30 Eylül 2010 Perşembe

dünyanın en sessiz terk edilişi - geldi, sustuk, gitti

Kapı çaldı, gelen oydu. “Hoş geldin” dedim mahcup ve sessizce. “Hoş bulduk” dedi, sessizce. Söyleyecekleri olduğunu biliyordum, söyleyeceklerini o daha söylemeden biliyordum.

 

Masanın üzerindeki dağınıklığı toplamaya başladım. Biraz sonra beni terk edecekti ve o uzun konuşmayı yapmasına az kalmıştı. İkimizin birbirimize uygun olmadığını söyleyecek, aslında iyi biri insan olduğumdan falan bahsedecekti. Söyleyeceği her şey doğru olsa da terk edilmeye alışamamıştım. Alışılamaz bir durumdu bu.

 

O her zaman oturduğu yerde oturuyordu. İkili koltuğun sol kısmında. Eskiden olsa ben de sağına otururdum ama bugün yanına oturmam olmazdı. Karşısına oturup, onu dinlemem gerekiyordu. Kaçarcasına mutfağa girdim. Buzdolabını açıp, içini düzeltmeye koyuldum. Aslında yaptığım hiçbir şey yoktu. Kahvaltılıkların yerini değiştirdim; sebze ve  meyvelere boş boş baktım. On iki tane domatesim varmış, onu saydım. Bana seslediğinde, yanına çağırdığında bir işim olduğunu söylemek ve zaman kazanmak istiyordum.

 

Yaptığım her saçma iş bana zaman kazandırıyordu. Aşkımızın uzatmalarındaydım. Raftaki bardakları indirip teker teker sildim. Mutfak gerçekten de zaman çalmak için müthiş bir yerdi. Bir yandan oyalanırken bir yandan da onun bana seslenmesini bekliyordum ama içeriden ses gelmiyordu.

 

O salonda otururken ben de mutfakta oturma başladım. Yanına gidecek cesaretim yoktu; sanırım onun da beni yanına çağıracak. Geleli iki saat olmuştu ve iki kelime bile etmemiştik.

 

Sonra kapının kapandığını duydum. Baktım giden oydu.

 

Bir daha hiç yanıma gelmedi de, aramadı da. Dünyanın en sessiz terk edilişini yaşadım.

26 Eylül 2010 Pazar

pazartesi - kuzey ülkelerine sert çıkışım

Sonunda havalar biraz soğudu, kış geliyor pazartesi sevdalıları. Biliyorsunuz ki ben yazları hiç sevmem. Bunu bilen Danimarka, Kanada, İzlanda başbakanları, “Gelin bizim ülkemizde yaşayın, isterseniz birleşiriz, isterseniz bölünürüz. Adımızı bile değiştiririz” diye bir teklifte bulundular. Keskin bakışlarımdan birini daha fırlattım de dedim ki “Geldikleri gibi giderler.”. Biraz manasız oldu ama her söylediğim abuk subuk şey gibi içinde farklı anlamlar arayarak ülkelerine döndüler.

 

 

*Sahte gülümsemeleri ve kahkahaları, sahte durmamalı.

*Beyaz tenli olmalı, bembeyaz.

*Her kadın gibi kendini stilist sanmamalı.

*Bana bir facebook hesabı açmalı ve yönetmeli.

*Daha önce rehin alınmış olmalı ki; Stockholm sendromuna karşı duyarlılığını bilmeliyim.

 

Ben küçüleyim, daha mütevazı bir hayat süreyim dedikçe iş çığırından çıkıyor, pazartesikolikler. Yarın bir gün uzaylılar gelecek diye korkmaktayım. Nasılsa onlarda benle muhatap olmak isteyecekler.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Earl'ün tersi

düşünsene birisine yaptığın kötülüğü iyilik ile ödeyebiliyorsan iyiliği de kötülükle ödersin. şidmiye kadar iyilik yaptıklarına kötülük yapan bir adam?

20 Eylül 2010 Pazartesi

erkeklerin kadınlar üzerine emsalsiz sohbetleri.

bar ve okul kandinlerinden erkeklerden oluşan ve masanın etrafında değil de tek sıra halinde oturan gruplar vardır.bu masalarda bende kısa süre bulundum. genelde hiç konuşulmaz, sohbet dönmez. biri bir kızı beğenir:

 

- abi sarı kafa at gibiymiş.'at sesi çıkartır'

- abi gidip konuşsana.

- yok lan

- ya ne olcak

- yok lan

- lan korkma

- ne korkması ya

- git konuş

- boşver

- korkuyorsun

- bir siktirgit

 

 

biraz sessizlik çöker sonra esmer bir kız gelir

 

- abi esmer taş gibiymiş.'taş sesi çıkartır'

- abi gidip konuşsana.

- yok lan

- ya ne olcak

- yok lan

- lan korkma

- ne korkması ya

- git konuş

- boşver

- korkuyorsun

- bir siktirgit

 

böyle sürer gider...

pazartesi - liste sızması

KPSS sorularının çalınmasının ardından geçen haftaki listemde iki gün önce sızdı pazartesi sevdalıları. Kimin sızdırdığını bulmam ise çok kolay oldu tabi. Bana en aşık olanınız. Hem en yakın hem de en uzak olanınız. Listeyi iki gün önce okumak sizin daha zararınıza. Yeni listeyi tam 9 gün beklemek zorunda kaldınız. Bir daha böyle bir şey olursa liste olayını keserim.

 

  • Yer yön bulma konusunda sorunu olmamalı. Tutankamon çölünde bile yolunu bulmalı.
  • Her tür insandan oluşan bir arkadaş yelpazesi olmalı.
  • Alnının bittiği, saçının başladığı yer güzel olmalı.
  • Ütopyaları sevmeli. Hatta ona sevgi sözcüğü olarak “ütopik” demem manasız olmamalı.
  • Güzel İrlanda yeşili bir hırkası olmalı.
  • Çocukken elinde Türk bayrağı olan resmi olmalı.

 

 

Korkmayın pazartesi müptelaları. Liste olayını kesmem. Siz nasıl bana muhtaçsanız, benim egomda sizin değersizliğinize muhtaç.

19 Eylül 2010 Pazar

Hood Robin

“ Bak şu ileride yürüyen arkadaşım Hood Robin.”

“ Hood Robin mi? Böyle isim mi olur? Hırsız mı adam?”

“ Evet ama Robin Hood’un tam tersi. Robin Hood zenginden alıp fakire verirdi, bu da fakirden alıp zengine veriyor.”

“ Nasıl?”

“ Hood Robin emekli maaş kuyruklarında takılır. Kıt kanaat geçinmeye çalışan zavallı emeklilerin üç ayda bir aldıkları azıcık maaşı çarpar. Sonra da kazandıkları ile kola içer, mc donald’s’a gider, zengin mekanlarında takılır. Fakirden alır, zengine verir.”

Hayat seçimlerden ibarettir.

Bir adamın hikayesi olacak. Çocukluğundan öldüğü güne kadar geçen süreç. Her bölümün sonunda bir seçim yapmak zorunda kalacak ve diğer bölüm yaptığı tercihe göre hareketlenecek.

 

Her bölümün sonunda da eğer başka seçeneği seçse ne olacağı kısaca yazılacak.

 

Örneklendireyim:

 

………. Ve artık dershaneye gideceğine karar vermesi gerekiyordu. Üçler dershanesi babasının bütçesini zorlardı, ikiler dershanesi ise daha ucuzdu ama kalitesi daha düşüktü. Babası sorumluluktan kaçmak için “Sen istediğini seç, ben parasını öderim” dedi. Üçler dershanesini seçti o da.

 

İkiler dershanesini seçse orada coğrafya öğretmeni ile sevişerek ilk cinsen deneyimini yaşayacak, ÖSS’den sekiz puan daha az alıp Osmangazi üniversitesi kimya bölümünde okuyacaktı. Okul bitince dershanelerde kimya öğretmeni olarak çalışacak ve kendinden altı yaş büyük bir kadınla evlenecek ve asla çocukları olamayacaktı.

 

Hamiş: Kelebek etkisi tarzında olacak. Ama şaşırtıcı ilerlemeler ve daha şaşırtıcı diğer diğer seçenek hikayeleri ile özgünlük yakalayamaya çalışırım.

 

18 Eylül 2010 Cumartesi

Karasinek

Beni uyandıran sabah ezanı mı, yoksa karasineğin kulağıma yaptığı sortiler esnasında çıkarttığı sesler mi bilemiyordum. Çok mutsuz uyanmıştım ve ergenliğimin ilk dönemlerinden beri de mutsuz uyanıyordum. Kanıksadığım mutsuzluğumla didişmeden yatağımda oturdum ve ezanın bitmesini bekledim. Müezzin “La ilahe illallah” dedi ve ben de kafamı yastığa bıraktım. Ezan okunduğunda namaz kılmak gerekliliğini biliyordum ama sadece yatıyorsam kalkarak, televizyonda müzik varsa kapatarak saygımı gösteriyordum.

 

Kafamı yastığa bıraktığım anda ki dileğim bir dakikadan kısa bir süre içerisinde uyumaktı. Genelde de öyle olurdu. Yarım dakika henüz geçmişti ve uykumun bölünmesinden sorumlu tuttuğum karasinek kulağıma doğru bir sorti daha yaptı. Karasinek ya da sivrisinek ile aramızdaki husumetin sebebi sadece sesli çalışmaları. Yoksa boka konarmış, kanımı emermiş, hastalık bulaştırırmış umursamıyorum. Ne yaparlarsa yapsınlar sessiz yapsınlar.

 

Karasineğin kulağıma yaklaşarak çıkarttığı o ses bana uyku faslının bittiği kara haberini vermişti. Artık bana uyku haramdı. Yatağımda tekrar doğruldum ve serbest çağrışımlar eşliğinde ne yapacağımı düşünmeye koyuldum. Tüm mutsuzluklarım gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyor – ‘film şeridi gibi geçmek’ benzetmesini bulan kişiyi saygı ile anıyorum. Yerine ne dersem diyeyim hiçbiri durumu o kadar iyi ifade etmiyor – ve her mutsuz anı, gelecekte yaşayacağım mutsuzlukları müjdeliyordu.

 

Karanlık oldum olası beni rahatsız eder. Yoksa korkmam mamafih sevmem de. Odanın ışığını yaktım ve ses olsun diye de televizyonu açtım. Saçma sapan bir dizinin bilmem kaçıncı tekrarını veriyorlardı ve ben hiçbir bölümünü izlemediğim halde ana karakterler ve hikaye hakkında bir fikre sahiptim. Kanal değiştirirken gördüğüm küçük parçaları beynim birleştirmişti. Dahi değildim ama olmak çok isterdim. Aslında dahi gibi yaşayan ama dahi olmayan bir adamdım. Sevgilim yoktu, insanlarla iletişimim sıfıra yakındı, kendimi beğenmiştim. Asperger sendromunun özelliklerini taşıyan bir adamdım.

 

Kötü anılar eşliğinde acı gerçeklerimle ile kendimi kırbaçlarken o karasinek yardımıma yetişti ve dikkatimi dağıttı. Kulağıma doğru yaklaşmasa belki şu an yaşadığım buhranı yaşamayacaktım ve yine kulağıma doğru sorti yapmasa belki de kendimi öldürecektim. Ergenliğimden bu yana ilk kez intiharı bu kadar çok düşünmüştüm. Sonra kendimi telkin ettim “Rahat ol, nasılsa götün yemez”. Evet, götüm yemez.

 

Her şeyin sorumlusu olarak gördüğüm karasineği öldürmeye karar verdim. Yıllardır hiç karasinek öldürmemiştim. Bu durumu kabullenmişliğimin bir göstergesiydi belki de. Gecenin hangi vakti olursa olsun odasına giren karasineği öldüren insanlar hayatta kazanan insanlardır. Mücadele eden, savaşan, falan, filan…

 

Yatmadan önce çıkarttığım şortumu aldım ve gelişi güzel sallamaya başladım. Hava sirkülasyonu yaparak sineğin dengesini bozmaktı amacım. İşe yaradı mı bilemiyorum ama sinek duvara tutundu. Bende yaklaşmadan şortumu attım ve sineği vurdum. Sinek şortumla beraber yere düşmüştü. Yerdeki muhtemelen kanadından darbe aldığından uçamayan sineğe terliğim ile basarak öldürdüm, sonra da bir gazete kağıdı ile naşını kaldırım camdan dışarı attım.

 

Sineği öldürmek bünyemde umduğum etkiyi sağlamadı. Kendimi muzaffer bir komutan gibi hissedeceğimi sanırken kendimi hiçbir şey gibi hissettim. Sonra yatağıma yattım, televizyonda spor kanalını açtım, kumandadan yarım saat sonra kendini kapatmasını ayarladım ve yarım saat içinde uyudum.

 

Hamiş: Gayet ben.

17 Eylül 2010 Cuma

O - Seçim günü

O: Sabah onu her sabahki gibi kızı Pelin’in televizyonda izlediği çizgi filmin sesi uyandırdı. Kedi fareyi kovalıyordu ve her çocuk fareyi, her büyük kediyi tutuyordu. Yatakta tembellik yapmayı sevse de Pelin’in kahvaltı yapmadan durmasına dayanamazdı. “Pelin! Kızım gel yanıma!” diye seslendi kızına ve Pelin koşarak annesinin yatağına atladı ve sarıldılar. Sekiz yaşında, kendini beğenmiş biraz yalnız bir kızdı Pelin. Annesi her ne kadar hayatını adamış şekilde sevse de ufaklığı; babasızlık içinde, henüz tarif edemediği bir yaraydı.

 

Yatakta biraz oynaştılar. Birbirlerini gıdıklayıp, hemen her gün birbirlerine sordukları bilmeceleri tekrar sordular. Pelin hepsini bildi. O ise yine bilememezlik yaptı. Annelik böyledir zaten, bazen bildiğin soruları bilememezlikten gelirsin. “Hadi kahvaltıya” dedi ve sonra da Pelin’in yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. Yataktan kalktıklarında gardıroptaki boy aynasında kızı ile beraber kendine baktı da; ne kadar çok birbirlerine benziyorlardı. Kızı babasına benzemediği için, pek muhatap olmadığı Allah’a bir teşekkür gönderdi.

 

Amerikan stilinde döşenmiş mutfakları hayat tarzlarının bir sembolü gibiydi. O sırf bu hayatı kızına yaşatmak için çok çalışıyor, tavizler veriyordu. Pelin daha batılı büyüsün, tüm istediği buydu O’nun. Sırf kendi annesini Anadolulu tavırlarından etkilenmesin diye çalıştığı zamanlarda Pelin’i annesinin yanına değil, gayet pahalı olan o kreşe veriyordu.

 

Buzdolabından çıkarttığı sütü mikrodalga fırında birkaç saniyede ılıttı ve içine mısır gevreği koyup anne kız yediler. Ne kadar güzel bir bahar sabahıydı. Anne kız sonra oturdular ve bu Pazar günü ne yapacaklarına karar verdiler. O çok yoğun çalıştığı için kızına tam bir gününü ayırmakta zorlanıyordu ama bugün seçim günüydü ve istediklerini yapabilirlerdi. Sinemaya gitmeye, sonra mc donald’s’dan bir hamburger yemeye sonra da parkta bir yürüyüş yapıp günü tamamlamaya kadar verdiler. O bekar bir anneydi ve kızına örnek olacak yegane kişiydi. Ondan dolayı sinemaya gitmeden oy vermeye gitmeye kadar verdiler.

 

Anne kız bu bahar gününde uzun kumral saçlarına düz fön çekip salına sılana gezme konusunda anlaştılar. Her kız çocuğu gibi Pelin annesini biraz kıskanıyor ve annesine özeniyordu. O’nun en çok istediği de Pelin’in kendisine özenmesiydi. O önce Pelin’e sonra da kendine fön çekti sonra ikisi de uzun etekli baharlık elbiselerini giydiler ve anne kız evden çıktılar.

 

Oy verecekleri okul yakınlarında olmasına rağmen araba ile gittiler. Mesafe kısacıkta olsa kendine de Pelin’de ehliyet kemerini taktı. Değme erkek sürücünün giremeyeceği daracık bir yere arabasını park etti ve okul bahçesine doğru yürümeye başladılar. Yol boyunca kızına demokrasinin, cumhuriyetin ve özgürlüğün önemini anlattı. Pelin bir yandan annesini dinliyor, öte yandan da çevrede kendisinden güzel bir kız var mı diye meraklı meraklı bakınıyordu.

 

Oy verecekleri sınıfa girdiklerinde O çok umursamaz, Pelin ise kıpır kıpırdı. Oy veremeyecek olmak ufakklığı üzmüştü. Sıraları geldiğinde O tüm sandık görevlilerini gayet nazik bir şekilde selamladı ve Pelin’e, “ Hemen geliyorum tatlım” dedi ve elinde oy pusulası ile oy vermeye gitti. Mevcut siyasilerden hiçbirini beğenmiyor, doğulu ve bağnaz buluyordu. Özellikle yenilikçi tavırda olanlardan daha fazla tiksiniyordu. Hiçbir partiyi işaretlemeden pusulayı zarfa yerleştirip oyunu attı. Pelin’e gülümsedi sonra da parmağına işaret koyacak genç adamın yanına gitti. Adam efendi bir ses tonu ile “İşaret parmağınızı uzatır mısınız?” dedi. O’nun parmağına çıkmayacak bir mürekkep sürülmesine hiç niyeti yoktu. “ Sizce bende başka sandıklara gidip oy kullanacak bir kadın duruşu mu var? Rica etsem sürmeseniz” dedi. Ses tonu hem kendinden emin, hem cilveli, hem de buyurgandı. Genç adam çaresiz O’na itaat etti. Tüm erkekler gibi onunda çok bir şansı yoktu. O’nun gücünün kaynağı buydu. Daha sonra daha işveli bir ses tonu ile “ Teşekkür ederim” dedi ve Pelin’in elinden tutup okuldan çıktılar.

 

Arabalarına bindiler, önce sinemaya, sonra mc donald’s’a sonra da yürüyüş için parka gittiler. Planlarında hiçbir sapma olmadı. O’nun işi buydu, onun planlarında hiçbir sapma olmazdı.

Ve kadın sen hep kötüleri sevdin

Ve kadın sen hep kötüleri sevdin. Beni sevmenin sebebi, benim kötü olduğum zamanlarıma denk gelmendi. Ve ben zamanla daha iyi bir adam olmaya başladım. Beni içimdeki kötülük kırıntıları için, hatıralar için ve potansiyelim için biraz daha sevdin. Ve artık ben iyi bir adamım, bildiğin iyi adam. Ve sen kadın, elveda.



Ve kadın sen hep kötüleri sevdin.

Beni sevmenin sebebi, benim kötü olduğum zamanlarıma denk gelmendi.

Ve ben zamanla daha iyi bir adam olmaya başladım.

Beni içimdeki kötülük kırıntıları için,

Hatıralar için ve potansiyelim için biraz daha sevdin.

Ve artık ben iyi bir adamım, bildiğin iyi adam.

Ve sen kadın, elveda.

İKİZLER - ALAMAT-İ FARİKA

her romanımda ikizler olacak. alameti farika...

16 Eylül 2010 Perşembe

kadınlar katillerden hoşlanır.

"kadınlar öldüren erkeklerden hoşlanır diye bir genelleme vardır, bilirmisin? hadi bunu tartışalım." 

"hadi ya. bunu ilk kez duydum. öldürmenin ilkel bir güdü olduğu aşikar. keza cinsellikte öyle. buradan bir bağlam kurulabilir.

yine kadının erkekte aradığı özelliklerden biri de güçtür. Her ne kadar güç kavramı zamanla yerini paraya ve itibara bıraksa da, kaba kuvvet etkisini devam ettirmektedir. güçlü bir adam hem kadını koruyabilir ve daha önemlisi çocuklarını koruyabilir.


nigar..

15 Eylül 2010 Çarşamba

öylesine bir cümle

Evimizde küçük bir fanus ve için iki tane turuncu balık var; hiç yem vermedim onlara ve nasıl yaşıyorlar bilemiyorum.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Kesişim

Havadan sudan ve özlemden konuşalım.

Ama en çok özlemden.

Özlemlerimden, özlemlerinden…

 

Özlemlerin ve özlemlerim hep bizde kesişsin.

Yutup - Seçim günü - Mardin'e son bakış

Seçim günü

 

Yutup: Bekar evinde bir gece daha uykuya hazırlanıyordu Yutup. Üzerinde askılı beyaz atleti, altında yıllardır hemen her gece giydiği solmuş lacivert pijama altı. Televizyonda müzik kanalını dinliyordu ve yüzünde umutsuz bir ifade vardı. Kapının dışarıdan açıldığını duydu, gelen ev arkadaşlarından biri olmalıydı. Kapıyı açan arkadaşı yüzünde kocaman gülümseme ile “ Müjdemi isterim hemşerim, memlekete gitmenin yolunu buldum, hem de uçakla, hem de bedava” Arkadaşının sözleri yüreğindeki burukluğu bir kez daha arttırdı. Annesini görmeyeli bir seneyi geçmişti. Memlekete hem parasızlıktan, hem de hayallerine ulaşmadığından gitmek istemiyordu. Hayalleri sıradan bir Türk filmi sadeliğindeydi. Yıllarca önce ayrıldığı memleketine meşhur şarkıcı olarak dönmek istiyordu.

 

“Nasıl olacakmış o iş?” dedi arkadaşına. Arkadaşı hızla anlatmaya başladı.

 

“Bizim ikametler memlekette değil mi? Oy vermeye gideceğiz. Benim bir arkadaş partide çalışıyor. Her şeyi onlar karşılayacak. Git gel parası, biraz da harçlık. Bana bulabildiğin kadar adam bul dedi. Tabi onların partiye oy atacağız, olur mu?”

 

“Olur ulan” dedi Yutup. Hep uçakla memlekete gitmek istemişti. “Gider oy verir, geliriz. Hem anan gözümde tütüyor.”.

 

-*-*-*

 

Seçimden iki gün önce, Cuma akşamı bindiler uçağa. Ev arkadaşı sekiz hemşerisini daha bulmuştu. İki saat sonra Mardin’e indiklerinde onu da çocuklar gibi heyecanlıydı. Aralarında on senedir memleketine dönmeyenler vardı.

 

Annesini görünce ağladı Yutup. “Allah’ın her gün seni düşündüm anam”, dedi ki yalanda söylemiş sayılmazdı. Sokakta şarkı söylediğini gizliyordu anasından. Dilenci sanılmaktan korkuyordu.  Cumartesi Youtube’a koyduğu videosunu izletti annesine. Meşhur olacağım, zengin olacağım hayallerinden birini daha anlattı. Annesinin gözlerinden; umutsuz, acır bir gülümseme okudu ve o an kararını verdi. “Ya meşhur olur dönerim Mardin’e, ya da tabutum döner.”

 

Pazar sabahı ev arkadaşı telefonla aradı. Saat onda toplanılacak ve oy vermeye gidilecekti. Dokuz buçukta parti binasının önünde olmasını söyledi. Tam vaktinde Yutup’da oraya gitti.

 

Seçim günü olduğundan bir telaş, bir kalabalık vardı binanın önünde. Herkes şık giyinmişti. Kravatsız kimse yok gibiydi. Yetkili biri hepsini elini sımsıkı sıktı ve oy verildikten sonra burada toplanılacağını herkese dönüş biletleri ve harçlıklarının verileceğini söyledi. Sonra hep beraber oy verecekleri okula gittiler. Okul meydanı hıca hınç doluydu. Yıllardır görmediği, adlarını bile unuttuğu birçok simayı gördü Yutup ama yanlarına gidip konuşmadı. Aklında annesinin dünkü acır, umutsuz yüz ifadesi kalmıştı. Hiç oyalanmadan oyunu kullandı ve parti binasının önüne gitti. İçeri girmesi söylendi Yutup’a orada bir adam parmaklarındaki oy verenleri sürülen mürekkebe baktı ve zarf içinde 200 lira ve uçak biletlerini verdi. Uçakları akşam yedide kalkıyordu.

 

Sonra evine döndü Yutup. Annesi ile biraz sohbet etti. Havadan sudan ve özlemden. Sonra elini öptü ve vedalaştı. Hakkını helal et anam, dedi ve arkadaşları ile toplanıp havaalanına gittiler.

 

Uçak kalkarken aklında annesini yanında ettiği yemin geldi., “Ya meşhur olur dönerim Mardin’e, ya da tabutum döner.” Acı bir ses ise Yutup’a bu Mardin’i son görüşün diyordu.

Yutup - Birkaç cümle

 

Yutup: Sese en iyi gelen şey uykudur, diye bir yerlerden duymuştu Yutup. Ondan saat on dedin mi uyurdu. Sabahta erken kalkar, asla sigara içmez sesine çok özen gösterirdi. Zaten onu hayata bağlayan her şeyin temelinde sesi vardı.

 

Seçim sabahı da erkenden kalktı, evini birkaç hemşerisi ile paylaşıyordu ve arkadaşları içkiyi alemi seven, kazandıkları iki kuruş parayı da o şekilde harcayan adamlardı.

öpüşmeler

Tüm öpüşmelerimizi sen başlattın. Ellerinle beni kendine doğru çeker, gözlerini yavaşça kapatırdın. Hep üst dudağımı sen öptün. Hemen her seferinde aynı vahşilikle ve susamışlıkla.

 

Her öpüşmemiz benim için sürprizdi. Beni ne zaman öpeceğini hiç tahmin edemezdim. Başlattığın gibi hep sen bitirirdin öpüşmeyi. Öpüşmelerimizin başlaması ve bitişi hep muamma oldu benim için.

12 Eylül 2010 Pazar

İsa - seçim günü

Seçim günü

 

İsa: gece eve geldiğinde saat gece yarısı 3 gibiydi. Çok içtiği için üzerine değiştirmeden uyumuştu. Uyandığında başı çok ağrıyordu ama bu ağrı ile uyanmaya alışmıştı. Bir süre daha yatakta durdu. Evde yiyecek bir şey yoktu. Gitar kutusunu açtı ve içindeki paraya baktı. Sonra da telefon ile evinin yakınında tavuk dönerciyi arayıp bir yarım ekmek tavuk döner ve ayran söyledi. Adresini vermesine gerek yoktu. Dönerci İsa’yı sesinden tanıyordu. Hemen her günkü kahvaltısıydı bu.

 

Tavuk dönerini yiyip, üç sigara daha içtiğinde saat öğlen üçü gösteriyordu. Bu saatte meydanda çok adam olmaz diye düşündü ve biraz televizyon izledi. Saat beş buçuk olunca da gitarını aldı ve evden çıkıp meydana yürümeye koyuldu.

 

İsa bu seçimlerde oy vermedi. İsa hayatı boyunca hiç oy vermedi.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Birol - Seçin günü- İyi ve kötü

Seçim günü

 

Birol: Gece saat on ikiye kadar hastanede; kimsesi kalmamış, böbrek yetmezliği olan Memduh Amca’ya refakatçilik etmişti Birol. Emekli devlet memuru olan zavallı adamın biraz birikimi de bir banka tarafından hortumlanmıştı. Haberi duyan karısı bir ay içerisinde ölmüş, çocukları ile de arası limoni olmuştu. Şimdi kimsesizdi ve ölümü bekliyordu.

 

Birol, Memduh Amca ile biraz siyaset, biraz futbol sohbeti yaptı, yemeğini yedirdi, banyosuna yardım etti ve uyuyunca evine doğru yol aldı. Otobüsle evine doğru giderken günlerdir kafasını kurcalayan seçim mevzusunu uzun uzun düşünyor ama işin içinden çıkamıyordu.

 

Birol’un hayatı çok bilinmeyenli bir denklem gibi olsa da, aslında iki temel üzere kuruluydu. İyi ve kötü. Yoksa Birol, faydaya, amaca, ideolojiye falan aldırmazdı. Kısaca iyi adam olsun Birol oy verirdi, partiye bakmazdı. Bu temelde de Bülent Ecevit ölene kadar Bülent Ecevit’e oy vermişti ama Rahşan Ecevit’e zerre güveni yoktu. Mevcut siyasileri düşündü. Hangisi iyiydi, hangisi kötü karar veremedi. Hepsi kötüydü ama kötünün iyisi kimdi?

 

Kötünün iyisi de kötüdür, diye düşünmeye başladı evinini kapısından içeri girerken. Evine girdi, ılık bir duş aldı, pijamalarını giydi, uyudu.

 

Sabah, yıllardır her sabah olduğu gibi erkenden kalktı. Bir karara varabilirse gidip oy verecek, sonra da hastanede gönüllü refakatçilik işini yapacaktı. Belediye encümen üyelerine oy vermem, diye düşündü kahvaltısını yaparken. Adamlar hakkında hiçbir bilgim yok. Keza bizim bölgenin milletvekillerinde de oy vermem. Çünkü kişiye değil listeye oy vereceğim ve her partinin on dokuz kişilik listesinde muhakkak çürük yumurtalar vardır. Belediye başkan adaylarının da hiçbiri; gerek büyükşehir, gerek ilçe belediye olsun güven vermiyor. Sadece muhtara oy verir gelirim.

 

Birol’un mahallesinin muhtarı üç dönemdir emekli bir asker olan Muzaffer Beydi. Birol bir keresinde gezici aşevi projesinde çalışırken sokaktaki ihtiyaç sahiplerini öğrenmek için gittiğinde tanışmışlardı ve Muzaffer Bey, projede çok yardımcı olarak Birol’un sevgi ve saygısını kazanmıştı. Muzaffer Bey iyi bir insan, diye düşündü Birol ve gidip ona oy vermeye karar verdi.

 

Saat henüz sabah sekizi çeyrek geçiyordu ama okul bahçesi ve okulun içi çok kalabalıktı. Birol oy vereceği sınıfı bulup sıraya girdi. Önünde yaklaşık kırk kişi vardı. Bir saati biraz aşkın süre sıra bekledi ve sırası gelince tüm pusulaları damgalamadan zarfa koyup sandığa attı, muhtar seçimi içinde Muzaffer Bey’e oy verip, oy verme işlemini tamamladı.

 

Saat dokuz buçuğu gösteriyordu. Seri adımlarla otobüs durağına yol aldı ve kendisini hastaneye götürecek otobüse bindi.

Çılga - seçim günü - bu ülkeyi terk etmeliyim.

Seçim günü:

 

Çılga: Gece geç uyuduğundan kalkması öğleni bulmuştu. Uyanır uyanmaz bir sigara yaktı ve birkaç nefes alıp söndürdü. Evde hiç ses yoktu. Annesi ve babası oy vermek için çıkmış olmalıydılar. Odasının penceresini açtığında baharın ilk günlerinin o ılık ışığı dokundu ruhuna. Yaşama sevgisi sardı bedenini. Gardırobunu açtı ve türkuaz tişörtünü çıkartıp giydi. Altına da dizleri yırtık, eskitilmiş kotunu. Annesi çıkmadan kahvaltı masasını toplamamıştı. Ayak üstü iki tane zeytin ve bir dilim ekmek yedi. Sonra yine annesinin telefonun yanına bıraktığı seçmen kartını gördü. Oy vereceği okul, mezun olduğu liseydi. Henüz bir buçuk yıl önce mezun olmuş olmasına rağmen dilinde kekremsi bir tat bırakan anılar canını sıksa da, güneşin parlaklığı tüm olumsuzlukları silip süpürmüştü.

 

Evden çıkmadan önce saçının ön kısmını yanaklarına doğru taradı ve arka kısmını dağınık topuz yaptı. Boynuna da mor eflatun eşarbını sardı. Aynaya bir kez daha baktı ve kendini güzel buldu. Zaten güzel bir kızdı. Sadece biraz daha büyümesi gerekiyordu.

 

Oy vereceği okul evine yakın sayılırdı ama Çılga yinede bisikletine binmeyi tercih etti. Kırmızı yüksek direksiyonlu eski bisikleti ile okulun bahçesine doğru yol almaya başladı. Rüzgarın saçlarının arasından geçmesi; yüzünü, çenesini yalaması orgazmik bir tat verdi ona. Okula önüne gelmiş olmasına rağmen bir tur daha attı ve kalabalığa yararak ama yavaşça bisikletini sürüp okulun giriş kapısına geldi. Okulun bahçesi gayet kalabalıktı. Muhtar adayları kapının önünde kendi isimleri yazan kağıtları dağıtıyorlardı ve yerler o kağıtlarla kaplıydı. Bisikletinin kilidini takacak bir demir aradı Çılga’nın gözleri ve bulamayınca kapıdaki polislerin yanına gidip. “Birkaç dakika bisikletime göz kulak olur musunuz?” dedi. Polisler bu isteğini olumlu karşıladılar. Çılga bahçeye nazaran çok daha kalabalık olan okulun içine girdi.

 

Okul gerçekten de mahşeri, çirkin bir kalabalık içerisindeydi. Her kattaki tuvaletlerden pis kokular geliyordu ve yerleri çöpler kaplamıştı. Çılga hemen koridorlardaki yön belirten kağıtlardan oy vereceği sınıfı buldu ve sıraya girdi. Sırada hemen önünde, önünün ününde, sonra arkasında komşularını gördü. Demek ki oturduğumuz yere göre oy vereceğimiz sandıklar belli oluyor, diye düşündü. Önünde yaklaşık on beş kişi vardı ve çoğu yaşlıydı. Hem yerel, hemen genel seçim aynı anda olduğundan işlem biraz karışıktı. Çılga’ya sıra yirmi dakika sonra geldi.

 

Seçim sorumlusu memur lisedeki resim öğretmeniydi, yanında da hiç dersine girmemiş başka bir öğretmen vardı ve diğerlerini tanımamıştı. Resim öğretmeni Çılga’yı görür görmez tanıdı, lisedeki sıradan kızın bu kadar güzelleşmesine şaşırdı ama şaşkınlığını belli etmedi. Karşılıklı yapmacık gülümseme ve hal hatır sormanın ardından Çılga zarfını ve oy pusulasını alıp oy vereceği kartondan kabine geçti.

 

Genel seçimde anne babası gibi CHP’ye oy verdi. Büyükşehir belediyesinde ise çalışmasına sorun çıkartmayan AKP’ye, ilçe belediyesinde yine CHP’ye, belediye meclislerini de aynı şekilde oy verdiği partiye ve en son olarak muhtar içinde daha önce hiç görmediği tanımadığı sarışın küt saçlı kadına oy verdi. Zarflarının ağzını kapattı ve oyunu sandığa atıp, imzalarını attı.

 

Oy verme işleminin sonundaki işaret parmağının mürekkeplenmesi kısmına sıra gelince Hemen tüm kadınlar gibi Çılga’nın da tadı kaçtı. Rica etsem az sürseniz, dediyse de damgalamayı yapan suratsız kadın öğretmen özellikle tırnak diplerine doğru o iğrenç mürekkebi sürdü. Çılga’nın kalbini öfke ve nefret sardı ama kadına bulaşmaktan daha önce yapması gereken parmağının temizlemekti. Aksi gibi yanına mendil de almamıştı. Seçmen kartıyla birazını silerken öte yandan koşarak tuvalete gidip yıkamaya çalıştı ama tuvalet yoğun şekilde sidik kokuyordu ve sular akmıyordu. İşaret parmağı berbat bir haldeydi. Sabah uyandığı mutlu halinin yerini bir terk edip gitme duygusu sarmıştı.

Öfkeyle okuldan çıktı, bisikletine göz kulak olan polislere teşekkür bile etmeden kaçarcasına pedal çevirerek okulun bahçesinden çıktı. Sanki kovalanıyormuşçasına hızla sürüyordu bisikletini ve bir yandan da zihninde aynı cümle yankılanıyordu “ Bu ülkeyi terk etmeliyim! Bu ülkeyi terk etmeliyim!”

10 Eylül 2010 Cuma

pazartesi - ramazan bayramı özel

Her dini bayramda olduğu gibi bu bayramda da kafamı attırdınız pazartesi manyakları. Bayramımı kutlamak isteyen müptela güruhum bayramlaşmak için kapıma yığıldılar. Benim megafondan “sadece çocuklarla bayramlaşacağım ve şeker vereceğim, geri kalanınızın defolup gidin” demem de işe yaramadı. Kapı önüne çıktığımda gördüm ki kalabalığın büyük kısmı duruyor ve hepsi çocuk taklidi yapıyor.

 

 

*Durup dururken ağlamalı ve neden ağladığını sorduğumda “Bir an sensiz bir dünya hayali kurdum” demeli

*Bayramda bizi ziyarete gelenlere kapı açmayıp, o tatlı gerilimi yaşatmalı.

*Her duruma uyarlanabilecek ibretlik bir öyküsü olmalı.

*Motosiklet ehliyeti olmalı. Beni gitmem gereken bir yer hızlıca ulaştırmalı.

*Öte alem ile irtibatı olduğuna inanmalı. Sabah kalkıp “Marilyn Monroe’nun selamı var bey” demeli

 

 

Çocuk taklidi yapan kadın sevmiyorum. Kaç kez söyledim. Çirkin bir görüntü.

demokrasi bilincim

sizleri cidden anlayamıyorum. elinizde seçmen kartı ve kimliğiniz bir okula gidip sıra beklerken kalbiniz " şimdi bu ülkenin geleceğini değiştireceğim, ben çok önemli biriyim" diyerek mi çırpıyor?

7 Eylül 2010 Salı

Portrecinin Youtube üzerine görüşleri.

“ Annem annem,

Çok yalnız üzgünüm

Annem annem…”

 

Her gün aynı türküyü duyuyorum ya. Her gün. Allah’ın her günü. Ne olacak bu salak youtube’un hali. Yakışıklı desen, alakası yok; çekici desen, mahallesinden geçmez; seksi desen, cimbomlu Sabri daha seksidir; zeki desen, her akşam evin yolunu bulabildiğine sevinmeli… Youtube, olmayacak bu iş be kardeşim. Sen sokak çalgıcısısın, bırak şöhret sevdasını.

 

Bu dallama popstar, yarışmaların hepsine de katıldı. Hepsine aynı türkü ile “Annem annem”. Jüri denilen ensesi kalınların bir tanesi bile geçer oy vermemiş garibime. Aklı evvelin biri bunun aklına girmiş ve demiş ki, “Git jüriye laf sok. Böylelikle reyting yaparsın akşam programlarda seni gösteririler. Halk seni tanır, reklamın olur.”. Bu da gidiyor laf sokma girişiminde bulunuyor. Tabi beceremiyor, ortam gerilim. Jüri dediklerin elekten eleme, soktukça sokuyorlar buna lafları. Bizimki sokak çalgıcısı; hayatı tinerciyle, şarapçıyla geçiyor, korkar mı jüriden. Ana avrat, uzun uzun sövüyor. Bir anda güvenlikler bunu alıyor ve tekme tokat götürüyorlar. Bu bakıyor, giderken kameralar bunu çekiyor başlıyor, başlıyor türküye “Annem annem, ben ne acılar çektim…”.

 

Bizimki biraz küfrün dozajını ayarlayamadığından programda da yayınlayamıyorlar. Yoksa kısa net küfürler etse, kısa “bip” lerle yayınlardı. Ama görüntü bir şekilde internete düşmüş. Bayağı da çok izlenmiş. Ama bizim youtube şansız adam. Nete düşen kısım bunun kelle paça giderken söylediği  “Annem, annem” kısmı. Yüzü bile belirgin çıkmamış. İki izbandut gibi adamın arasında türkü söyleyerek sürünen bir adam.

 

Youtube kapalı değil o zamanlar. Bizimki nerden bulduysa bir kamerası olan bir arkadaş bulmuş. Geçti sokaktaki yerine başladı. “Annem, annem” türküsünü söylüyor, arkadaşı bunu çekiyor. Sonra kameradan kendini izliyor, beğenmiyor, başlıyor tekrar söylemeye. Biz alıştık bunun aynı türküyü söylemesine aylardır, bize egzoz sesi gibi geliyor, rahatsız değiliz ama herkes alışkın değil. Youtube bir söylüyor, üç söylüyor, beş söylüyor… Sonra da sokakta dikilen işsiz güçsüz biri çıkıp “ Yeter ulan ‘annem annem’ başka türkü bilmez misin sen. Senin ananı avradını… “ diye sövüyor. Youtube’un zaten kafa bir milyon, zaten gerilmiş dalıyor adama. Ben göremedim ama adamı yıkmış sonra ağzına dirseği ile vurup ön dişlerini kırmış manyak. Polis falan götürmüş bunu. Kamerayla bunu çeken arkadaşı da bunu çekmemiş. Ben kavga kısmını göremedim olayın, müşteri vardı, çekse izledik. Dirsek ile ağza nasıl vurmuş muammadır bende.

 

Sonunda bunun video siteye ekleniyor. Bizimki saf, sanıyor ki iki saate bir milyon kişi izleyecek ve akşam ana haberde konuk olacak. Siteye video eklendikten sonra daha bir şık giyinerek geliyor sokağa. Biraz çalıyor sonra hemen internet kafeye koşup videosuna bakıyor, kaç kişi izledi diye. İlk gün video kırk kez izlenmiş kırkıda bizim youtube.  Zaman akıyor bu durmadan aynı sayfayı açıp duruyor. Kimsenin izlediği yok garibimi. Sayı bir türlü bini bile bulmuyor.

 

Üzülüyor youtube tabi. Umudu kırılıyor. Her geçen gün daha paspallaşıyor. İlk günlerdeki gibi düğüne gider gibi giyinmemeye başlıyor. Sonra unutuyor videoyu koyduğunu bile. Sokaktaki yerini alıyor ve söylemeye devam ediyor, “Annem annem…”

 

Bu annem annem de çok acayip türkü. Başka şarkılara benzemiyor. Biraz canın sıkkınsa, biraz derdin varsa ağzına sıçıyor – Küfürlü konuşup konuşmama üzerine düşün-. Bazen bizim youtube çalarken bir kadıncağız ya da genç bir kız, bazen hiç beklemeyeceğin tipler başlıyor sessiz sessiz ağlamaya. Ağlama da kahkaha gibi bir şey. Biri ağlayınca ötekilerde başlıyor. Kimisi annesini özlemiş, kimisi annesini kaybetmiş, kimisi yanındaki ağlıyor diye, kimisi başka bir derdi olduğu için, kimisi yanındaki sevgilisine kadın olduğunu hatırlatmak istercesine, kimisi sevgilisi ile derdi olduğu için, kimisi borcu için… Dedim ya Çok acayip bir türkü bu. Bizim youtube’un hayattaki en akıllıca tercihi sanırım bu. Şu sokaktan geçen binlerce çeşit insanı bir yerinden yakalıyor bu türkü. Bir beni ıska geçti. Ha arabaların egzoz sesi, ha kalabalığın manasız gürültüsü, ha “Annem annem” türküsü…

5 Eylül 2010 Pazar

Pazartesi - suistimaller üzerine

Hayatta en kızdığım şeylerden biri de, mesleğinin verdiği gücü beni görmek için kullanan devlet memurlarıdır pazartesi aşıkları. Geçen gece Bahçelinden evime gidene kadar tam 12 kez trafik polisleri tarafından durduruldum. Tahmin ettiğiniz gibi hepsi kadın trafik polisleri. Hani ehliyet, ruhsat da soramıyorlar korkudan. Birkaç saniye bana bakıyorlar sonra çığlık atarak birbirlerine sarılıp ağlamaya başlıyorlar.

 

*Manidar bir gülümsemesi olmalı. Dudaklarının kenarları hafif yukarı bakabilir.

*Teknolojik gelişmelerden haberdar olmalı.

*Kullan-at arkadaşlar edinmeli.

*İyimserliği sınırsız olmalı, Pollyanna yanında bok yemiş kalmalı.

*Alışveriş değil, pazarlık hastası olmalı; pazarlık yapıp yapıp, almamalı.

 

Buradan emniyet müdürüne sesleniyorum. Ayıp oluyor.

4 Eylül 2010 Cumartesi

altın zincir

Çok tanımıyordum onu. Arada sırada gördüğüm öylesine bir adamdı. Selamlaşmazdık dahi, belki beni fark etmemiştir bile. Hep janti giyinirdi. Fiziği de düzgündü hani. Takım elbiseyi taşıyordu. Yüzünde efendi bir adam ifadesi vardı. Hani selam verip alabileceğin, iki kelime laf edebileceğin, sıkışınca borç isteyebileceğin, güvenebileceğin bir adam işte. 

Bu adamı bozan tek şek ise altın zinciriydi. Kravat takmazdı, gömleğinin ilk düğmesi hep açık olurdu ve o altın zinciri genelde gözükürdü. Bu simadaki bir adam neden altın zincir takar ki? Bu salak altın zinciri takmasa bir şekilde konuşur arkadaş olmaya çalışırdım ama altın zincir her şeyi bozdu. 

Yeni romanınız ne hakkında olacak? - Spektekülar cevap.

“Yeni romanınız ne hakkında olacak? Kafanızda belirgin bir şey var mı?”

 

“Polisiye cinayet tarzında bir şeyler yazmak istiyorum. Bol kanlı; katili maktulü bol bir şeyler. Heyecanı, akıl oyunlarını içinde barındıran; sert mizahı, hırçın kurgusu olan bir roman. İyi kötü kavramını sorgulamak değil amacım. İyi iyidir, kötü kötüdür. Daha farklı bir şeyler yazmak istiyorum. Okuyucu korkudan kitabı yarım bırakmalı, sonra merakına yenik düşüp tekrar eline almalı. Okudukça heyecanlanmalı ve bir yandan neden bu kitabı okuyorum sorusunu da kendine sormalı. Buradan beni dinleyen okuyucularımdan bir ricam olabilir mi?”

 

“Elbette ne demek?”

 

“Ölüm ve öldürme hakkında çok meraklarım var. Ceset nasıl kokar, son nefes nasıl verilir, cesedin zamanla değişimi… Bu konuda bana yardımcı olabilecek kanun kaçağı ve katiller bana ulaşırlarsa sevinirim. Deneyimlerini dinlemeyi çok isterim”

 

2 Eylül 2010 Perşembe

Porteci - Anne babadan bir şikayet

“ Evlilik mi? Bu dünyanın beni ikna edemeyeceği birkaç şeylerden biridir evlilik. Dünyanın en berbat evliliğinin meyvesiyim ben. Annem, babamı deli gibi sevmiş; babam da annemi. Acayip bir aşk evliliği, Araya mezhep çatışması, siyaset girmiş ama ikisini de vazgeçirememişler. Öyle ki ne dayımı, ne amcamı bilirim ben. Evlendikleri için ikisinin de gram akrabası yok. İki aile de reddetmiş bunları. Bizimkilerde, başlarım dinine mezhebine, demiş ikisi de ateist olmuş. Birbirlerine yetmeye çalışmışlar ve bu bağ bunları tüm dünyadan soyutlatmış. Öyle ki ne annemin, ne babamın bir tane dahi arkadaşı olmadı hayatlarında. Bayramlarda seyranlarda bize kimse gelmez, biz kimseye misafirliğe gitmezdik. Birbirlerinden tüm dünyayı kıskanan, saçma sapan, akıl hastalığı sınırında bir ilişki işte.

 

Hayatından tüm insanları çıkartıp birbirine kalınca bu ikisi her şeyi birbirlerinde aramışlar, sonra ben doğunca da tüm ilgilerini bana vermişler. Ben annemi babamı severim ama öyle ağır delilerdi ki ondan on sekizime girer girmez kaçtım yanlarından. İkisinin delirmesinin yegane sebebi evlenmiş olmaları. Evlenmeseler belki farklı bireyler olarak mutlu ve sağlıklı yaşam sürdürebilirlerdi.

 

Dış dünyaya tüm kapıları kapattıklarından, çok büyük kavgalar ederlerdi. Ağız dolusu küfürler, hatta ufak çapta şiddet. Kavga biterdi; bir, iki gün küser konuşmazlardı. Sonra hafiften buzlar erirdi ve odalarına gidip sevişirler ve akabinde beraber duş alırlardı. Geçen zamanla beraber ikisinin de cinsellikle ilgili ateşi sönmeye yüz tutunca bu oyunu oynamaya başladılar. Halı neden yamuk? Çorba neden tuzlu? Perdeleri neden ütülemedin? Neden yeni parfüm aldın? Geçen hafta aldığımız elmalar neden bozuldu? Neden köy yumurtası almadın? Balık buğulama sevmediğimi bilmiyor musun? Bu evin dağınıklığı ne? Benim terliklerim nerede? Bunun gibi saçma sapan sebeplerden çok büyük kavgalar etmeye başladılar. Birbirlerine o kadar çok bağırırlardı ki, odamdan çıkmaz istemez saatlerde yatağımda yorgan altında dururdum. Bu iki delilik sınırındaki yetişkin insan kavgadan sonra birkaç gün sessiz durur, birbirleriyle tek kelime dahi etmez; evi, kavgayı aratan bir sessizliğe hapsederler. Sonra odalarında gider sevişirler ve beraber duş alırlardı. Duştan sonra onlardan mutlusu yoktur. Annem babam için mükemmel sevişmenin sırrı bir büyük kavga ve iki üç gün süren korkunç sessizlikti. Onlar sevişir rahatlardı, tüm stres benim üzerime kalırdı.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Arakdaş

Arakdaş

 

Zamanımı çaldın, zamanını çaldım,

Paramı çaldın,

Hayallerini çaldım,

Umutlarımı çaldın,

Kız arkadaşını çaldım…

 

Beraber güzel zamanlar geçirdik

Arkadaşım, Arakdaşım.

İsa - sokak kavga ve karakol

“ Yedi kişilerdi memur bey. Saat gece on biri çeyrek geçiyordu. Profesör Doktor Ümit G. Sokağından koşarak üstümüze doğru geldiler. En uzunları en öndeydi. Boyu bir doksan vardı, tıknaz bir adamdı. ‘Burada seyyar satıcısı, sokak çalgıcısı, hippisi, ibnesi istemiyoruz ulan!’ diye bağırdı ve cd satan Cevdet arkadaşımızın tezgahını yere döktü. Tam hareketlenecektim ki; bir başkası benim gitar kutuma tekme attı. Hepsi birer arkadaşımıza saldırmıştı. Ben sinirlendim ve ‘Ekmek tekneme dokunmayın!’ dedim. En uzunları, cd tezgahını döken, benim yanıma geldi ve bana kafa attı. Sonra ben yere düşünce benim gitar kutuma tekme atan adamla beraber beni tekmelediler. Sonra da ‘Bir daha burada tezgah açarsanız sonunuz şu yerde yatan ibne gibi olur ulan!’, diye; diğer arkadaşları tehdit ettiler ve gittiler. Ben de 155’i arayarak durumu ihbar ettim. Şikayetçiyim.”

 

6 ay, 193 paket sigara ve 70 litre bira, sonrası.

 

“ Yedi kişilerdi savcı bey. Saat gece on bir buçuk gibiydi. Prof Doktor Ümit G. Sokağından koşarak ve bağırarak üzerimize geldiler. En uzunları liderleri gibiydi. Boyu iki metreye yakındı. ‘ Bu sokak bizim. Bu sokakta kimse tezgah açmayacak ulan!’ dedi ve bir arkadaşımızın tezgahını yıktı. Sonra bende ‘Ekmek teknemize dokunmayın’ dedim. Bunun üzerine uzun boylu adam ve bir adamı üzerime yürüdü ve gitar kutumu tekmelediler. Diğerleri de, diğer tezgahları yıktılar. Uzun boylu adam bana kafa attı ve yere düşünce karnıma ve sırtıma tekme attılar. Birkaç dakika sonra ‘Bir daha buraya tezgah açarsanız sonunuz şu yerde yaran ibne gibi olur ulan!’ dediler ve gittiler. Ben de 155’i arayıp ihbar ettim. Şikayetçiyim.”

Bellek - Zaman, Sigara ve Alkol

“ Yedi kişilerdi memur bey. Saat gece on biri çeyrek geçiyordu. Profesör Doktor Ümit G. Sokağından koşarak üstümüze doğru geldiler. En uzunları en öndeydi. Boyu bir doksan vardı, tıknaz bir adamdı. ‘Burada seyyar satıcısı, sokak çalgıcısı, hippisi, ibnesi istemiyoruz ulan!’ diye bağırdı ve cd satan Cevdet arkadaşımızın tezgahını yere döktü. Tam hareketlenecektim ki; bir başkası benim gitar kutuma tekme attı. Hepsi birer arkadaşımıza saldırmıştı. Ben sinirlendim ve ‘Ekmek tekneme dokunmayın!’ dedim. En uzunları, cd tezgahını döken, benim yanıma geldi ve bana kafa attı. Sonra ben yere düşünce benim gitar kutuma tekme atan adamla beraber beni tekmelediler. Sonra da ‘Bir daha burada tezgah açarsanız sonunuz şu yerde yatan ibne gibi olur ulan!’, diye; diğer arkadaşları tehdit ettiler ve gittiler. Ben de 155’i arayarak durumu ihbar ettim. Şikayetçiyim.”

 

6 ay, 193 paket sigara ve 70 litre bira, sonrası.

 

“ Yedi kişilerdi savcı bey. Saat gece on bir buçuk gibiydi. Prof Doktor Ümit G. Sokağından koşarak ve bağırarak üzerimize geldiler. En uzunları liderleri gibiydi. Boyu iki metreye yakındı. ‘ Bu sokak bizim. Bu sokakta kimse tezgah açmayacak ulan!’ dedi ve bir arkadaşımızın tezgahını yıktı. Sonra bende ‘Ekmek teknemize dokunmayın’ dedim. Bunun üzerine uzun boylu adam ve bir adamı üzerime yürüdü ve gitar kutumu tekmelediler. Diğerleri de, diğer tezgahları yıktılar. Uzun boylu adam bana kafa attı ve yere düşünce karnıma ve sırtıma tekme attılar. Birkaç dakika sonra ‘Bir daha buraya tezgah açarsanız sonunuz şu yerde yaran ibne gibi olur ulan!’ dediler ve gittiler. Ben de 155’i arayıp ihbar ettim. Şikayetçiyim.”

 

4 yıl, 1044 paket sigara, 143 litre bira, 100 litre rakı ve bir büyük hüzün sonrası.

 

“ Yedi, sekiz dişi vardılar ağabeycim. Gecenin körü. Profesör Ümit sokağından koşarak üstümüze geldiler. En önce iki metreden boyu olan ayı gibi biri var. ‘ Buraya tezgah açanın anasının, bacısının… ‘ diye çok büyük küfür etti. Sonra gelip benim gitar kutumu tekme attı şerefsizin evladı. Benim kafam attı tabi, ‘Ekmek teknem ulan benim o gitar şerefsiz’ dedim ve daldım adama. Bir anda sekiz kişi etrafımı sardı. Tutular beni, o uzun şerefsiz de bana kafa attı. Ben tabi hala bağırıp, sövüyorum. Baktılar ben duracak gibi değilim, beni yere düşürüp dakikalarca tekmelediler, sonra da kaçtılar. Ben polisi aramayacaktım ama diğer tezgah açan arkadaşlar aramış, dava falan açıldı ama hiçbir şey olmadı… Garson bir küçük daha aç aslanım!”

 

 

15 yıl, 3500 paket sigara, 440 litre bira, 821 litre rakı, iki büyük hüzün ve yıllar süren kaybetmişlik hissi, sonrası.

 

“ Sekiz, on kişi vardılar çocuklar. O zaman sokakta gitar çalarak para kazanıyorum. Profesör Bilmembirşey sokağından aşağı doğru koşarak geldi bunlar. Ağza alınmayacak küfürler ederek bizi kovmaya çalıştılar ve arkadaşların tezgahlarını yıktılar, benimde gitarımı tekmelediler. Ben ekmek tekneme tek atılınca çıldırdım tabi. Bir anda tekme atana bir yumruk attım ve ‘Ekmeğime dokundurtmam ulan!’ diye bağırdım. Bir anda ortamı buz kesti. Ben tabi cesaretlendim ve bunların üzerine yürümeye başladım. Ben yürüdükçe bunlar geri adım attılar. Sonra da topuklayıp kaçtılar. Biri de polisi aramış, karakol mahkeme uğraştık ama bir şeyde olmadı. Siz, siz olun hakkınızı yedirtmeyin çocuklar… Hanım bir çay koy da içelim ya”

 

40 yıl, 5000 paket sigara, 440 litre bira 1000 litre rakı. Sekiz büyük hüzün, bir anjio, bir baypas ve biraz düzenli, biraz savruk geçmiş bir ömür sonrası.

“ On, on iki kişi vardılar çocuklar. O zamanlar hippi gibiyim, uzun saç, kulakta küpe sokakta gitar çalarak para kazanıyorum. Üst sokaktan bunlar koşarak geldiler ve ‘ Burada hippiler istemiyoruz, sokakta kimse gitar çalmayacak ulan!’ diye bağırdılar. Benim tabi tepem attı hemen. ‘ Kimsiniz ulan siz’, diye bağırdım ve üzerileri doğru yürümeye başladım. Bunların liderleri iki metre boyunda ayı gibi bir adam. Geçtim bunun önüne ve yakasından tutup bir kafa attım. Bu tabi kafayı yediği gibi yıkıldı izbandut. Diğerlerine baktım ve dedim ki, ‘ Bir daha sizi buralarda görürsem karışmam şu yerde yatandan daha beter yaparım. Defolun gidin’ yerde yatan arkadaşlarını alıp gittiler. O günden sonra da kimse karışmadaki tabi dedenize. Yıllarca gitar çalıp para kazandım… Babanız olacak adama söyleyin arada getirsin sizi.”