29 Temmuz 2014 Salı

pazartesi - bugün bayram?

Pazartesinin bayrama gelmesi tüm dengemi şaşırttı pazartesi bayram şekerleri. Hani bayram ya, üstümde garip bir durum var. Barış Manço’nun bayram şarkısı dilimde. Kalbini, kafasını ya da  kaburgasını kırdığım herkesle barışmak istiyorum. Balkonumun altında yaz geldiğinden biri her gün dikilen binden fazla bikinili kız var. Onlara kesme şeker attım.

*Merdivenleri bir tay temposu ile inmeli.
*Çarşafında benim çarşafa dolanmış bir resmim basılı olmalı.
*Gamze konusunda küçük estetik müdahalelere açık olmalı.
*Saati kolunda, parmak arası terliği ayağında güneş yanığı izi yapmamalı
*Gerekirse ütü masası ile sörf yapabilmeli.
*Bir yemek masasını dağıtacaksa en az kırk parça tabak kırmalı.
*Gece denize girenlerin “su çok sıcak” demelerini cahilliklerine vermeli.

Sonra tüm kadınların cep telefonlarına bayram mesajı gönderdim hatta konu ile ilgili bir de mani yazdım. “Bayram karanlığın sonundaki süzgün ışığın, sonuçlarına katlanmak istemeyeceğimiz günahlarımızın, ananızın bacınızın ve teyze kızınızın, bayramını kutlarım.” Sonra da parlak bayramlık takım elbisemi giydim ve bayramlaşmak için gelecekleri beklemeye koyuldum. O her gün çalan kapım hiç çalmadı, kimse gelmedi. Sonra önemli gün ve haftalar kitabına baktım, bugün herhangi bayram yokmuş, boş günmüş. Ama bana bayram gibi gelmişti...

21 Temmuz 2014 Pazartesi

pazartesi - çok sıcak

Çok sıcak pazartesi korları. Bu sene bir acayip yahu. Kaçınılmaz bir şekilde, küresel bir ısınma içerisindeyim. Banyoda fayanslara yatıyorum, fayanslar bile sıcak geliyor, soğuk su ile günde yirmi bir kez duş alıyorum, anlık soğuma sağlıyor o kadar. Buz dolabına sarılıyorum, o bile sıcak. Baktım olacak gibi değil, ben de röpdoşambırımın önünü açtım ve bermuda şortumu giydim.

*Lise seviyesinde resim, yeşil kuşak seviyesinde döner tekme atabilmeli.
*Diskalifiye olmayı tatmış olmalı.
*Bir yüzünde benim, diğer yüzünde kendi resmi olan para basmalı.
*Pollyanna sendromu olanların umutlarını tedavi amaçlı yıkmalı.
*Yazı tura oynamak istediğinde bunu kağıt 100 euro ile yapmalı ve aynı para ile iki kez oynamamalı.
*Hintçe dans edebilmeli.
*Tatile gidince, gidemeyenleri unutmalı.


Hafif bir serinleme geldi. Sonra iki bambu dalı kestirtdim ve birini Belçika firstlaydisine, ötekini de Belçika başbakanına verdim. Sağdan soldan yelliyorlar. O kadar çaresizim ki; Satürn’ün uydusu Enceladus’a taşınma fikri yine aklıma geldi. Oralar hep soğuktur bu mevsim. Yoksa bir ayar çeksek de ay gece gündüz  bana gölgemi yapsa. Bir de honeymoon’u balayı diye çeviren kişiyi de bulun bana. Çok sıcak pazartesi odları.

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Ödün

ÖDÜN

Çişim geldiği için gecenin köründe saya söve sıcak yatağımdan kalkıp tuvalete giderken, onu salondaki üçlü koltuğun ortasında otururmuş gördüm. Daha önce hiç görmediğiniz birini gecenin köründe salonunuzda karanlıkta otururken görürseniz korkarsın ama ben hiç korkmadım. Gittim çişimi yaptım sonra elimi yıkamadan salona geçip adamın karşısına oturdum. İçimden bir his her şey rüya dedi ama ben olmadığından emindim. İçimdeki his daha önce Sena da seni seviyor demiş ve beni fena madara etmişti.

Korkmamamın bir sebebi de karşımdaki adamın çok yaşlı olmasıydı. Hemen önünde yürümek için kullandığı bir şey vardı. Hani çok yaşlılar kullanır, artık baston ya da koltuk değneği bile kullanamayanlar için. Tam önlerinde dört ayaklı durur. Büyük bir pazar arabası ya da tabure gibi. İşte ondan vardı. Yürümekte zorlanan biri evime nasıl girmişti bilmiyordum ve soracak daha önemli sorularım vardı.

Aynı anda bir şeyler dedik ama ben yaşına hürmeten sustum ve sözü ona bıraktım. “Eğer on gün boyunca internetin mi yoksa suyun mu gitsin diye sorsam hangisini seçerdin?” dedi. Malum biz z kuşağıyız, internet bizim için her şey. Hem on gün yıkanmasam da olur. Tuvalete de benzinliğe giderim. Zaten su değil, kola içerek yaşıyorum. “Sular gitsin” dedim. Yavaşça doğruldu ve çok ağır adımlarla kapıya doğru yürüdü, kapıyı ben açtım, zorlanır diye “Berhudar ol evladım” dedi ve çıkıp gitti.

Ben de gidip yattım. Sabah, daha doğrusu öğlene doğru kalktığımda bir yüzümü yıkayayım dedim ama sular gerçekten kesikti. Gece gördüklerim rüya mıydı, değil miydi bilemedim ve zaten herkes beni bir garip bulduğundan daha fazla ilgi çekmemek için kimseye de anlatmadım. On gün suyumuz gelmedi. Önce mahallenin su sorunu çözüldü, sonra sokağın, sonra apartmanın, sonra bizim cephenin en sonda da bizim evin derken tam on gün. İşte o on gün benim için çok garipti. İlk gün akşamüstü susadım ve kola aldım, kapağında bedava çıktı. Bedavayı içtim, yine bedava çıktı, onu içtim yine bedava çıktı ve bu tam on sürdü; bakkal da olayı hiç garipsemedi. Biraz kirlendiğimi hissettiğim an dayım geldi ve beni alıp hamama götürdü. Hamam harikaydı, pek kimse yoktu; saunası, şok havuzu, kesesi, masajı derken yenilendiğimi hissettim. Üçüncü gün sabah telefonuma bir mesaj gelmiş, tabi ben öğlen okudum. Bir hafta sınırsız internet ve konuşma. Beşinci gün yıllardır izlemek istediğim ama bir türlü kısmet olmayan Kaptan Tsubasa’nın çizgi filmine denk geldim televizyonda. Hem de özel gösterimmiş, ben sıkılana kadar devam etti. Yedinci gün okulun en güzel kızıyla facebookta tam yedi saat konuştuk ve süper geçti. Sekizinci gün alt komşumuz en sevdiğim yemek olan lahana dolması getirdi. Dokuzuncu gün okulun en güzel kızı ile sinemaya gitmek için sözleştik. Onuncu gün yaptığım bahis kuponu tuttu ve tam on gün dolacakken önce borulardan hor hor sesler, sonra da sular geldi.

Suların gelmesi ile hayatım rutine döndü. Son aldığım kolanın kapağında tekrar deneyiniz yazıyordu. Okulun en güzel kızı ile sinemaya gittik ama bana o kadar da güzel gelmemeye başladı benden de pek hoşlanmışa benzemiyordu. Kazandığım son para ile büyük bir kupon yaptım, tutsa kendi arabamı alacaktım ama bir maç bile tutmadı.

Aradan birkaç mevsim geçti ve bu sefer erkenden kalkıp ehliyet sınavına gitmem gerekiyordu. Araba sürmesini bilen biri için çok büyük eziyettir ehliyet sınavı. Zaten kursa sadece ilk gün kayıt olurken parasını vermek için gitmiştim ve verdikleri kitapçığı gece şöyle bir gözden geçirmiştim. Çoğu şeyi biliyordum; ilk yardım ve trafiğim iyiydi, motora karşı zaten çocukluktan beri ilgim vardı. Direksiyonum zaten vardı, lise sonda okula bile araba ile gidip geliyordum. Böyle kendimi telkin ede ede uyumuşum; uyandığımda sınavın başlamasına yarım saat vardı ve okul şehrin diğer yakasındaydı. Uçmam lazımdı. Yüzümü bile yıkamadan arabaya atladım.

Bizim sokaktan çıktım, sola Selin Caddesine döndüm; önümde en az on araba vardı ve yetmezmiş gibi kırmızı ışık yanıyordu; yeşile dönmesi için de seksen saniye vardı. Evrene bir küfür savurdum ve dikiz aynasına bakınca arka koltuğun ortasında oturan, o gece bizim salonda beliren ihtiyarı gördüm. “Küfretme evladım, kötülüğü çağırır” dedi. İstemsizce “Özür dilerim” dedim. Açıkçası ihtiyardan ilk gördüğüme nazaran daha çok korkuyordum, yapabildiklerini görmüştüm. “Yeşil yanmasını ister misin?” dedi. Yüzünde çocukça bir gülümseme vardı. Dişlerinin olmadığını o zaman fark ettim. Temiz tıraşlıydı ve saçları astsubay modeli kesilmişti. Ak sakallı dede modeli olmadığı hem dış görünüşünden hem de tavırlarından belliydi. “Evet” dedim ve daha kırk saniye olmasına rağmen çat diye yeşil yandı. Selin Caddesi boyunca gittim ve sağa Nazlı Caddesine dönecekken yine kırmızı ışık vardı, ihtiyar gülümseyerek “Yeşil?” dedi, ben de “Lütfen” dedim ve bu sefer elli beş saniye olmasına rağmen yeşil yandı. Cadde boyunca devam ettim, sağa Leyla Caddesine dönecekken kırmızı yanıyordu ve yüz saniye vardı, bu sefer ihtiyar sormadan ben “Lütfen” dedim ve yeşil yandı. Caddenin Selena Caddesi ile kesiştiği yerden sola dönecektim  bu sefer ikimizde konuşmadan yetmiş saniye olan kırmızı yeşile döndü. Artık okula yaklaşmıştım, birkaç dakika vardı ama ben okulun tam yerini bilmiyordum. Nasılsa birilerine sorarım diye düşünmüştüm ama sınav başlamak üzereydi. İhtiyar durumumu anladı ve “Soldan Kıvılcım Sokağa gir, ilk değil ikinci sağda göreceksin” dedi. Okulu gördüm ama park yeri yoktu “Şu kırmızı tempra çıkacak” dedi ve tempra bir anda çıktı. Park ettim ve inip koşmaya başladım; okulun bahçesinde kimse yoktu, sınav başlamıştı ama arkadan ihtiyarın sesini duydum “Koş koş! Alacaklar sınava”. Gerçekten de ne girişteki polis ne de gözetmenler hiç sorun çıkartmadan aldılar. Üstüne üstlük güler yüzlüydüler.

Sırama oturdum, birkaç derin nefes aldım ve sorulara baktım. Durum berbattı. Hiçbir şey yapamıyordum; tüm sorular kazıktı. İlk on beş dakika trafikten sadece üç soru çözebilmiştim. Sonra motora baktım, vaziyet aynıydı. İlk yardım biraz  daha iyiydi. Gözetmen son on beş dakika, dediğinde ben sadece on beş soruyu çözebilmiş, bir o kadarını da sallamıştım. Kalan sürede de yardım için ihtiyara enerjimi gönderdim ve sağıma soluma baktım, biraz kıpraştım ama göremedim. Gözetmen bir ilkokul öğretmeni anaçlığıyla benim gözlerime bakınca utanıp soru kitapçığına biraz daha gömüldüm. Sınav bittiğinde sonuç açıklanınca bizimkilere nasıl rezil olacağımı düşündüm. Arkadaşlar da, babam da çok dalga geçecekti.

Yüzüm beş karış okuldan çıktım ve arabaya doğru yürüdüm.  Arabaya atladım ve eve doğru giderken yine kırmızı ışık yandı; dikizden baktım, ihtiyar yoktu. Oysa söyleyecek iki çift lafım vardı, kırmızıya aldırmadan bastım geçtim. Daha pek gitmemişken vişne çürüğü, piç kasa bir BMW içindeki birkaç serseri beni sıkıştırmaya başladı. Makas atıyorlar, sağlıyorlar, hareket çekiyorlar, camı açıp küfrediyorlardı. Bir türlü kurtulamadım. Malum ehliyetsizim polisi de arayamıyorum; derken bir anda kafam attı ve bunlar beni sollarken tamponuna dokunup bunları yoldan çıkarttım. Bunlar gitti elektrik direğine oradan da başka bir arabaya vurdular; ben de sağa doğru savruldum ve kaldırıma çarptım. Adamlar tam beni haşat edeceklerdi ki, biraz dövebildiler, çevredekiler beni kurtardı; polis gayet geç geldi ve ehliyet ruhsat sorusunun sadece yarısını cevaplayınca beni karakola götürdü. Tüm suç üzerime kalmıştı ve ehliyeti olmayana polis kesinlikle inanmıyordu. Kemerimi ve ayakkabı bağcıklarımı çıkarttırıp beni ite kaka ve saya söve nezarete attılar. Umduğum kadar karanlık değildi. Gözlerimi kapattım bir küfür savurdum. Gözlerimi açtığımda onu yanımda göreceğimi biliyordum. Öyle de oldu, “Küfretme evladım, kötülüğü çağırır. Seni çıkartmamı ister misin?” dedi. Yine önünde o yürümek için kullandığı büyük pazar arabası vardı.


Suların on gün kesilmesi karşılığında süper bir hafta geçirmiş; birkaç kırmızı ışığın yeşile dönmesi, bir park yeri ve yol tarifi karşılığında hayatımın en korkunç birkaç saatini yaşamıştım. Nezaretten çıkışın bedelini hesaplayamıyordum. “İstemem” dedim. Dişsiz ağzıyla bir kahkaha attı ve “Öğreniyorsun” deyip, yavaş yavaş yürüyerek kayboldu. Kayboldu dediysem tamamen değil; yine arada sırada girer yine hayatıma, oynar benimle. Genelde reddederim, bazense bir şeyi çok istersin ve olacaklara katlanmayı göze alırsın ya. O zamanlarda da kabul ederim.

14 Temmuz 2014 Pazartesi

pazartesi - üzerinde sadece kırmızı bir tuş olan kumanda

Malumunuz heyecanlanamama benim en büyük sorunum pazartesi adrenalin bağımsızları. Daha önce de söylemiştim; bu hayatta hemen hemen tatmadığım hiçbir şey yok. İstediğim hemen her şeye çok az bir çaba ile ulaşabiliyorum. Hani dünya patlasa gözümde yok desem inanın laf değil.

*Komplo teorisini en uçuğunu yapmalı.
*Takım elbisesi olmalı
*Dünya kupasına saygı göstermeli.
*Kendi capsleri olmalı ve böylelikle lokal mizahını geliştirmeli.
*Yollarda gördüğü sarhoşları rehabilitasyon amaçlı tartaklamalı.
*Arabası her an gelin arabası olacakmışcasına hazır ve nazır olmalı.
*Gerektiğinde ağlayabilmeli, hatta üç ayrı ayarda ağlaması bulunmalı.


Dünya patlasa dedim ya, cidden yıllar önce kendi imkanları ile atom bombaları yapıp dünyanın birkaç yerine koymuş, bir grup kaşlarını hiç almamış hanım kızımız dünyayı patlatmaya karar vermişlerdi. Neyse buraları hızlı geçiyorum; kavga, dövüş, uçan tekmeler, cam ve hayal kırıklıkları derken ben bunları etkisiz hale getirmiştim. Onlar da bana üzerinde sadece kırmızı bir tuş olan kumanda vermişlerdi. İşte istersem tuşa basacağım ve dünya patlayacak falan. Yıllardır tetrisimle televizyon kumandasının yanında durur. Sıkılınca da elime alır, baş parmağımı kumandanın tuşunun üstünde gezdiririm.

13 Temmuz 2014 Pazar

Telafisi Olmayan Dakikalar

Telafisi Olmayan Dakikalar

Hakemin bitiş düdüğü ile beraber tüm dünyaya rezil olmuştuk. Mineirao’da altmış bini aşkın kişi bizi o an orada öldürmek istediğini hissedebiliyordum ve işin daha acısı ölümden korkmuyordum da. Kendi sahamızda Almanlar’dan yedi gol yemiştik ve Almanlar’ın bir o kadar daha gol almamasının sebebi devre arasında aldıkları bir talimat olmalıydı. İsteseler daha çok atarlardı. Ama atmadılar. Keşke atsalardı.

Hakemin bitiş düdüğünü üflemediği an takım arkadaşlarımla beraber kendimizi yerde bulduk. Ağlayanlarımız da vardı, dua edenlerimiz de. Ben de ağlamak istedim, ellerimi gözlerime götürdüm, ağlayamadım. Ellerim tozdu topraktı biraz. Kirli ellerimi gözlerime sürdüm, yine dolmadı gözlerim, yandı ama dolmadı. Yürümeye başladım tünele doğru, ayaklarım oraya da gitmedi. Başım öndeydi kimseye bakamıyordum; ne hocaya, ne sevinen Almanlar’a, ne takım arkadaşlarıma, ne de şu an beni çekmekte olan kameralara. Ben durumlarda hep saldırgan olurum. Saldırganlığımın altında da kendimi savunmam yatar. Suçu birine atarım; ki zaten hep bir suçlu vardır ve onun canına okurum ama bu sefer suçluyu bulamıyordum da. Çünkü her şey bir anda olmuştu. Tank gibi çarpmışlardı bize, tank gibi ezmişlerdi bizi.

Sonra hoca geldi ve sarıldı bana. Almanlar’ın nasıl geldiğini görmediysem, hocanın da nasıl geldiğini görmemiştim. Hiçbir şey demedi, hiçbir şey demedim. Sonra televizyondan izlediğimde samimi bir sarılma gibi gözüküyor ama ben o an öyle hissetmemiştim. Sadece sarılmış olmak için sarılmış, poz vermişti. Düşündüm de aslında hocanın da suçu yoktu. Gayet akla yatan bir taktiğimiz, maçı kaldıracak kadar kondisyonumuz ve maça çıkmadan önce inancımız vardı. Neden böyle oldu diye düşünmeye başladığım an düşünmekten vazgeçtim. Zaman sorgulamak değil kabullenmek zamanıydı.

Meksikalı hakem elinde maçın topu, hakem arkadaşları ile beraber tünele doğru yürüyordu. Bizim aksimize yıllar sonra herkese anlatacak muhteşem bir anısı ve anısını süsleyecek bir hatırası vardı. Bense şu an çırılçıplak kalmak istiyordum. Keşke bir Alman formamı isteseydi ama hiçbiri istememişti. Elbette onların forması şu an bizim formamızdan daha değerliydi. 94 yıl önce Uruguay’dan altı gol yemişiz ve o günden sonra hiç beyaz forma giymemişiz, belki bu da sarı formanın son maçı. Artık eminim ki; tarih bizi asla unutmayacak ve affetmeyecek.

Orta yuvarlağın ortasında, santra çizgisinin biraz solunda, saçma sapan bir sebepten cezalı olup bizi yalnız bırakan kaptanı gördüm. Ağlayan bir arkadaşıma sarılmış, teselli ediyordu. Yanlarında takımdan başka biri de ağlıyordu. Yanlarına doğru yürüdüm, göstermelik birkaç sarılma daha oldu aramızda. O ara kaptan bana bir şey söyledi ama ne söyledi anlamadım. Maç biteli yedi dakika olmuştu ve sanki bir fırtınaya doğru yürüyor gibiydim, zaman akmıyor, tenimi sıyırıp geçiyordu.

Zúñiga’nın hareketi düşündüm. Nasıl da diziyle vurmuştu on numaramızın beline. Sonra puffladım. Mazeret aramak için önümde çok uzun zaman olacak, uykusuz gecelerimde zaten bu konuyu uzun uzadıya defalarca düşünecektim.

Aklıma Escobar geldi apansız. Dünya kupasından sonra öldürülen Kolombiya’lı futbolcu. Acaba sonum onun gibi gecenin üçünde, bir barın otoparkında, 38 kalibrelik bir silahla sıkılan altı kurşunla mı olacaktı? Bu risk sadece benim de için geçerli değil, bugün sahaya çıkan toplam on dört arkadaşım için de geçerliydi. Bir daha asla huzurlu uyuyamayacaktık.

Stadyumun devasa ekranları var. Eskiden oradan kendimi görmeyi çok severdim, yaylana yaylana yürür, kollarım daha kaslı çıksın diye kasardım. Şimdi baktım yine beni gösteriyor, yine kendimi izledim. Adımlarımı izledim, hissettiğimden daha iyi gözüküyordum. Sanırım bir on saniye gösterdi beni ve daha sonra bir elinde kola bardağı; diğer eli gözlükleriyle gözleri arasındaki gözyaşlarını silip bardağı kemire kemire ağlayan çocuğu gösterdi. Onun ağlayışını izledim ve bahis yapmış olmayacağına göre içten ağlıyordu ve bu anı ömrü boyunca hatırlayacak; gazeteleri ve internet sitelerini süsleyecekti. Çocuktan sonra yüzünü bayrağımız gibi boyayan orta yaşlı bir kadının ağlamasını gösterdi, gözyaşları yüzündeki boyayı akıtıyordu ve kadın çok çirkin ağlıyordu. Göz altları da, gözlerinin yanları da kırış kırıştı. Ağzı açıktı ve salyaları alt damağı ile üst damağı arasındaki örümcek ağları gibi duruyordu. Sonra o görüntü gitti, pos bıyıklı bir amcanın elindeki dünya kupasına sarılmış ağlak ifadesini gördüm. O da ağlıyordu. Düşündüm de herkes ağlıyordu. Muhtemelen annem de ağlıyordu. Daha fazla saha da duramadım ve soyunma odasına girdim.


Soyunma odasında çıt çıkmıyordu. Yalapşap bir duş aldım, giyindim ve takım otobüsüne doğru yürürken bizi izleyen taraflar hiçbir şey söylemiyordu. Sadece yuhluyorlardı ve asla affetmeyecek gibi gözlerimize bakıyorlardı. Kimsenin elinde akıllı telefonları yoktu. Bu anı kaydetmek istemiyorlardı. Bu anı hatırlamak istediklerinde fotoğraflarına bakmalarına gerek yoktu, kalplerindeki acıya bakmaları yeterli olacaktı. “Sokaklar yanacak bu gece”, dedi biri, öteki de, “İnsanlar ölecek”. Muhtemelen de öyle olacaktı.

6 Temmuz 2014 Pazar

pazartesi - farklılaşma çağrısı

Ben tektipe karşıyım pazartesi renksizleştirilmişleri. Tektipleşme bizi aslında robotlaştırıyor. Fabrikalarda işçiler neden tektip kıyafet giyer? Savcılar, hakimler, avukatlar, bankacılar, askerler, polisler ve özel güvenlikçiler... Çünkü bu insanlardan yaratıcı olmaları, farklı şeyler üretmeleri beklenmez. Verilen emirleri sorgusuz sualsiz yapmaları istenir. Siz hiç “Abi bu sefer de elmayı ıssıra ıssıra ye, bağırsakların çalışsın” diyen katı meyve sıkacağı gördünüz mü?

*Alışkanlıklarının kölesi olmamalı.
*Meteorolojik içgüdüleri gelişkin olmalı.
*Fiyonklu hediye paketi yapabilmeli.
*Olası bir ikiye ikiye kavgada güçlü olana dalmalı.
*Uzun isim listelerinde adımı şıp diye bulabilmeli.
*Bir halayda asla kaybolmamalı.
*İçinde bir yerde, her zaman geç kalmışlık hissi olmalı.


Bu tektipleşme ne yazık ki giderek moda da olmakta ve bu da beni çok üzmekte. Geçenlerde donla denize girenleri denize dökmek için sahilleri teftiş ediyordum ki; birçok kızımızın tektip bikini giydiğini gördüm. Ne öyle asker gibi. Şimdi sahilde olan herkes bikinilerinin üstünü çıkartsın ve en yakınındaki farklı bikini giymiş kadınla değiştirsin. Farklılık iyidir.

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Yandı mı Postane

                                               Yandı mı Postane
-Kayahan’a-
Kasabamız zaten küçüktü, şehirden ve çevre köylerden de gayet uzaktı. Kışın Almancılar da gidince pek fazla insan kalmaz -altmış yetmiş kişi-  kalanlar da kabaca üçe ayrılırdı: Ölmek için toprağını bekleyen yaşlılar. Gurbete gitmek için sırasını bekleyen gençler ve garipler. Gariplerin gurbete gitme şansları yok gibidir. Onlar yazın gelen Almancıların ayak işlerini yapar; kışları da sobalarını yakıp, tekrar yazın gelmesini beklerlerdi. Yazları düğünler olur, alışveriş olur; herkes gülümser ve birbirine hava atardı. Kışları ise kimse birbirine selam vermez, akşam ezanından sonra sokağa çıkana ise pek rastlanamazdı. Bu da yıllardan beri böyleydi. Bu arada benim adım ise Kamber; gariplerden biriyim ve adımın hikayeyle hiçbir ilgisi yok.

Her zamanki gibi insanın boğazını sıkan bir kış akşamı kasabanın postanesi yandı. Zaten ahşap, iki katlı, gayet eski bir yapıydı. Alevler postanenin boyunu bir saat içerisinde aştı. Hava pusluydu ve ağır aksak kar yağıyordu ama kar alevleri söndürecek gibi de durmuyor, sadece manzarayı güzelleştiriyordu. Kimse itfaiyeyi aramamış. Herkes nasılsa biri aramıştır diye düşünmüş olmalı ya da benim gibi yangının sönmesini istememiş de olabilirler. Kimin ne düşündüğünün asla bilinemeyeceğini o gece öğrendim zaten.

Yangın saatlerce sürdü, biz kasaba halkı da saatlerce yangını izleyip durduk. Kimse konuşmuyordu. Büyülenmiş, hipnotize olmuş gibiydik ya da dürüstçesi hepimiz delirmiştik. Ölmek için toprağını bekleyenlerden yaşlı bir teyzenin alevlere yaklaşmaya başladı fark ettim bir ara. Sanki kaplumbağa ya da sümüklü böcek gibiydi. Zaten entarisi yeşildi ve sarmal desenleri vardı. Yürüdüğünü başka kimse de fark etmedi. Gittikçe yaklaştı alevlere. Sönmek bilmeyen postanenin kapısını açtı ve içeri girdi. Ne bir ses çıktı sonra, ne bir çığlık. Bunu gören yaşlılar yavaştan kıpırdanmaya başladılar. İlk içeri giren yaşlı kadın gibi alevlere doğru yürümeye başladılar. Şimdi bana çok garip geliyor ama o zaman  hiç yadırgamamıştım hareketlerini. Beyaz kasketli bir amca girdi içeri. Herkes ‘Dayı’ derdi adama. BMW’den emekliydi. Eski de bir BMW’si vardı; 83 model, ahşap direksiyon. Onun arkasında elinde bastonu ile başka bir adam girdi postaneye. Bazen ekmek alırken bakkalda görürdüm onu, en az seksen yaşındaydı, sakalları Japonlara benzerdi. Ondan sonra birkaç yaşlı daha, aralarından birini daha tanıdım; mangalcı derlerdi ona da. Yazın çocukları ve torunları geldiğinde her akşam onlara mangal yapar, tüm kasabayı kokutur; ondan da kimse tarafından sevilmezdi. Mangalcının arkasından ikizler girdi içeri. Birbirlerinin elinden tutmuşlardı. Erkek olanın adı Ertem amcaydı, kadının adı ise Sevinç’ti sanırım. Hiç ayrılmamışlardı hayatları boyunca, gurbete beraber gidip, memleketlerine beraber dönmüşlerdi. Şimdi postaneye de beraber giriyorlardı. İkizleri diğer yaşlılar takip etti. En son da Erdal Amca girdi ve kapıyı kapattı. Hollanda’da aşçılık yaparmış, öyle derdi ama herkes onun karanlık bir yanı olduğu bilir, kurcalamaya korkardı.

Bir saatin sonunda ölmek için toprağını bekleyen herkes içeri girmişti. Erdal Amca’da girdikten sonra postane binasından çatırtılar geldi. Sanki kırılan kemikler gibi. Çatırtılar kesildiği gibi de olduğu yere çöktü postane ve birkaç dakika sonra da söndü. Beyaz dumanlar yükseldi göğe, dumanlara bulutlara karıştı.


Biz kalanlar ise kimseye yalan söylemedik ve olanları olduğu gibi anlattık. Tabi kimse inanmadı bize. O günden sonra Almancılar da sadece mezar ziyaretine gelir oldular kasabaya, düğünlerine hiçbirimizi çağırmadılar ve tatillerini ise beş yıldızlı otellerde her şey dahil yaptılar. Kasabadan kimseyi de gurbete götürmediler. Artık kasabadaki herkes garipti. Ektiğimizi biçiyorduk, pek konuşmuyorduk ve kasabadan da başka bir yere gidemiyorduk. Bir gün annem dua ederken duymuştum  “Allah’ım n’olur postane yansın” diyordu. Bu arada annemin adı Vahide. Öyle gereksiz bir bilgi işte.

3 Temmuz 2014 Perşembe

postane - başarısız girişim

Postane binası cayır cayır yanıyordu. Alevler iki katlı binanın boyunu bir kat daha aşmıştı. Saat gecenin onuydu  ve içeride kimse yoktur diye rahattık. Ben ve birkaç kasabalı ise alevlere bakıp sohbet ediyorduk. Daha önce birbirimizi görmüş olmamıza rağmen daha önce hiç konuşmamış üç akran adamdık. Ben ortalarındaydım. Önce solumdaki arkadaş “İtfaiye nerede kaldı?”, dedi. Üçüzmüz de aramamıştık. Sağımdaki ise bağırdı; “Arkadaşlar! Allah rızası için itfaiyeyi arayanınız oldu mu?” Kimseden çıt çıkmadığına göre kimse aramamıştı. Üçümüz de o an western filmlerindeki hızlı silah çekme sahnelerinde olduğu gibi telefonlarımıza davrandık ve aynı anda şu kelime ağzımızdan çıktı. “İtfaiyenin numarası kaçtı la?” Sağımdaki arkadaş yine bağırdı “Arkadaşlar! Allah rızası için itfaiyenin numarası kaç?” 155, 157, 177 gibi sesler yükselince solumdaki arkadaş. “Ara gitsin 155’i, polis itfaiyeye haber verir, hem polisin de gelmesi lazım” dedi. 155’i aradım ve “Postane binası cayır cayır yanıyor” dedim ve kapattım. Adres vermeme gerek yoktu, çünkü başka postane binamız yoktu.

Bir yandan polisi bekliyor bir yandan da muhabbete devam ediyorduk. Hatta önce polisin mi yoksa itfaiyenin mi geleceğine dair yemeğine iddasına bile girdik. Ben itifaiye dedim, diğer ikisi ise polis. Birbirimizin yüzüne hemen hemen hiç bakmıyor, gözlerimizi alevlerden alamıyorduk. Solumdaki arkadaş “Bina artık iflah olmaz, çöker birazdan” dedi; sağımdaki arkadaş ise “Temel sağlam ve üstten üstten yanıyor, duvarlar değiştirilir, yıkmaya gerek yok” dedi. Bense “Yıkılmasına gerek yok ama yine de yıkılır” dedim. Kalabalık her geçen dakika artıyordu ama sirenli arabarlardan gelen giden yoktu. Alevlerin ısısını yüzümde hissetmeye başladım ama ısıdan rahatsız olmadım.


“O değilde postane binamız yanıyor arkadaşlar”, dedim. Hem de yarım saat önce yolda gördüğümde selam vermeden yanından geçtiğim iki adama sanki askerliği beraber yapmışızcasına bir arkadaşlar dedim. “Artık kredi kartı ekstreleri gelmeyecek”