24 Ağustos 2014 Pazar

pazartesi - bir külah dondurma

Şeytan ayrıntıda gizlidir derler ya ona bu hafta daha da bir inanıp bildiğiniz hafif çaplı bir şok yaşadım pazartesi nüansçıları. Mail adresi aldığımdan beridir posta kutumda çok gizli ibareli bir zarf görmemiştim. Benim için de nostalji olur diye heyecanla zarfı açtım ve içinden hello kitty’li bir dosya çıktı.

*Patates kızartmasının yanında sos geldiğinde ikisi de tam aynı anda bitecek şekilde yiyebilmeli.
*Üstüne hiç kuş pislememiş olmalı.
*Bacanağım agnostik olmalı.
*Papyon takmama konusundaki inadımı kırmaya kalkmamalı.
*Ağaçları iyi bilmeli.
*Uzaklardan bir akrabası çok iyi şair ve büyük bir kaybeden olmalı.
*Metronom gibi ritmik yürümeli.


Dosya kafamı karıştırsa da açtım. Pembe bir kağıtta şunlar yazıyordu. Hayatta tesadüf diye bir şey yoktur ekselansları. Belçika firsy laydisini tuvalete her kilitlediğinizde Afrika’da bir darbe oluyor. Tetriste puanı her sıfırladığınızda Hint okyanusunda en az beş ölçekli bir deprem oluyor. Külahta her dondurma yediğinizde dünyanın en yaşlı insanı ölüyor... Kalktım bir külahta dondurma aldım; bir top siyah bir top beyaz. Televizyonu açtım daha dondurmam bitmeden haber bülteninde geçti. Dünyanın en yaşlı adamı olan bir Japon ölmüş. Ölümsüzlüğü bulmuş olabilirim.

17 Ağustos 2014 Pazar

pazartesi - bir yaz günüm

Her sene sırf köpekbalığı saldırısı olmasın diye Karadeniz, Akdeniz, Marmara ve Tuz Gölünde bir kez gider ve açılıp işerim pazartesi hudutsuzları. Hatta bir sene hiç üşenmemiş tüm iç deniz ve okyanuslara işemiştim de o sene birçok köpek balığı türünün soyu tükenmişti. Hatta sırf ondan benim sidiğim denize dökülmez özel ekipler tarafından buharlaştırılır ve buhar çölün derinliklerine gömülür. Bir başka bir şey anlatacaktım da neyse bir küçük su döküp geleyim.

*Uçuklukları uçuklara yol açmamalı.i
*Gittiği mekanlardan kolonyalı mendil çökmemeli.
*Paraşütünü sırtından hiç çıkarmamalı.
*Korktuğunda kendine özgü bir koku yaymalı.
*Çantasında her zaman yelpazesi olmalı.
*Ulus, devlet, halk, etnisite falan konuşup kafa ütülememeli.
*Arka kol kaslarından bakıldığında tombiş bir insan olmalı.

İşte bu sene de alevli şort mayomu giyip Akdeniz’e sahillerine uhrevi amacım için indim ve malum kumlar alev gibi yandığı için denize doğru koşmaya başladım. Tam hızımı almıştım ki; denizdeki kadınların benim şişme bebeğime sarılarak yüzdüklerini gördüm. Sonra şezlonglara baktım, her kadının yanında benim şişme bebeğim şezlongdaydı. Hatta kadının biri benim şişme bebeğimi kuma gömüyordu, başka iki kadında şişme bebeklerimi omuzlarına almış deve güreşi yapıyordu. Ayaklarım yana yana kıyıya doğru yürüdüm. Yesin bunları köpekbalıkları.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Senede dört gün, ölüm

Senede dört gün, ölüm

Ben Sena’yı her gördüğümde aşık olurum. İncecik dudaklarından dünyaya yayılan tatlı gülümsemesine, kısık gözlerinden insanlığa saçılan bakışlarına, duruşuna, yürüyüşüne, edasına, havasına; varlığına. Sena’yı gördüğüm her günün gecesi, ben Sena’yı rüyamda da görürüm. Bana hep güzel şeyler söyler, daha önce hiçbir kadının söylemediği ve asla söyleyemeyeceği. O rüyalarımın sabahlarında hep mutlu uyanırım, gülümsemem hiç düşmez yanaklarımdan. Sena’lı hayaller kurarım bütün gün; zaman akar ve yavaş yavaş azalır Sena’nın etkisi üzerimden. Ben hiç azalmasın isterim ama Sena buna hiç izin vermez. Haftada bir ararım; yalvarırım, yakarırım, yalanlar söylerim, acil durumlar yaratırım, çirkinleşirim, ağlarım, çok ağlarım ama Sena benimle her mevsim sadece bir kez buluşur. Beni reddederken de hiç kalbimi kırmaz; hep beyaz yalanlar söyler, sadece onun söyleyebileceği muhteşem yalanlar. Biri bana en sevdiğim mevsimi sorsa ben hep gelecek mevsimi söylerim. Sena yaşama umudumdur.

Her buluşmamıza bir farklı gelir Sena. Bazen sarışın bazen kumral genelde de esmer. Saçının modeli de hep farklıdır ama hepsi çok yakışır Sena’ya. Hep beyaz giyinir, biraz da gök mavisi. Hep topuklu ayakkabılar girer, adımları bir metronom gibi ritim verir dünyaya. Oturur, karşılıklı bir şeyler içeriz; çay, kahve, falan filan. Biz baş başa otururken ben kimseyi görmem; ne garsonları ne de etrafımızdakileri. Göz yaşlarının seslerini duyarım bazen ya da bana öyle gelir; ağlayan çocuklar ve kadınlar. Dönüp bakmam, ben sadece Sena’ya bakarım.

Ben bir mevsim bu buluşmaya hazırlanırım; anılarımı anlatırım hiç yaşamadığım, hayallerimi anlatırım boyumu aşan. Sena bazen beni dinler, bazense dinler gibi yapar; ela gözleri ele verir Sena’yı.

“Biraz da sen anlat, yalvarırım biraz da sen anlat Sena!”, derim. Her seferinde başka bir şehirden bahseder bana; Trabzon, Hatay, Niğde ya da  Manisa. Otellerden bahseder önce, sonra nasıl ev tuttuğundan. Yeni evini anlatır uzun uzun. Emlakçılar, badanacılar ve hamallar her şehirde aynıdır. Bir de çok soru soran komşu yaşlı teyzeler. Bazen hemşire olur Sena, bazen öğretmen, bazense dişçi. Dulum demez hiç; kocam mühendis, Irak’ta çalışıyor, der.

Konuşacaklarımız tükenir; susar, birbirimizin gözlerine bakarız. Bu anlarda ben hiç ağlamam, Sena’nın ise gözleri dolar. Sena ağlarsa tüm yalnızlar ağlar. Cihanda en güzel Sena güler, en güzel de Sena ağlar. Saatine bakar sonra ve “Keşke öldürmeseydin” der. Ne zaman keşke öldürmeseydin dese artık kalkacağını anlarım. Öldürmesem seni öldürecekti, derim. Her seferinde kısık sesle “Keşke”, der ve dakikalardır gözlerini parıldatan o damla yaş şakaklarından süzülür. “Peşimdeler hala, vazgeçmiyorlar”, der. Ben susarım; yapabileceğim bir şey yok, ellerim kollarım bağlı; bilir. Sonra gardiyan bağırır, “Ziyaret saati bitti!” Göz yaşlarının sesleri artar. Ben dönüp kimseye bakmam. Sena’nın yanağına süzülmüş o damladan başka hiçbir şeye bakmam.


Paran var mı?, derim. “Param var, asıl senin paran var mı?”, diye sorar. Benim de param var, derim. İkimiz de bu konuda hep birbirimize yalan söyleriz. “Görüşürüz”, der ve kalkar; ben de görüşürüz, derim ve gelecek mevsim görüşürüz.

10 Ağustos 2014 Pazar

pazartesi - kaçak elektrik

Çağımız insanının en büyük korkusu olan elektrik kesilmesi benim için asla bir sorun olmaz pazartesi antiedisoncuları. Bir haftadır elektiğim yok ve nedenini bir türlü bulamıyorum. Zaten tetrisim pilli olduğu için elektiriği çok aramazsam da geceleri ayağımı kanepeye, sehpaya vurma tehlikesi ile karşı karşıya kalmamak için ilk gün gece basit bir yöntem kullandım.

*Yaşama sevinci çevresinde depresyona yok açmalı.
*Eski Yunan’dan şakalar yapmalı.
*Latincesi itici olmamalı.
*Babası profesör olmamalı.
*Türkolojikal şakalarının yerini determinizm temelli ontolojik şakalara bırakmalı.
*İkiziyle iç çamaşırlarını paylaşmamalı ama hayali arkadaşı ile paylaşabilir.
*Yolculuklarda sona yaklaştıkça yolun uzun geleceğini bildiği için yola saatsiz çıkmalı ve hiç yola bakmayıp, yok hakkında konuşmamalı.

Victori secret meleklerini çağırdım, kanatlarını taktılar elbette, evin köşelerine yerleştirdim ve akıllı telefonlarının fener özelliği ile evi aydınlattılar. Gayet de dekoratif oldu. Meğersem bu kızların dostlukları kamera karşısındaymış; hafif içim geçmişti ki, bunlar kavgaya tutuşmuş, saç başa girişmişler birilerine. Birkaçı da ayırmak için çevrelerinde koşuyor. Görüntü sanki lambanın etrafında dönen kelebekler, canveren pervaneler gibi. “Ayıp oluyor ama...” dememle ayrıldılar. Sonra bunları paralel olarak birbirine bağladım, malum insan 6 wolt elektrik üretiyor. Oradan sigortaya hat çektim, artık kaçak elektrik kullanıyorum.

8 Ağustos 2014 Cuma

Ağaçlar Yeşil Gözüksün Diye Alttan Yeşil Işık Verilen Devasa Kurak Şehir

Ağaçlar Yeşil Gözüksün Diye Alttan Yeşil Işık Verilen Devasa Kurak Şehir
-küf ve avareler’e-

Çılgın Kral bir gece rüyasında artık ne gördüyse, sabahında tüm şehri saatlerde donatmaya karar vermişti. Akıllı telefonundan Twitter’ı kapattı ve saatlerce hatta günlerce internette sörf yaptı. Krallığının yirmi birinci yılında yirmi yıl uğraşmadığı kadar uğraştı şu saat meselesi ile; düşündü, düşündü hatta düşündü. Masası çizimlerle, maketlerle doluydu; bir aydır aksattığı lüksleri yüzünden kendini avam hissediyordu. Masasının altındaki gizli kırmızı tuşa dokunduğu gibi iki tane kocaman kedi içeri girdi ve beraber on dakika kadar misket oynayıp gerginliğini attı. Sonra kediler gitti, Çılgın Kral düşünmeye devam etti. Kral kendini şehrini güzelleştirmeye adadığı dakikalarda iki birbirinden farklı karakter de aynı şeyi farklı motivasyonlarla yapıyordu.

Ozon tombalağın tekiydi. Sadece zayıflamadan konuşur, gerçekten de zayıflar; sonra bir ayda verdiği kiloları nasıl oluyorsa birkaç saat içerisinde geri alırdı. Ama Ozon’un asıl özelliği çok iyi resim yapmasıydı. Doğuştan gelen şeydi bu; üzerinde çok düşünmez, çok önemsemezdi. Tüm resimleri sergiye giderdi, arkadaşlarına resimleri konusunda yardım ederdi ama hiç resim okumayı hatta ders dışında resim yapmayı düşünmezdi. Onun hayali estetik cerrah olmaktı ve bu onun içinde çok ulaşılmaz değildi. Çocuk zekiydi, ödevlerini yapardı, sorumluluklarının bilincindeydi veli toplantılarının gününü annesine söylemekten çekinmezdi.

Bir de Fulden vardı. Hayatta her konuda belirli bir düzeyin üstündeydi ama konu arkadaşlık oldu mu batırırdı. Okuldaki hemen herkesle arkadaş olmuştu ama sudan konular yüzünden herkesle de küsmüştü. Aynı şey mahalle arkadaşları için de geçerliydi, yazlık arkadaşları için de, spor okulundaki arkadaşları için de, üç kız kardeşi için de. Facebook’ta hiç arkadaşı yoktu. Şaka yapmıyorum Facebook’ta hiç arkadaşı yoktu ama Facebook’tan da çıkmıyor; şarkı, atarlı sözler paylaşıp duruyordu. İşin daha da anlaşılmaz kısmı güvenlik ayarlarından dolayı arkadaş olmayanlar Fulden’i Facebook’ta bulamıyorlardı bile.Hayat Fulden’i yalnızlığa itiyordu ve Fulden durumu bir ergenden beklenmeyecek hızla kabullenmiş, çözüm arıyordu.

Ozon’un zayıflamak için yürüdüğü bir akşamüstü, Fulden de yalnızlıktan yürürken aynı anda aynı şeyi düşündüler. Grafiti yapmak. Ozon olaya spor olarak baktı. Zaten çok yetenekliydi ve onun için basit bir uğraştı. Hatta hemen kafasında bir rota çizdi. Boya alırken, eve gidip evden gelirken harcayacağı kaloriyi hesapladı ve keyfi yerine geldi. Haftada bir grafiti çizsem ayda en az sekiz bin kalori yakarım, dedi. Fulden’in ise söyleyecekleri vardı; kalbinde aralık ayı başında, ay başı gelmiş bir kız yurdu dolusu kız kadar nefret vardı. Her gün okula giderken gördüğü duvardan başladı işe. Öğleden sonraydı, kimseden gizlenme gereği duymadı. Sadece kırmızı, siyah ve pembe boyaları vardı. Hiç evde çalışmadı, hiç eskiz çizmedi. Spreyleri karıştırmaya başladı ve çizmeye başladı. Onu izleyenlerin kalbini asaletine yakışır bir şekilde kırarak devam etti. Bir saat sonra kan ter içinde kalmıştı. Ortaya ise nefretin grafitisi çıkmıştı. Sağ alt köşesine de gayet köşeli harflerle Fulden yazıp sonuna da üç tane ünlem koyup evin yolunu tuttu.

Fulden’den saatler sonra ise, gece köründe Ozon işe koyuldu. Bulduğu duvarın özelliği evinden uzak olmasıydı, ne kadar uzak olursa o kadar çok yürürdü. Çantasından mavi, yeşil ve gri spreyleri çıkartıp çalkalamaya başladı. Spreylerden gelen o tıkır tıkır sesler onun ilhamı oldu ve çizmeye başladı. Fulden gibi o da spreyleri eline almadan önce hiçbir plan yapmamıştı. İşi bittiği zaman ise Ozon dünyanın en şaşkın insanıydı. Karşısında Keriman Halis kadar güzel bir güzel vardı. Kimse üç renk sprey boya ile daha zarifini yapamazdı. Üstüne baktı, terden tişörtü sırtına yapışmıştı; resmin altına olabildiğince küçük O3” yazdı. Eve kadar yürüdü ama sanki ayakları yere basmıyordu.

Çılgın Kral yarım yıl süren çalışmalarının sonucunda 52 tane saate karar verdi ve birbirinden çirkin 52 saati serpiştirdi şehre. Bir kısmı kuleye benziyordu, bir kısmı ise hiçbir şeye benzemiyordu. Çoğunda asıl saat çok küçüktü ve okunamıyordu. Saatlerin büyük bir kısmı zaten haftasında durdu. Ama şehir çirkinleşmedi, çirkinleşemedi. O çirkin kulelerden sadece biri güzel olmuştu; daha doğrusu güzel oturmuş, manidar olmuştu. Başka bir çirkinliği gören bir yerde, başka bir çirkini hatırlatıyordu şehre. Birbirine dolanmış altından dört kol saati gibi bir şey.

Ozon ve Fulden her hafta birbirlerinden habersiz, birer resim daha çiziyorlardı duvarlara. Hep aynı renkleri kullanıyor hep aynı şeyi nasıl oluyorsa her seferinde başka bir açıdan anlatıyorlardı. Ozon geceleri almıştı; koşuyordu, kaçıyordu bir şeylerden; gündüzleri ise Fulden’indi, meydan okuya okuya çiziyordu duvarlara, kavga çıksın diye gözlerine gözlerine bakıyordu insanların. Şehrin çehresi değişiyordu. Şehir yaşlılarını çoktan öldürmüş, kalbini söküp yerine pompa takmıştı ama gençlerin az bir kısmında hala umut vardı. Çılgın Kral’ın her saatine birer grafiti ile cevap verilmesi umutların sönmesini engelliyordu.


Ağaçlar yeşil gözüksün diye alttan yeşil ışık verilen devasa kurak şehirde; ne Fulden Ozon’u gördü, ne Ozon Fulden'i, ne de Çılgın Kral ikisini. Sonra üçünün de hevesi yavaş yavaş tükendi. Ozon doktor oldu ama kulak burun boğazcı; Fulden ise sosyal medya uzmanı oldu, hem de günlerce kimse ile konuşmadan. Çılgın Kral ise eli mahkum krallığa devam etti. İki oğlu da birbirinden yetersizdi ve şehirde hiç devrim havası yoktu. Başka bir şeyler vardı bu şehirde. Bir bokluk vardı işte.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Lepistes

Lepistes

Ferzhan Amca ben kendimi bildiğim bileli emekliydi mesela. Ne biliyim belki de hiç çalışmamıştı. Hakkında kimse, hemen hemen hiçbir şey bilmiyordu. Anne Simpson’a benzeyen saçları olan bir oğlu vardı örneğin. Bir garip giyinirdi, Laf Lafı Açıyor’u sunan Cem Özer gibi, onun da demode şakaları vardı. Televizyonda çalışıyor diye bilirdik ama hangi televizyon olduğunu bilmezdik, hiçbirimiz de onu televizyonda görmemiştik ama arada sırada sokakta, apartmanda görür selamlaşırdık. Babasıyla mı kalıyor onu dahi bilmezdik. Sonra eşi aşırı güler yüzlüydü ama adını bilmezdik. Alt sokaktaki kuran kursunda gönüllü hocaydı, hatta bazen evinde de ders verir diye duyardık. Çünkü evine hiç tanımadığımız koyu renk pardösüleri ile topuklu ayakkabıları çat çat ses çıkarta çıkarta yürüyen kapalı kadınlar girer ve çıkardı. Büyücü, falcı diye adı çıktı ama sonra kahve falı baktırtmak isteyen bir komşuyu rencide ede ede ağlama krizi sokunca unutuldu. Bir de unutmadan evlerine kadınlar geldiğinde Ferzhan Amca beyaz kaniş köpeğini alır çıkardı. Bunlar cidden bir garipti, köpekleri bile hiç havlamazdı. Köpeğinin adını da kimse bilmezdi, çocuklar köpeği sevmek için geldiklerinde "Issırırsa karışmam" derdi. Bunları neden mi anlatıyorum. Uzun süredir bunları gören yok, arabaları kapının önünde ve iki aydır aidatı ödemiyorlar. Ferzhan Amca öyle ödememezlik yapmaz hiç. Çok zengin olmasa da üst orta gelir seviyesindedir. Her gün kapılarını kokluyorum ceset kokusu gelecek mi diye, gelmiyor. Balkona da hiç çıkmıyorlar. Bilerek izmaritleri onların balkona atıyorum ki; biri temizleyecek ya da olay çıkacak diye ama o da olmuyor. Balkonları devasa bir kül tablasına döndü.

Akşam iş çıkışı kapının önünde dikilir oldum sırf diğer komşulara Ferzhan Amca’yı sormak için. Hiçbiri görmemişti ve benden başka hiçbirinin umurunda da değildi. Memlekete gitmiştir en popüler cevaptı, ikinci popüler cevap ise hasta evde yatıyordurdu. Arabasının kapının önünde olmasını ise kimse yadırgamıyordu, yaşlı adam araba ile mi gidecek diyorlardı ve kimse Ferzhan Amca’nın memleketini bilmiyordu. Merak ise içimi ise dev bir bağırsak kurdu gibi kemiriyordu.

Eşim her konuda olduğu gibi bu konuda da bana köstek oldu. Polisi arama fikrimi delice buldu ve yetersizliklerim hakkında uzun bir konuşma yaptı. Ona ne zaman bu konuyu açsam; açtığıma, açacağıma pişman oluyordum. Bu işe polisi elbette karıştırmayacaktım ama içeri de girecektim. Gittim ve çilingirin insan azmanı çırağına durumu anlattım. Çocuk köpekleri çok seviyordu. “Olum bunlar gitti köpek kaldı, ölecek lan” dememle “Tamam abi” demesi bir oldu. “Ustana haber verme, tüm parayı sen al” dememle de “Tamam abi” demesi yine bir oldu. Mesaisinden sonra geldi. Konu komşu çekilince de işe başladı. Abartısız iki saat uğraştı çocuk. Kapıyı kırsa daha az zahmetli ve daha az gürültülü olurdu. Tişörtü sırılsıklam oldu ama sonunda kapıyı açtı kraannk diye bir ses çıktı ve kapının dili düştü. İçeri girmekte tedirgin oldu çocuk, kapıyı açtım ve içeri girmek için ilk adımımı kaldırdım.

Dıkşın! Dıkşın!

Yerdeydim ve bacaklarım kanıyordu. Çilingirin çırağı da benim gibi ayaklarından vurulmuştu ve bana sarılmış ağlıyordu. Can havliyle öyle sıkıyordu ki beni, saçmaların acısını o kadar çok hissetmiyordum. Bacaklarımdan on tane saçma çıktı.


Hastane, karakol, adliye, avukatın ofisi derken tam iki sene geçti. Biraz para cezası ile yırttım. Yaz kızım, tüm duruşmalarda bana acır gözlerle baktı; ondan başka kimsenin de bakışlarından rahatsız olmadım. Olaydan sonra taşınmayı düşündüm; insanların bana yargılar gözlerle bakacaklarını,  ben bir ortama girince susacaklarını, kimsenin bana selam vermeyeceğini... Hiç öyle olmadı. Ferzhan Amca’yı da bir kez gördüm; o apartmana girene kadar arabadan inmedim, o kadar. Zaten mahkemelere de katılmadı. Aklımda ise yerde yattığım da Ferzhan Amca elinde tüfek kapıyı kapatmadan önceki o an var. Zigon bir sehpanın üstüde orta boy bir akvaryum ve içinde belki binlerce lepistes.

3 Ağustos 2014 Pazar

pazartesi - kelebek etkisi

Çok ilginç kadınlar var pazartesi şaşkınları. Her seferinde bundan daha delisi çıkmaz diyorum ama beni şaşırtıp daha da delisi çıkıyor. Bundan on yıl önce adımı soyadımı beline yazan kadın için, deliliğin sonu, dediğimi hatırlıyorum ama deliliğiniz bilimsel gelişmeler gibi bitmiyor ve beni şaşırtmaya devam ediyor. Bir ara unutturmayın da dokunmatik telefon fikrinin nasıl çıktığını anlatayım.

*Sağlık karnesi hep pekiyi olmalı.
*Her reklam izlediğinde hedef kitlesi hakkında bilgi vermeli.
*Grafitisinden grafiticiyi tanımalı.
*Her yıl Franco’nun ölümünü Esmeralda kıyafetleri ile kutlamalı.
*Maç saati iş çıkartmamalı
*Copy-Paste ile yazışmalarını uzun süre sürdürebilmeli.
*Belgesel izleyip sağa sola hava atmalı.


En az beş yıl önce; safarici, İndiana Jones kılıklı bir teyze elinde şu akvaryum temizlerken balığın tutulduğu delikli kepçe gibi şey var ya, onun kocamanı ile koşuşturup duruyordu. Deliyi on kilometreden tanırım; ıslık çaldım “Ne iş hacıabla?” diye bağırdım. “Bir harf kaldı”, deyip koşuşturmaya devam etti. Geçenlerde kendisini Cnn İnternational’da gördüm. Bazı kelebeklerin kanatlarında harfler olurmuş. Bu da benim ad soyadı kelebeklerle yazayım derken bir şey olmuş ama sonuna bakmadım, kanal değiştirdim.