28 Mayıs 2014 Çarşamba

Dünya kupasından beklentilerim

1. Öncelikle daha önce planlanmış çok güzel bir frikik gölü.
2. Grup aşamalarında dört ya da beş tane son dakika golü.
3.İki tane penaltılara gitmiş maç. Birinde en az yedinci penaltıya kadar gitsin. Hatta kaleciler penaltı kullanırsa tadına doyum olmaz.
4.Zekice hazırlanmış bir protesto. Herhangi bir konu hakkında olabilir.
5.Bir ya da iki tane akıllara kazınacak gol sevinci.
6.Ceza sahası içinde en az dört seri pasla atılmış birkaç tane gol.
7.Kuponu yattığı için değil, gerçekten üzüldüğü için ağlayan taraftarlar.
8.Daha önce görmediğimiz bir çalım ve turnuvanın yarattığı bir yıldız oyuncu.
9.Sert bir kavga ve devamında bol kırmızı kart.
10.Kahraman kaleciler. Seri kurtarışlar yapan ve takımını üst turlara taşıyan.
11.

Son dakikaya kadar heyecanı bitmeyecek bir final maçı.

27 Mayıs 2014 Salı

Bir Zarf, Bir Makas, Bir Uhu, Bir Gazete

Bir Zarf, Bir Makas, Bir Uhu, Bir Gazete

Adam gibi uyuyamadım. Anlaşılabilir bir tedirginlik var üzerimde. Bir de sesler. Acıktım, bakkala gitmeye karar verdim. Kapıyı kilitledim, demir kepengi taktım, onu da kilitledim. Buraları pek iyi bilemiyorum. Eski bir apartmanın altındaki yirmi metrekarelik, tuvaletsiz dükkanı; kontratsız, birkaç aylığına kiralayalı daha iki gün oldu. Benden önce de iki kardeş kalıyormuş bu dükkanda, amelelik yaparak yaşarlarmış. Onlardan kalma iki tane eski paslı somya ve üzerilerinde yırtık sidikli iki tane şilte var. Çok daha kötü şartlarda da uyumuştum. İlk kez dün sabah geldim ve içeri gözükmesin diye camları bantladım. Ne kadar eğlenceli bir işmiş.

Bakkal şişmandı ve mutluydu. Bakkaların şişman olmasını anlayabilirim ama mutlu olmalarını asla anlayamam. "Bir zarf, bir makas, bir uhu, birkaç beyaz kağıt, tükenmez kalem, iki çift hijyenik eldiven, iki ata ekmeği, iki yüz elli gram beyaz peynir" dedim. Sanki tuttuğu takım şampiyon olmuşcasına bir mutlulukla siparişlerimi hazırladı. "Peynir üç yüz gram olsa olmaz mı?" dedi, sırf mutsuz olsun diye "Olmaz" dedim. Yine de mutsuz olmadı. Her şeyi hazırlayınca "Bir de gazete" dedim "Hangisi?" dedi. "Hepsi aynı değil mi?" dedim. Parasını verdim; bakkkaldan ve bakkalın hayatından çıktım.

Dükkana döndüm. Ekmeği kemerime takılı çakımla ikiye böldüm. Peynirleri gelişigüzel doğradım ve iki yarım ekmek hazırladım. Kendiminkini üç lokmada yuttum. Dün heyecandan pek bir şey yememiştim. Dağdayken de öyle olurdu. Şimdiki açlığım dünün borcuydu. Canım çay çekti ama ne demliğim ne de küçük tüpüm vardı. Canımın daha çok çay çektiği ama yine içemediğim zamanlar da olmuştu.

Gazetenin sürmanşeti "İç İşleri Bakanından Haber Alınamıyor" idi. Haberin ayrıntılarında nasıl kaçırıldığı yazıyordu. Ankara - Bolu otobanında sivil plakalı otomobiliyle seyrederken kaçırılmıştı. İki güvenlik görevlisi ve eşi öldürülmüştü. Arkasındaki eskort araba ise hiçbir şey görmemişti. Fidye için mi yoksa siyasi bir amaçla mı kaçırıldığı bilinmediği gibi, kaçıranlar da henüz bir açıklama yapmamıştı.

Başka bir haberde ise Ankara Emniyet Genel Müdürü'nün "Elimizden geleni yapıyoruz" açıklaması vardı. Ona göre bakan hala yaşıyordu. Bir terör suçu olma ihtimali de vardı ve ülkemiz asla teröre boyun eğmeyecekti.

Sonra gazetenin başka bir sayfasını açtım, burada ilgimi çeken bir şey yoktu. Sayfa üç parçaya ayrılmış gibiydi. Bir parçasında sinema reklamları vardı. Ellerinde silahlar olan iki güzel kız ve ortalarında yakışıklı bir adam afişteydi. Afişin altında at yarışı bülteni vardı. Beygir piyangosundan da hiç anlamam. Bültenin çaprazında ise büyükçe bir ölüm ilanı vardı. Ensesi kalının biri ölmüştü. İlanın sonunda "...20 Şubat salı günü Şakirin Camii'nde (Karacaahmet) kılınacak ikindi namazından sonra Karacaahmet Mezarlığına defnedilecektir" yazıyordu.


Dakikalarca gazeteyi okumaya devam ettim ama aradığım şey yok gibiydi. Neşeli, şişman bakkaldan neden bir gazete aldım diye hayıflanırken bir köşe yazısında aradığımı buldum. "Ekonomik krizleri konuştuğumuz zaman kaçırdığımız en temel nokta Kemal Derviş döneminde temeli atılan dalgalı kur sisteminin görülür ve görülmez faydalarıdır..." yazıyordu. Hayatımda ilk kez ekonomi yazısı okuyordum. Yazının devamında "Ayakları yere basan bir ekonominin olmazsa olmazlarından biri de komşularımızın; komşu olduğu diğer ülkelerle yaşadığı problemlerde ara bulucu misyonumuzu korumaktır..." diye devam ediyordu. Yazarı beğenmiştim, daha sonra da yazılarını takip etmeliyim diye düşündüm.

Spor sayfasında ise kocaman bir Messi resmi vardı. Altındaki haberde "Sezon sonunda yıllık 2 Milyon  dolara  Fenerbahçe ile  anlaşmak üzere yazıyordu". Dünyanın en iyi futbolcusunun bu hallere düşmesine çok üzüldüm. O bar kavgasına karışmayacaktı, o trafik kazasını yapmayacaktı, gül gibi karısını o manken için terk etmeyecekti ama en önemlisi o penaltıyı Panenka stili kullanmayacaktı. Hayır vur topu sol alt köşeye! Messisin sen ya! Neyse..

Haberinde devamında Messi'nin, kulübü Newell's Old Boys Başkanına "Eğer beni bırakmazsanız FİFA'ya UEFA'ya CAS'a hatta İsviçre Federal Mahkemesine giderim. Hatta ölürüm de Fenerbahçe'den başka kulüpte oynamam" diyordu.


Eldivenlerimi taktım, elime makası aldım. Yukarıda altını çizdiğim kelimeleri eski bir uzman çavuşa yakışır intizamla kestim; sırası ile kağıda yapıştırdım, katlayıp zarfa koydum. Cebimden çakımı yine çıkarttım. İç İşleri Bakanı'nın sağ el serçe parmağını ilk boğumundan kestim. Kesik parmağı eldivenin içine koydum ve düğümledim. Diğer eldivenle de kesik parmağının üstüne turnike yaptım. Kesik parmağı da zarfa koydum. Zarfa meclisin adresini yazdım ve postaladım.

Son Ayı Oynatıcı

Son Ayı Oynatıcı

Çok az insana nasip olur kendi cenazesini bir köşeden izleyebilmek. Ben o çok az şanslı azınlıktan biriyim. Ben son ayı oynatıcısı. Medyanın taktığı isimle, ayılara fısıldayan adam. Ben her ne kadar ilkokul üç terk olsam da, hayat hikayem lise kompozisyon ödevleri gibi de özetlenebilir.

Giriş:
Bu işe nasıl ya da neden başladığımı bilemiyorum. Büyücü olduğundan emin olduğum ninem; ne keman çalabiliyorsun, ne şarkı söyleyebiliyorsun; bu iş senin kaderin, derdi. Sıradan bir sabah daha gün ağırmadan beni bizim çadırların en sonundaki çadırda tek başına yaşayan ustama teslim etti. İki yıl boyunca da ustam elinde sopası ile hem kendi ayısı Kurtuluş’u hem de beni döve döve eğitti. Kasvetli bir akşamüstü Kurtuluş, Pendik’te bir ara sokakta hamamda kocakarıların nasıl bayıldığını son kez gösterdi ve bir daha ayağa kalkamadı.

Kurtuluş kurtulunca ustam ve ben dağa çıktık. Elimizde tüfek günlerce dağda dolandık durduk. Kurtuluş’un kafesinin içine armut, bal koyduk, kafesin kapağına ip bağladık ve bekledik. Hayvanlar aptal. Bu basit numara ile çok hayvan yakaladık. Tilkileri öldürüp, kürklerini yüzdük, sincapları ise yedik. Kurtlardan ise korktuk. Sonra iki tane tam istediğimiz gibi yavru ayı geldi. Onları ise esir ettik. İşimiz bitince çadıra döndük. Sacı ısıttık. Yavruların ellerini yaka yaka dans etmeyi öğrettik. Biz her tefe vurduğumuzda elleri yanacak sandılar ve zıpladılar. Yavrulardan sağlıksız olanı benim oldu, ben de adını Sağlıksız koydum. Diğerinin adını ise ustam koydu, Hürriyet, o da ustamın oldu. Artık sokaklarda ayrı ayrı çalışır olduk.

Gelişme:
Çadırda kalamaz oldum zamanla. Bastı oralar beni. Ben de İstanbul’un merkezine gider oldum. Sağlıksız’ı hiçbir otel alamayacağından boş binalarda, parklarda uyuduk. Sabah akşam çalıştık ve iyi para kazanmaya başladık. Zenginler daha çok para veriyordu. Önce güzel kıyafetler aldım kendime. Sağlıksız’ı da iyi besledim. Tüyleri, gözleri daha bir parladı, kilo aldı; mutlu bile sayılırdı. Sonra bir gecekondu kiraladım. Sağlıksız’ı da eve aldım, bahçeye kafes koymadım, kedi gibi sobanın yanında uyurdu. En büyük sorunum ise kimsenin benimle arkadaş olmak istememesiydi. Korkuyor, çekiniyorlardı benden. Kıyafetlerim gıcır, ütülü olsa da da dilim biraz bozuktu. İstanbulca konuşamıyordum. Ayısı olan birinden insanların korkmaları doğaldı da bir yandan. Ben de yokluktan Sağlıksızla konuşurdum, geceleri sabahlara kadar. Dinliyordu beni, bazen anlar gibi bile bakıyordu. Böyle üç sene geçirdik.

Hikayeyle çok alakalı değil ama bir gelişme yaşandı hayatımızda. Bulgar’ın birinin sirki varmış. Gel bize katıl, dedi. Birileri ile tanışırım, birileri ile konuşurum diye, sırf yalnızlıktan kabul ettim. Çadırlardan kaçmıştım ama yolum başka çadırlarla kesişmişti. Belki de kaderim çadırlardı. Çok gezdik, çok tozduk ve çok kalabalıktık; birkaç ay sonra büyük bir uyum sorunu yaşadık. Ben başka insanlarla iletişim kurmayı pek beceremedim ve Sırp iki palyaçoyu çok fena dövdüm. Sağlıksız’ın tepkisi benden daha sertti, bir gece dört fino köpeğini parçalamıştı. Sirk kanunlarının sertliğini bildiğim için kaçtık. Yine İstabul’daydık, yine evsizdik ve yine yalnızdık.

Son dakika gelişmesi:
Keskin bir İstanbul  sabahı parkta Sağlıksız’ın karnına kafamı gömmüş, donmamak için titrerken bir kadının bizi izlediğini gördüm. Kırklı yaşlarının başındaydı, gayet güzeldi ve  üzerinde kürkü vardı. En net bunları hatırlıyorum. Bakışlarından benden bir şeyler isteyeceği okunuyordu ama bunun Sağlıksız’ın oynaması olmadığı belliydi. Gelin size kahvaltı vereyim, dedi. Evine gittik. Bizi eve almadı; üç katlı havuzlu bir villası vardı. Masayı havuzun yanına kurdu ve hizmetçisi korktuğu için kahvaltımızı elleri ile hazırladı ve bizimle beraber de yedi. Sağlıksız’ın da benim de şimdiye kadar yaptığımız en kıyak kahvaltıydı. Biz yerken o anlatmaya başladı, hikayesi gayet acıklıydı. Kocası çok zengindi, birçok iş yeri vardı ama asıl işi biraz kanunsuzdu. Bar pavyon işindeydi ve kendini işlerine çok kaptırmıştı. Her gece içiyordu ve karısını dövüyordu. Alkolden işleri de kötü gitmeye başlamıştı. İçkiyi bıraksa kendine gelir, işleri düzelirdi ama artık sabahları kahvaltıdan sonra bile viski içiyordu. Sonra pembe pijamaları ile bir kız çocuğu geldi ve Sağlıksız’ı sevmeye başladı. Çocuklarım için yardımını istiyorum, dedi. Ben de kabul ettim.

Bütün gün bahçede durduk. Sağlıksız’a litrelerce su ve kola içirttim. Sonunda çişi gelince de kovaya yaptırdım. Biraz daha yemek yedirdim, biraz daha kola içirttim, biraz daha işettim. Sağlıksız, çocuklarla oynadı biraz, biraz daha işedi. Öğlen olunca teşekkür ettik ve gittik. Cebime çok büyük para koydu. Acıktığın zamanlarda uğra, dedi.

Sonuç:
Hayatımın en güzel kahvaltısını etmemin üzerinden sadece iki gün geçmişti. Moda’da bir sokakta ben tef çalıyordum, Sağlıksız da pek ilgili olmayan bir kalabalığa karşı oynuyordu. Siyah lüks bir arabadan üç adam indi ve bize doğru ateş etmeye başladılar. Sağlıksız hemen orada öldü. Ben de bir kurşun aldım ama düşmedim, kaçmaya başladım. Sokaklar bir ayı oynatıcısı kadar iyi bilen kimse yoktur, yakalayamadılar beni. Hastaneye gitmektense nineme gittim. Yaramı iyileştirdi, sonra da; seni burada da bulacaklar, polise git, dedi. Ninem ne derse yaptım ben hep. Polise gittim ve durumu anlattım. İçkiyi bıraksın diye karısı ayı sidiği içirecekmiş; Sağlıksız işedi, ben de verdim, dedim. Karısı yoğun bakımdaymış. Adam sabah kadar dövmüş, sonra da bizim peşimize düşmüş ve adam karısının anlattığından çok daha belalı bir adammış. Seni öldü göstereceğiz, dedi komiser; başka çare yok. Bir haber yaptılar, cesedimin çöplükte bulunduğu ile ilgili. Sonra da çadırlardaki akrabalarıma haber verdiler.

Demiştim ya cenazemi izledim diye; ninem hiç ağlamadı. Anam babam da umduğumdan az ağladı. En çok ise ustam ağladı. Yanında Hürriyet yoktu. Artık kanun çıkmıştı ve ayı oynatmak yasaktı.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

pazartesi - köklü değişiklikler

Değişikliklerden korkmamak lazım pazartesi mırnavları. Ne yazıyordu bir kamyonun arkasında “Baktın olmuyor, bakmayacaksın”. Mesela bu listeyi geçen hafta yazsam kamyon arkası yazısından değil, helenistik dönem filozoflarından örnek verirdim. İnanın bu hafta hiç tetris de oynamadım, camdan aşağı da tükürmedim. Bir kroşe bile çıkartmadım.


*Ben yemek yerken masaya çıkmamalı.
*Tuvalet alışkanlı olmalı, sifonu dahi çekmeli.
*Aşıları tam, sağlık karnesi yanında olmalı.
*Eve gelen misafirlere saldırgan davranmamalı.
*Mobilyaları tırmalamamalı.
*Ben uyurken rahatsız etmemeli.


*Kuru mama sevmeli.

*Tüylerini çok dökmemeli.


Hatta hayatımın kadınını aramaktan da vazgeçtim. Artık hayatımın kedisini arıyorum. Cins kedi de istemiyorum. Sokak kedisi olsun, kedinin yanında kadın kabul etmeyeceğim gibi kedikadın da kabul etmeyeceğim. Müracaatlar bizim sokak. Alayım bir kedi, kafam rahat etsin yahu. Bakın ilk kez yahu’ladım. Hem ben de yıllardır zaman ayırmak istediğim geleneksel bir türk sanatı olan havlu kenarı işlemeye zaman ayırırım.

22 Mayıs 2014 Perşembe

Son Ayı Oynatıcı Girişimsi

Son Ayı Oynatıcı

Çok az insana nasip olur kendi cenazesini bir köşeden izleyebilmek. Ben o çok az şanslı azınlıktan biriyim. Ben son ayı oynatıcısı. Medyanın taktığı adla, ayılara fısıldayan adam.

Bu işe nasıl ya da neden başladığımı bilemiyorum. Büyücü olduğundan emin olduğum ninem; ne keman çalabiliyorsun, ne şarkı söyleyebiliyorsun; bu iş senin kaderin, derdi. Bir sabah daha gün ağırmadan beni bizim çadırların en sonundaki çadırda tek başına yaşayan ustama teslim etti. İki yıl boyunca da ustam elinde sopası ile hem kendi ayısı Kurtuluş’u hem de beni döve döve eğitti. Kasvetli bir akşamüstü Kurtuluş, Pekdik’te bir ara sokakta hamamda kocakarıların nasıl bayıldığını son kez gösterdi ve bir daha ayağa kalkamadı.

Kurtuluş kurtulunca ustam ve ben dağa çıktık. Elimizde tüfek günlerce dağda dolandık durduk. Kurtuluş’un kafesinin içine armut, bal koyduk, kafesin kapağına ip bağladık ve bekledik. Hayvanlar aptal. Bu basit numara ile çok hayvan yakaladık. Tilkileri öldürüp, kürklerini yüzdük, sincapları ise yedik. Kurtlardan ise korktuk. Sonra iki tane tam istediğimiz gibi yavru ayı geldi. Onları ise esir ettik. İşimiz bitince çadıra döndük. Sacı ısıttık. Yavruların ellerini yaka yaka dans etmeyi öğrettik. Biz her tefe vurduğumuzda elleri yanacak sandılar ve zıpladılar. Yavrulardan sağlıksız olanı benim oldu; diğeri ustamın. Artık sokaklarda ayrı ayrı çalışır olduk.


Ben çadırdan uzaklara gider oldum. Çadırlara dönmek gelmez oldu içimden.

20 Mayıs 2014 Salı

Son ayı oynatıcı düşünce listesi

*Hamamda karılar nasıl bayılır.
*Ayıya birden çok numara öğretmen. ayaklanıp zıplamanın yanı sıra öldürmeyi öğretmek
*Hayvanseverlerin saldırısı. Belki daha sonra ayının hayvanseverlere saldırısı.
*Çingenelik vurgusu
*Şiddet içersin hatta ayının intikamı
*Ayıya afilli bir isim.
*Ayı sahibini öldürsün. bu en güzeli.

pazartesi - İlklerle dolu bir hafta

Bunaltıcı bir perşembe sabahı sırf ironi olsun diye penceremden sarkıttığım boş bir olta ile işe gitmek için evden çıkmış kadınları oyalarak işe geç kalmalarını sağlıyordum ki elinde bir buket bir kadının beni izlediğini fark ettim pazartesi kıdem tazminatsızları. Boş oltanın peşinde koşmamasından şüphelendim elbette. İki gün kadar bekleyince merak ettim huzuruma çağırdım

*Gülerken küçük dili gözükmemeli.
*Burnunun dikine gitmeli.
*Rakiplerini onurlandırmamalı
*Atari salonlarında saygın bir geçmişi olmalı.
*Annesi ile hiçbir konuda anlaşamamalı.
*Anın tadını kaçırmamalı.
*Caz dinler gibi yapmamalı.

"Döndüm aşkım" dedi. Hayatım boyunca hiç duymayı tahmin etmediğim bir şey söylemiş, beni gafil avlamıştı. Bir insan bana nasıl dönebilir ki? Dönmesi için daha öncesinde beni bırakmışlığı ya da terk etmişliği olması gerekmiyor muydu? Koşarak bana sarıldı, ben de hayatımda ilk kez birine sarıldım. "Benim lahana dolmamı özlemişsindir" dedi ve mutfağa koştu. Onu özlemediğim gibi lahana dolmasını da hiç özlemişim. Zorlaya zorlaya yedirdi dolmayı. Hayatımda ilk kez zorla bir şeyler yedim. Elimi yıkmaya banyoya gittim ve oradaki pencereden kaçtım. Sizden ricam kadını imha ediniz.

17 Mayıs 2014 Cumartesi

gazete final öncesi

Adam gibi uyuyamadım. Anlaşılabilir bir tedirginlik var üzerimde. Bir de sesler. Acıktım, bakkala gitmeye karar verdim. Kapıyı kilitledim, demir kepengi taktım, onu da kilitledim. Buraları pek iyi bilemiyorum. Eski bir apartmanın altındaki yirmi metrekarelik, tuvaletsiz dükkanı; kontratsız, birkaç aylığına kiralayalı daha iki gün oldu. Benden önce de iki kardeş kalıyormuş bu dükkanda, amelelik yaparak yaşarlarmış. Onlardan kalma iki tane eski paslı somya ve üzerilerinde yırtık sidikli iki tane şilte var. Çok daha kötü şartlarda da uyumuştum. İlk kez dün sabah geldim ve içeri gözükmesin diye camları bantladım. Ne kadar eğlenceli bir işmiş.

Bakkal şişmandı ve mutluydu. Bakkaların şişman olmasını anlayabilirim ama mutlu olmalarını asla anlayamam. "Bir zarf, bir makas, bir uhu, birkaç beyaz kağıt, tükenmez kalem, iki çift hijyenik eldiven, iki ata ekmeği, iki yüz elli gram beyaz peynir" dedim. Sanki tuttuğu takım şampiyon olmuşcasına bir mutlulukla siparişlerimi hazırladı. "Peynir üç yüz gram olsa olmaz mı?" dedi, sırf mutsuz olsun diye "Olmaz" dedim. Yine de mutsuz olmadı. Her şeyi hazırlayınca "Bir de gazete" dedim "Hangisi?" dedi. "Hepsi aynı değil mi" dedim. Parasını verdim; bakkkaldan ve bakkalın hayatından çıktım.


Dükkana döndüm. Ekmeği kemerime takılı çakımla ikiye böldüm. Peynirleri gelişi güzel doğradım ve iki yarım ekmek hazırladım. Kendiminkini üç lokmada yuttum. Dün heyecandan pek bir şey yememiştim. Dağdayken de öyle olurdu. Şimdiki açlığım dünün borcuydu. Canım çay çekti ama ne demliğim ne de küçük tüpüm vardı. Canımın daha çok çay çektiği ama yine içemediğim zamanlar da olmuştu.


Gazetenin sürmanşeti "İç İşleri Bakanından Haber Alınamıyor" idi. Haberin ayrıntılarında nasıl kaçırıldığı yazıyordu. Ankara - Bolu otobanında sivil plakalı otomobiliyle seyrederken kaçırılmıştı. İki güvenlik görevlisi ve eşi öldürülmüştü. Arkasındaki eskort araba ise hiçbir şey görmemişti. Fidye için mi yoksa siyasi bir amaçla mı kaçırıldığı bilinmediği gibi, kaçıranlar da henüz bir açıklama yapmamıştı.


Başka bir haberde ise Ankara Emniyet Genel Müdürü'nün "Elimizden geleni yapıyoruz" açıklaması vardı. Ona göre bakan hala yaşıyordu. Bir terör suçu olma ihtimali de vardı ve ülkemiz asla teröre boyun eğmeyecekti. 


Sonra gazetenin başka bir sayfasını açtım, burada ilgimi çeken bir şey yoktu. Sayfa üç parçaya ayrılmış gibiydi. Bir parçasında sinema reklamları vardı. Ellerinde silahlar olan iki güzel kız ve ortalarında yakışıklı bir adam afişteydi. Afişin altında at yarışı bülteni vardı. Beygir piyangosundan da hiç anlamam. Bültenin çaprazında ise büyükçe bir ölüm ilanı vardı. Ensesi kalının biri ölmüştü. İlanın sonunda "...20 Şubat salı günü (yarın) Şakirin Camii'nde (Karacaahmet) kılınacak ikindi namazından sonra Karacaahmet Mezarlığına defnedilecektir" yazıyordu.



Dakikalarca gazeteyi okumaya devam ettim ama aradığım şey yok gibiydi. Neşeli, şişman bakkaldan neden bir gazete aldım diye hayıflanırken bir köşe yazısında aradığımı buldum. "Ekonomik krizleri konuştuğumuz zaman kaçırdığımız en temel nokta Kemal Derviş döneminde temeli atılan dalgalı kur sisteminin görülür ve görülmez faydalarıdır..." yazıyordu. Hayatımda ilk kez ekonomi yazısı okuyordum. Yazının devamında "Ayakları yere basan bir ekonominin olmazsa olmazlarından biri de komşularımızın; komşu olduğu diğer ülkelerle yaşadığı problemlerde ara bulucu misyonumuzu korumaktır..." diye devam ediyordu. Yazarı beğenmiştim, daha sonra da yazılarını takip etmeliyim diye düşündüm.

Spor sayfasında ise kocaman bir Messi resmi vardı. Altındaki haberde "Sezon sonunda yıllık 2 Milyon  dolara  Fenerbahçe ile  anlaşmak üzere yazıyordu". Dünyanın en iyi futbolcusunun bu hallere düşmesine çok üzüldüm. O bar kavgasına karışmayacaktı, o trafik kazasını yapmayacaktı, gül gibi karısını o manken için terk etmeyecekti ama en önemlisi o penaltıyı Panenka stili kullanmayacaktı. Hayır vur topu sol alt köşeye! Messisin sen ya! Neyse..


Haberinde devamında Messi'nin, kulübü Newell's Old Boys Başkanına "Eğer beni bırakmazsanız FİFA'ya UEFA'ya CAS'a hatta İsviçre Federal Mahkemesine giderim. Hatta ölürüm de Fenerbahçe'den başka kulüpte oynamam" diyordu.

Eldivenlerimi taktım, elime makası aldım. Yukarıda altını çizdiğim kelimeleri eski bir uzman çavuşa yakışır intizamla kestim; sırası ile kağıda yapıştırdım, katlayıp zarfa koydum. Cebimden çakımı yine çıkarttım. İç İşleri Bakanı'nın sağ el serçe parmağını ilk boğumundan kestim. Kesik parmağı eldivenin içine koydum ve düğümledim. Diğer eldivenle de kesik parmağının üstüne turnike yaptım. Kesik parmağı da zarfa koydum. Zarfa meclisin adresini yazdım ve postaladım.

15 Mayıs 2014 Perşembe

gazete giriş

Adam gibi uyuyamadım. Anlaşılabilir bir tedirginlik var üzerimde. Bir de sesler. Acıktım, bakkala gitmeye karar verdim. Kapıyı kilitledim, demir kepengi taktım, onu da kilitledim. Buraları pek iyi bilemiyorum. Eski bir apartmanın altındaki yirmi metrekarelik, tuvaletsiz dükkanı; kontratsız, birkaç aylığına kiralayalı daha iki gün oldu. Benden önce de iki kardeş kalıyormuş bu dükkanda, amelelik yaparak yaşarlarmış. Onlardan kalma iki tane eski paslı somya ve üzerilerinde yırtık sidikli iki tane şilte var. Çok daha kötü şartlarda da uyumuştum. İlk kez dün sabah geldim ve içeri gözükmesin diye camları bantladım. Ne kadar eğlenceli bir işmiş.

Bakkal şişmandı ve mutluydu. Bakkaların şişman olmasını anlayabilirim ama mutlu olmalarını asla anlayamam. "Bir zarf, bir makas, bir uhu, birkaç beyaz kağıt, tükenmez kalem, hijyenik eldiven, iki ata ekmeği, iki yüz elli gram beyaz peynir" dedim. Sanki tuttuğu takım şampiyon olmuşcasına bir mutlulukla siparişlerimi hazırladı. "Peynir üç yüz gram olsa olmaz mı?" dedi, "sırf mutsuz olsun diye "olmaz" dedim. yine de mutsuz olmadı. her şeyi hazırlayınca "bir de gazete" dedim "hangisi?" dedi. "hepsi aynı değil mi" dedim. parasını verdim ve bakkkaldan ve bakkalın hayatından çıktım.

Dükkana döndüm. ekmeği kemerime takılı çakımla ikiye böldüm. peynirleri gelişi güzel doğradım ve iki yarım ekmek hazırladım. kendiminkini üç lokmada yuttum. dün heyecandan pek bir şey yememiştim. dağdayken de öyle olurdu. şimdiki açlığım dünün borcuydu. Canım çay çekti ama ne demliğim ne de küçük tüpüm vardı. Canımın daha çok çay çektiği ama yine içemediğim zamanlar da olmuştu.

Gazetenin sürmanşeti "İç İşleri Bakanından Haber Alınamıyor" idi. haberin ayrıntılarında nasıl kaçırıldığı yazıyordu. Ankara - Bolu otobanında sivil plakalı otomobiliyle seyrederken kaçırılmıştı. İki güvenlik görevlisi ve eşi öldürülmüştü. Arkasındaki eskort araba ise hiç bir şey görmemişti. Fidye için mi yoksa siyasi bir amaçla mı kaçırıldığı bilinmediği gibi, kaçıranlar da henüz bir açıklama yapmamıştı.

Başka bir haberde ise Ankara Emniyet Genel Müdürü'nün "Elimizden geleni yapıyoruz" açıklaması vardı. Ona göre bakan hala yaşıyordu. bir terör suçu olma ihtimali de vardı ve ülkemiz asla teröre boyun eğmeyecekti. 

Sonra gazetenin başka bir sayfasını açtım, burada ilgimi çeken bir şey yoktu. sayfa üç parçaya ayrılmış gibiydi. bir parçasında sinema reklamları vardı. Ellerinde silahlar olan iki güzel kız ve ortalarında yakışıklı bir adam afişteydi. Afişin altında at yarışı bülteni vardı. beygir piyangosundan da hiç anlamam. Bültenin çaprazında ise büyükçe bir ölüm ilanı vardı. Ensesi kalının biri ölmüştü. İlanın sonunda "...20 Şubat salı günü (yarın) Şakirin Camii'nde (Karacaahmet) kılınacak ikindi namazından sonra Karacaahmet Mezarlığına defnedilecektir" yazıyordu.


Dakikalarca gazeteyi okumaya devam ettim ama aradığım şey yok gibiydi. neşeli şişman bakkaldan neden bir gazete aldım diye hayıflanırken bir köşe yazısında aradığımı buldum. "Ekonomik krizleri konuştuğumuz zaman kaçırdığımız en temel nokta Kemal Derviş döneminde temeli atılan dalgalı kur sisteminin görülür ve görülmez faydalarıdır..." yazıyordu. Hayatımda ilk kez ekonomi yazısı okuyordum. Yazının devamında "Ayakları yere basan bir ekonominin olmazsa olmazlarından biri de komşularımız; komşu olduğu diğer ülkelerle yaşadığı problemlerde ara bulucu misyonumuzu korumaktır..." diye devam ediyordu. yazarı beğenmiştim, daha sonra da yazılarını takip etmeliyim diye düşündüm.

Spor sayfasında ise kocaman bir Messi resmi vardı. Altındaki haberde "Sezon sonunda yıllık 2 Milyon  dolara  Fenerbahçe ile  anlaşmak üzere yazıyordu". Dünyanın en iyi futbolcusunun bu hallere düşmesine çok üzüldüm. O Bar kavgasına karışmayacaktı, gül gibi karısını o manken için terk etmeyecekti, 

bakan elimizde.Yarın kaçırdığım yere 2 milyon dolar bırakmazsanız ölür.7

11 Mayıs 2014 Pazar

pazartesi - fasulye sırığı

Çocukluk insanın hayatına hükmedemediği zamanlardır pazartesi küçük prensesleri. Benim de öyle bir dönemim ne yazık ki oldu. Salak saçma kıyafetler giydim, misafir gelince odamdan çıkmak zorunda bırakıldım, annemin gün arkadaşlarının çocukları ile oyun oynamaya zorladım, bakkala çakkala gönderildim hatta önlük giydirilip okula bile gönderildim. O ızdırap dolu üç günü asla unutamayacağım; bir de müdürün bana diplomamı verirken öğretmenime sarılıp hüngür hüngür ağlamasını.

*Çok sağlam bir iki yumruk yemişliği olmalı.
*Oto hırsızlığına “Tabutta Roveşata” tadında ilgi duymalı.
*Huzur umudunun peşinde koşmamalı.
*Ne olur ne olma diye beslediği birkaç gardiyan olmalı.
*Gazeteyi çok hışırdatmamalı.
*Gördüğü her güvenlik kamerasına tebessümle hareket çekmeli.
*İstediği zaman çok korkunç hikayeler anlatabilmeli.


Geçenlerde canım biraz kötü hatıra çekti ve ben de ne yapsam derken tripörtörüm beni ilkokuluma götürdü. Okulum cidden biraz garipti. Her uğradığım devlet dairesi gibi okula adımı vermişler ama ikinci kattan göğe doğru yükselen fasulye sırığına şaşkınlıkla baktım. Müdür hala aynı müdürdü, beni görünce önünü ilikliyerekten koşarak geldi. “Bu sırık ne iş müdür?” dedim. Benim o üç günlük eğitimimde fasulyeyi ıslak pamuğa koymak varmış. İşte benim fasulye büyüyüp göğe yükselmiş. “Bir tırman bakalım ben orada mıyım?” dedim. Müdür de “Emir telakki ederim” dedi ve tırmanmaya başladı. 

Onur Çok Mutsuzdu

Onur Çok Mutsuzdu

Onur o gece eve hiç adeti olmadığı halde geç dönmüştü çünkü Onur o akşam üstü nişanlısı tarafından çok fena terk edilmişti. Geldi mi üst üste gelirdi zaten. Kedisi de onu geçen ay, erkek bir kedi için terk etmişti. Anne ve babası ise dünyayı geçen yıl birer ay aralıklarla tercihen terk etmişlerdi. Onur çok mutsuzdu. Eve gelir gelmez alışkanlık olarak bilgisayarını açtı; karşısına oturdu ve Google’a “neden” yazdı. Yaklaşık yüz on yedi milyon sonuç vardı ve en üstteki Gece Yolcuları’nın Neden şarkısının klibiydi. Tıkladı ve dinlemeye başladı.

Sonra bir daha dinledi, sonra bir daha. Sadece “Neden, neden, neden?” kısmına eşlik ediyordu. Sonra sıkıldığını hissetti şarkıdan, akşamüstü nişanlısı da aynı şeyi söylemişti. “Sıkıldım”. Google’a “neden herkes beni terk ediyor” yazdı. Bu sefer ekranda ntvmsnbc.com adresinden Aşkın Draması diye bir yazı çıktı. İlişki terapisti Fatoş Cömert yazmıştı. Okumaya başladı. Okudukça daha bir canı yandı. İlk kısım sanki onu anlatıyor gibiydi. Zaten sonrasını çok anlamadı da. Uzun uzun okumak için doğru bir gece değildi, zaten Onur yılda bir kitap okurdu. Kalktı bir kahve koydu.

Kahvesini içerken bu kez Google’a “Ayten neden beni terk etti” yazdı. Çünkü Ayten Onur’u terk ederken neden terk ettiğini söylememişti. Aslında bir şeyler gevelemiş ve içinden çıkamayınca Onur’u suçlamıştı ama tam bir neden söyleyememişti. Ağlamıştı da ve ağladıkça çirkinleşmişti. Sonra da masadan hızlıca kalkıp arkasına bile bakmadan tak tak topuk sesleri ile uzaklaşmıştı. Google’dan çıkan sonuçlar hiç ilgisini çekmedi. İlk sayfada bir Nazlı Eray hikayesi vardı. Onu da yarım yamalak okudu, Onur tam bir yarım yamalak okuyucuydu. Milyon tane Ayten var tabi ya, dedi kendi kendine.

Daha belirgin olsun diye “Ayten Arslan neden beni terk etti” yazdı ama daha belirginsiz oldu. Çıkan iki yüz seksen dokuz bin sonucun ilk onuna baktı ve hiçbir şey bulamadı. Belirsizlik devam ediyor ve bu canı daha bir sıkılıyordu. Kesin biri var, dedi. Yoksa beni terk etmezdi. Garanticidir Ayten. Telefonunu aldı ve hışımla Ayten’i aradı ama Ayten çoktan Onur’un numarasını engellemişti. Bir gün için bu kadar kötü haber yeter be, dedi kendine kendine. Bu kadar da insanın üstüne gelinmez! Bitmiş kahvesinin kupasını duvar fırlattı. Hemen Google’a “Eski sevgili için ağır sözler” yazdı. İnternet asıl böyle bir şey inanılmaz bir kaynaktı. Facebook sayfaları ve sözlüklerde neler neler buldu; yüzlerce söz okudu, en beğendikleri:
-Otopsi istiyorum hayallerime, kurduğum düşlerim eceliyle ölmüş olamaz.
-Sen benim gözümde hep bir hiçtin. Senden nefret etmiyorum. Sana o kadar yoğun duygular beslemem imkansız.
-Beni asla unutamayacaksın, kocanla yatarken bile aklına ben geleceğim.
-Senin ateşinde kimler yanar bilemem ama benim denizimde senin gemin battı.
-Yanlış öğretmişler sana çocuk, çok sevgili yapınca kaliten artmaz, şerefin azalır!
-Elimde bir jilet, önümde bir bilek, aklımda bir soru, ölürsem kim üzülecek.
-Benim için zaman kaybıydın.

Bun sözlerin hepsini, sonları üçer beşer ünlem işareti koyarak Facebook ve Twitter sayfasında paylaştı. Daha önce de kendini iyi hissetmek için yaptığı bir çok şey gibi bu da ters tepti ve sonunda kendisini çok kötü hissetti. Hem de hiç hissetmediği kadar, her zerresiyle; utandı ve nefret etti kendisinden. Bu kadar çok terk edilmeyi ne anlayabiliyor ne de atlatabiliyordu.

“Ben ölsem kim üzülür” yazdı bu sefer de Google’a. Google önce bir süre cevap vermedi, sonra da; bağlantı hatası, sonuç bulunamıyor dedi. Ben de öyle düşünmüştüm, dedi Onur kendi kendine. Sonuç bulunamıyor.


Sonuç  bulunamadığında saat gecenin dördünü gösteriyordu. Ok gibi fırladı yerinden, balkona çıktı ve çamaşır iplerini sökmeye koyuldu. Yıllardır açılmamış; kar görmüş, don görmüş, yağmur görmüş, güneşin altında kavrulmuş düğümleri çözmesi yarım saatini aldı. Parmak uçları acıdan yanıyordu ve terden sırılsıklam olmuştu. Onur hayatında hiçbir şeyi bu kadar yüksek bir konsantrasyon ile yapmamıştı. Elinde on metreden uzun ip bilgisayarının karşısına oturdu ve Google’a “İdam ipi nasıl hazırlanır” yazdı.

29 boyundan büyük cümle

Ahlak’ın tersi –sız eki ile olmamalıdır.
Bulmak arama eylemini onurlandırmaz.
Canı sıkılmayanın mutluluğu silik kalır.
Çay eğer ağaçta yetişseydi, tüm dünya orman olurdu.
Dağlar gücünü yüksekliğinden değil öfkesinden alır.
Eğer insanlar ölecekleri günü bilselerdi; yılların, günlerin değil anların, nefeslerin değeri daha yüksek olurdu.
Formüllerle açıklanabilecek kadar kolay olsaydı keşke hayat, ezberler geçerdik.
Gözyaşları şifa olmalı çocukların, yanakları ıslandıkça ömürleri uzasın.
Ğ ayrımcılığın simgesidir!
Hayat’ın harflerinin içinden Hata’nın çıkması elbette tesadüf olamaz.
Irmakları kıyılarına kırılmalı bütün evler; ki camından suyun akışını izleyen biri kendini hayatının akışına bırakamaz.
İzbe yerlerde saklanır gerçek. Hem zor bulunmak, hem de cesur kişiler tarafından bulunmak için.
Jandarma polisten daha ahlaklıdır.
Kandan en çok tadını ve kokusunu bilemeyenler korkar.
Liyakat madalya ile değil; deneyim ve hatıralar ile ölçülür
Mazinin gönlünde yara açmadığı kimsenin gözyaşları samimi olamaz.
Neden, sorusunu sorduğun kadar farkındasındır.
Orakla Azrail’in hayalini kurmak, üç dişli yaba ile Poseidon’un hayalini kurmaya benzer.
Ölüm hakkında konuşmadığın her gün, filminin sonunda ne kadar şaşıracağının göstergesidir.
Parfümü çok sıkmış bir kadınla asansörde kalmak, parfüm sıkmamış bir kadınla asansörde kalmaktan iyidir.
Ruh hakkında düşünmeyen kişi ufku ne kadar geniş olabilir ki?
Sineklerin avize etrafında dönmesi kadar zavallıca bir durum doğada yoktur.
Şans sadece şansızların inandığı bir şeydir.
Toprağın kokusunu sadece yağmur yağdığında almak tükenişimizi sembolüdür.
Uzakta bakınca hemen her şey küçüktür; yaklaşmadan hiçbir şeyin gerçek boyutlarını göremeyiz.
Üzülmek için başımıza kötü bir şey gelmesi mi gerekli?
Var olup olmadığımızı anlamın tek yolu, yok olduğumuzda dünyada nelerin değişeceğini hayal etmektir.
Yerçekimi kanunu dünyadaki en adil kanundur.

Zaman hakkında ne zaman konuşsam, zamanın nasıl aktığına şaşıyorum.

4 Mayıs 2014 Pazar

pazartesi - dilek ve şikayet kutuları

Kötü niyetli olsa da, yeteneğini kötülük için kullansa da; zeki insanı seviyorum pazartesi dönüşümcüleri. Zeka için iyi ya da kötü kavramı, aptal için olduğu kadar keskin olmayabilir. Yine zeki insan başta kötü gibi gözüken bir durumun iyi ile nihayetleneceğini görebilir ama aptal göremediği için hemen yaftalar. Perşembe beş çayıma kırıkkırak batırırken böyle bir durumla karşılaştım işte.

*Endişeye umut vermemeli.
*Bir kitap okuyup hayatının değişeceğine inanmalı.
*Küçükken pamuk prensescilik oynarken hep cadı olmalı.
*Sıra beklemeye tahammülü olmalı.
*Robot dansını eski model bir robot gibi yapabilmeli.
*Kiremitleri değiştirebilmeli.
*Suçla bireysel mücadelesini sadece ego tatmini için yapmalı.



Adamın biri şehirlerin merkezlerine dilek ve şikayet kutuları koymuş ve dilek ve şikayetlerin bana iletileceğini söylemiş. Tabi o kutular dolmuş dolmuş, taşmış. Sanki işin içinde bir kötülük var gibi duruyor değil mi? Ama oturup düşündüm de, adamın bu işten nasıl bir faydası olabilir ki? Muhtemelen o kağıtları geri dönüşüme götürüp ağaç katliamını engellediği gibi aynı zamanda dünya kadının edebi yönünün gelişmesini sağlıyor. Dikkat ettiyseniz adamı dövmüyorum.