu an bizim evde aptal kızkardeşimin kınası var. Annemin hakkımı helal etmem tehditlerine ve bir saat aralıksız ağlamasına boyun eğdim ve geleneksel türk kızı modeli olarak bayram şekeri gibi giyindim. Bayram şekeri dediysem hani pazarda ya da kuruyemişçilerin önünde kilo ile satılan, üzerinde tutti frutti yazan, insanın damağına yapışan o iğrenç şekerlerden. Saçlarım da tabiki topuz, baldız topuzu. O kadar çok el öptüm ki; dudaklarım uyuştu, o kadar çok kadınla sarıldım ki; üstüm başım yaşlı parfümü kokuyor. Darısı başına’ları ve görüştüğün biri var mı’lardan yıldım ve tiksindim. Feminizm hakkındak konuşmak için doğru bir akşam değil, farkındayım. Ondan susuyorum. Zaten annem özellikle susmam için de telkinde bulundu.

Erkekler karşı komşuda oturuyor, kadınlar bizim evde. Erkekler futbol ve siyaset konuşuyor ama ılımlı olarak. Çünkü kalabalığın yarısını ilk kez gördükleri için sivri şeyler söylemekten çekiniyorlar. Kadınlar ise insan odaklı konuşuyorlar. Şu ne yapmış, bu ne yapmış. Bir de kendilerini anlatıyorlar ve ailelerini; eğer başarılı ise çocuklarını. Haremlik selamlık uygulamasını delip deşerek devam ettiriyoruz. Annem biraz önce bana ayakkabılar dizdirdi, ters olarak dizmeliymişim ki, çıkarken rahatlıkla giyebilsinler.

Aptal kızkardeşim biraz önce bindallısını giydi ve türevi arkadaşları ile ben etrafında, totem etrafında dönen kızılderililer misali döndük; bence de yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar... Biraz ağlamasını beklerdim ama damla yaş akmadı. Yediği nanenin farkında bile değil zihinsizim. Üç kere üniversite sınavına girmiş ve hiçbirinde barajı aşamamış olsa da hayatını sadece evliliği üzerine kurgulamış birinini bu kadar saçma bir tercih yapması akıl alır gibi değil. Müstakbel eniştem, hem katilimiz hem de maktulümüz, berber. İzbe bir ara sokaktaki, küçük, karanlık bir dükkanda çalışıyor; hem de cama en uzak koltuk onun. Evleri de dükkanın sadece iki bina yanında. Muhtemelen tüm gün bir kadınla konuşmadığı günler oluyordur. Kız kardeşimle nasıl tanıştıklarını sorduğum zaman görücü usulünün bir sonraki jenerasyondaki karşılığını söylüyor, arkadaş vasıtasıyla. Bir de çok sessiz. Suskunluğunun altında utangaçlığımı yoksa sakladığı bir şey mi yatıyor zaman gösterecek.

Kınalar yakıldı, önce kızkardeşim, ardından tüm yaşıtlarım lavaboya koşup kınayı sildik. Yarın kına yaktığımızı ispat etmek istesek tek kanıtımız yaklaşık yirmi dakikadır  çektirdiğimiz fotoğraflar olacak. Tabi artık herkeste kameralı cep telefonlarından var. Fotoğrafların çok büyük kısmı ya telefon değiştirildiğinde eski telefonlarda kalacak ya kaybolan bir hafıza karı ile yok olacak ya da kaydedildiği bilgisayara virüs girince bir formata kurban gidecek ama biz hala her fotoğrafa sanki tek fotoğrafımızcasına saygı duyarak poz veriyoruz. Gözlerim yanıyor flaşlardan ve topuklarım acıyor topuklulardan. İki kişinin öleceği bir gece için katlanılabilir bir acı. Biraz önce ablamla annem, annemin odasında yarın nikahta kimin şahit olacağı konusunda kavga ettiler. Annem dayımı istiyor, ablam ise en yakın arkadaşı Nesrin’e söz verdi. Dayım da hakkını helal etmeyeceğini söylemiş, Nesrin de. Kim böyle bir şeye şahit yazılmak ister anlayamayacağım ve asla anlayamayacağımı da biliyorum.

Sigara içenler mutfak balkona doluştuk ve balkonumuz hayatının en kalabalık gününü yaşıyor. Bazı kişileri hiç tanımıyorum. Muhtemelen katil berberin akrabaları ya da arkadaşları. Hiçbirinin bakışlarını da sevmedim. Hepsi potansiyel katil. Hatta yelek giymiş aşırı sıska eleman bana; beni öldürmekle, onu öldürmemi istemek arası bakıyor. Bakışlarına tehditkar cevaplar veriyorum ama o muhtemelen bakışlarımın davetkar olduğunu sanıyor. Her kına da olmazsa olmaz kısımlardan biri de şu an mutfak da gerçekleşiyor. Kızkardeşim ve maktulü damacanın yanında poz veriyorlar. El ele tutuşmuşlar bir de, diğer pozda da birbirlerinin belinden sarıyorlar. Bir diğerinde de  yanak yanağalar. Bu kadar çok fotoğraf çekilen bir ülkede en azından fotoğrafçılık ilkokullarda seçmeli ders olmalı.

Saat onu geçti ama hala kalkan yok. İnsanlar kalkıp gitse diye gözlerine bakıyorum. Daha ev toparlanılacak. Yarın nikah ve düğün var. Düğün var, düğünde dans müziği çalacak. Çiftler sahneye çıkacak ve ben saklanacak yer arayacağım. Şu an bile o anın gerginliği omuzlarıma çöktü. Balkonda sıska umarım bir harekete geçmez. Kimseye hayatta en utandığı anı yaşatmak istemem. Ne kimseyi öldürme ne de kimse tarafından öldürülmek istemem.


Ölmek, öldürmek, katil, maktul, cinayet diye bir şeyler geveliyorsam bir nedeni var. Evliliği ölüm olarak görüyorum. Hayatı biri ile paylaşmak ne demek ya? Hayat paylaşılabilir bir şey değil ki. Evlilik intihar etmeyi düşünen ama intihar edecek kadar yüreği, cesareti olmayan iki kişinin birbirini karşılıklı öldürme anlaşmasıdır. Bu akşam bizim evde bir kına yapıldı ve iki cinayet işlendi ama bunu benden başka kimse göremedi.

9 Haziran 2014 Pazartesi

pazartesi - bREZİLya günlüğüm

Brezilya’nın kalbimde yeri ayrıdır pazartesi sambacıları. Bunun nedeni yılın bir haftası benim şerefime Rio’da festival yapmaları elbette. Sevgi malumunuz emek ister. Ben de sevildiğimi görmek isterim. Neyse son on yıldır bu sambacılar beni ülkelerine çağırıyordu, ben de sallıyordum. En sonunda prezidentleri gelmezsem her hafta bir bakanını öldüreceğini söyleyince, böyle çılgınlıklar yapmasın diye kulağını çekmeye karar verip gittim.

*Kıyafetlerimin etiketlerini sökmeli, marka yazan yerlere yama yapmalı.
*Hiç bilmediği bir konuda en az on dakika konuşabilmeli.
*Arabanın camına yapışan sineklerin ölülerine sinkaf etmemeli.
*Sakatlanan futbolculara sıkılan fısfıstan çantasında bulundurmalı.
*Çok daha iyi işitmek için arada sırada işitme cihazı kullanmalı.
*Rüzgarda uçuşan poşet gibi isyankar akşamüstleri olmalı.
*Solo figürler iyi olmalı.

Uçaktan samba yaparak indim, yine samba eşliğinde limuzine bindim. İnsan oralara gidince ayrı bir esniyor; beli, kalçası ayrı bir oynuyor. Kıvıra kıvıra, gerdan kıra kıra bir yolculuktan sonra beni bir stadyuma soktular. Bir stadyum dolusu kadınla samba yapma deneyimi nasıl olacak derken; beni stadyum dolusu erkeğin beklediğini gördüm. Orta sahaya da bir top koymuşlar, dünya kupası için başlama vuruşu yapacakmışım. Önce topa vurdum, sonra da tırım tırım tırsa tırsa evime döndüm. Düşünsenize, bir stadyum dolusu adam gördüm, topa neden vurdum onu da bilemiyorum. Çok manasız.

1 Haziran 2014 Pazar

pazartesi - over look makinası ayağıma geldi

Sokaklardan asla kopmamak gerekli pazartesi kaldırım serçeleri. Sokaklar insana ne kitapların ne de televizyonun veremeyeceği deneyim ve hazlar yaşatır. Salı öğleyin slip mayomu çektim, gözlerimi kapattım ve balkona çıkıp sokağı dinlemeye başladım. Kedilerin pati sesleri, kargaların kanat çırpışları, beni gören kadınların kalplerini kaburgalarına çarpış sesi ve “Overlok makinası ayağınıza geldi” diyen metalik bir kadın sesi...

*Kazanmaktan korkmalı.
*Saygı duruşuyla arası pek olmamalı.
*Her akşam Z-raporumu almalı.
*Her iyi şakasından sonra “Çak! Çak! Çak” dememeli.
*Ruju dişinde iz kalmamalı.
*Küvette uyuma konusunda ileri görüşlü olmalı.
*Kamu spotlarını ezbere bilmeli.

**Over look makinası ha! İşte sonunda aradığım ama aradığımı bilmediğim makina icat edilmişti. Gözden geçirmem gereken o kadar çok mesele birikmişti ki. Over lookçuyu hemen çağırdım. Bıyık falan, bildiğimiz bir adam geldi ve halılara bakmaya başladı. Demek o metalik ses makinadan geliyordu. Makinayı görmem gerek dedim ve heyecanla aşağı indim. Adam da koridordaki halıyı topladı o ara. İndim ve makinayla konuşmaya başladım, ilginç  bir dizaynı var. “Boşanmaların cinayetlere etkisi konusunu gözden geçir”, dedim; sustu, kolay bir şey sorayım dedim “Yeni bir insan tanımanın risklerini gözden geçir” dedim; yine sustu. Bıyıklı adama “Biraz daha geliştirilmesi lazım” dedim ve eve çıktım.



** Over look gözden geçirmek demektir.