28 Ekim 2010 Perşembe

En Eski Mısram

Ergenliğimin en sancılı dönemlerinden biriydi. Büyümeye çalışıyor ama beceremiyordum; olmuyor, bir türlü olmuyordu ve bu beni çok sinirli ve çekilmez bir küçük adam yapıyordu. Herkesin aşkı en büyük, herkesin acısı en derindir biliyorum ama bence dünyanın en sıkıntılı ergenliği de benimdi. Yaptığım her hareket yanlıştı; ailem ve öğretmenlerim artık konuşmanın değil cezalandırmanın beni ıslah etmek için bir yol olduğuna inanmışlardı. Her boş vaktimi sokakta ya da bilardo salonlarında değil kütüphanede geçirmek zorundaydım.



İsyankâr bir ergen olsam da okumakla aram kötü değildi. Babamın kötü şakalarına ve saçma sohbetlerine maruz kalmamak için annemde kitaplara sığınıyor ve şiir kitapları okuyordu. İlk seferlerde annemle gittim kütüphaneye ve o şiir kitabı alıyor diye bende şiir kitabı aldım. Şiir, öyküden ya da romandan çok daha cazip geliyordu bana. Özellikle de serbest yazılmış Türk şiirleri ve haikular. Kısacık kelimeler ile harikalar yaratılmıştı ve bana okumaktan daha çok hayal kurma fırsatı veriyorlardı. Bir oturuşta bir kitap bitirmenin tadı da ayrıydı elbette.



Uyum sağladığım hatta arkadaşlarım dalga geçer diye zevk aldığımı itiraf edemediğim bir kütüphane öğleden sonrasında onu gördüm. Benle yaşıt olmalıydı, benden biraz kısaydı ve şimdiye kadar gördüğüm en uzun ve gür saçlara sahipti. Tek başına girdi kütüphaneye ve aradığı kitabı eliyle koymuş gibi buldu, sonra da masaya geçip sessizce okumaya başladı. Bende elimde kitabım sandalyeye gömüldüm, gidene kadar onu izledim ve hayaller kurdum. Öpüştük, onun için kavga ettim, üzerine gelen freni kopmuş bir arabadan kurtardım, beraber uyuduk, bana yemekler yaptı... Bir saat sonra kitabını yerine koydu ve gitti. Hayatımın duygusal yönden en yoğun bir saatini geçirmiştim. Havada yürürcesine eve kadar yürüdüm ve şunları karaladım.



Rapunzelim,

Sessiz çığlığımı duysaydın bugün

Beni, seni sevdiğimden daha çok severdin…



Artık kütüphaneden çıkmaz olmuştum. Eskisine nazaran çok daha az okuyor, hep onu bekliyordum. O ise arada sırada geliyor; hiç bana bakmadan kitabını okuyup gidiyordu. Bir gün onunla konuşmaya karar verdim, kütüphanenin çıkışında onu bekledim ve “ Merhaba tanışabilir miyiz?” dedim. Kendini beğenmişçe bana baktı ve “ Ne münasebet” deyip gitti. Gidişini izlerken dünya başıma yıkılmış gibiydi. Birkaç dakika hareket dahi edemedim. Sonra sigara alıp hayatımın ilk sigarasını içtim.



Ben bunu hak etmedim güzel kız,

Kaybeden sen olacaksın ben değil.

Sigaramın dumanına ant içerim ki;

Pişman olan sen olacaksın ben değil.



Kütüphaneye gitmez oldum sonraları; biraz akıllandım da, aşk acısı yaradı. İçime döndüm daha çok. Eskisi kadar şiir okumuyordum ama disiplinsiz ve savruk olsa da, bir şair adayıydım. Mavi bir bloknota aklıma gelen satırları yazıyordum. Beğendiğimi tekrar dikte ediyor, beğenmediğimin üzerini öfke ile karalıyor ama hiçbir şiirimi kimse ile paylaşmıyordum.



Zaman böyle aktı geçti. Seneler sonra bir başka kızı sevdim. Gerçi önce o beni sevmiş, sonra da kendini bana sevdirmişti. Başka bir şansım olmadığını çok sonraları anladım. Ona yazdığım ilk şiir şöyleydi.



Keşke ilk seni görmüş olsaydım.

Masallarımdaki Rapunzel’i değil ilk seni sevseydim.

Sen beni masallardan bu dünyaya bağlayan prensessin.

Olmasaydın ben masallarda sürüklenir,

Gerçek dünyada kanardım.



Önce beni seven kız zamanla başkasını sevdi; ayrılmamız biraz uzun ve sancılı sürdü ama bitti. Ayrıldığımız gecenin sabahın ise şunları yazdım.



Yalanlarınla kalbimi kıramazsın.

Gerçeklerinle de.

Bu kalp ilk kez başkası için çarparken kırıldı.



Sonra onu sevdim; gerçekten, hem de her zerremle. Onun da upuzun saçları vardı. İyi niyetli, hoşgörülü, sakin ve şefkatliydi. İlk kez yazdığım bir şiiri ona gösterdim. Çok beğenmedi, anlamadı belki ama beni kırmamak için çok sevmiş hatta hayran olmuş gibi yaptı. Arada sırada yazdıklarımı ona göstersem de o dönem için en sevdiğim şiirimi ona okumadım.



Dünyanın tezadına bak,

Biri beni benden aldı,

Öteki beni bana verdi.

Sırtları dönükken bir sanırsın

Gözlerinin manası apayrı.



Onunla da ayrıldık; savrukluğum ve bunalımlarım yüzünden. Bana sonsuza kadar katlanır sanıyordum, katlanmadı. Akan zamanla beraber hayatıma başka kadınlarda girdi. Ve şunu fark ettim ki; beni şiir yazmak için tetikleyen tek şey kadınlar. Her kadın için farklı ruhta ve duyguda mısralar yazsam da; en güzel şiirlerimin içinde o kütüphanedeki küçük kızın izleri oluyor, engelleyemiyorum.



İlkler unutulmaz derlerdi, doğruymuş.

Her şeyin ilki sensin bende;

İlk hayal kırıklığı, ilk hezimet, ilk kaybediş;

Ve de ilk aşk elbette…
 

garson kız meşrep kontrol timi

olay şöyle olacak. fatihciğimle iki arkadaş gibi oturacaksınız. kısa kızıl kapıda karşılamada ve girişte 3 masaya bakıyor. uzun kızıl ise sol taraftaki 4. masandan 12 masaya kadar bakıyor. eğer 3 ya da 4. masaya oturursanız ikisi ile de diyalog kurabilirsiniz.

neyse fatihciğim önce ilk masaya gelen kızıla "kaçta çıkıyorsun?" diye sorsun. kız iş atar ve telefon numarasını verirse sen devreye gir ve bir hareket çekip " saaalaaak saaalaak. kızım malsın sen, hayatının fırsatını an itibari ile kaçırdın. motor yaşa motor öl. defol şimdi" diyorsun.

sonra hiçbir şey olmamış gibi fatihciğimle geyiğe devam ediyorsunuz ve ikinci kızıla da aynı planı uyguluyoruz. kız " size ne, ne zaman çıktığımdan?" derse sen kızılı tutup alnından öpüyorsun. sonra da ona ne kadar şanslı olduğunu söylüyorsun. güneşe fazla çıkmamasını ve saç rengini muhakkak muhafaza etmesini de salık veriyorsun. sonra hesabı ödeyip gidiyorsunuz.

eğer ikinci kızılda telefon numarası verirse yapman gerekeni biliyorsun bebekk.. mekanı yak.

gelişmemiş bir giriş

Eksantrik adamdır Faruk Bey. Babadan zengin, şanslı doğanlardan. Çocukluğa ve ergenliğe zengin piçi olarak devam etti. On üç, on dört yaşındayken insanlar onu görünce yolunu değiştirirlerdi, şehrinde düşmediği karakol, tanımadığı polis memuru yoktu. Her türlü pisliği yapar ama duracağı yeri bilirdi. Canı bir şey yakma istediğinde ev değil, kümes yakardı; eğer canı araba sürmek istiyor ve babası araba vermiyorsa babasının dalkavuklarından birisinin arabasını çalar ve ya vurur ya da bırakır giderdi

25 Ekim 2010 Pazartesi

dünden evet

biliyorum ki bir teklif bekliyorsun

cevabın dünden evet.

ve ben piçim, sormuyorum.

cevabını bildiğim soruları sevmiyorum

24 Ekim 2010 Pazar

pazartesi - yarışma sonuçları

Dublör yarışmam felaketle sonuçlandı pazartesikolikler. Dünya kıvırcık saçlı, şişko, gözlüklü adamlarla dolu. Hatta çoğu kadın benim kılığımda geziyor. Kıvanç, Barack,  Brad, Kenan, Marilyn aklınıza kim gelirse yarışmaya katıldı. Birinci yok, ikinci metin üstündağ. Korkarım ki çok sert önlemler almam gerekecek.

 

 

*Herhangi bir şiir yarışmasında adisyon ödülü olmalı.

*Masallardaki yardımcı oyuncuların isimlerini bilmeli

*Garsonluk deneyimi olmalı.

*Çay doldururken, demi ve suyu ayrı ayrı koymalı.

*Yemek yaparken üstünden tırtıklamama kızmamalı.

 

Çok sert önlem: çevremde bana benzer bir kişi daha görürsem liste olayı keserim.

20 Ekim 2010 Çarşamba

KARIŞIK

tente project..

 

----

T.E.S

 

perec ve paganini hakkında bilgili olmalı

renkler hakkında bilgi sahibi olmak gerekli.

 

----

 

Satranç bilmeyen benim satranç turnuvasına katılma durumu

 

zaman: lise

 

sebep:  arkadaşlara hava olsun, çok çakalım havaları.

 

Maç: Süresini son ana kadar kullansın, rakibi ile aynı haraketleri yapsın

 

Sonuç: Bir anda kalk ve git. Sessiz ve sedasız. Beklediğin kadar eğleneme. mahçubiyetini yanına al.

 

 

Facebook ve cinayet.

 

Zorla intihar notları yazıp öldürma

--

 

Son parasıyla sigara almış olan adamlardan biriydim. Tüm gün aç durdum. Durmaksızın isgara içtiğimden belki karnım hiç acıkmadı. Bir bankta oturdum ve gelip geçeni izledim, şehrin en kalabalık caddesinde birkaç tur attım.   Sokağın başında yaşlı bir kadın dileniyordu. Kenara geçtim ve onu izlemeye başladım. Ellerini açmış bir şeyler mırıldanıyordu. Bir saatte on beş kişi para verdi dilenciye. Önündeki kapta paralar çoğalınca bir poşete paraların bir kısmını koyup....

parasızlık ve kaybetmişlik hikayesi.. finalde babasını arayıp para ister.

"

--------------

 

--

uzun bir sorgu sahnesi yaz..

 

sorgulayan adamın ağzına sıçtın. aiağılası dövsün.. herif ezikliğinden suçu kabul etsin.. yatsın çıksın ve öç alsın..yine sorgu sahnesi ile...

 

makata jop

----

19 Ekim 2010 Salı

öyle kötüsün ki

öyle kötüsün ki;
kimse sana hayır diyemez.
manasız evetlerim ve hayırlarım.
cennetimin hem prensesi hem cellatısın.

sirkte çalışan arkadaş

keşke sirkte çalışan bir arkadaşım olsa. yılda sadece birkaç gün bizim şehre gelirler. o geldiği zaman gösteriden sonra oturur bir şeyler içer sohbet ederiz, o geçen bir sene boyunda başına gelen çok acayip hikayeleri anlatır. sonra gösteriden önce bana sahne arkasını gezdirir. aslanlarla, fillerle, palyaçolarla, akrobatlarla fotoğraf çektiririm. sonra gösteri biter, onlar giderler.

sonra bir sene sonra gelmesini beklerim. özlemle değil, sadece beklerim.

18 Ekim 2010 Pazartesi

karnından konuşan adam üzerine

alt kişiliği karnından konuşan adam olabilir mesela. 

eskimoya bayram ziyareti

porno film projesi;

eskimolar evlerine gelen misafirlerine eşlerin ikram ederler. bir eskimo ava çıkacaksa komşusunun kızını alır ve az bitince babasının evine bırakır. bunu öğrenen iki genç bayram ziyaretine eskimoların yanına gider ve film başlar.


mekan için uludağ makul ama bütçe denkleşmezse elmadağda çekeriz.

karınında konuşan kötü insan.

Falcılıkla başladı kariyerine. Zaten o zaman çok iyi konuşamıyordu da karnında. Falın ortasında bir anda karnında, "yeşil" diyor, sonra ağzından "yeşil kazaklı biri gelecek ve sana çok iyiliği dokunacak" diyerek falına devam ediyodu. Bu numarası ile şanı yürümeye başladı. Falcılıktan medyumluğa oradan da mesihliğe başladı. Artık karnından uzun uzun konuyor, bayılmış numarası yapıp karnından konuşmaya devam ediyor, karından konuşurken bir yandan ağlıyor iyi oyunculuğu ve gerçekçiliği ile herkesi kandırıyordu.

Bazen hiç tanınmadığı bir yerde, bir restouranta pahalı gelen hesaptan sonra yine karnından derin derin "hesap alma, hesap alma" derdi. Bir yandan da karnından çıkarttığı sesi duymamazlıktan gelip hesabı ödemeye çalışır ve karşısındakini korkutarak hesap vermezdi.


hamiş: üzerinde düşünmeye, geliştirmeye değer bir karakter.

17 Ekim 2010 Pazar

Pazartesi - sıradan bir başarım

pazartesi listelerini ilk yayımlamaya başladığım zamanki amacım pazartesi sendromunu yenmek; bu büyük, global problemi aşmaktı pazartesi sevdalıları. henüz aradan bir sene dahi geçmeden bunu başardım. "http://www.haberturk.com/saglik/haber/561182-iste-haftanin-en-mutsuz-gunu" linkinden ayrıntıları alabilirsiniz. Şimdi ise listeyi salı gününe çekip çekmeme konusunu düşünüyorum. eğer salıya çekersem, pazartesi sendromu daha da büyük bir sorun haline gelir. siz beşeriler hep kendinizi mutsuz edecek bir şey buluyorsunuz.

*Karnından konuşabilmeli, bu özelliğini kötülük için kullanmalı.
*Güzel ayakları olmalı.
*Cep telefonu melodisi "çağdaş bir türk kadınıyım" şarkısı olmalı.
*Harika fal bakmalı ama hiç fal bakmamalı.
*Bana yeşil kaşkol örmeli.
*Kabuslarının istatistiğini tutmalı.

doblör yarışması feci eğlenceli geçiyor pazartesikolikler. haftaya kazanını açıklayacağım.

15 Ekim 2010 Cuma

portreci dağınık not

Ultrasyon  Resmi ile gelen kadın.. doktor kafasının babasına benzediğini söyledi.

 

 

--

İki ya da üç tane kız kaldırma anısı. Portre çizerek. En önemlisi O’nu barda kandırışı…

 

 

İsa’nın üşüdüğü bir son bahar akşamı.

 

 

 

Portreci… geziyor.. sıkıntı basıyor. Tabi O ndan önceki zamanlarında.

 

 

İsa’nın para verişini beğenmediği biri ile kavga etmesi

 

 Güzel kız…ÇİILGA!. O da sokakta bir şeyler yapsın, çalgıcı ya da portreci.. amacı ülkeden gitmek. Ve gidiyor sonunda. Eiffel in orda işini yapıyor…

 

İlk dönemler.. çizdiği çok güzel bir resmi reklam için kullanmak için vermemesi…

 

Yutup intihar eder. Evinde günler sonra bulunur. Evde kimliği hakkında tek şey portrecinin çizdiği bir resimdeki imza. Portreciden imalı ve güzel bir intihar yorumu. “hiç şaşırmadım, kimse de şaşırmamıştır. Adamın intihar edeceğini yüzüne bakan herkes anlardı.”

 

 

Youtube’a isim…Yutup

 

İlişki tablosu ve olay gelişim tablosu kur..

 

 

İlişki tablosu..

 

Porteci ---- isa----- anlıyor ve seviyor.

 

İsa ---- portreci ---- sevmiyor

 

Çılga---- portreci---- üçkağıtçı ve yalancı buluyor ve bu özelliğini seviyor

 

 

Gibi…

 

Sokaktan biri Çılgayı sever. Ama çılganın hayali başka ülkeler.. hayır der.

 

Sevdim.

İmkansız dedi

Artık selam da vermiyor.

portreci diyalog deneme

Ergenlik öncesi ve sonrası çok nettir. Ergenliğe girdiğin an önceki dönemi her şeyi ile beraber çöpe atarsın. Artık senin gözünde, senin dünyanda ergen olmayanlar çoluk çocuktur ve her şeyi yanlış yapan aptallardır. Ergenler neden ergen olmayanlarla takılırlar? Çok basit çünkü ergen, ergenliğe girmeyenlerin kralıdır. Onlara her istediğini yaptırır. Hayatın anlamını, sırrını çözmüş gibilerdir. Durmadan anlatırlar ve ders verirler.

 

Kendisini sirkte maymunlara ders veren eğitmenler gibi görürüler. Aralarındaki fark onun için o derece fazladır. Maymun ve insan kadar net bir çizgi. Ergen kendinden önceki döneme böyle bakar ve maymunken öğrendiği her şeyin yanlış ve sıkıcı olduğu kanısındadır.

 

Büyükler de salaktır, ergenler de, çocuklar da. Büyüklerin, ardından gelen neslin aptallığına sebep olmalarının en büyük nedenlerinden birisi şudur. Çoluk çocukluk döneminde eline geçen insancıklara kendi çıkarımlarını dayatırlar. Şu doğru, şu yanlış, şu iyi, şu kötü, şu kaka, şunu yap, şunu yaparsan iyi bir insan olursun, şunu yapmazsan günah, şu ayıp, şunu yapmazsan kimse seni sevmez…

 

Çocuğu ergenlikten önce doğrulara boğuyoruz. Sanki her çocuk dünyayı kurtarmak için yetiştirilmiş nefer gibi. Her biri öyle sızma, özel, damıtılmış, elenmiş bilgilerle büyütülüyor ki, mevcut insan yetiştirme yöntemi başarılı olsa hiçbir ülkede polis teşkilatı kurulmaz, uçan arabalara değil ışınlanma cihazlarıyla gezeriz.

O - Sana bir geçmiş yaratacağız Portreci

“Sana bir geçmiş yaratacağız Portreci. Sanki son sekiz yıldır bu işi yapıyormuşsun gibi. Sana şu an sekiz yaşında olan birkaç çocuğu getireceğim, onların portrelerini çizeceğiz. Casting ajansından profesyonel yalancılar kiralayacağım. Gerçekten de çizdiğin portrelerin çocklarına benzediği yaşanını söyleyecekler. Biraz sıkı çalışacağız, video çekimi, gösterişli bir internet sitesi ve bol yalan ile bir ay sonra sekiz yıllık geçmişin hazır olacak. Sen şimdi sakal bırak, eski çalışmaların olduğunu gösterecek çekimler yapılacak. Saçlarını da öne doğru tarayıp, açık yeşil marjinal bir güneş gözlüğü eski çekimlerini tamamlarız. Mümkünse bir ay aç takıl, korse de ayarlarız.

 

Sana bir geçmiş yaratacağız Porteci. Bir ay da sekiz yıllık bir mazi.”

Elveda yabancı - final

Manasız kalabalık içerisinden bana bakan samimi mavi gözlerin sahibiydi o. Seyrek saçları, sıska bedeni, utangaç adımları, temiz ayakkabıları vardı. Çekingen adımlarla yanıma geldi ve sustu. Buralardan, bizlerden biri olmadığı; henüz konuşmasa da; duruşundan, yürüyüşünden belliydi.

 

“Merhaba”, dedim. Mahcup ve anlamadığını belli edercesine bana bakıp, sustu. “Hello”, dedim; azıcık İngilizcem ve berbat aksanım ile yine sustu. Zaten İngilizce bilse ne olacaktı ki, ben bilmiyordum. Cebinden, cep telefonundan biraz büyükçe bir alet çıkarttı ve bir şeyler yazdı. Sonra makine, metalik ve soğuk sesi ile “ Merhaba ben Geir, İzlandalı bir turistim, ne yazık ki Türkçe ve İngilizce bilmiyorum” dedi. Sonra da makineyi bana uzattı ve sende bir şeyler yaz der gibi bana baktı.

 

“Merhaba ben Melek, tanıştığımıza memnun oldum” yazdım. Söylediklerim çirkin metalik ses ile İzlandacaya çevrildi. Mesajı dinleyince elini uzattı ve başını öne eğip gülümseyerek elimi sıktı, tanışmıştık.

 

“Bir şeyler içelim mi?” dedi, kabul ettim, İstanbul’dan, İzlanda’dan, müzikten, Avrupa’dan bahsettik. Sohbetimiz biraz yavaş ilerlese de çok sıkılmamıştım. İki hafta daha burada olduğunu öğrenince sevindim. Yarın aynı yerde, aynı zamanda görüşmek üzere sözleştik.

 

Ben kadınsı bir refleks ile on dakika geç gittim ve gittiğimde onu elinde tek bir gül ile çevresine yabancı yabancı bakarken görmek çok güzeldi. Çok güzel bir hafta geçirdik. Yaz aşkı gibiydi benim için, belki biraz daha fazla. Gitmesine birkaç gün kala ise kalbimi hiç alışkın olmadığım bir hüzün kapladı. Gidecekti ve ben onu çok özleyecektim.

 

Gitmeden iki gün önce o soğuk, metalik sesli makine ile bana “Gel benimle, seni çok özleyeceğim” dedi. Şimdiye kadar aldığım en güzel teklifti bu ve kabul ettim. Önce Geir gitti, sonra bende vize işlemlerini halledip bir hafta sonra arkasından gittim. İstanbul’da başlayan aşkımız İzlanda’da, Heimaey’da devam edecek umudundaydım.

 

Heimaey küçük bir adaydı, İstanbul’un keşmekeşine alışık benim için çok ufacık bir yerdi ama ben adadaki diğer insanlarla değil sadece Geir ile geçireceğim zamanla ilgileniyordum. İlk birkaç gün odamızdan çıkmadık, sonra beraber balık tuttuk, okyanusta tekne ile gezdik, yavaş ilerleyen sohbetler ettik, kâğıt oynadık, bol bol güldük, barlarında ev yapımı bira içtik, arkadaşları ile tanıştım ve bir hafta böylece geçti.

 

Geçen hafta ile beraber Heimaey’dan, İstanbullu olarak sıkılmaya başladım. Her şey daha karanlık gelmeye başladı. Yemekleri çok kötüydü, servisleri yavaştı, insanları çok kuşkucuydu, dilleri çok kaba ve öğrenilmezdi, suları kekremsiydi, binaları korkunçtu, şoförleri yavaştı, kırmızı ışıkları uzundu, kızları kendini beğenmişti, kaldırımları yüksekti, çocukları suratsızdı, geceleri ürperticiydi, rüzgârları kasvetliydi…

 

Geir ise ilk tanıdığım adam gibi değildi. Bazen evde kendi kendine İzlandaca konuşuyordu ve bu beni sinir ediyordu. Arkadaşları ile konuştuğu birçok şeyi bana tercüme etme ihtiyacı bile duymuyordu, İstanbul’daki kadar ne giyinişine, ne de ayakkabılarına dikkat etmiyordu. Her geçen gün daha salaş ve umursamaz bir adama dönüşüyordu.

 

Tüm bunlar beni boğarken, üstüne üstlük Geir aramızdaki iletişimi düşük cümlelerle de olsa sağlayan o makinenin üstüne bira döktü ve bozdu. Artık aramızdaki yegâne bağ da kopmuştu. Birbirimizi anlamamız gibi bir ihtimal de kalmamıştı.


Heimaey’daki onuncu günümde fark ettim ki ben Geir’in İstanbul’daki halini seviyordum. O çekingen, utangaç, yabancı adamı. İzlanda’daki Geir ise tam anlamı ile çekilmez bir dertti. Çirkin sesli makine çalışmadığından duygularımı ona anlatamazdım da. En iyisi hızlı bir şekilde İstanbul’a dönmekti. Sabah erkenden bavulumu topladım sonra da ufak bir not bırakarak evden çıktım. “Elveda yabancı, yolun İstanbul’a düşerse beni ara.”


14 Ekim 2010 Perşembe

tek kişilik işler

*yönetmenlik
*yazarlık
*teknik direktörlük
*çaycılık
*psikologluk
*meddahlık
*portecilik, ressamlık
*çilingirlik
*kalecilik
*kuryelik
*şöförlük
*fahişelik
*başbakanlık
*berberlik
*çöpçülük
*özel dedektiflik
*fotoğrafçılık
*dövmecilik
*programcılık

13 Ekim 2010 Çarşamba

O - şilili madencilere bakışı - altın yumurtlayan tavuklar

O: Büyük mağduriyetlerden, trajedilerden büyük faydalar?? çıkar. Mevcut ünlülere bak bir. Hepsi acı dolu çocukluk hikayeleri anlatıyorlar. Hep mağdur olmuşlar, ezilmişler, sonra bir şekilde yırtmışlar. Bu sadece Türkiye için değil, tüm dünya için geçerli, arabesklik ile açıklayamazsın bunu sadece. İnsan algısıyla ilgili bir durum. Aynı malı iki kişi satsın, iki kişi üretsin; alıcı seçme durumunda kaldığında hangisinin daha çok acı çektiğine, trajedi yaşadığına, ezildiğine ve bu durumu en asil şekilde ifade ettiğine bakıyor.

 

Şili’deki madencileri düşün. Adamlar yerin yedi yüz metre altında, elli metrekare alanda, altmış dokuz gün kaldılar. Onlardan birinin az, biraz yeteneği olsa ve elime verseler bir şaheser çıkartırım. Televizyonda şarkı söyleyen iki Şilili düşün. Sesleri, dış görünüşleri birbirine çok yakın. İzleyici hangisini izlemeyi tercih eder? Elbette göçükte altmış dokuz gün yaşayanı.

 

Biraz eli kalem tutan, azcık entelektüelliği olan, hadi ondan da geçtim durumu anlatabilecek olan bir tanesi, olayın romanını yazsa ya da profesyonel bir yazara yazdırsa tüm dünya satın alır. Rol yapabilenlerin, eli ayağı düzgün olanlarının sivrildiği bir televizyon dizisi ya da sinema filmi tüm dünyaya satılır.

 

Ölümün eşiğinden dönen bu zavallılar şu an altın yumurtlayan tavuklar. Sadece iyi, akıllı mentörlere, kariyer planlayıcılara, menajerlere ihtiyaçları var. Sonrası kendiliğinden akar. En sıkıştıklarında “bir bisküviyi iki gün yedim” der ve iki damla gözyaşı döker - ki gerçek gözyaşları olur bunlar, gözün altında tek damla halinde duran değil, hızlıca yanaklardan akan- izleyicinin, müşterinin tüm sempatisini kazanır.

O - şilili madencilere bakışı - altın yumurtlayan tavuklar

O: Büyük mağduriyetlerden, trajedilerden büyük faydalar?? çıkar. Mevcut ünlülere bak bir. Hepsi acı dolu çocukluk hikayeleri anlatıyorlar. Hep mağdur olmuşlar, ezilmişler, sonra bir şekilde yırtmışlar. Bu sadece Türkiye için değil, tüm dünya için geçerli, arabesklik ile açıklayamazsın bunu sadece. İnsan algısıyla ilgili bir durum. Aynı malı iki kişi satsın, iki kişi üretsin; alıcı seçme durumunda kaldığında hangisinin daha çok acı çektiğine, trajedi yaşadığına, ezildiğine ve bu durumu en asil şekilde ifade ettiğine bakıyor.

 

Şili’deki madencileri düşün. Adamlar yerin yedi yüz metre altında, elli metrekare alanda, altmış dokuz gün kaldılar. Onlardan birinin az, biraz yeteneği olsa ve elime verseler bir şaheser çıkartırım. Televizyonda şarkı söyleyen iki Şilili düşün. Sesleri, dış görünüşleri birbirine çok yakın. İzleyici hangisini izlemeyi tercih eder? Elbette göçükte altmış dokuz gün yaşayanı.

 

Biraz eli kalem tutan, azcık entelektüelliği olan, hadi ondan da geçtim durumu anlatabilecek olan bir tanesi, olayın romanını yazsa ya da profesyonel bir yazara yazdırsa tüm dünya satın alır. Rol yapabilenlerin, eli ayağı düzgün olanlarının sivrildiği bir televizyon dizisi ya da sinema filmi tüm dünyaya satılır.

 

Ölümün eşiğinden dönen bu zavallılar şu an altın yumurtlayan tavuklar. Sadece iyi, akıllı mentörlere, kariyer planlayıcılara, menajerlere ihtiyaçları var. Sonrası kendiliğinden akar. En sıkıştıklarında “bir bisküviyi iki gün yedim” der ve iki damla gözyaşı döker - ki gerçek gözyaşları olur bunlar, gözün altında tek damla halinde duran değil, hızlıca yanaklardan akan- izleyicinin, müşterinin tüm sempatisini kazanır.

Şili'li madenciler - filmin devamı

Altmış dokuz gündür yerin yedi yüz elli metre altında kalan Şilili madencilerin milliyetçiliği kafamı çok karıştırıyor. Adamlardan ilk haber alındığında, ölmek üzere olan bu zavallı adamlar bir şekilde kurulan ilk telefon bağlantısında hep bir ağızdan Şili ulusal marşını okudular.

 

Ben böyle bir durumda yaşamak zorunda kalsam devlet düşmanı olurum. Beni bu şartlar altına çalışmak zorunda bırakan, onunla da yetinmeyip insanlık alt sınırında bir yaşamaya mahkum eden bu ülkeyi sevmek için hiçbir sebep göremiyorum.

 

Her ne kadar bulundukları mevcut duruma düşmelerinde müsebbip olan Şili devleti de olsa onları o durumdan kurtarma ihtimali olan tek güç yine Şili devletinin ta kendisi. Zavallı, mağdur maden işçilerinin kurtulmaları için o milliyetçiliği göstermek zorundaydılar. Şu an itibari ile kurtarmalar başladı. Altmış dokuz gün sonra üç işçi göçükten çıkartıldı ve kurtarma çalışmaları devam ediyor. En son olarak da madencilerin şefi çıkartılacak ve bu yaklaşık iki gün sonra olacak.

 

Gemiyi en son kaptan terk eder, göçükten de en son şef çıkarmış. Bunu yeni öğrendim ve çok anlamlandıramasam da anlaşılır buluyorum. Çok sapmadan ve serbest çağrışıma teslim olmadan sorgulamam gereken yere geleyim. Bu insanların yaşadıkları bu esaretin sorumlusu kim ve suçu ne olmalı? Kimseyi öldürmedi ama altmış dokuz kişiyi; elli metre kareye, yerin yedi yüz elli metre altında, altmış dokuz gün hapsetmenin cezası ne olabilir? Kişi başına altmış dokuz günden hapis yatmak mı? Yaklaşık on seneye tekabül ediyor. Peki, elli kişinin ruhuna açtığı yaralar?

 

Kendimi o zavallı madencilerin yerine koymakta güçlük çekiyorum ama günler sonra kurtarılmış bir madenci olarak düşündüğümde sanırım benden büyük devlet düşmanı olmazdı. Kimse bana vatan, millet, Şili hikâyeleri anlatmasın derdim. Şili hükümeti de bu tehlikeyi görmüş olmalı ki, çıkan madenciler kısa bir süre aileleri ile kucaklaştıktan sonra hemen hastaneye kaldırılacak ve basın ile hemen görüşmeyecekler. Sonra da böyle bir durumdan kurtulan ilk kişiler olduklarından kahraman ilan edileceklermiş. Zaten kapitalizme teslim olup; film, dizi, şov programı, albüm falan yapacaklarından bir şüphem yok. Hatta ülke ülke gezeceklerdir. Öfkeleri şan, şöhret ile bastıracak Şili hükümeti. Acaba içlerinden biri isyan edip, büyük bir öfkeye teslim olacak mı merak ediyorum.

 

Olay büyük, pasta büyük ama mağdur sayısı da çok büyük. Bu pasta hepsine yeter mi göreceğiz. Bence film yeni başlıyor. Bu kalabalıktan bir seri katil, birkaç aptal katil, bir şarkıcı, bir yazar, birkaç siyasetçi, birkaç meczup çıkacak. Kapalı alanlarda durmakta, karanlıkta ve kalabalıkta durmakta ömürlerinin sonuna kadar zorluklar yaşayacaklar. Aradan on sene falan geçince bir Şili haber programında şöyle bir haber olacak. “On sene önce göçükten çıkartılan Oscar Valdez Valderrama, Sorares fakirlikten sokaklarda yatıyor. On sene önce kahramanlıkları ile destan yazan bu zavallı adam şimdi de fakirlikle cebelleşiyor.

 

Şili’den haberler buraya kolay kolay ulaşmaz. Ölmez sağ kalırsak, on sene sonra bu zavallıların hikayelerinin devamını görmek isterim.  

12 Ekim 2010 Salı

elveda yabancı

Manasız kalabalık içerisinden bana bakan samimi mavi gözlerin sahibiydi o. Seyrek saçları, sıska bedeni, utangaç adımları, temiz ayakkabıları vardı. Çekingen adımlarla yanıma geldi ve sustu. Buralardan, bizlerden biri olmadığı; henüz konuşmasa da, duruşundan, yürüyüşünden belliydi.

 

“Merhaba”, dedim. Mahcup şekilde, anlamadığını belli edercesine; bana bakıp, sustu. “Hello”, dedim; azıcık İngilizcem ve berbat aksanım ile yine sustu. Zaten İngilizce bilse ne olacaktı ki, ben bilmiyordum. Cebinden cep telefonundan biraz büyükçe bir alet çıkarttı ve bir şeyler yazdı. Sonra makine, metalik ve soğuk sesi ile “ Merhaba ben Geir, İzlandalı bir turistim, ne yazık ki Türkçe ve İngilizce bilmiyorum” dedi. Sonra da makineyi bana uzattı ve sende bir şeyler yaz der gibi bana baktı.

 

“Merhaba ben Melek, tanıştığımıza memnun oldum” yazdım. Söylediklerim çirkin metalik ses ile İzlandacaya çevrildi. Mesajı dinleyince elini uzattı ve başını öne eğip gülümseyerek elimi sıktı, tanışmıştık.

 

“Bir şeyler içelim mi?” dedi, kabul ettim, İstanbul’dan, İzlanda’dan, müzikten, Avrupa’dan bahsettik. Sohbetimiz biraz yavaş ilerlese de çok sıkılmamıştım. İki hafta daha burada olduğunu öğrenince sevindim. Yarın aynı yerde, aynı zamanda görüşmek üzere sözleştik.

 

Ben kadınsı bir refleks ile on dakika geç geldim, geldiğimde onu elinde tek bir gül ile çevresine yabancı yabancı bakarken görmek çok güzeldi. İki hafta boyunca gezdik, eğlendik, içki içtik, el ele dolaştık, birbirimize; birbirimizi sevdiğimizi söyledik, öpüştük, seviştik… Mümkün olduğunca az konuştuk. O küçük makinenin metalik sesi mevcut romantizmimizi baltalıyordu ama onsuz da olmuyordu. İki haftanın sonunda ben İzlandaca sadece “Ég elska þig” demeyi öğrenmiştim, Geir de sadece “Seni seviyorum” demeyi öğrenmişti.

 

Gitmesine birkaç gün kala,

 

“Benimle gel, sensiz yaşamam”, dedi o metalik ses.

 

“Nasıl olur?” dedim. İçimdeki çılgın kız bir yandan git diyordu. Ne vardı ki, beni bu ülkede bağlayan. Zaten çok sevmiyordum buraları. “ Birkaç haftalığına ben de tatile yanına gelirim” dedim. Küçük elektronik aletten duygusuzca “ Çok sevinirim” sesi duyuldu. Geir’in yüzünde ise tatlı bir tebessüm.

 

Geir ülkesine gittikten iki hafta sonra ben de vize işlemlerini tamamladım, İzlanda’ya sadece gidiş bir bilet aldım, bavulumu topladım ve yola çıktım. Beni havaalanında karşılarken mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Benim ise içimde küçük korkular vardı ama yine de mutluydum. Sevdiğim adam ile beraber çok güzel bir hafta geçirdim İzlanda’da.

 

Bir haftadan sonra her şey daha karanlık gelmeye başladı. Yemekleri çok kötüydü, insanları çok kuşkucuydu, dilleri çok kaba ve öğrenilmezdi, içkileri tatsızdı, suları kekremsiydi, binaları korkunçtu, şoförleri yavaştı, kırmızı ışıkları uzundu, kızları kendini beğenmişti, servisleri yavaştı, kaldırımları yüksekti, çocukları suratsızdı…

 

Geir ise tanıdıkça daha az seviyordum. Bazen kendi kendine, kendi dilinde konuşuyordu ve bu beni çok rahatsız ediyordu. Arkadaşlarının yanında söylediklerinden bir şey anlamasam da çok kaba hareketlerini seziyordum. İstanbul’daki gibi giyimine özen de göstermiyordu. Yabancıyı ülkemde daha çok seviyordum, kendi ülkesinde o kadar da farklı ve tatlı değildi.

 

İkinci haftamın son günlerinden birinde Geir’in içtiği kahve, aramızda iletişimi sağlayan ve her geçen gün daha az kullandığımız o makinenin üzerine döküldü. Artık ikimizin iletişime geçmesi gibi bir ihtimal kalmamıştı, zaten Geir de çok üzülmüş gibi durmuyordu. Başparmağını kaldırdı sonra da kendini göstererek, sorun yok ben hallederim, dercesine bir hareket yaptı ama tam beş gün konu hakkında hiçbir şey yapmadı. Benimle konuşamamayı umursamıyor gibiydi.

 

Birkaç gün sonra, o evde yokken havaalanına gittim ve şehrime bir bilet aldım. Evden çıkmadan da rujum ile aynasına “ elveda yabancı” yazdım.


hamiş: altize yabancı temaliı beğenmediğim hikaye

10 Ekim 2010 Pazar

sessizliğin - sensizliğim

sessizliğin korkunç,
sessizliğin özlem,
sessizliğin karanlık.

sensizliğim korkunç,
sensizliğim özlem,
sensizliğim karanlık.

sessizliğin ve sensizliğim.
birbirinden nefret eden iki kardeş

pazartesi - dublör yarışması

Size müthiş bir haberim var pazartesi müptelaları. Kendi benzerim yarışması düzenliyorum. Öyle yoğun bir hayat geçiriyorum k,; birçok kez aynı anda birden fazla kıtada olmam gerekiyor. İnsanları mağdur bırakmayı da sevmediğimden sorunu bir yarışma ile çözmeye karar verdim. Yarışmayı kazanan benim dublörüm olacak. Kapıma gelen siyasileri, televizyoncuları, holding sahiplerini, reklamcıları, tekstil mühendislerini, kız kurularını; azarlayıp, paylayıp gönderecek.

 

*Vücut ısısı 30 derece olmalı

*Önemli gün ve haftaları bilmeli bana anımsatmalı.

*Gölgeden şekiller yapabilmeli.

*Yolda falan yürürken biri ölürse etrafını çizmek için yanında tebeşir taşımalı.

 

Sadece fiziki benzerlik yeterli olmayacak, çok sağlam da bir mülakattan geçeceksiniz. Kazanamayan adaylara estetik operasyonlara maruz kalacaklardır. Etrafta kötü taklitlerimin gezmesine tahammül edemem.

6 Ekim 2010 Çarşamba

ölü anı sahibinin ölümü, ölmeyişi.

yıllar önce hayvan diye dergi vardı. orada bir hırsız yazardı. adam sonra öldü. bak adını bile unutmuşum, tam anlamı ile ölmüş.

 

neyse bu "tüm hırsızlar haplıdır, hap cesaret ve güç verir", derdi. eve girenler tornavida ile gezermiş. illa bir delikanlılık yapacaksanız sağ eline saldırmak gerekliymiş k;i tornavidayı çekemesin. adam solaksa bittik tabi.

 

adamın adını unutsam da yazdığını unutmamışım. tam ölmüş sayılmaz.

 

Kavga zamanı

Bazen kavga etmek gerekir. Başka şansın yoktur. İşte o anlardan birini yaşıyordum. Karşımdaki adam benden on, on iki santim daha uzundu. Kolları ve baldırları benden daha kalındı. Tavrı daha önce birçok kez kavga etmiş biri gibiydi. Kendine öyle güveniyordu ki…

 

İzlediğim karate filmleri, kavgaları düşünmeye başladım. Hayatım boyunca hiç kavga etmemiştim. Çaresizlikten, şaşkınlıktan, korkudan elim ayağıma dolanmaya başladı. Karşımdaki adam ise ceketini çıkartıyor ve gömleğinin kollarını sıvıyordu.

 

Bende onun gibi önce ceketimi çıkarttım, sonra gömleğimin kollarını sıvadım. Sonra kemerimi ve de pantolonumu çıkattım. Adam şaşkın şekilde bana bakıyordu. Karşısında donla duran bir adam vardı. İlk dakikalarda benim yaşadığım şaşkınlığı, onun vücut dilinde okudum. Korkuyor, çekiniyor, durumu çözmeye, bir çıkar yol bulmaya çalışıyordu.

 

“Vakit geldiyse, vakit gelmiştir.” ,dedim boğuk bir ses tonu ile. Sonra kıyafetlerimi topladım, elime aldım yürüyerek uzaklaştım. Beni takip etmediğine güvendiğim zaman da kıyafetlerimi giydim ve taksiye atlayıp olay yerini terk ettim. Dayak yemekten kurtulmuştum ve nedense kendimi adamı dövmüş gibi hissediyordum.

4 Ekim 2010 Pazartesi

idam

çiğdemin, babası tarafından öldürülen arkadaşım, vefatından sonra benim kalbimi şerefsiz babasının ölmesi isteği ile doldu. artık gazete haberlerine daha farklı bakıyorum. hemen her 2-3 günde bir, bir piskopat birkaç kişiyi öldürüyor. türkiyede idam olsa idi yılda en az 150 kişi asılırdı.

ama idamın ibretlik yönü asla yadsınamaz. ilkel tabir ile "sallandır iki kişiyi, bakalım kimse suç işliyor mu?"'nun gerçeklik payı olduğunu düşünüyorum. idam cezası caydırıcılık taşıyacaktır.

hacettepe hastanesinden operaya çıkan yokuşun orada, hamamın önünde ankara'nın idam yeriymiş.

3 Ekim 2010 Pazar

pazartesi - son istek

İdama karşıyım pazartesi müptelaları. İnsan hakları, özgürlük, şu, bu zerre umurumda değil. Beni bunaltan ABD’nin idam ettiği kişilere sorduğu “son isteğiniz nedir?” sorusu yüzünden çektiklerim. 2010 da şu güne kadar 34 kişi idam edildi ve hepsini son isteği ya ben görmek,  ya benimle yemek yemek, ya beni yalamak… Amerikalılarda adamı asarken özgürlüklerini umursamıyor, son isteklerini yeri getirirken umursuyor. Tabi tüm son istekleri reddettim. Eğer yerine getirsem doğacak suç patlamasını düşünün. Benimle konuşmak isteyen herkes yirmi kişiyi doğrardı.

 

*Gözlüğümü silmeli, sivilcelerimi sıkmalı.

*Tahriklere kapılmamalı.

*Mercimek çorbasını güzel yapmalı.

*Muayen günlerini annesinin evinde geçirmeli.

*“İsmini vermek isteyen seyirci” olarak bir kariyeri olmalı.

 

İran ve Kuzey Kore’ye idam uygulamaları öncesinde son istek saçmalığına girmedikleri için teşekkür ediyorum.