30 Eylül 2013 Pazartesi

pazartesi - kadim sorunlar

Uzun zamandır kadim bir sorunu çözmeyerek gizli bir tembellik içerisindeymişim de farkında değilmişim pazartesi miskinleri. Ellerim cebimde sokakları turlayıp “Ne çözsem, ne çözsem de şöyle keyfim yerine gelse…” diyordum ki; üç kilometre ötede, spor salonundan çıkmış bir kadın gördüm. Çevresi erkek kaynıyor, hepsi ona hayranlıkla bakıyorlardı ama hepsinin de eli burnundaydı. Şöyle derin bir nefes aldım ve olayı çözdüm.


*Pazartesi sabahları erkenden bayrağı göndere çekmeli.
*Başkalarını bana şikayet etmemeli.
*Başkalaşım geçirmemeli.
*”Bence...” ile başlayan cümleler kurmamalı
*Saçlarını arkaya taradığında farklı bir çekiciliği olmalı.
*Eşkıya bir yanı olmalı
*Hiç hıçkırmamalı


Bu son derece güzel ve bir o kadar seksi hanımkızımız spor salonunda köpek gibi terlemiş; haliyle leş gibi kokuyordu. İşte o an aklıma fikir geldi. Ter kokusuyla mücadele edeceğim. İnsanların ter bezleri olmasa terlermezler. Liseyi iki yıla indirsem. Oradan sağlık yüksek okullarına sınavsız geçiş versem. Orada da iki yılda ter bezlerini almaya öğrenseler. Herkesin ameliyata girmesini zaten zorunlu kılarım. 2033’e kadar sorunu çözerim.

29 Eylül 2013 Pazar

Biz babadan böyle gömdük

Dedem. Adı Enginmiş. Ben doğmadan yıllar yıllar önce mesleğini icra ederken, ki baytarmış, hamile bir boğanın doğumunu gerçekleştirirken iş kazası sonucu ölmüş –kafası ezilmiş-. Merhum küçüklüğünde hayvanlarla fazla haşır neşirmiş. Kedi köpek gördü mü dayanamaz sever, hatta fazla sever, canlarını yakarmış. Elinde sopa boyu kadar sokak köpekleri ile kavga eder, sapanı ile kuş vurmaya gider, elinde kaya deredeki balıklara taş atar, karınca yuvalarına su dökermiş. Garip olduğunun herkes farkındaymış elbette. Bakmışlar olacak gibi değil, meslek öğrensin diye baytarın yanına vermişler.

İşi çok çabuk kavramış dedem Engin. Elinin çabukluğu ve yatkınlığı ile nam salmış. En deli hayvanların korkusuzca yanına gidiyor, çağının çok ilerisinde deneysel tedaviler deniyor hatta ameliyatlar yapıyormuş. Tam on yedi yaşındayken de Kurtuluş Savaşı patlamış. El mecbur kendini Doğu cephesinde Ermenilerle savaşırken bulmuş. Baytarlıktan sonra bir diğer iyi yaptığı şey adam öldürmekmiş. Geceleri kimseye haber vermeden cepheden ayrılıp; gözü dönmüş, elleri kanlı döndüğünde bilirlermiş ki dedem yine birkaç Ermeni’nin canını almış. Komutanları bile çok dokunmazmış dedeme.

Savaş bitmiş, dedeme kimse madalya vermemiş; o da memlekete dönüp baytarlığa ve Ermeni katilliğine devam etmiş. Sevilen, korkulan ve şaka yapılmayan bir insan olarak yaşamış durmuş. Halasının kızı ile evlendirmişler. Ölene kadar babaanneme dünyadaki cehennem nimetlerini sunmuş.

Babam. Adı Doğan. Dedem öldüğünde babama kötü bir şöhret, korkulan bir soyadı, bolca para ve birkaç araba dayakla dolu çocukluk anıları bırakmış. Genelde beni dövmek yerine babasının onu nasıl dövdüğünü anlatmayı tercih ederdi. Yediği dayakları o kadar uzun ve ayrıntılı anlatırdı ki; keşke iki tokat atıp gitse diye içimden geçirirdim. Babam, babasının güncellenmiş bir yeni versiyonu gibiydi; her baba oğul gibi.

Küçükken tek başına ormana gidip ağaç kesermiş. Sonra bakmış bu işi çok seviyor; öyle geçinmeye başlamış, oduncu olmuş. Hem kendi ormandan keser hem kendi satarmış. Dükkanındayken muhakkak jilet gibi bir takım elbise giyer ve şapka takar, herkese ise hak ettiklerinden misli misli saygı gösterirmiş. Ama konu kasabadaki rakipleri olunca da onları harcamaktan hiç çekinmezmiş. Binbir çeşit oyun çevirmiş ve yirmi iki yaşında kasabanın,
otuz yaşında şehrin en büyük oduncusu olmuş. Çalışkan ve acımasızmış. Sırf büyümek, daha çok para kazanmak için çok kişinin sırtına basmış, çok kişiyi ezmiş, tüketmiş. O kadar acımasızmış ki; piyasada başka bir rakip oduncunun varlığına bile dayanamazmış. Oyunu pis oynamaktan ve ellerini kirletmekten hiç çekinmezmiş.

Ben kendimi bildiğimde çok paramız vardı. Beni özel okullara gönderirdi. Eve çok geç gelir ve anneme hizmetçisi, bana da veliaht prens gibi davranırdı. Ama ne zaman evimize bir misafir gelsin her şey değişir, dünyanın en örnek ailesi olurduk. Babacımlar, karıcımlar, kocacımlar, aşkımlar havalarda uçuşurdu.

Babamın beklentilerini pek karşılayamasam da tek çocuk olduğum için benden asla umudunu kesemedi. Büyüme planlarının bir parçası olarak bana evleneceğim kadının adını söyledi. Bizde babaya itiraz edilmez, evlendim. Çırağan Saray’ında yapıldı düğünümüz. Biz balayına Tayland’a gittik, Babam o sene hacca gitti. Annem ise evde oturdu.


Ben. Adım Cihangir. Hem babam ve dedem gibiyim; ne de babam ve dedem gibiyim. Ne onlar kadar zekiyim; ne de onlar kadar acımasız. Herkesin uğrunda ömrünü harcadığı şeyler bana doğuştan geldi. Hem şanslıyım, hem şansız; temelde kararsız.

On beş yaşında arabam vardı, on altı yaşında latin bir bebeğin bel boşluğundan kokain çekiyordum. Okumayacağımı anlayan babam bana iş kurup durdu; ben de babamın kurduğu işleri batırıp durdum. Hayata karşı pervasız, umarsız ve umursamaz tavrım sürse de; babamı görünce hep Nirvana’yı görmüş Budist gibi sessiz ve saygılıydım.

Karımla ise hep kavga ettik. Hem sözlü hem de fiziksel. Benzer ailelerden geliyorduk ve ikimiz de seviyorduk kavga etmeyi. Çevremizde insanlar varken birimize laf sokuyor, baş başa kaldığımız da ise tekme tokat dalıyorduk. Dayak yemeyi de dayak atmayı da seviyorduk. Bazen o kazanırdı, bazense ben. Geldiğine geleceğine herkesi pişman ettiğimiz bir doğum günü sonrası; herkes gittikten sonra karıma bir yumruk attım. Göz bebekleri yukarı doğru çıktı ve ölüp, düştü. Ne yapacağımı bilmiyordum, ben de ne yapacağımı bilmediğim zamanlarda yaptığımı yaptım babamı aradım.

Takım elbisesi ve şapkası ile kapımı çaldığında saat gecenin üçüydü. Olaya soygun süsü verdi. Polis benim nerede olduğumu sorduğunda sabaha kadar onun hasta yatağının başında olduğumu söyledi. Defnettik, taziyeleri kabul ettik; ağlamamam metin olmamla ilişkilendirildi.

Demiştim ya; ne babam ne de dedem gibiyim. Cinayet içimi kemirdi durdu. Babam beni tatile gönderdi, haklıydı da, ayakaltında durmam sakıncalıydı. Kendimi yine Tayland’da buldum. Korumam ve şoförümle muhteşem zaman geçirdim. Onları atlattığım da ise kendimi bir dövmecide buldum. O yumruğu çıkarttığım sol koluma Tayca *“ผมฆ่าภรรยาของฉัน  yazdırdım.

O dövmeyi yaptırmak bana muhteşem geldi. Normale dönmesem de normalime döndüm. İlk zamanlar sırf babam görmesin diye onun yanında uzun kollu gömlekler giyiyor, babam yokken dövmemi sergiliyordum. Sonra Serenay dövmemi gördü. Tayca biliyordu ve şantaj konusunda çok başarılıydı. Şimdi beraber yaşıyoruz ve hep uzun kollu kıyafetler giyiyorum.

Oğlum. Adı Buğra. Annesini öldürdüğümde çok küçüktü. Şu an ne yapıyor bilmiyorum ama sezebiliyorum. Ülke ülke geziyor ve kanundan kaçıyor. Parası bitince bana, başka bir isimle kartpostal atar, ben de o adrese para gönderirim.


*Karımı öldürdüm

23 Eylül 2013 Pazartesi

pazartesi - anneannemin perili köşkü

Ne zaman anneannemi rüyamda görsem perili köşkünü ziyarete giderdim pazartesi gulyabanileri. Perili köşk dediğimde aklınıza ne geliyorsa her şey o köşkte var. Kapının önünde oyulmuş cadılar bayramı bal kabakları dahil. Bir ara genç satanistler gelir, tam ayine başlayacaklarken anneannemi görüp tövbe eder, kurbanda kuran kursu için deri toplamaya bile giderlerdi.

*Otobüs duraklarında oturmayı sevmeli
*Hiçbir şeyini kaybetmemeli
*Konuşurken bile detone olmamalı.
*Şerit ih(ti)lali yapmamalı
*Onu gören tüm erkek anaları, oğulları içi iç geçirmeli.
*Günde birkaç kez kıyafetini değiştirmeli.
*Müzik olayını gözünde çok büyütmemeli.


Geçen yaz köşkün en azından önünden geçilebilir bir yer olmasını sağlamak için kendi hayalet avcılarımı toplamaya kadar verdim. İlanıma sadece medyumlar başvurdu. Kısa ve net bir motivasyon konuşmasından sonra ekibimi köşke gönderdim. Benim yanımda çok efendiydiler ama birbirleriyle kalınca bir agresifleşmişler. Sokağı dönünce kavga etmeye başlamışlar ve birbirlerini öldürmüşler. Oysa ne güzel planlarım vardı onlarla ilgili.

19 Eylül 2013 Perşembe

40 model bir yalı

*Bahçede kuş evi var.
*Bahçede renk renk gül ve laleler var.
*Krem rengi porselen fincanlar.
*Beyaz jöntürk bıyıklı, fesli bir dede portresi; tabi ki birkaç madalyalı ve mağrur ifadeli.
*Denizi en güzel gören cam  kenarında iki tane tek kişilik koltuk ve bir sehpa.
*Çerçeveli – küçükken çevresinde oyuncak arabalarımızı yarıştırdığımız- dokuma fars halıları. Özellikle  kırmızı ve vişne çürüğü tonlarında.
*Kitaplar; az ve eski, çalışma masasının solundaki rafta.
*İki dolma kalem çalışma masasında; dik ve çapraz pozisyonda.
*Salonda kristal bir avize.
*Dikiş odası; kasnaklar, iplikler, iğneler, şişler, kumaşlar, kumaş parçaları, danteller ve pedallı dikiş makinası.
*Bahçe duvarını örten sarmaşıklar.
*Mutfaktaki masada oturan hizmetçi, bahçıvan, aşçı, ve şoför. Onlarla oturmayan genç güzel kumral bir dadı.

*Siyah eski model, tertemiz ve cilalı bir araba.

18 Eylül 2013 Çarşamba

hayvan belgeseli yarım hikaye... bir yerlerde kullanılabilir.

Hayvan belgeseli


Ablana söyle belgesellere inanmasın. Hepsi kurgu onların. Önce filin yavrusuna sakinleştirici vermiştir adi belgeselciler. Sonra da aç aslanların önüne atmışlardır. Sonra da başka bir file -illa annesi olması gerekmez, tüm filler aynıdır- biber gazı atıp ağlatmış, en sonrada fona acıklı müziği dayamışlardır.

NLP'ci adası... yarım hikaye

NLP’ler ve kişisel gelişimciler ve yaşam koçları ne sever?  Biliyorum dünyanın en kolay sorusu oldu bu. Para ve para ile alınabilecek her şey. Bu meslek grubunda çalışanları kötülemekle nefesimi harcamayı düşünmüyorum. Benim planım daha net. Onları yok etmek. Onları yok etmenin faydalarıyla da nefesimi harcamayı düşünmüyorum. Dünyanın en kolay ikinci sorusu da bu.


Büyük bir infaz olmalı. Büyük infazlar için en doğru coğrafi şekil bence bir ada. Gerçi İngiltere de bir ada ve hala yok olmadı; o ayrı ama daha küçük bir ada işimi görecektir. Üzerinde devasa ve bol yıldızlı otellerin olacağı bir.....

17 Eylül 2013 Salı

Öznur ve Yakup'un elektriklenmesi

Yakup'un annesi akşamüstü uykusunda öldü. Yakup eve geldiğinde annesinin horlamamasından durumu anladı ve önce uyandırmaya çalıştı. Seslendi, uyanmadı annesi; sonra elini yanağına götürdü, soğuktu. Hemen karşı komşusu Sebahat Teyze'nin kapısını çaldı. Zaten farkında olduğu gerçeği Sebahat Hanım'ın sesinden duyunca birkaç damla ağladı, "Annen ölmüş"

Yakup'un hikayesi çok sıradandı. Evi terk edip daha genç ve güzel bir kadınla evlenmiş, biraz zengin tüccar bir baba; annesinin istemediği adamlarla evlenmiş iki abla ve "Cenazeme bile gelmeyin" diye onları kovan bir anne. Annesine aşık ve onun için tüm ailesine düşman olmuş bir oğul. O küçük Anadolu şehrinde birkaç komşudan başka kimseleri kalmamıştı. Ve şimdi yapayalnız kalmış bir Yakup. Yirmi iki yaşında bir garip çocuk. Kıvırcık saçlı ve karga burunlu.

Sebahat Teyzesi sabaha kadar onunla ve merhum annesiyle beraber oturdu. Merhumun çenesini bağladılar, karnına bıçak koydular. İkisi de çok ağlamadı. "Sabah sen doktoru çağırırsın rapor yazar, oradan da belediyeye gidersin. Ben de Faruk Amcanı camiye sela okutmaya gönderirim, mezarlıkta yıkarız ve öğlene defnederiz, eve gelince de helvasını kavururum, akşama da camiden gelirler hatim indirilir" diye her şeyi kısaca özetledi. Sonra da sordu "Babanla ablanlara sen mi söyleyeceksin yoksa Faruk Amcanı mı göndereyim?", "Ben söylerim", dedi Yakup ama söylemeye hiç niyeti yoktu.

Söylemeye niyeti yoktu ama sela okununca nasılsa duyarlardı. Annesinin vasiyetiydi; "Onlar ne cenaze namazımı kılsın ne de mezarımda fatiha okusun". Yakup'un kafasında bu sesler yankılanıyordu. Annesinin acısından çok babasının ve ablalarının cenazeye gelmelerini nasıl engelleyeceği düşünüp durdu. Düşünürken sabah ezanını okundu. Sabahat Teyzesi "Abdest al da saban namazını kıl" dedi, Yakup da söyleneni yaptı.

Birer bardak çay içtiler ve Yakup yola koyuldu. Doktora haber verdi, adam adresi aldı ve "Yarım saat sonra gelirim", dedi; belediyede de işleri hemen halloldu, cenaze aracı almaya bir saat sonra gelecekti. Her şey tamamdı ama babası ve ablaları sorununu çözememişti. Yolda yürürken "Birazdan sela okunur", diye düşündü. "Oradan duyarlar banane", sonra da "Ya sela okunmazsa", diye aklından geçirdi ve koşmaya başladı. Baldırları yanana kadar koşuyor, sağındaki solundakilere çarpa çarpa, yardıra yardıra gidiyordu. On dakika sonra nefesi kesilmek üzereyken durdu. Karşısında tek katlı bir gecekondu gibi bir şey vardı, çevresi tellerle çevriliydi ve bir kurukafa resminin altında "Trafoya girmek tehlikeli ve yasaktır" yazıyordu.

Sağına soluna hızlıca iki bakış fırlattı ve trafonun demir kapısını itti. Kapı açıktı, kilit ise kırılmış şekilde yerde duruyordu. Merakla tel kapıdan geçip başını trafonun kapısından içeri soktu. İçeride onu gördü. İki elinde de pense, gördüğü tüm kabloları deli gibi kesen; keserken de sanki bir orkestra şefiymiş gibi akıcı hareketler yapan, üzerinde 'iron maiden' yazan siyah bir tişört olan bir garip kız. Düz uzun saçlı, sivri burunlu.

Yakup nefessiz kızı izledi birkaç dakika. Büyülenmiş gibiydi. Kız izlendiğinin ya farkında ya da umurunda değildi. Arada dönerken saçları savruluyor ve kulaklığının kablosu gözüküyordu. Bu akıl almaz gösteri sadece birkaç dakika daha sürdü. Kız sırılsıklam terlemişti, bir sigara yaktı ve Yakup'a dönüp "Sen de bir tane yak" deyip paketi ve çakmağı uzattı. "Ne işin var burada? Kaç dakikadır beni izliyorsun?" 

Daha önce hiç sigara içmemiş olmasına rağmen uzatılan sigarayı yaktı Yakup, "Yeni geldim. Annem gece öldü; ööggh öghh! Babam ve ablalarım selayı duyup cenazeye gelmesin diye ben de elektriği kesmeye gelmiştim." diye durumu olabildiğince net anlattı. Kız gülümsedi "Ben Öznur."

Öznur tüm semtin elektriğini liğme liğme kesmişti hatta öyle ki insanlar iki gün elektriksiz kaldı ama Yakup'un babası ve ablaları cenazeye de geldiler, mezarda elham da okudular. 


16 Eylül 2013 Pazartesi

spor sevmeme listesi

1.kendi terime alerjim var
2.spor yapmak kendine güvensizlik göstergesidir3.spor yaparken çok aptal gözükülür4.durmadan bir sayma durumu var.5.koku6.yorgunluk7.adale ağrıları8.manasız gülümsemeler.9.yüksek sesle nefes alış verişler10.yorgunluğun verdiği kötü anıların canlaması.

pazartesi - ödül ceza sistemi

Yine sonbahar geldi çattı pazartesi monoromantikleri. Beni bile bir hüzün inceden sararken sizin durumunuzu hayal bile edemiyorum. Kalitesiz şiirler yazıp, basit müzikler dinlemeye başlamış olmalısınız. Çirkinliklere karşı açtığım savaşta buna izin veremem. Bir ay süreyle müzik dinlemek ve şiir yazmak kati suretle yasaktır. Yasağa uymayanlar keyif için yapacağım deneylerde denek olarak kullanılacaktır

*Plastik makyaj yapıp bana sürprizler hazırlamadan önce pompalı tüfeğimi boşaltmalı.
*Arabadan inişi havalı olmalı.
*Bi garip olmalı.
*Kimyası ve simyası bana uygun olmalı
*Kürkü suni olmalı.
*Mesajlarıma yarım dakika içerisinde iki kısa mesajla cevap verebilmeli.
*Tuzak sorulara tuzak cevaplar vermeli.



Şu an yüzünüzdeki manasız gülümsemeyi görür gibiyim. Neden böylesiniz yahu? Neden kısıtlanmak, hatta cezalandırılmak hoşunuza gidiyor? Hayatta cevabını bulamadığım sekiz on sorudan biri de bu.

14 Eylül 2013 Cumartesi

serkan xx-xy 1

ı.
Serkan sabah uyandığında babasının erkek arkadaşı Gürhan bir yandan kahvaltıyı hazırlıyor bir yandan da ingilizce eski bir şarkıyı mırıldanıyordu. İkisi de birbirlerine yarım ağzı "Günaydın" dediler ve Serkan televizyonu açıp üçlü kanepede tek gözü açık kestirmeye devam etti. Gürhan kahvaltıya Amerika'da yaşarken öğrendiği krep gibi şeylerden yapıyordu. On iki yıldır Türkiyede yaşıyordu ve peynir zeyin domates biberli kahvaltıya alışamamıştı. Arada sırada Serkan'ın babası Ferdi istiyor diye Türk kahvaltısı yapsalarda mısır gevreğine alışmışlardı. Birkaç dakika sonra Ferdi'de uyandı ve uyuklayan Serkan'ın elinden kumandayı alıp tartışma programını açtı. Serkan "Off"'ladı, Gürhan duruma güldü, Ferdi "Açlıktan ölüyorum" dedi ve bir Amerikan komedisinde olduğu gibi herkes gülümsüyordu.

Ferdi ile Gürhan salgının ilk yılında tanışmışlardı. Henüz Türkiye'de bu tür evlilikler yasalaşmasada kimseden bir şey gizlemeden rahatça yaşıyorlardı. Vakit eski vakit değildi. Dünya on iki yılda hiçbir on iki yıllık süreçte değişmediği kadar değişmişti. Ülkeler yıkılmış, ülkeler bölünmüş, ülkeler birleşmişti. Dünya nüfusu on iki yıl öncesinin sadece binde üçü kadar kalmıştı.  Marsa koloni kurma hayali kuran dünyayı bir virüs zerrelerine kadar ayıklamıştı.

Olaylar şöyle gerçekleşti: Bir sabah insanlar ölmeye başladı. İnsanlar doktorlara koştular ama çare bulamadılar. Son çare olarak ibadethanelere dolup topluca dualar ettilerse de çare olmadı. Havadan, gıdadan, temastan, kandan hatta her şeyden bulaşan bu virüsün nedeni tespit edildiğinde dünya nüfusunun büyük kısmı virüsten, geri kalanda diğer hastalıklardan ölmüştü. Sonra bir gün televizyonlara şimdi her ülkenin parasında resmi olan o adam çıktı ve konuşmaya başladı;

"Durum çok ciddi. Virüs erkekten kadına, kadından erkeğe bulaşıyor. Eğer ortamda karşı cins yoksa vücudunuza virüs girmez; daha önce  girmişse de aktif olmaz, üremez. İnsanlığın hayatta kalması için tek şansımız kamplara ayrılmak. Kadın ve erkek olarak"

Bu konuşma insanlığın kaderini değiştirdi. Panik halindeki dünya hayatta kalma içgüdüsü ile hızla toparlandı. Anneler oğullarıyla, babalar kızlarıyla vedalaşmadan birbirlerinden uzaklaştılar. İnsanoğlu bir büyük yara daha almıştı ama yine ölmemişti.

ıı.

11 Eylül 2013 Çarşamba

trafo

Yakup'un annesi akşam üstü uykusunda öldü. Yakup eve geldiğinde annesinin horlamamasından durumu anladı ve önce uyandırmaya çalıştı. Seslendi, uyanmadı annesi; sonra elini yanağına götürdü, soğuktu. Hemen karşı komşusu Sebahat Teyze'nin kapısını çaldı. Zaten farkında olduğu gerçeği Sebahat Hanım'ın sesinden duyunca birkaç damla ağladı, "Annen ölmüş"

Yakup'un hikayesi çok sıradandı. Evi terkedip daha genç ve güzel bir kadınla evlenmiş, biraz zengin tüccar bir baba; annesinin istemediği adamlarla evlenmiş iki abla ve "Cenazeme bile gelmeyin" diye onları kovan bir anne. Annesine aşık ve onun için tüm ailesine düşman olmuş bir oğul. O küçük Anadolu şehrinde birkaç komşudan başka kimseleri kalmamıştı. Ve şimdi yapayalnız kalmış bir Yakup. Yirmi iki yaşında bir garip çocuk. Kıvırcık saçlı ve karga burunlu.

Sebahat Teyzesi sabaha kadar onunla ve merhum annesiyle beraber oturdu. Merhumun çenesini bağladılar, karnına bıçak koydular. İkisi de çok ağlamadı. "Sabah sen doktoru çağırırsın rapor yazar, oradan da belediyeye gidersin. Ben de Faruk Amcanı camiye sela okutmaya gönderirim, mezarlıkta yıkarız ve öğlene defnederiz, eve gelince de helavasını kavururum, akşama da camiden gelirler hatim indirilir" diye her şeyi kısaca özetledi. Sonra da sordu "Babanla ablanlara sen mi söyleyeceksin yoksa Faruk Amcanı mı göndereyim?", "Ben söylerim", dedi Yakup ama söylemeye hiç niyeti yoktu.
Söylemeye niyeti yoktu ama sela okununca nasılsa duyarlardı. Annesinin vasiyetiydi; "Onlar ne cenaze namazımı kılsın ne de mezarımda fatiha okusun". Yakup'un kafasında bu sesler yankılanıyordu. Annesinin acısından çok baba ve ablalarının cenazeye gelmelerini nasıl engelleyeceği düşünüp durdu. Düşünürken sabah ezanını okundu. Sabahat Teyzesi "Abdest al da saban namazını kıl" dedi, Yakup da söyleneni yaptı.
Birer bardak çay içtiler ve Yakup yola koyuldu. Doktora haber verdi, adam adresi aldı ve "Yarım saat sonra geliririm", dedi; belediyede de işleri hemen halloldu, cenaze aracı almaya bşr saat sonra gelecekti. Her şey tamamdı ama babası ve ablaları sorununu çözememişti. Yolda yürürken "Birazdan sela okunur", diye düşündü. "Oradan duyarlar banane", sonra da "Ya sela okunmazsa", diye aklından geçirdi. ve koşmaya başladı. Baldırları yanana kadar koşuyor, sağındaki solundakilere çarpa çarpa, yardıra yardıra gidiyordu. On dakika sonra nefesi kesilmek üzereyken durdu. Karşısında tek katlı bir gecekondu gibi bir şey vardı, çevresi tellerle çevriliydi ve bir kurukafa resminin altında "Trafoya girmek tehlikeli ve yasaktır" yazıyordu.

9 Eylül 2013 Pazartesi

elektrik neden kesilir

*Trafoya kedi girer. Bir kez duymuştum; bir zaman, birinden böyle bir şey. Trafo patlamış, kedi de yarı yanmış olarak çıkmış. Çok saçma hatta akıl dışı olmasına rağmen inanmıştım.

*Tasarruf için. Biri ya da birileri insanları zorunlu tasarrufa itmek için gönüllü olurlar ve trafoyu sabote ederler. Planlarına göre çok sevaba girerler. Çünkü insanlara tasarruf ettirdikleri gibi; insanları televizyon, internet gibi haramlardan da uzak tutarak iyilik yapıyorlardır.

*Makinaya bağlı birinden kurtulmak için. Bu muhtemelen miras için öldürülecek bir aile büyüğüdür ve eğer makinaya bağlı yaşlı jeneratöre de bağlı değilse tüm aile fertleri  en az elektriği kesen kadar suçludur.

*Mahalledeki beyaz eşyacıdır. Uzun süredir işleri kesattır. Kimse yeni makine almıyordur. Mahalle yaşlı mahallesidir zaten. Yeni gelin pek gelmez. Önce bir süre “şansızım” diye düşündü. Sonra da “insan kendi şansını kendi yaratır” diye. Haftada bir akşamlar keserdi elektriği. Kimse de ondan şüphelenmezdi. İşleri biraz arttı. Sonra da hobi olarak elektriği kesmeye devam etti.

*Basit ticari kaygılarla jeneratörcü jeneratör satmak için. Belirli sayıda jeneratör satıldıktan sonra da benzinci benzin satmak için.

*Gizlice haber göndermek için

*Selayı gizlemek için

*Aşırı elektrik kullanan mucit yüklenince tabi…


*

8 Eylül 2013 Pazar

özlem devam ama sonsuz...

Özlem aslında dişçiye gitmişti. İşi bitince de biraz yürümek istemişti. Zaten ağzının içinde bir uyuşukluk vardı. Kırıta kırıta, sağa sola baka baka yürüyor; kimseye bir saniyeden fazla bakmıyor ama kendisine bir saniyeden daha fazla biri bakıyorsa keyfi yerine geliyordu. Günlerden cumartesiydi, günlerden kandildi. Simitçilerden kandil simiti kokusu geliyordu ama tüm simitçiler birkaç yıl içeride yatmışlarcasına hapishane suratlıydılar. Özlem temiz yüzlü bir simtçi bulana kadar yürümeye karar verdi. Prensip sahibi olmaya çalışır, kendine kural koyar dururdu Özlem.

Çok geçmeden yüzü temiz bir simitçi gördü ve on iki tane susamlı kandil simiti aldı. Kişi başı iki tane. Simitçiden para üstünü alırken ise telefonu çaldı, baktı Kaan.

Yarım saat sonra Kaan'la bir barda birer bira içiyorlardı. Bir saat sonra Kaan'la başka bir barda birer bira daha içiyorlardı. Kaan, Özlem'i öpmeye çalışıyor Özlem ise "Kandil" diyor ve elindeki simitleri gösteriyordu. Telefonuna baktı, annesine sekiz kez telefonu açmamıştı, yaptığının çok ayıp olduğunu düşünüp telefonunu kapattı. Özlem'in sarhoş olmasının üzerinden bir vişne votka daha geçmişti.

Kaan hayalkırıklığıyla hesabı ödedi ve Özlem'i durağa bırakıp tüm akrabalarına ve arkadaşlarına bir kandil manisini mesaj olarak gönderdi. Özlem ise o sıralar kafasını cama dayamış dışarıya bakıyordu. Sarhoş olduğunun farkındaydı ama gerçekten de sarhoş olup olmadığını kendine itiraf etme konusunda çelişiyor ve yüzündeki salak gülümeyi otobüsün canımdan gördükçe evde kendisini bekleyen tehlike aklına geliyordu.

Otobüsten indiğinde hangi yoldan giderse eve daha çabuk gideceğini hesaplıyordu ki; arkadan bir ses duydu "Özlem!" sesi tanımaması gibi ihtimal yoktu, annesi. Yanında ablası Nurgül'ü görünce ise bir nebze rahatladı. Her ne kadar Nurgül bazen annesinin replikası gibi davransa da  bazen de ideal abla olup bu durumlarda kardeşlerinin sırtındaki yükü paylaşabiliyordu. Özlem alkolün verdiği ...... ile durumun ikincisi olacağını umdu.

Eve doğru yürüyorlarken anne tehditler savuruyor Özlem gülümsüyor Nurgül ise ne yapacağını düşünüyordu. Özlem'in gün içinde yaptığı tek olumlu hareket Kaan'la öpüşmemiş olmasıydı ama bu konuyu açmamaya karar verdi. Evlerine varmalarına az kalmıştı ki; sanki ilkokulda söz almak isteyen öğrenciler gibi sağ el işaret parmağını kaldırdı ve annesine "Ben bir sakız alayım" dedi. Anne'de "Gerizekalı alkolün kokusunu sakızın geçireceğini mi sanıyorsun!" dedi ve elinden tuttuğu gibi Özlem'i iteklemeye devam etti. Her geçen saniye eve yaklaşıyorlardı ve en fazla stresi Nurgül çekiyordu.

Kapıyı açıp içeri girdiklerinde anne daha ayakkabılarını çıkartmadan Özlem'den üflemesi istedi. "Üfle lan! Üfle bakayım ne kokuyorsun?" Özlem "Anne sadece vişne votka... Şey pardon soda limon içtim" diyor ama anne her şeyi bildiği halde ille de burnuyla o alkol kokusunu içine çekip iyice kızmak istiyordu. Özlem ise üfler gibi yapıp nefesini içine çekip annesini ve Nurgül'ü iyice delirtiyordu. Özlem kaşla göz arasında ayakkabılarını çıkartıp üstüne değiştirmek içi odasına kaçtığında Nurgül annesine; "Anne alkolsüz kokteyllerden var, onlardan içmiştir, istersen Aliye'ye sor, bugün kandil. Kandil kandil içilir mi?"

Aliye ise daracık odasına çekilmiş niyetlendiği yüz rekat namazın ilk çeyreğini kılmaya çalışıyordu. Aklı her zaman olduğu gibi başında değildi. Kafasındaki kırk tilki birbirlerine kuyrukları değmeden dolaşıyor, arada rüku ve secde ediyor, bir türlü kendini namaza verdiği için kendine kızıyor ama namaz halinde olduğu için üslubuna dikkat ediyordu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi içeriden sesler de gelmeye başladı.

Bir an namazını bozup ortamı sakinleştirmeyi düşündüyse de sonra vazgeçti. Şu an dokunulmaz durumdaydı, içerideki kargaşaya dahil olmaya hiç niyeti yoktu. Çünkü evin asi kızı oydu, Özlem bir küçük kardeşti ve ihalenin kötü örnek olduğu için Aliye’ye kalma ihtimali azımsanmayacak kadar çoktu.

Birkaç rekat namaz daha kıldıktan sonra önünden koşarak Özlem geçti. Arkasından da annesi “Gel buraya!”, diye bağırıyordu. Özlem köşede ayakta duruyor, “Ih ıh gelmem”, diyor ve sırıtıyordu. Oda çok dardı, anne namaz kılan Aliye’nin önünden geçmekten çekiniyor ama Özlem’i sıkıştırmakta da vazgeçmiyordu.

Sonra annenin aklına bir fikir geldi “Ben neden kendimi yoruyorum ki!” dediği gibi gitti. Aliye namazı bozup Özlem’e hem biraz kızarak, biraz da acıyarak bakıyordu. Annenin ayak sesleri yaklaştığının ipucu verince Aliye namaz kılar gibi yapmaya devam etti. Annenin elindeki oklava vardı, sinirden sıkıyordu ve eli titriyordu. Aliye namaz kılar gibi yaptıkça anne elindeki oklava ile Özlem’i dürtmeye devam başladı. “Çık oradan! Çık kızın namazını karıştırma”

Özlem ise “Ih ıh gelmem” demeye devam etti. Sonrasında anne tekrar odadan çıktı. Aliye zaten bozuk olan namazını bozup Özlem’e “ Özlem kurban olayım sen de namaz kıl gitsin” dedi. Özlem “İyi de abla kafam güzel”, dedi. Aliye “Tamam Özlem günahı benim boynuma”, dedi. Özlem pazarlığı son derece karlı buldu ve “Tamam o zaman”, dedi.

Özlem de Aliye’nin yanında namaz kılmaya başladı, Nurgül koşup annesine “Anne Özlem de namaz kılıyor, bak içki içmemiş” dedi. Anne koşarak namaz kılan Aliye ve Özlem’i izlemeye başladı. Özlem gülmemek için kendini tutuyor secdeye vardığında uyukluyordu. Sekiz on rekat sonra anne gitti ve Özlem uyudu. Aliye sabaha kadar yüz rekatı bitirdi. Sonra da bir yüz rekatta Özlem’in alkollü namazından gelecek olan günahtan kurtulmak için kıldı.



Özlem

Özlem aslında dişçiye gitmişti. İşi bitince de biraz yürümek istemişti. Zaten ağzının içinde bir uyuşukluk vardı. Kırıta kırıta, sağa sola baka baka yürüyor; kimseye bir saniyeden fazla bakmıyor ama kendisine bir saniyeden daha fazla biri bakıyorsa keyfi yerine geliyordu. Günlerden cumartesiydi, günlerden kandildi. Simitçilerden kandil simiti kokusu geliyordu ama tüm simitçiler birkaç yıl içeride yatmışlarcasına hapishane suratlıydılar. Özlem temiz yüzlü bir simtçi bulana kadar yürümeye karar verdi. Prensip sahibi olmaya çalışır, kendine kural koyar dururdu Özlem.

Çok geçmeden yüzü temiz bir simitçi gördü ve on iki tane susamlı kandil simiti aldı. Kişi başı iki tane. Simitçiden para üstünü alırken ise telefonu çaldı, baktı Kaan.

Yarım saat sonra Kaan'la bir barda birer bira içiyorlardı. Bir saat sonra Kaan'la başka bir barda birer bira daha içiyorlardı. Kaan, Özlem'i öpmeye çalışıyor Özlem ise "Kandil" diyor ve elindeki simitleri gösteriyordu. Telefonuna baktı, annesine sekiz kez telefonu açmamıştı, yaptığının çok ayıp olduğunu düşünüp telefonunu kapattı. Özlem'in sarhoş olmasının üzerinden bir vişne votka daha geçmişti.

Kaan hayalkırıklığıyla hesabı ödedi ve Özlem'i durağa bırakıp tüm akrabalarına ve arkadaşlarına bir kandil manisini mesaj olarak gönderdi. Özlem ise o sıralar kafasını cama dayamış dışarıya bakıyordu. Sarhoş olduğunun farkındaydı ama gerçekten de sarhoş olup olmadığını kendine itiraf etme konusunda çelişiyor ve yüzündeki salak gülümeyi otobüsün canımdan gördükçe evde kendisini bekleyen tehlike aklına geliyordu.

Otobüsten indiğinde hangi yoldan giderse eve daha çabuk gideceğini hesaplıyordu ki; arkadan bir ses duydu "Özlem!" sesi tanımaması gibi ihtimal yoktu, annesi. Yanında ablası Nurgül'ü görünce ise bir nebze rahatladı. Her ne kadar Nurgül bazen annesinin replikası gibi davransa da  bazen de ideal abla olup bu durumlarda kardeşlerinin sırtındaki yükü paylaşabiliyordu. Özlem alkolün verdiği ...... ile durumun ikincisi olacağını umdu.

Eve doğru yürüyorlarken anne tehditler savuruyor Özlem gülümsüyor Nurgül ise ne yapacağını düşünüyordu. Özlem'in gün içinde yaptığı tek olumlu hareket Kaan'la öpüşmemiş olmasıydı ama bu konuyu açmamaya karar verdi. Evlerine varmalarına az kalmıştı ki; sanki ilkokulda söz almak isteyen öğrenciler gibi sağ el işaret parmağını kaldırdı ve annesine "Ben bir sakız alayım" dedi. Anne'de "Gerizekalı alkolün kokusunu sakızın geçireceğini mi sanıyorsun!" dedi ve elinden tuttuğu gibi Özlem'i iteklemeye devam etti. Her geçen saniye eve yaklaşıyorlardı ve en fazla stresi Nurgül çekiyordu.

Kapıyı açıp içeri girdiklerinde anne daha ayakkabılarını çıkartmadan Özlem'den üflemesi istedi. "Üfle lan! Üfle bakayım ne kokuyorsun?" Özlem "Anne sadece vişne votka... Şey pardon soda limon içtim" diyor ama anne her şeyi bildiği halde ille de burnuyla o alkol kokusunu içine çekip iyice kızmak istiyordu. Özlem ise üfler gibi yapıp nefesini içine çekip annesini ve Nurgül'ü iyice delirtiyordu. Özlem kaşla göz arasında aayakkabılarını çıkartıp üstüne değiştirmek içi odasına kaçtığında Nurgül annesine; "Anne alkölsüz kokteyllerden var, onlardan içmiştir, istersen Aliye'ye sor, bugün kandil. Kandil kandil içilir mi?"

benzetme , benzetim

*Uğurlu pantolonumdaki çamaşır suyu lekesi gibisin.
*Arabesk şarkıların sözlerinin ardına fransız filozofların adlarını ekleyip entelektüel ortamlarda satacak kadar kafa bir insandır.
*Çocuğuna Abduulhamit Can ismini verecek kadar çocuk sevmezdi.
*Tüm dişleri çarpık çurpuk çocuklar gibi istenmeyen çocuktu
*Birbirine kanka diyen arkadaş grubundaki ilk evleneni gibisin. Farkında olmadan bir çığır açtın.
*Beyaz keten pantolon giyip donunu teşhir eden adamlar gibi bir garipsin. Hatta çok garipsin.
*Telefon melodisi oyun havası olacak kadar çok düğün severdi.
*Muhteşem ıslık çalan adamlardansın. Kimse senden saklanamaz.
*Sevgilisiyle annesi adaş bir adam gibisin. That's all Oidipus!
*Gözleri kapalı şarkı söyleyen şarkıcı bir hanım kızımız gibisin. İster istemez etkileniyoruz.
*Arabasında harita taşıyan adamlar gibisin. Belli ki halla akıllı telefon teknolojisine geçemedin.
*Türkiye'de idam edilemeyeceğini bildiği için suçlarını İran'da işlemeye devam edebilmek amacıyla Farsça kursuna gidip, daha sonra dayanamayıp kurstan birini öldürüp, sonra da yakalanıp ağırlaştırılmış müabbet cezası alıp, hapishaneden kaçıp İran'da birini öldürmenin  hayalini kuracak kadar karmakarışık ve noktasız bir insandı.
*Kendi çalıp kendi söyleyen birinin playback yapması gibiydi onun tavırları. İki kat daha fazla yalan söylerdi.
*Aklına gelen tüm fikirlerin sadece kendi aklına geldiğini düşünecek kadar insanoğlundan bihaberdi.
*Güneş batarken güneşi eliyle tutmuş gibi fotoğraf çeken Türklerin tatilleri Ege kıyılarında yaptıklarını söyleyebilecek kadar coğrafyası iyiydi.
*Bisikletle tatile gitme planı yapacak kadar az hayatı seviyordu.
*Balık tutmaya gidip balık tutamama stresi yaşayan adamlar gibisin. İlk balıktan sonra insan rahatlıyor.
*Hüzünlü şarkıların stripriz kulübünde basılan şarkıcı gibiyim.

pazartesi - Foucault

Bir şeyin büyüklüğüyle ve uzunluğuyla övünmenin zavallılığına katlanmıyorum pazartesi nitelleri. Geçen hafta içi bir gün camdan belime kadar sarkmış Foucault'un sarkacını dönme eğilimini düşünürken yaklaşık 100km kuzeybatımdaki bir inşaatta çalışan bir vincin çalıştığını gördüm.  Üşenmedim treking yapa yapa inşaata gittim.

*Yaz tatilini yaz bitince bitirmeli.
*Hep aynı şarkıları dinlemeli.
*Film anlatma ve sessiz sinema olaylarına hiç girmemeli.
*Çantasında her zaman tornavida olmalı.
*Ben dinliyormuş gibi yaptığımda o da anlatıyormuş gibi yapmalı.
*İç çamaşılarımı kaloriferin üzerinde kurutmamalı.
*Ergen komşu çocuklarını köle gibi kullanmalı.

Sağolsunlar beni ayaklarıma kapanarak karşıladılar. "Napıyonuz ameleler?", diyerek hemen aramızdaki sınıf farkını kırıp kaynaştım. Gökdelen yapacaklarını duyunca tepem attı o ayrı. "Yıkın arkadaşlar", dedim, sağolsunlar hemen yıktılar. Sonra vincin direksiyonuna geçtim ve Foucault'un sarkacını tatbik ederek anlattım. Her zaman diyorum yaklaşım önemli.

4 Eylül 2013 Çarşamba

sinir

nerdesin lan sen!

(yastığı başıma bastırdım ve çığlık atıp sakinleştim...)

kafanı kırarım senin!

(derin derin nefesler aldım ve içimden ona kadar saydım...)

dana! öküz!

(daha derin nefesler aldım ve dışımdan ona kadar saydım...)

fil! fil boku!

(çoraplarımı çıkartıp top yaptım ve duvara fırlattım)

hıyar!

(duvara yumruk attım)

gerzek!

(elimi sardım ve duvara tekme attım)

salak!

(ayağımı sardım ve duvara kafa attım)

gerzek kere gerzek!

(yere düştüm ama yeri yumruklamaya devam ettim)

bok!

(ymmruklarım çok acıdı, yerde tepindim)

bok!

(küfür dağarcığım da kuvvetim de tükendi)

2 Eylül 2013 Pazartesi

pazartesi - külah

Ben güneşi sadece batarken severim pazartesi güzelleri. Güneş ihtiyacımı da sadece akşamları alırım. Ropdöşambırımı çıkartır, batan güneşe doğru iki dakika önümü, iki dakika da arkamı döner ve güneşi selamlarım. Sonra ropdöşambırımı tekrar giyer dünyevi işlerime geri dönerim.

*Şekspiryen şakaları olmalı.
*Bahçeye kaçan topları patlatmak yerine sadece havasını indirmeli.
*Deşifre edilmiş bir devşirme olmalı.
*Vergi kaçırmalı.
*Kahve falına fincanı çevirmeden bakmalı.
*Antikacı bir yanı olmalı.
*Herhangi bir ormanın derinliklerinde gizi bir kulübesi olmalı.


Çarşamba akşamüstü günlük ritüelimi yerine getirecektim ki baktım güneş yok. Ropdöşambırım elimde şaşırdım kaldım. Güneşimin olması gereken yerde yüzlerce balon var. Balonlarda binlerce kadın, ellerinde dürbün beni izliyor. Hemen çocukluğuma döndüm ve kağıtlardan külahlar yapıp ucuna iğne sıkıştırdım. Apartmanın gider borusunu söktüm ve külahları üfleyerek balonlara atmaya başladım. Yıllardır böyle eğlenmemiştim. Bunu her yıl tekrarlayalım.