29 Eylül 2014 Pazartesi

pazartesi - mutluyuz konvoyu

Şehri biraz keşfetmeliyim dürtüsüyle uyandığım bir sabah triportörüme atlayıp amaçsızca dolaşmaya başladım pazartesi çelebileri. Sabahları çok trafik oluyormuş ama öğlene doğru azalıyormuş. İlk bunu keşfettim. Sonra kornalara basan ve dikiz aynalarına havlular bağlamış bir grup gördüm. Hemen bunu da keşfetmeleyim diyerek arkalarına takıldım.

*Benden her zaman imkansızı ve insafsızı istemeli.
*Bisikletle radara girmemeli.
*Salatalık maskesinde kullandığı salatalıklardan cacık yapmamalı.
*Asistanı beni de asiste etmeli.
*Bir çocuğun elinden kaçan uçan balon gördüğünde görüş açısından çıkana kadar balonu izlemeli.
*Yılın belirli günleri sadece yalan söylemeli.
*Müze bekçileri arasında bana anlatmadığı bir husumet olmalı.


Arabalar birbirilerine çok yakındı ve bir türlü içerilerine sızamıyordum. Ben de en öndeki arabayı da geçip dikizden baktım. Plakasından ‘Mutluyuz!’ yazıyordu. Bu mutluluk konvoyuna be de girmeliydim. Zorladım, solladım, birkaç arabayı yoldan çıkarttım derken konvoy durdu. Davul zurna sesleri duydum ve tripotörümden inip sese doğru yürüyordum ki; gelin ağlamaya başladı. Damat da bayıldı. Her zamanki sahne; ağır makyajlı ve çirkin kıyafetli kadınlar peşimden koşmaya başladılar. Ben de kendimi eve zor attım.

23 Eylül 2014 Salı

Dünyayı Patlatmadan Önce

Dünyayı Patlatmadan Önce

Toplantı masasından kalktığımda ardımda ölüm sessizliğine bürünmüş bir düzine takım elbiseli adam ve iki tane döpiyes giymiş kadın bıraktım. Kadınlardan biri erkek, erkeklerden de biri kadın olarak doğmuş, daha sonra bir dizi ameliyat geçirmiş ve bu değişimleri bana fazladan üç eyalet kazandırmıştı. Kararımı bildirmeden toplantı odasından çıktım ve ağır adımlarla oval ofise doğru yürüdüm. Arkamdan gelmek isteyen özel kalem müdürüme 'Yalnız kalmak istiyorum' manasında attığım bakış yalnız kalmama yetti. Odamın kapısını kapattım ve masama oturdum.

Buz gibi terliyordum. Vermek zorunda kaldığım karar yaklaşık altı yüz on milyon insanı direk, insanlığın kalanını ise dolaylı yoldan etkileyecekti; hatta doğacak birkaç nesili de. Ben bu göreve gelirken büyük kararlar almak zorunda kalacağımı biliyordum ama bu kadarını da hiç tahmin etmemiştim. Bilsem yine de Amerikan başkanı olurdum o ayrı. Başka birinin kararlarının sonuçlarına katlanmaktansa kendi kararımın sonucuna katlanmayı tercih ederim.

Telefonumu açtım ve 8005’i tuşladım. Bu numaranın numarası başkaydı. Bir toplu iğne aldım, başparmağıma batırdım ve fotoğraflarda  gördüğünüz ünlü şöminemin önüne geçip yere birkaç damla kanımı damlattım. Müthiş bir teknolojiydi bu, Amerikan başkanı için bile. Parmak izine, sese, retinaya duyarlı sistemler gibi bu da kanıma duyarlıydı. Olası bir yaralanma durumunda kaçmam için bir seçenek sunduğu gibi bazı önemli durumlar içinde beni özel odama gönderiyordu. Sistem beni tanıdı,bulunduğum yerden beni solumdaki duvara doğru fırlattı, duvarda tam geçebileceğim kadar bir pencere açıldı ve oradan gizli odama doğru bir hava dalgası ile uçtum. Cidden yaşadığım şey uçma hissiyle bir bulutun üzerine oturma hissi arasındaydı. Hava dalgası beni gizli odamdaki sedyeye yavaşça indirdi. Yanımda olası bir yaralanma durumuma karşı ilk yardım seti duruyordu ama tozluydu. Amerikan başkanının gizli odasının tozunu elbette kimse alamazdı.

Sedyeden kalktım ve gayri ihtiyari olarak toz bezi aradım. O da yoktu. Ben bu odaya gelmeyeli nereden baksan bir yıl olmuştu. Bir yıl önce de öyle içim sıkılmıştı da yalnız kalmak için gelmiştim. Hatta bir güzel tozunu almıştım her yerin. Tüm başkanlar gibi ben de arızalı bir annenin çocuğuyum; iyi annelerin bizim gibi yüksek hırsları olan çocukları olmaz zaten. Aklıma salonun tozunu iyi alamadığım için annemin beni akşam yemek masasına oturtup yemek vermediği günler geldi. Çocukluğuma inmek için daha kötü bir zamanlama olamazdı.


Gizli odamdaki çalışma masama oturdum, oval ofistekinin tıpkısıydı. Küçük bir dizüstü bilgisayara benzeyen aleti açtım ve birkaç şifre girdim, birkaç güvenlik sorusunu sesli yanıtladım, retina, parmak izi, vücut ısı, kan örneği verdim; sonra da dünya haritasından Tahran’ı, Pekin’i, Pyongyang’ı ve Bükreş’i işaretledim ve masamın ortasından o şey çıktı. O acayip şey. Gri bir dikdörtgen prizmanın üstünde kırmızı bir düğme. O düğmeye bastığım gibi nükleer başlıklı füzeler yola çıkacak ve işaretlediğim şehirlere telafisi yüzyıllar alacak zararlar verecek. Ne demişler, ilk yumruğu atan genelde kazanır.

21 Eylül 2014 Pazar

pazartesi - bir damla göz yaşı

Önce burnumda bir yanma hissettim pazartesi duyargaçları. İnce bir yanma, kaşınma ile yanma arası bir his. Meraklı burnum hemen ne bu diye merak etti ve derin derin birkaç nefes daha aldım; bu sefer yanma arttı. Artan yanma ile beraber genzimde kaşınıp yanmaya başladı. İstemsizce ağzımdan aldığım nefesler bu sefer gözümde yanmaya döndü.

*Bomba imal ve imhasından pre intermediate seviyede çakozlamalı.
*Arada bana lokal anestezi uygulamalı.
*Bugünün intikamını yarına bırakmamalı.
*Kendinden adı ile benden ise gizli özne ile bahsetmeli.
*Güzellik sırlarını paylaşmamalı.
*Salon kadını çizgisini salonda bırakmalı.
*Mevsim geçişlerini geciktirmemeli.
*Yazdan sonra sonbahar geldiği gerçeğiyle yüzleşmeli.


Ve ilk kez gözümden yaşlar süzüldü. Ben doğduğunda ağlamadığı için konuşana kadarki dört ay boyunca zihinsel engelli sanılmış bir insanım. İlk kez ağladım. Sonra balkondan baktım. Bir grup insan evime doğru yürüyor. Polis olduğunu sandığım, kask numaraları kapatılmış bir grupta bunlara bir şeyler sıkıyor. Numarası kapattığı için ve adını da bilemediğimden lakabı olan ‘çorbacı’ diye seslendiğim biri geldi. Ne la bu sıktığınız, dedim; biber gazı efendim, dedi. İki şişe kap getir, dedim o da getirdi. Şimdi bazen camı pencereyi kapatıp sıkıyorum gazı evde. Ağlamak cidden insanı rahatlatıyor.

20 Eylül 2014 Cumartesi

öyle bir anı

1900'lü yılların sonlarındayız. üzerimde beyaz gömlek ve gri pantolon var. hemen herkes de benim gibi giyinmiş. kızlar da kırmızı ekoseli etekler var. ezgi var, ezgi çok güzel... neyse konudan sapmayım necip fazıl'ın sakarya şiirini ezbere bilen bir din öğretmenimiz var. yüzü de çopurlu karakteri de. bir gün iyi, diğer gün psikopat; kafa karıştırıyor. Bir gün, din öğretmenimizin iyi bir günü, bize öğütler veriyor. zina yapmayın diyor, hırsızlık yapmayın. en sonda da çok paranız olmasın diyor. öyle dinliyoruz ya da dinler gibi görünüyoruz. 

sonra bir adam varmış, çok zenginmiş diyor. dünyadaki tüm zevkleri tadacak kadar parası varmış ve tüm zevkleri tatmış. en sonunda da bir ölüm kaldı, onu da tadayım demiş ve intihar etmiş.

tüpçü kornası gibi bir tenefüs zilimiz var 'dırıdırıdırıdın dırıdın dırıdın, dırıdırıdırıdın, dırıdın dırıdın' sınıftaki herkes kendi arkadaş grubu arasında aynı şeyi konuşuyor. tabi ya adam her şeyi tatmış. ondan intihar etmiş. tabi ya...

ben bu salak hikayeden etkilenmiş adamım. 2000'li yılların başlarındayım ama gelişimime bakınca bildiğin çağ atlamışım:D

15 Eylül 2014 Pazartesi

pazartesi - ikonaj denemem

Genelde bir gazetenin ya da derginin kapağında, insanların tişörtlerinde, yolda bir afişte ya da birçok kadının kolunda omzunda dövme olarak benim sıfatımı görmeye artık alışmış olmalısınız pazartesi şapşikleri. Her yerde de farklı fotoğrafım ya da illüstrasyonlarım kullanılıyor ve bu durumdan biraz rahatsızım. Kim Miss Hollanda’nın omzunda benim kürdanla dişlerimi temizlerken ki, WHO başkanının bacağında da esnerken ki resmimi  görmek ister ki?

*En güzel yaşında olmalı.
*Benliğinin tözünde beyninin olduğunu düşünmemeli.
*Beni reprodüksiyone etmemeli.
*Yerel televizyonlara üzüldüğü için telefonla canlı yayınlara katılıp onları cesaretledirmeli ve onurlandırmalı.
*Kaşınma dürtüsünü bir şekilde yenmiş olmalı
*Öngörülemez tepkileri olmalı
*Yaz tatili yazdan uzun sürmeli.


İşte buna çözüm olarak bir ikonumun olmasına karar verdim ve fotoğraf çekebilen ya da resim yapabilen herkesi dünyanın en büyük stadyumu olan Kuzey Kore’nin Rungrado 1 Mayıs Stadyumuna çağırdım. Ben de soyunup stadyumun ortasına çıktım. Çekimler bir gün sürdü, flashlardan dolayı geçici körlük dahi yaşadım. Sonuçlara bakıp en iyisini seçmek istediğimde ise hiçbir şey yoktu. Kimse çektiği fotoğrafı ya da yaptığı resmi paylaşmak istememiş. Bencilliğinizi takdir etmemek elde değil.

13 Eylül 2014 Cumartesi

amerikan başkanı dünyayı patlatırken -- giriş deneme

başkan toplantı masasından kalktığında ardında ölüm sessizliğine bürünmüş bir düzine takım elbiseli adam ve iki tane döpiyes giymiş kadın bırakmıştı. Hiçbir şey söylemeden toplantı odasından çıktı ve ağır adımlarla kendi odasına yürüdü. arkasından gelmek isteyen özel kalem müdürüne 'yalnız kalmak istiyorum' manasında attığı bakış yalnız kalmasına yetmişti. odasının kapısını kapattı ve masasına oturdu. çekmecesinden zeytin kolonyasını çıkarttı ve ellerine bolca döküp, azalmış saçlarına sürdü. bu sefer bolca kolonyayı yüzüne sürdü. heyecandan zor nefes alıyordu. kolonyalı ellerinden derin nefesler alarak kendine gelmeye çalıştı.

11 Eylül 2014 Perşembe

Polonya Battı

Sabah kulağımda bir melodi ile uyandım. Bazen olurdu bu. Hemen Vahdettin hazretlerinin dedeme hediyesi olan kadim dostum el yapımı Viyana malı olan kemanımın başına koştum ve çalmaya başladım. Beş notalık bir seriydi. Çaldım, tekrar çaldım, bir daha çaldım. Kulağıma güzel çok geliyordu ama devamı da gelmiyordu. Yarım saat kadar sonra kırmızı saçları ve yuvarlak gözlükleri ile beraber yardımcım Hazal Hanım kapımı çaldı, onu hep bir çelloya benzetmişimdir. Yüzünde her sabah kaynağını bana karşı olan karşılıksız aşkında aldığını gülümsemesi, sol elinde her sabah muhakkak içtiğim bol şekerli İran kahvesi, sağ elinde de tıfıl Azeri bir tüccardan gayet pahalıya aldığı cigarı, koltuk altıda da günün gazeteleri vardı. “Devam etsenize, çok güzel bir melodi”, dedi. Bana aşık bir kadının görüşlerinin elbette gözümde hiç değeri yoktu. Sert ve buyurgan bir tavırla “Teşekkür ederim Hazal Hanım. Lütfen beni yalnız bırak ve şu cigarı bir daha asla odamda içme!” dedim.  Yanakları saçları ile aynı renk oldu. Bu tür hareketlerim onu mest ediyordu.

Kahvemi içtim, biraz kültür fizik hareketleri yaptım ve pijamamı çıkartıp günlük kıyafetlerimi giyip gazetemi okumaya başladım. Hitler Polonya’ya girmişti. Polonya bunu atlatamazdı. Polonya için film bitmişti. Polonya batmıştı. Polonya batmıştı. Hemen kadim dostum kemanıma koştum ve çalmaya başladım. Polonya battı, sözleri melodime tam oturuyordu. Dakikalarca çaldım ve ‘Polonya battı’ diye bağırıp durdum. Kapıyı Hazal Hanım çaldı ve başını içeri uzatıp “İyi misiniz?”, dedi; çılgınca bir kahkaha attım ve “Bak tam oturdu!”, dedim. Polonya battı, Polonya battı...

Aradan bir hafta ile on gün arası bir zaman geçti. Melodim ve üzerine oturan Polonya battı sözleri beynimi kemiriyor, başka bir şey düşünemiyor ve çalamıyordum. Alman işgali altındaki Polonya’nın bile benim kadar acı çektiğini sanmıyorum. Gerizekalı Almanlar, barbar Almanlar, gerzek Almanlar, domuz Almanlar, domuz Alman, Alman domuz, Alman doomuz. Saat gece yarısı civarıydı hemen kadim dostum kemanımın yanına koştum ve çalmaya başladım. ‘Polonya battı.... Alman doomuz...’  Cuk diye oturmuştu. Notalar sanki bu kelimeler için yazılmıştı.

Hazal Hanım askılı şeffaf geceliği ile odama kapıyı dahi çalmadan heyecanla daldı. Zaten ne zaman bu geceliği giyse odama girmek için bir bahane bulurdu. “Kahve getir bana!”, dedim ve sabaha kadar çaldım ama ne bir kelime ne de bir nota geldi. Tam on iki saat elimde kemanımla bekledim. Hazal Hanım da on iki saattir, iki de bir askısı düşen ve her seferin biraz mahcup, biraz da yaramaz bakışlar attığı geceliği ile odamdaydı. Saate baktım öğlen on ikiydi. On iki, on iki, tilki... İlham geliyordu. On iki, tilki ama ne tilki? İtalya tabi ya! On iki, İtalya tilki. Kadim dostum kemanımla yatağımın üstüne çıkıp çalmaya başladım. Ben çaldıkça Hazal Hanım alkışlıyordu ama ‘on iki’ ne alaka diye de sormuyordu. Ey aşk sen nelere kadirsin.

İlham gelsin diye eserimin sözlerini ve notlarını kağıtlara yazıp odamın duvarlarına yapıştırdım. Gergin bekleyişim ne kadar sürdü kestiremiyorum. Kemanımla ben, birbirimize günlerce hasretle baktık. Hazal Hanım odama kardeşinizden mektup var diye anlamsız bir gülümseme ile geldi. Açtım mektubu ve okumaya başladım, sayfalar dolusu hiçbir şey yazmıştı. Kalleş herif on beş aydır kendi gibi... Cümlemi bitiremedim bile, aradığım kelimeleri bulmuştum. On beş, Rusya kalleş. Bu rakamlarda ne vardı böyle beni kovalayan bulamıyordum. Kalleş kardeşime 1500 ruble gönderdim, bu onu bir buçuk yıl idare ederdi ve çalmaya devam ettim.

Polonya battı
Alman doomuz
On iki, İtalya tilki
On beş, Rusya kalleş

Eserim rakamlar ve ülkeler temelinde ahenk ile büyüyordu. Çok ünlü olacağımın ve eserimi herkesin hep bir ağızdan söyleyeceği günlerin çok yakın olduğunu biliyordum. Hazal Hanım’da aynı şeyleri söylemese emin bile olabilirdim. Rakamları yazdım durdum. Sırf ilham versin diye bir abaküs bile aldım, çok güzel tınısı vardı. Polonya battının önüne altı, Alman doomuzun önüne de dokuz uyuyordu. Zaten kullandığım diğer rakamlar on iki ve on beşti. Mucize gibi üçün katlarını üflüyordu ilham perileri kulağıma ve tüm ülkeler II. Dünya Savaşı ile ilgili Avrupa ülkeleriydi. Bu durumu açıklayacak tek kelime mucizeydi. Bunları düşünürken Portekiz’i buldum. On sekiz, hapı yuttu Portekiz ya da on sekiz, boku yedi Portekiz arasında günlerce düşündüm. İlk tekrarda hapı yuttuyu, ikinci tekrar da ise boku yediyi uygun gördüm.

Diğer sorunum ise üç kafiyeli bırak Avrupa ülkesini bir tane bile ülke olmamasıydı. Direk altıdan başlamak da eseri mana yönünden ahraz bırakabilirdi.


Almanlar coşmuştu ve ülkemiz de ekonomik yönden zor günler geçiriyordu. Ve ben de üç ile biten bir ülke olmadığını coğrafya hocalarından tasdik ettirmiştim. Baba yadigarı kereste imalathanemizde işlerimiz düşmüştü, kimsede para yoktu, kısa zamanda kapatmak zorunda kaldık. Maaşını veremediğim için Hazal da işi bıraktı ve cigardan vazgeçemeyeceği için o tıfıl Azeri tüccarla kısa sürede evlendi. Hiç bilmediğim çok borcum olduğunu öğrendim ve evimi kitaplarımı satıp ödemeye çalıştım ama yetmedi. En son kadim dostum kemanımı sattım ama yine borçlarımı kapatamadım. Başıma gelen onca berbat şey  ise hiç umurumda olmadı. Bestemi tamamlayamıyor olmamın acısı tüm acıların üstündeydi benim için. Utancımdam İstanbul’u terk edip bir Anadolu şehrine gittim. İmaretlerde, sokaklarda yaşadım ve ölene kadar  günleri saydım. Bin iki yüz kırk, bin iki yüz kırk bir, bin iki yüz kırk iki. Ben öldüm bestem bitmedi.

10 Eylül 2014 Çarşamba

a few serial killer

Mezarlıkçı katil: Öldürdüğü kişileri mezarlıktaki sıradaki yere gömüyor.
Kuzey doğu katili: Öldürdüğü kişilere bakınca kuzey doğuya doğru bir ip gibi gidiyor. Bir adım öne bakarak yakalanır vs.
Sınıf başkanı katil: Hayatına girmiş tüm sınıf başkanlarını adını tahtaya yazdıkları için öldürüyor.

Mübaşir katili: Ası amaç yargıya tepki. Katlin davalarında onunla muhattap olan mübaşirleri öldürüyor. Sadece biri sigara vermiş o hariç.

Nano teknoloji temelli moleküler eşleyici

i.
Hiç unutmuyorum ekimin ilk haftasıydı. Okula bir türlü uyum sağlayamamıştım ve herkes bana bakıyormuş gibi hissediyordum. Kantinden çay ve albeni almış, sınıfa çıkıp ders başlayana kadar orada sıkılayım derken onu görmüştüm. Tesadüf ya – ki sonra hayatta tesadüf diye bir şey olmadığını öğrendim hatta ispatladım- o da kantinin önünden geçiyordu. Elinde birkaç  kitap ve pembe bir de defter vardı. Gözlerimi ondan alamıyordum. Takip etmeye başladım. Önce kütüphaneye gitti ve bir şeyler okudu, ben de karşında onun okuyuşundan bir şeyler okumaya çalıştım. Okurken elleri hep saçlarındaydı; kimine göre dalgalı, kimine göre bukleliydi ama bence gayet türbülanslıydı bir kahverengiydi. Sonra kalktı ve yürümeye başladı, ben de tabi arkasından; tıp fakültesine girerken arkasından bağırdım. “Bakar mısın?” Baktı. “Şu ana kadar gördüğüm açık ara en güzel şey sensin” dedim. Gülümsedi. “Vazgeçtim. Şu ana kadar gördüğüm açık ara en güzel şey, gülümseyen sensin” dedim. Bu sefer kahkaha attı, “Delisin sen ya” dedi. Biraz konuştuk numaralarımızı verdik birbirimize ve o derse girdi.

O günden sonra okul muhteşemdi. Her yerde beraberdik, arabası vardı bazen beni evden bile alırdı. Geceleri uyumadan önce ona yapacağım şakaları düşünür, gündüzleri o şakaları yapardım. Sırf beraber ders çalışmak için tıp öğrencisi kadar tıp çalışıyordum. Hatta rektörlüğe bir dilekçe yazıp – ki beni hiç kırmazdı- kuramsal fizikte yüksek yaparken bir yandan tıp okuma isteğimi ilettim. Hayatımın en güzel üç aynını geçirdikten sonra atak karakterim bir adım atmam gerektiğini çıtlatıyordu bana. Söyle sevdiğini...

Hayat beklemek için çok kısaydı. Beni arabası ile evden aldığı bir kış günü daha bizim mahalleden çıkmadan konuya girdim “Seni seviyorum. Hem de bu güne kadar hiçbir şeyi sevmediğim gibi”,  dedim. Yollar buzluydu, trafik çoktu, belediye yollara tuz atıyordu ama pek işe yaramıyordu. Sadece izafiyetle açıklanabilecek ama formülize edilemeyecek kadar uzun bir sessizlikten sonra elleriyle saçlarımı okşadı ve “Daha çok küçüksün, hele bir prof ol da o zaman bakarız” dedi –ki sadece iki sene sonra prof oldum- Yalan söylediğini sesinin tınısından anlamıştım, sanki çocuk avutuyordu. O günden sonra da yavaş yavaş uzaklaştı benden. Aramızdaki yaş farkını vurgulayıp durdu. Oy veremememle, asansörün en üst tuşuna basamamamla ya da kola makinasının en üst tuşuna yetişemememle hunharca dalga geçti gerizekalı –ki yaşayan en zeki on kişiden biri olduğum düşünülürse; benim birine gerizekalı demem hakaret değil, tespit olur- İki sene sonra da dediğini yaptı ve kendisinden üç kat benden ise altı kat yaşlı bir tarih profesörü ile evlendi; adam kel ve buruş buruştu. Tarih diye bilim mi olur ya!

Benim adım Adımhan Köpekkral. O zamanlar sadece on yaşımdaydım. Şimdi kırkımı biraz geçtim. Dünyada bilimsel manada üç düzine ilke imza attım –ki doğru kişilerle şarap içseydim üç nobelim garantiydi- Birkaç konuda son derece profesörüm. Tıp, matematik, fizik, kuramsal fizik, elektronik, kimya ve birkaç abuk subuk şey. İki yıl önce de üzerime asla bilim ile açıklanamayacak bir dürtü çöktü. İşi gücü bırakıp kırsalda bir kulübeye yerleştim.

ii.
Sizler için ağır ve anlaşılması güç bir paragraf; okumasanız da olur. Üçüncü bölümden devam edebilirsiniz.

Dürtüm azlık ya da teklikle ilgili. Hatta azlık ve tekliğin kuramsal fizik tarafından irdelenmesi ve incelenmesi ismiyle yayınladığım bir makalem de var –ki biraz kuramsal fizik biliyorsanız zaten okumuşsunuzdur. Bilmiyorsanız hiç niyetlenmeyin; kendinize ve zekanıza olan saygınızı yitirirsiniz- Elimden geldiğince basitleştireyim. Her şey değerini azlıktan alıyor. Altın gibi. Altın çok olsa manası olmazdı. Daha geniş düşünüyorum; Fezada sadece Dünya’da hayat var –ki bundan çok eminim, ispatlayamıyorum, bir yerde tıkanıyorum ama seziyorum- Başka gezegenlerde hayatlar olsaydı bu kadar kendimizi özel ve kibirli hissetmezdik. Dünyevi kaygılara dönüyorum; mesela her okulun bir tane güzel kızı var. Sinem gibi, çok Sinem olsa hayat daha güzel olur ve Sinem tekliğin baskısını yaşamazdı. Öze dönüyorum, sadece bir tane Adımhan Köpekkral var. Benim kadar zeki çok fazla insan olsa gezegenimizde olabilecek gelişmeleri hayal etsenize. Bin tane Adımhan Köpekkral ve onu mutlu etmesi için bin tane okulun en güzel kızı Sinem. Üç yaşımdan beri hissettiğim teklik baskısını hissetmeden, sadece bilim için bilim yapsam; egolarımı ve ilkel güdülerimi Sinem örselese, dünya için çalışsam. Çok basit! Dünya on iki ile on dört yıl arası bir sürede harika bir yer olur, yirminci yılı biraz geçtiğimizde de çağ atlar.

Bitti. Hiç kusura bakmayın daha da basit anlatamazdım.

iii.
Hayatımdan günaydın, iyi akşamlar, afiyet olsun, nasılsınız, teşekkür ederim gibi manasız sözleri; trafik, merdivenler, yemekhane sırası, öğrenci kalabalığı gibi manasız kalabalıkları çıkartınca ve çevremde hiç gerizekalı – sadece tespit- olmayınca bilime ayırdığım zaman ve zamanla doğru orantılı olarak da verim daha da arttı. Çokluğu nasıl oluşturabileceğimi biliyordum. Sizlerin ayıla bayıla izlediğiniz geleceğe dönüş serisindeki gibi zaman makinası yapıp; geçmişlerden istediklerimi şimdiye taşıyarak kolaylıkla yapabilirdim ama ışık hızını geçmek ne yazık ki imkansızdı. Bunu evrenin biz insanlara oynadığı acımasız bir oyun gibi gördüm önceleri ama umudumu da kaybetmedim. Muhakkak başka bir yolu olmalıydı. Zaman alacaktı ama başarırsam zamanın kontrolü bende olabilirdi.

Ben yemek yemem sadece çorba içerim. Kuru gıdaların hazmı zordur ve vücut hazım esnasında mevcut enerjini büyük kısmını kullanır. Benim ise tüm enerjimi beynim kullanmalıdır; midem ya da bağırsaklarım değil. Ben çorbayı kaşıkla da içmem. Bir büyük zaman ve enerji kaybı daha büyük kulplu bardağım vardır benim, uzun da pipetlerim onunla çay, meşrubat içer gibi çorbamı içerim.

Bir gün kulübemdeki hava akımı esnasında – ki siz bu olaya ceryan diyorsunuz – oluşan birkaç seri çarpışma sonucunda bardağım kırılıp tuzla buz oldu. Vizyonuz ve vasıfsız insanlar kırılan bardak eskisi gibi olmaz derler ama ben camları en küçük kırıntısına kadar topladım, sonra eski bardağımın kalıbını çıkarttım, kırık camları ısıtıp eriyik hale getirdikten sonra kalıba döküp bardağımın aynısını yaptım.

Ben ruha değil nöronlara inanırım. Hemen tahtamdaki her şeyi sildim ve ‘Nano teknoloji temelli moleküler eşleyici’ yazdım –ki baktım havalı olmadı silip latincesini yazdım.İnsan moleküllerden oluştuğuna göre bire bir eşleme ile bir insanı yeniden yapabilirdim. Kolay olmayacaktı ama imkansız hiç değildi. Çalışmalara hızla giriştim. Mezarlıklardan cesetler çalıp molekül molekül incelerim.  Laboratuvarım için yeni malzemeler gerekli oldu. Para lazımdı; arkadaşlarımdan ve intihal yapan sözde bilim adamlarından şantajla paralar sızdırdım. Deneylerim tüm günümü alıyordu; uyumuyor, yemek yemiyor, su içmiyordum. Çalışma tempom her zaman yüksek olmuştur ama bu kadarını ben de beklemiyordum. Saatin saniye kolu gibiydim; hiç durmadan ilerliyordum.

Çalışmalarım çok kısa sürede – ki siz anlayamazsınız ama iki yıl böyle bir çalışma için çok kısa süre sayılır – meyvesini verdi ve ilk kara kaplumbağamı çoğalttım. Sonra kedi ve kelebekler üzerinde çalışmalara devam ettim. Çalışmamı paylaşsam, yardımcı alsam işler biraz daha hızlanabilirdi ama yalnızlığımın hazzının bölünmesini de istemiyordum. Pervane denilen kelebeklerden bir tanesini de çoğalttığım an günlerdir yemek yemediğimi ve çişimi de dört gündür tuttuğumu fark ettim. Azami sekiz dakikalık bir araya ihtiyacım vardı. Çorbamı hazırladım, pipetimi içine attım ve tuvaletimi yapmak için açık havaya kurduğum doğa ile iç içe klozetime oturdum. Tam o an aklıma makinamla ilgili bir şey geldi – ki sanki söylesem anlayacaksınız- ve onu da elime alıp klozete tekrar oturdum. İşerken çorbamdan bir yudum aldım ve olanlar oldu.

Hareket edemiyordum. Sadece sağ kolumda güç vardı ama o da çok azdı. Vücudum sanki beton dökülmüş gibiydi. Çorbamı bitirdim ve ilk yarım saat kramp olduğunu düşündüğüm şeyin geçmesini bekledim. Ama geçmedi. On bir saat sonra çorbamı makinama koydum ve çoğalttım. Sonra o çorbamı içtim. Bu sayede en azından açlıktan ölmeyecektim. İnsanların beni bulup bulamayacağını da bilemeden aylarca çorba içerek oturdum. Elbetteki sıkılmadım ama durumu kabullenmem zor oldu. Eskilerin dediği doğruymuş, ağızda lokma ile tuvalete gidilmezmiş.


Hareketsizliğimden cesaret alan bir  güvercini yakaladım geçenlerde. Makinama sokup sokup çoğaltıp doğaya salıyorum. Belki biz zoolog  - ki  hiç sanmıyorum ya – kontrolsüz artan klon güvercin sayısını ölçümleyip beni bulabilir.

7 Eylül 2014 Pazar

pazartesi - genç varoş sanatçı dostum

Geçen hafta ben bir gittim geldim pazartesi meddücezirleri. Her şey çarşamba gecesi üzerinde çakma adidas kapüşonlu eşofman üstü, altına da çakma nike eşofman altı giymiş, ayakkabısının hangi markanın çakması olduğunu çözemediğim; yerel kıyafetleriyle varoş bir gencin “Bonzai ister misin abi?”demesiyle başladı. Geleneksek uzak doğu sanatlarına oldum olası hayranlık beslemişimdir. Bir varoş gencinin de bu kadim sanata ilgi duyması hoşuma gitti ve onu da teşvik etmek için en babacan sesimle “Evet delikanlı, çok isterim” dedim

*Ağzıyla içmeli.
*Oto pazarında bir ağırlığı olmalı.
*Televizyon izlerken altyazıları hiç okumamalı.
*Kazanan kadroyu bozmamalı.
*Gizli işsizleri rencide etmeli.
*Ağzından alevler çıktığında, burnunda da dumanlar çıkmamalı.
*Köpekleri sadece yavruyken sevmeli.


Cebinden çıkartıp sigara gibi bir şey verdi, ben de bir yandan bonzaideki varoşsal yorumunu irdelerken bir yandan da birkaç bin dolar verip; “Üstü kalsın genç sanatçı dostum” dedim. Verdiği şey hiçbir ağacın küçüğüne benzemiyordu; tütün bitkisine posmodern bir gönderme olmalı diye düşündüm. Sonra elime alıp incelemeye başladım. Kokladım, yaladım, yedim, vücuduma sürttüm; sonra bir rüyalar bir rüyalar. Öldüm de dirildim sanki. İşte sanat böyle olmalı; insanın ayaklarını yerden kesmeli hatta öldürüp yeniden diriltmeli. Tebrik ederim genç varoş sanatçı dostum.

1 Eylül 2014 Pazartesi

pazartesi - zorunlu temel eğitimim

Bildiğiniz üzere hayatım boyunca kimsenin üstüne basarak yüksel(e)medim pazartesi müneccimcileri. Yükselişimin benim içinde ucu açık, tam çözemediğim yönleri var, yok değil ama bu asla üste basmak değil. Bu ay Times’s hangi fotoğrafım kapak olmuş diye bakarken küçük dilimi yuttum. Açık alınlı, kısa bıyıklı uzun boylu tipitipin biri kapaktaydı

*Azericesi akıcı olmalı.
*Sinirlenince tansiyonu sakinleşince şekeri çıkmalı.
*Sülalecenek yazlığa gittiğimize ben banyo sırası beklemeyim diye çözüm üretmeli.
*Simitçilere bahşiş vererek istihbarat almalı.
*Eğer bir gün kısa kollu gömlek giyersem beni kırbaçlamalı.
*Sadece kendi iticiliği ile ikimizin çok itici bir çift olarak anılmamızı sağlamalı.
*Tavlayı kendi tarzında oynamalı.


Sınıf başkanı yazıyordu altında da. Tipitip ilkokulda sınıf arkadaşım ve aynı zamanda sınıf başkanımmış. Beni ‘içine kapanık, hayalperest ve sümüklü’ olarak anlatmış. Hayır benim ilkokul hayatım üç gün sürdü. İlk gün 1,2 ve 3. sınıfları bitirdim; ikinci günse 4. ve 5. sınıfları. Üçüncü günse diploma töreni, okulun altın anahtarının bana verilmesi, okula benim adımın verilmesi ve tüm öğretmenlerden makas almamla bitti. O tipitipi de hemen ilkokula yazdırdım,  biraz arkadaşça şakalaşmışım; ilk yardım kutusunun anahtarını olmak için kızılay kolu olmuş.