27 Şubat 2015 Cuma

ötenazici

Ötenazici
Bir.
Son derece kanserdim ve kanserim son aşamadaydı. Üç kez de kurtulduğumu sanmıştım yengecin kıskaçlarından ama o yengeç beni hayattan çok feci kıskanıyordu. Onkoloji hastanesinin bekleme odasındaki çay makinasından bir çay aldım ve zaten bildiğim şeyleri söylemesi için doktorumu beklemeye başladım. Çok vaktim yoktu ve herhangi bir şeyi beklemek artık beni çıldırtıyordu. Kağıt bardaktaki çayı bile hızla içtim. Eğer son günlerinizse çayı bile dibine kadar içiyorsunuz. Kağıt bardağın altında tükenmez kalem ve kötü bir el yazısı ile ölmek istiyorsan ara ve bir telefonu numarası yazıyordu. Kalktım, oturduğum koltuğa dosyamı bıraktım ve bardak elimde yürümeye başladım. Ne kadar yürüdüm bilemiyorum. Artık otobüse binemiyorum çünkü duraklarda beklemeye tahammülüm kalmamıştı, dayanamıyorum. Bir taksi durdurdum ve giderken numarayı aradım. Fiyat gayet makuldü. Gelmeden bir gün önce de aramamı ve parayı peşin aldığını söyledi. Acısız mı olacak diye sordum, hiçbir şey hissetmeyeceğimi garanti etti. Taksici dikizden beni kesiyordu ve inceden korktuğu belliydi. Konuşma bitince hemen taksiden indim ve başka bir taksiye bindim. Daha fazla soruya katlanmak istemiyordum.
Ki.
Önce bir otobüse bindim. Şu tekli koltuklu olanlardan. Arkalardan bir yer aldım ve oturduğum koltuk hariç; sağım, solum, önüm ve arkamdaki biletleri de aldım. Muavine de 200 kağıt verdim, kimseyi sakın oturtma ve ben seni çağırmadan da asla yanıma gelme, dedim. Emredersin, abla; dedi. Bir 100’lük daha verdim. Gitti.

Ayakkabılarımı çıkarttım ve kulaklıklarımı taktım. Playlistim gayet durumuma uygundu.
Teoman – En güzel hikayem 
Murat Kekilli – Bu akşam ölürüm
Kazım Koyuncu – İşte gidiyorum
Umay Umay – Hareket vakti
Bu dört şarkıyı o berbat Anadolu şehrinin izbe otogarında inene kadar dinledim. Oradan bir dolmuşla bir kasabaya geçtim. Koltuğu yayları kıçıma batıyordu ve leş gibi kokan, sapsarı dişli bir köylü beni öküz gibi kesiyordu. Bir an onunla sevişmeyi düşünmedim değil ama canım istemedi. İstese hiç çekinmezdim ya da sabah bir duş alsa. Camdan dışarı baktım ve aynı şarkıları dinlemeye devam ettim.
Yolculuğumun son etabı o eski dolmuştan çok eski daha eski ve çok daha kötü bir dolmuşa geçmemle başladı. Yanımda yaklaşık bir tonluk bir köylü kadını ve kucağında da büyüyünce anasına benzeyeceği belli olan tombiş kızı; arkamdaki ise yüzü buruş buruş bir adam ve elinde, bacakları birbirine bağlı üç tane horoz ya da tavuk vardı. Bu sefer aracın yanı sıra, yol da berbattı. Hoplaya zıplaya gittik. Sonra gülmeye başladım. Hem de çığlık çığlığa, koptum gittim. Kimse de yadırgamadı beni. Gülümsediler hatta. Tombiş kız ve kanatlı kümes hayvanları da eşlik etti bana ta ki inene kadar.
Üç.
Bavulsuz olmak ne güzel şeymiş. İndim ve bardağın altındaki numarayı tekrar aradım. Telefonu çalınca bana baktı ve meşgule atıp bana doğru yürümeye başladı, durumu düşününce çok saçma bir jestti. Yolculuğumun nasıl geçtiğini sordu. Sesinden bu kadar yaşlı bir adam olacağını sezememiştim. O kadar yaşlıydı ki; hitap cümlesi olarak önce amcacım, sonra dedecim dedim. Yürüyelim mi biraz, dedi.

Önümüzde bir tepe vardı. Çirkin çorak bir tepe. Tepenin solundan, hiç konuşmadan, aramızdan iki kişi rahatlıkla geçebileceği bir mesafe ile yan yana yürüdük. Hiç arkama bakmadım ama köy açımızdan çıkmış olmalıydı. Sırtımdaki yeşil sırt çantamı önüme aldım ve zarfa koyduğum parasını çıkartıp dedeye verdim. Parayı saymadan eski püskü güneşten solmuş ceketinin iç cebine koydu ve silahına davrandı.

26 Şubat 2015 Perşembe

ilahi adalet

İlahi Adalet

Evren en iyi arkadaşım aynı zamanda tanıdığım en kötü insan. Bana karşı gerçekten de çok iyi; beni hiç kırmaz, bekletmez, satmaz; genelde hesapları o öder, üçün beşin lafını etmez, gerektiğinde de beni kollar. Ama ne zaman sokakta etrafında babası olmayan bir çocuk görürse de kötülük yapmadan duramaz. Mesela ikimizde otuz yaşındayız ama onun saçları erken döküldüğünden çocuklar bana abi, Evren’e ise amca der. Bir de malum kötülük, iyilikten katbekat daha komik; biz ne zaman Evrenle dolansak çok güleriz.
Güzel araba kullanır Evren, usta şofördür. Uzmanlığı araba ile top ezmektir. Yolda top oynayan çocukların toplarını ezerek patlatır; giderken de kornaya asılır bir de üstüne üstük küfreder. Ben de buna çok gülerim. Yolda yürürken de öyleydi. Aaa Evren’i anlatırken fark ettim, bizim Keltoş sadece erkek çocuklarına karşı kötü. Ne diyordum? Ha, yolda yürürken bir keresinde birkaç çocuğun topu bunun ayağına gelmişti. Eski bir futbol topu. Yanları açılmış, havası sönmüş, patlamasına az bir zaman kalmış ama güzel pahalı bir toptu o ayrı. Evren topu ayağına aldı ve basa basa patlattı. Bir yandan da kötü adamlara kötülük öğretecek kadar kötü kahkahalar atıyordu. Çocuklar ne yapsınlar korkudan sustular. Az uzu olan birinin üzerinde Danimarka milli takım forması vardı, sarışın düz saçları alnına dökülmüş masum bir çocuktu, top da onun olmalıydı. Yanında da yine Danimarka formalı, aynı ona benzeyen kısa saçlı bir çocuk daha vardı, kardeşi olmalıydı. Top patlayınca abisine bir şey yapmayacak mısın dercesine bir bakış fırlattı. Evren ikisinin de kıçına birer tekme attı ve gülerek yolumuza devam ettik. Kaçarlarken fark ettim formalarının arkasında “Tøfting” yazıyordu
Evren’e neden böyle davrandığını sorduğumda iyilikleri için, derdi. Sonrası bildiğiniz tatava, hayat zormuş, el bebek gül bebek yetişiyormuş çocuklar, güçlü olmaları lazımmış, şimdi ağlamazlarsa büyüyünce daha çok ağlarlarmış, falanmış ve de filanmış.
Bu kış nasıl soğuktu biliyorsunuz, bir hafta durmadan kar yağdı. Öyle böyle değil. Okullar en az bir hafta tatil oldu hatta. Öyle bir akşamüstü yürüyorduk Keltoşla. Çocuklar kardan adam yapmış gülüp eğleniyorlar. Ama büyük de bir kardan adam, benden büyük. Bizim Keltoş tabi görünce tutamadı kendini ve koştu koştu kardan adama bir omuz atıp yıktı. Sonrası yine aynı, kahkahalar. Aynı gün biraz daha yürüdük, bir başka kardan adamı da uçan tekme ile yıktı, bir başkasını yumrukla yıktı. Çocuklardan biri pembe bir bere takmış kardan adama. Bere Evren’in ayağına galoş gibi girmiş. Onu eze eze yürüdü. Birkaç çocuk kardan adam yapıyordu daha kafaya geçmemişlerdi, onu yıktı. Evren belki de en mutlu akşamını yaşıyordu. Başka bir kardan adamı ise kardan adamı yapan çocuğu fırlatıp yıktı. Konu yıkımsa gayet yaratıcı olabiliyordu ama bencildi de; gel birini de sen yık demiyordu. İzledikçe tabi benim de canım çekiyordu.
Bir kardan adam daha gördük. Ben koşmaya başladım, arkadan Evren, tam durup kardan adamı yıkacaktım ki, Evren beni kardan adama itti. Böylelikle dolaylı da olsa yine o yıkmış oldu. Çocuklar ağlıyor, ağlayan çocukların birinci derece akrabalarına Evren küfrediyordu.
Tam o sırada kırmızı kabanlı, kırmızı bereli, kırmızı eldivenli, kısa boyunlu küçük bir adamın bizi izlediğini fark ettim. Gençler ayıp olmuyor mu?, dedi. Evren ise ayıp yatakta olur, dedi; meydan okurcasına. Adam cidden küçüktü. Hatta ondan uzun ilkokul çocukları vardır.
Yerlerin kar olması o gün çok işe yaradı. Adam vurdu tamam ama bir de yer vurmadı, kar yerin darbesini yumuşatıyordu. Hem adam eldiven giyiyordu. Bu da darbeleri yumuşattı ve hava soğuk olduğu için sanırım olması gerekenden daha az acı hissettik ve daha az morarma yaşadık. Hava tam dayak yeme havasıymış.
Hastanede gözümüzü açtık. Şikayetçi olduk ama o gün kardan adamlarını yıktığımız tüm çocuklar bize karşı şahitlik yaptılar. Hakime hanım de çok rencide etti bizi. Bir dayak da orada yedik denebilir. Kamu hizmeti cezası aldık. Çocuk esirgeme kurumunda haftada bir gün palyaçoluk yapıyoruz. Eğer günün sonunda çocuklar eğlenmemişse o gün geçersiz oluyor.
Benim ön dişlerim ondan böyle sayın dişçim, kökleri duruyor, üstten kırıldı. Dişsiz bir palyaçoya kimse gülmüyor ve benim bu ceza ondan hiç bitmiyor. Durumum ve sigortam da yok. Uygun bir ödeme planı çıkartabilirsek yaptırmak istiyorum.
“Peki Evren ne yapıyor?” diye sordu dişçim. Adam haklı kendimden çok Evren’den bahsetmiştim.

İyi ne yapsın. Onun da ön dişleri aynı benim gibi ama o durumdan gayet memnun, çünkü çocukları daha iyi korkutabiliyor.

22 Şubat 2015 Pazar

pazartesi - bilimin skolatikliğine tepki

Yine hayatlarınızı değiştirecek bir reform ile karşınızdayım pazartesi ortaçağlılar. Bir kısmınızın yeni dini olan bilimin inatla açıklayamadığı ama dayattığı saatleri geri alma olayını kaldırıyorum. Çok saçma. Saatler neden bir ileri, bir geri alınıyor paradoksuna girmeden yeni durumu özetliyorum. Artık ekinoks tarihlerine en yakın pazar günleri saatlerimizin bir saat ileri alınacak.

*Saniyeler aktıkça güzelleşmeli.
*İki tarafı da dinlemeden kararını verebilmeli.
*İki güzel laf duyunca yumuşamamalı.
*Küçük tatil kaçamakları yapmadan önce meteorolojiye bir bakmalı.
*Tahminleri tutmuyor diye meteorologları cezalandırmamalı.
*Tanıdığım en iyi ve kötü insan olmalı.
*Top toplayıcı çocukları da oyunun bir parçası olarak görmeli.


Bu sayede rutinlerden sıyrılacağız. Her altı ayda bir, bir saat daha geç kalmanın mutluluğunu yaşayacaksınız. En sevdiğiniz dizi sadece 12 yıl sonra gece 3’de başlayacak. Ve en önemlisi uyum sağlayamayan bireyler aranızdan sıyrılacak. Değişime ayak uyduramayanları da kutuplara atarız; nasılsa altı ay gece, bir o kadar da gündüz. Bir sonraki projem de günleri devir daim etmek. Korkmayın, pazartesi sabit olur. Üzerinde çalışıyorum. Bir de artık yıl olayı var…

17 Şubat 2015 Salı

beş kalem pil

Beş Kalem Pil

Oradaki son gecemdi. Öğleyin terminale gidecek ve on dört saat sürecek bir otobüs yolcuğunun ardından doğup büyüdüğüm sonra da terk ettiğim şehre, annem babamın yanına, kuyruğumu bacaklarımın arasına kıstırmış bir şekilde geri dönecektim. Ağır mağluptum.

Annem ve babamla geçmişi konuşmamak üzere pazarlık yapıp biletimi öyle almıştım. Her şeye sıfırdan başlamaya iki kez kalkışmış ama hep becerememiştim. Bu sefer sıfırdan başlamayacak, yeni hayatımı çocukluğumun üzerine kuracaktım. Doğduğum eve, büyüdüğüm odama dönüyordum.

Eskisini kapattım ve yeni bir facebook hesabı açıp sadece çocukluk arkadaşlarıma arkadaşlık isteği göndermeye başladım. Büyük kısmı da kabul ettiler. Uyku bastı, sırf ses olsun diye açtığım televizyondaki spor programında birbirine bağıran insanları kapattım ve ışığı söndürdüm. Uykuya muhtaçtım ama şıp şıp şıp şıp şıp şıp diye bir ses duymaya başladım. Göt kadar odamda ses yankılanıyordu. Banyoya girdim, ses küvetteki tartar rengi musluktan geliyordu. Birkaç dakika düşündüm, sonra da resepsiyonu aramaya karar verdim. Telefon çalmıyordu. Aşağıya indim, resepsiyonda kimse yoktu. Tanımlayamadığım sesler geliyordu; kaçar adım odama çıktım. Bir rulo tuvalet kağıdının tamamını suyun düştüğü yere koydum. Havluyla da banyo kapısının altını örttüm. Ya ses kesildi ya da duymadım. Uyudum.

Terminale otobüsümün kalmasından iki saat önce gittim. Çirkin bir yağmur yağıyordu. Kargalar beni uğurlamaya gelmiş gibiydi. Benim şehrimin kargaları siyah, beyaz ve yeşil olur. Buraların kargalarında yeşil yok; gri var. Terminal kalabalığını sevmişimdir hep, o koşuşturmayı. Otobüsüm kalkana kadar hiçbir şey düşünmedim, sadece kargaları ve insanları izledim. Otobüsüm gelince hemen koltuğuma oturdum. Bavulum yoktu, sadece spor bir çanta. Kaptan kontağı çalıştırmadan önümdeki dokunmatik ekran çalışmıyordu. Otobüs hareket ederken camdan baktım, bizim otobüse kimse el sallamıyordu.

Kulaklığım da çalışmıyordu. Koltuktaki dokunmatik ekran da çalışmıyordu, oysa ne heveslenmiştim.  Telefonumu açtım ve  facebooka girdim. Yapay bir zeka tanıyor olabileceğim insanları ekranın sağında gösteriyordu, onlara da arkadaşlık isteği gönderdim. Gültekin diye biri durmadan çıkıyordu ama hatırlayamıyordum. On altı ortak arkadaşımız var. Bu kadar çok ortak çocukluk arkadaşımız olduğuna göre aynı çocukluğu paylaşmış olmalıydık. Dayanamadım ve ona da arkadaşlık gönderdim, gönderdiğim gibi de kabul etti. Naber nasılsınlaştık. Sonra neler yaptığımızı sorduk. Ben ona gerçeklerimi anlatmadım, o ise bir barda barmenmiş onu söyledi, bağlama çalıyormuş, tek yaşıyormuş. Bir gece beraber içmek için sözleştik.

Bir yandan da çıt çıt çıt çıt çıt çıt çıt çıt diye bir ses beynimi kemiriyordu. Ben 5 numaralı koltuktaydım 8 numaralı koltuktaki kadın ise elinde doksan dokuzluk tespihi zikirdeydi. Ses gittikçe arttı. Daha yolun bitmesine on saat vardı. Muavin çocuktan rica ettim "Ne yapabilirim ki?" dedi. Yaşlı kadından rica ettim, kaşlarını kaldırdı ve zikre devam etti. Şoförden rica ettim "Benimle konuşmak tehlikeli ve yasaktır" dedi. Yer değiştirmek için diğer yolculardan rica ettim, sanki koca otobüste bir tek ben tektim, herkes çiftti, kimse yanaşmadı. Kulaklığını verecek olan biri var mı diye rica ettim, bir otobüs dolusu insan benden nefret etmiş olacak ki vermediler. Telefonumdan otobüs şirketinin merkezini aradım, bol bol müzik dinlettiler ama beni dinlemediler. Molaya ne kadar var dedim, “Bir saat” dedi muavin. Ayağa kalktım ve biraz önce ricalar ettiğim insanların insanlıklarını sesli bir şekilde sorgularken ani bir frenle yere kapaklandım. Sonra beni yaka paça bir benzinliğe attılar. Yirmi metre gidip durdular. Tekrar o otobüse binmemi bekliyorlarsa daha çok beklerler, diye düşünüyordum ki çantamı fırlattılar. Bir de muavin bana hareket çekti. Baş parmağını, işaret ve orta parmaklarının arasından geçirip salladı. Yüzünün hali çektiği hareketten daha çirkindi.

Başka bir otobüse bindim. Başka bir şehirde inip bir başka otobüse daha bindim ve planladığımdan dört saat sonra şehrime, evime, odama vardım...

Bizimkiler anlaşmamıza öyle sadıklardı ki, neden dört saat geç kaldığımı dahi sormadılar. Annem en sevdiğim yemek olan, karnıyarığı yapmıştı ama en sevdiğim çorba mercimek yerine, pek sevmediğim şehriye çorbasını yapmıştı. Babamın yüzü pek gülmüyordu ama zaten çok güler yüzlü bir insan hiç olmamıştı. Yemekten kalkınca tabağımı mutfağa götürdüm. Akabinde de oturma odasında oturup konuşmadan televizyon izledik.

Sabah anneme konu komşuyu sordum. Öyle aklıma kim geldiyse. Annem herkesin her şeyini biliyordu ama bana moral olsun diye belki de kötü yönlerinden bahsediyordu. Mevlüt Amca’nın küçük kızının doktor olmasından değil, kocasının sarhoş olmasından, Neriman teyzenin oğlunun ise modacı olmasından değil, herkesin gay olduğunu söylemesinden bahsetti. İkisini de facebooktan ekledim. İkisi de kabul etmedi. Anneme Gültekin’den bahsettim anımsayamadı, facebooktan resimlerini gösterdim, “Bu çocuğu ilk kez görüyorum mu ablak buralarda da oturmuyor”, dedi.

Bir hafta öyle geçti ve bana o hafta iyi geldi. Aile sımsıcak olmasa da idare ederdi. Sıra arkadaşlarda diye düşündüm. Öyle havadan sudan mesajlaştığım arkadaşlara facebookta bir grup kurdum ve bir buluşma düzenledim. Hepsinin de yüzde yüz garantili çalışan bahaneleri vardı ve sadece Gültekin müsaitti. Baktık sadece ikimiziz, beni çalıştı mekana davet etti.

Evden çıkarken annem babam tedirgindi. Biraz yürüdüm ve elimi cebime attığım zaman iki yirmilik, iki de beşlik buldum. Gözlerimin dolması gerekti ama dolmadı ve ben buna çok bozuldum.

Bar leş bir bardı. Müzik, ışıklandırma, ambiyans her şey berbattı. Ben vişne suyu içtim; ki o bile berbattı. Gültekin'in kim olduğunu ise hala hatırlamıyordum. Belki arkadaş bile değildik. Beni hemen tanıdı ve sımsıkı sarıldı. Bar boş olduğu için rahat rahat ve hep eskilerden konuştuk. Kimi sorsam tanıyordu, bir sürü şey anlatıyordu. Hatta anlattığı bazı anıları ben de hatırlıyordum; çünkü ben de oradaydım ama Gültekin’i hatırlamıyordum. Neşeli bir adamdı, gözündeki eski moda büyük metal çerçeveli gözünden kayıyordu, o zaman gözlüğünün üstünden konuşmaya devam ediyordu.

Sohbet muhabbeti kovaladı, barın kapanma vakti geldi ama biz konuşmaya doyamamıştık. “Hadi bana geçelim, ev yakın beş dakika yürürüz” dedi, ben de tamam demiş bulundum. Gültekin koluma girmiş, evine doğru yürürken soğuk beynime işliyordu ve ben de içimden neden, diyordum ama çok geçti. Bizimkiler merak eder, dedim. Babamın yanında çalıştığı yazdan bahsetti. Babam için “Ustam” diyordu ve çok iyi anlatıyordu. “Birkaç eski resim var bende onlara da bakarız” deyince zaten yelkenleri suya indirdim.

Köpek bağlasan durmaz bir oda biraz salon bir evde yaşıyordu. Birkaç resim vardı duvarda, hepsinde birkaç çocuk bir bisiklet vardı. Çok fazla sorma dercesine yüzüme baktı. Bir bira açtı, içeri girer girmez bir hüzün beni sarmıştı, bir tane de ben açtım. Bağlamasını eline aldı ve bir şeyler çaldı. Kimin türküsüydü bilmiyorum çaldığı, muhtemelen kendi türküsüydü. Öyle içtik, kasetçalardan türkü dinledik. Efkar çelik bir yelek gibi üstümdeydi. Kaset bitti, tersini çeviresimiz bile gelmedi. Derken tik tak tik tak tik tak tik tak tik tak tik tak diye bir ses kulağıma gelmeye başladı. Hayatta en nefret ettiğim şeydir, saat tik taklaması. Odadan geldiği belliydi, müzik tiktaklamayı bastırsın diye kasetçalara doğru kalkmıştım ki  “Sana şu resimleri göstereyim gel” dedi ve odanın kapısını açtı.

Odada beş tane saat vardı ve her saatin üstünde bir resim altında da isim yazıyordu. Hayati, Zeyid, Hüsnü, Mevlüt ve Yaşar. Resimleri hatırlamıyordum ama isimler tanıdıktı. Aşağı mahallenin çocuklarıydı bunlar, bizim bisikletlerimizi yakmışlardı. “Kimsenin öleceği vakte ben karar vermemem” dedi Gültekin. “Onların öleceği vakte Allah karar verecek. İki yıl önce beş yeni kalem pil aldım ve saatlere taktım, kimin saati önce durursa onu öldüreceğim”


Bir şey söylemedim. Hem bu durumda ne söylenebilirdi ki? Benim planımda bir değişiklik yoktu. Aile ve arkadaş tamamdı, artık bir iş sonra da evlenmek için bir eş bulmak lazımdı.

15 Şubat 2015 Pazar

pazartesi - eyvah yine mi kamp

Doğayı pek sevmesem de, merakıma da arada yeniliyorum pazartesi natüralistleri. Zaten bana mağlubiyet hissini yaşatan yegane şey de şu iflah olmaz merak duygum. Yine kampım tuttu; nereden, ne zaman ve kaça aldığımı hatırlamadığım çadırımı ve konserve barbunyalarımı alıp doğaya yardırdım. Çadırımı kurdum ve konservelerimi yedim.

*Rahatsızlıkları çevresine rahatsızlık vermemeli.
*Telefonu kapatırken söylediği öptüm’lerinde lokasyon belirtmeli.
*Pinpon konusunda saatlerce konuşabilmeli.
*Ruhunu şeytana kiraya verebilmeli.
*Ailevi sorunlarını ailemize yansıtmamalı.
*Çatılarda oluşan sarkıkları sapanı ile düşürerek topluma faydası dokunmalı.
*Koşu tempom konusunda bana yardımcı olmalı.


Konservelerim bitti, sonra sıkıldım. Hem de baya baya sıkıldım. Baktım bir ayı beni kesiyor. Gittim iki el şakası, el ense yaptım ki; saldırsın da bir ter atayım ama beni hiç umursamadı. Bir arı kovanı buldum. Taş attım, arılar çıkar da bir kovalama sahnesi yaşarım diye. Arılar bana baktı ve ters yöne uçtular. İki çıngıraklı yılanı tuttum ve çıngıraklarını sallayarak lambadanın müziğini kendime has bir şekilde küçük dans figürleri eşliğinde yorumladım. Yılanlar bırakın saldırmayı, kafalı ile tempo tuttular. Ben de evime döndüm. Umarım bu kamp yapma mantıksızlığına bir daha düşmem.

13 Şubat 2015 Cuma

saatler devam

muavin çocuktan rica ettim "ne yapabilirim ki?" dedi. yaşlı kadından rica ettim kaşlarını kaldırdı ve zikre devam etti. şoförden rica ettim "benimle konuşmak tehlikeli ve yasaktır" dedi. yer değiştirmek için diğer yolculardan rica ettim, sanki koca otobüste bir tek ben tektim, herkes çiftti, kimse yanaşmadı. kulaklığı olan biri var diye rica ettim, bir otobüs dolusu insan benden nefret etmiş olacak ki vermediler. telefonumdan otobüs şirketinin merkezini aradım, bol bol müzik dinlettiler ama beni dinlemediler. molaya ne kadar var dedim, bir saat dedi muavin. ayağa kalktım ve biraz önce rica ettiğim insanların şimdi insanlıklarını sesli bir şekilde sorgularken ani bir frenle yere kapaklandım. sonra beni yaka paça bir benzinliğe attılar. yirmi metre gidip durdular. tekrar o otobüse binmemi bekliyorlarsa daha çok beklerler diye düşünüyordum ki çantamı fırlattılar. bir de muavin bana hareket çekti. baş parmağını, işaret ve orta parmaklarının arasından geçirip salladı. yüzünün hali çektiği hareketten daha çirkindi.

başka bir otobüse bindim. başka bir şehirde inip bir başka otobüse daha bindim ve planladığımdan dört saat sonra şehrime, evime, odama vardım...

bizimkiler anlaşmamıza öyle sadıklardı ki, neden dört saat geç kaldığımı bile sormadılar. annem en sevdiğim yemek olan, karnıyarığı yapmıştı ama en sevdiğim çorba mercimek yerine, pek sevmediğim şehriye çorbasını yapmıştı. babamın yüzü pek gülmüyordu ama zaten çok güleryüzlü bir insan hiç olmamıştı. yemekten kalkınca tabağımı mutfağa götürdüm. sonra da oturma odasında oturup konuşmadan televizyon izledik.

sabah anneme konu komşuyu sordum. öyle aklıma kim geldiyse. annem herkesin her şeyini biliyordu ama bana moral olsun diye belki de kötü yönlerinden bahsediyordu. mevlüt amcanın küçük kızının doktor olmasından değil, kocasının sarhoş olmasından, neriman teyzenin oğlunun ise modacı olmasından değil, herkesin gay olduğunu söylemesinden bahsetti. ikisini de facebooktan ekledim. ikisi de kabul etmedi. Anneme Gültekinden bahsettim anımsayamadı, facebooktan resimlerini gösterdim, bu çocuğu ilk kez görüyorum buralarda da oturmuyor dedi.

bir hafta öyle geçti ve bana o hafta iyi geldi. aile sımsıcak olmasa da idare ederdi. sıra arkadaşlarda diye düşündüm. öyle havadan sudan mesajlaştığım arkadaşlara facebookta bir grup kurdum ve bir buluşma düzenledim. hepsinin de yüzde yüz garantili çalışan bahaneleri vardı. sadece Gültekin müsaitti. baktık sadece ikimiziz o beni çalıştı mekana davet etti.

evden çıkarken annem babam tedirgindi. biraz yürüdüm ve elimi cebime attığım zaman iki yirmilik iki de beşlik buldum. gözlerimin dolması gerekti ama dolmadı ve ben buna çok bozuldum.

bar leş bir bardı. müzik ışıklandırma mekan her şey berbattı. ben vişne suyu içtim ki o bile berbattı. Gültekin'in kim olduğunu ise hala hatırlamıyordum. belki arkadaş ble değildik.

9 Şubat 2015 Pazartesi

saatler giriş

oradaki son gecemdi. öğlen terminale gidecek ve on dört saat sürecek bir otobüs yolcuğunun ardından doğup büyüdüğüm sonra da terk ettiğim şehre annem babamın yanına kuyruğumu bacaklarımın arasına kıstırmış bir şekilde geri dönecektim. Ağır malüptüm.

Annem ve babamla geçmişi konuşmamak üzere pazarlık yapıp biletimi öyle almıştım. her şeye sıfırdan başlamaya iki kez kalkışmış ama hep becerememiştim. bu sefer sıfırdan başlamayacak, yeni hayatımı çocukluğumun üzerine inşa edecektim. doğduğum eve büyüdüğüm odama dönüyordum. eskisini kapattım ve yeni bir facebook hesabı açıp çocukluk arkadaşlarım arkadaşlık isteği gönderdim. büyük kısmı da kabul ettiler. uyku bastı, ışığı söndürdüm

8 Şubat 2015 Pazar

pazartesi - içimdeki çocuk

Bu aralar bir ciddiyetsizim ki şaşar kalırsınız pazartesi pokerfayslileri. Hayat bir manasız geliyor bu aralar bana. Telefonum zil sesini “bas bas paraları leyla’ya bir daha mı gelicez dünyaya” yaptım. Kimse aramıyor ama. Zaten biri arasa göbek atmaktan açamam. Saatler bilgisayar oyunu oynuyorum, geceleri geç yatıyorum falan.

*Varoş ahlakıyla mücadele derneği kurmalı.
*Mükemmel temizlik yapmalı.
*Çince bilmesi tercih sebebidir.
*Gerektiğinde sekssiz kalma hakkını kullanabilmeli.
*Hiçbir şarkının nakaratına iki tekrardan daha fazla katlanmamalı.
*Bir terslik sezdiğinde “Bir terslik seziyorum” demeli.
*Tacını devretmemiş bir güzellik kraliçesi olmalı.


Sokakta gezerken komşuların zillerine basıp kaçıyorum, telefondan öylesine bir numara çevirip ayıp şeyler söylüyorum, birleşmiş milletler ile natoyu aynı gün aynı yerde topluyorum, taksileri durdurup saati soruyorum... İçimdeki yaramaz çocuk çok fena ortaya çıktı. Gittim ilkokulumu yaktım biraz önce. Hahahahahaha:D 

6 Şubat 2015 Cuma

baltalı maltalı ilah

Baltalı Maltalı İlah

Hepimizin elleri ve ayakları kelepçeliydi ve koltuğumuza da zincirlenmiştik. Başımızda gardiyanlar ellerinde pompalı tüfekleri ile bizi pür dikkat izliyordu. Cezaevi otobüsündeydik. İsyan çıkmıştı ve başka bir cezaevine naklediliyorduk. Olaylar yüzünden günlerdir uyuyamıyordum; hapse hırsızlıktan girmiştim ve bu kadar şiddet bana fazlaydı. Yanımdaki kadın yolcu ise bana bakarak bir şeyler anlatıyordu, dinlememek gibi bir seçeneğim yoktu. Gardiyanlar bile kadından korkuyordu. Ortamdaki herkes birbirinden korkuyordu.


“Anneciğim bileklerim ve sesim kalın olduğu için biraz da sert yüz hatlarım olduğu için benim asla diğer kızlar gibi olamayacağımı gözyaşları ile anlatmıştı soba başında oturduğumuz bir gece. Zaten okumayı da iki senedir sökememiştim. Sisli bir sonbahar sabahı gün doğarken uyandırıp elime baltayı verdi ve "Git odun topla" dedi. Gittim topladım. Çok kolay ve keyifliydi. Doğa biz insanlara o kadar çok iyi davranıyordu ki? Ağaçların kurumuş dallarını kesiyor, kestiğim dalları güzelce birbirine paralel şekilde diziyor, dizdiğim dalları güzelce sarıp tatlı bir fiyong yapıyor, sarıp sırtıma aldığım odunları da türküler söyleyerek evcağızımıza götürüyordum. Anneciğim ilk kez beni odunlarla gördüğünde çok heyecanlanmıştı. Sonra da "Git biraz daha topla!" diyerek cesaretlendirmişti. Orman evimize bir saat uzaklıktaydı. Özellikle kuru dalları seçer ve günde üç ya da dört kez odun toplardım. Hatta ilk haftanın sonunda bütün kışlık odunumuz hazırdı.

Yaşlı kurumuş ağaçlara çok üzüldüğüm için onları kesmeye başladım. Ölme vakti gelmiş bir ağacı kesmek zor ama gurur verici bir işti. Baltamla ağacın dallarını keserken ya da gövdesini yararken bana teşekkür ettiği hissederdim. Bütün yaşlılar ölmek ister ama bazı yaşlılar ne istediğini bilemez. Yaşlı ağaçları diplerinden tam bir mezar taşı boyunda  bırakırdım ve rahmetli dedemden yadigar çakımla kestiğim tarihi kazırdım. Bence iyi ağaçlar mezar taşını hak ederler, bazen ellerimi açıp onlara dua da okurum. Ama bazı ağaçlar mezar taşını ya da dualarımı hak etmezler. Öyle en üstte olan ve diğer ağaçların güneşlerini açıp uzamasını engelleyen ağaçlar. Onları ise keyifle parçalardım. Öyle nizamı şekilde değil. Onları kendi evimde yakmazdım da. Annem onları satardı. Diğer ağaçların güneşlerini çalan ağaçlara bir mezar taşı da bırakmazdım; kökleri bile sökerdim. Bazılarını ise canlı canlı yakardım. Yaş ağacı yakmak zordur.

Çok güzel bir baltam vardı. Adını doğuş koymuştum. Onu elime aldığım gün hayatımın değiştiği gündü. Baltamın sapına da çakımla doğuş yazmıştım ve kanatlarını açmış bir kuş kazımıştım. Eve girer girmez baltamı temizler, çeyizlik kumaşıma sarar, sonra da sandığıma kaldırırdım. Anneciğim "Sandığını bu kadar çok açıp kapatırsan evde kalırsın, gerçi seni kim ne yapsın" diye tatlı sert uyarırdı beni.

Hayvanları ise hiç sevmezdim. Dayıcığımı daha ben doğmadan önce kaybetmişiz. çobanmış dayıcığım, bir akşam sürüsüyle yürürken canavarlar saldırmış. Elli küçükbaş hayvan ve dayıcığım paramparça olmuş. Anneciğim dayıcığımın cesedin beş parçaya ayrıldığını ve bazı parçalarının kayıp olduğunu soğuk kış gecelerinde bana anlatırdı. "Büyük küçük, kedi köpek tüm hayvanlardan uzak dur!" diye öğütler verirdi. Ben çok odun topluyordum ve anneciğim odunları satıp çok para kazanıyordu. Kendine bilezikler aldı önce. Sonra plazma televizyon ve uydu anteni aldı, dede yadigarı divanımız çöpe attı ve çiçekli döşemeli oturma grupları aldı. Bir gün de bana bir pompalı tüfek hediye etti ve "Ormanda geziyorsun lazım olur" deyip elime verdi.

Baltam doğuş kadar sevmedim tüfeğimi, ondan ne bir isim verdim, ne de sandığıma koydum. Yatağımın altında duruyordu. Bazen yanıma bile almazdım. Sevememiştik birbirimizi. Birkaç kez tavşan, ördek vurup anneciğime getirmiştim, anneciğim ördek yemeyi çok seviyordu. Bir keresinde ayı vurmuştum ama ölmedi, kaçtı, kovaladım ama yakalayamadım. Anneciğimse ayı vurduğuma inanmadı ve "Şövalyeler zamanında tüm ayıları öldürmüş yalan söyleme ahmak" diye takıldı. Rahmetli şaka yapmayı çok severdi; en çok da bana takılırdı.

Bizim oralarda turist bol olur ve yağmur eylülleri yağar. İşte öyle bir eylül günüydü, dışarıda fırtına vardı, odun kesmeye çıkasım yoktu ama anneciğim "Git odun kes biraz, jakuzinin taksidini ödemedik daha" diye kovalamıştı beni. Belli ki yalnız kalmaya ihtiyacı olduğu bir günündeydi ve benim de karakterimin gelişmesi için yalnız kalmama gerek olduğunu düşünmüş olmalıydı. Şimşekler yıldırımları kovalıyor, saçlarım uçuşuyor, yağmur yüzüme yüzüme vuruyordu. Yaşlı bir erik ağacının son isteğini yerine getirmiş, kalan parçaları sırtıma almış yürüyordum. İşte o an bir turist kafilesi etrafımı sardı ve fotoğraflarımı çekmeye başladı. Flaşlardan kör olacak gibi oldum. Hiç sevmem ki fotoğraf çekilmeyi. Adımlarımı hızlandırdım, ben kaçtıkça onlar kovaladı. Köyün girişine gelmiştim ki; yanağımda bir iğne batması hissettim. Sonra başka iğne batması da kolumda. Daha acı bir iğne batmasını alnımda… Rüzgar bir kovanı düşürmüştü ve arılar bunu ben yaptım sanmıştı. Hemen pompalı tüfeğimi çıkarttım ve ateş etmeye başladım.
Sonuç beş ölü. Yedi yaralı”, dedi. Gözleri bir başka bakıyordu.


Hiçbir şey demedim. Hikayesi bittiği gibi de önce bir kaza oldu; sonra da çatışma. Gardiyanlardan biri ölürken üstüme düştüğü için kurtuldum ve o anlarda hayattaki duyacağım son hikaye bu olacak diye çok korktum.

3 Şubat 2015 Salı

maltalı baltalı ilah

anneciğim bileklerim ve sesim kalın olduğu için biraz da sert yüz hatlarım olduğu için benim asla diğer kızlar gibi olamayacağımı göz yaşları ile anlatmıştı soba başında oturduğumuz bir gece. zaten okumayı da iki senedir sökememiştim. sabah gün doğarken uyandırıp elime baltayı verdi ve "git odun topla" dedi. gittim topladım. çok kolay ve keyifliydi. doğa biz insanlara o kadar çok iyi davranıyordu ki? ağaçların kurumuş dallarını kesiyor, kestiğim dalları güzelce birbirine paralel şekilde diziyor, dizdiğim dalları güzelce sarıp tatlı bir fiyong yapıyor, sarıp sırtıma aldığım odunları da türküler söyleyerek evcağızımıza götürüyordum. anneciğim ilk kez beni odunlarla gördüğünde çok heyecanlanmıştı. sonra "git biraz daha topla!" diyerek cesaretlendirmişti. orman evimize bir saat uzaklıktaydı. özellikle kuru dalları seçer ve günde üç ya da dört kez odun toplardım. bir hafta sonunda bütün kışlık odunumuz hazırdı.

yaşlı kurumuş ağaçlara çok üzüldüğüm için onları kesmeye başladım. ölme vakti gelmiş bir ağacı kesmek zor ama gurur verici bir işti. baltamla ağacın dallarını keserken ya da gövdesini yararken bana teşekkür ettiği hissederdim. yaşlı ağaçları diplerinden tam bir mezar taşı boyunda  bırakırdım ve rahmetli dedemden yadigar çakımla kestiğim tarihi kazırdım. bence iyi ağaçlar mezar taşını hak ederler, bazen ellerimi açıp onlara dua da okurum. ama bazı ağaçlar mezar taşını ya da dualarımı hak etmezler. öyle en üstte olan ve diğer ağaçların güneşlerini açıp uzamasını engelleyen ağaçlar. onları ise keyifle parçalardım. öyle nizamı şekilde değil. onları kendi evimde yakmazdım da. annem onları satardı. diğer ağaçların güneşlerini çalan ağaçlara bir mezar taşı da bırakmazdım; kökleri bile sökerdim.

çok güzel bir baltam vardı. adını doğuş koymuştum. onu elime aldığım gün hayatımın değiştiği gündü. baltamın sapına da çakımla doğuş yazmış ve çevresini kuş figürleri ile süslemiştim. eve girer girmez baltamı temizler, çeyizlik kumaşıma sarar, sonra da sandığıma kaldırırdım. anneciğim "sandığını bu kadar çok açıp kapatırsan evde kalırsın, gerçi seni kim ne yapsın" diye tatlı sert uyarırdı beni.

hayvanları ise hiç sevmezdim. dayıcığımı daha ben doğmadan önce kaybetmişiz. çobanmış dayıcığım, bir akşam sürüsüyle yürürken canavarlar saldırmış. elli küçükbaş hayvan ve dayıcığım paramparça olmuş. anneciğim dayıcığımın cesedin beş parçaya ayrıldığını ve bazı parçalarının kayıp olduğunu soğuk kış gecelerinde bana anlatırdı. "büyük küçük, kedi köpek tüm hayvanlardan uzak dur!" diye öğütler verirdi. ben çok odun topluyordum ve anneciğim odunları satıp çok para kazanıyordu. kendine bilezikler aldı önce. sonra plazma televizyon ve uydu anteni aldı, dede yadigarı divanımız çöpe attı ve çiçekli döşemeli oturma grupları aldı. bir gün de bana bir pompalı tüfek hediye etti ve "ormanda geziyorsun lazım olur" deyip elime verdi

baltam doğuş kadar sevmedim tüfeğimi, ondan bir isim vermedim, sandığıma da koymadım. yatağımın alında duruyordu. bazen yanıma bile almazdım. sevememiştik birbirimizi. birkaç kez tavşan ördek vurup anneciğime getirmiştim, anneciğim ördek yemeyi çok seviyordu. bir keresinde ayı vurmuştum ama ölmedi, kaçtı, kovaladım ama yakalayamadım. anneciğimse ayı vurduğuma inanmadı ve "şovalyeler zamanında tüm ayıları öldürmüş yalan söyleme ahmak" diye takıldı. rahmetli şaka yapmayı çok severdi; en çok da bana takılırdı.

bizim buralarda turist bol olur ve yağmur eylülleri yağar. işte öyle bir eylül günüydü, dışarıda fırtına vardı odun kesmeye çıkasım yoktu ama anneciğim "git odun kes biraz, jakuzinin taksidini ödemedik daha" diye kovalamıştı beni. belli ki yalnız kalmaya ihtiyacı olduğu bir gündeydi ve benim de karakterimin gelişmesi için yalnız kalmama gerek olduğunu düşünmüş olmalıydı. şimşekler yıldırımları kovalıyordu, saçlarım uçuşuyordu, yağmur yüzüme yüzüme vuruyordu.

2 Şubat 2015 Pazartesi

pazartesi - sokak barut kokuyor

Bu sabah barut kokusu ile uyandım pazartesi vahşibatılıları. Hayatta sevmediğim şeydir o hafif yanık burnu yakan koku. Ne zaman o kokuyu duysam arkasından ağlamalar, vahlamalar, selalar ve samimiyeti tartışmalı “İyi bilirdimler” duymuşumdur. Ruhumdaki adaleti sağlama güdüsü tetiklendiği için hemen konu komşuyu sorguya çekmekle işe başladım.

*Bir işe başlamadan önce çok uzun süre düşünmeli.
*Yeni kurulmuş suç organizasyonlarını desteklemeli.
*İlk yardımda birinci olmalı.
*Benim cennetim sensin temalı bir resim sergisi olmalı.
*Dünya folklörüne karşı kucaklayıcı bir tavrı olmalı.
*Opera sevmese de operacılara karşı önyargılı olmamalı.
*Odasında bir orkestra beslemeli.


Benim sorguya başladığını duyan başta Belçika First Laydi’si olmak üzere tüm kadınlar kendilerini şahit yazdırıp sorguya girmeye karar verdiler. Öğlene kadar seksen dört tane itiraf aldım. Ortada ceset olmasa da karşıma çıkanı öttürüyordum. Belçika Firts Laydi’si dokunulmazlığını kaldırtmak için ısrar ederken sanırım bunu ummuyordu. Suçlulara önce hapishane yaptırtıp sonra hapse attıracağım; mezarını kazdırıp sonra öldürmek gibi. İşin garibi cesedi hala bulamadım.