30 Kasım 2015 Pazartesi

pazartesi - 2 C probleması

Kırmızı taytlı kadınlar görüyordum bazı geceler üzerinde iki C harfi olan ve ne ayaklar anlamıyordum pazartesi durgunları. Öncelikle C’lerin hilal olabileceğini bu taytlı kızlarımızın ülkü ocakları kadın kolları olabileceğini düşündüm. Çünkü cidden çok çevik kadınlardı. Bir anda yok oluyorlardı falan. Neyse ben de kafayı bunlara taktım ve birkaç avcı tuzağı kurup gelmelerini bekledim.

*Son dakika haberlerini umursamamalı.
*Ellerim üşüdüğünde parmaklarımı emmeli.
*Amatör rok gruplarını desteklemeli ama cesaretlendirmemeli.
*Zihnimde canlandıramayacağım anılar yaşamamalı.
*Mutfak tezgahını sildikten sonra bezi lavabonun önüne sermemeli.
*Biri onu korkutmak istediği zaman nezaketen korkmuş gibi davranacak kadar yüce gönüllü olmalı.
*Üst geçit fetişisti olmalı.


Sabah birkaçı telef olmuştu ama bir ikisini konuşabilir halde yakaladım. Öncelikle Amerikalılardı. O iki ‘C’’ler de hilal değil soğuk içecek markasının baş harfleriymiş ve asıl bombaya geliyorum. Bunların ünlü içeceğinin formülü benim … -neyse söyleyemeyeceğim.- zaten herkesin müptelası olmasından daha önce çakmalıydım benimle ilişki olduğunu.

23 Kasım 2015 Pazartesi

pazartesi - halımın altına süpürdüklerim

Hayvan dostlarımız ile ilgili kafamı en çok karıştıran nokta en zeki hayvan nedir sorusudur pazartesi intellegansiyite hayranları. Yıllarca hep üç hayvan arasında kalmışımdır. Hamam böcekleri, karıncalar ve arılar. Çünkü yıllar boyunca bana en çok yaklaşan bu hayvanlar olmuştur. Bir hayvanın ne kadar zeki olduğunu bana yakın olma isteği ile doğru orantılı olduğunu düşünmekte haklı olduğum su götürmez.

*Gözlerinin ışıltısını gizli bir formüle borçlu olmalı.
*Yakın uzak kavramları hakkında çok basit yaklaşımları olmalı.
*İçindeki kötüyü öldürmemeli.
*Doğum günü kutlu olmuş olmalı.
*Benim listelerim gibi o da “nasıl cool olunur” temalı bir liste yayımlamalı.
*Kedi kadın kostümünde aksesuar olarak kuyruk kullanmamalı.
*Toplu taşım araçları hakkında zerre bilgisi olmamalı.


Geçen hafta bir sayım yapmaya karar verdim ve salon halımın altından öldürdüğüm hayvanların cesetlerini çıkarttım. Bu işi biraz savsakladığımdan bazı cesetler tanınmaz haldeydi. Sonuç olarak 21 hamam böceği, 35 karınca, 42 arı ve 28 tanınamaz şey buldum. Sanırım biri devasa terliksi hayvan olabilir. Neyse halıyı yıkamaya verdim, gelince tekrar araştırmaya başlarım. 

19 Kasım 2015 Perşembe

DEVEBAYAN

      Devebayan
Geçen yaz tatilim olumlu ve olumsuz yönleri kabaca aşağıdaki gibiydi.
Olumlu yönleri: Bir, tatil tatildir. İki, çok güzel kızlar gördüm; dekolteye, çatala doydum. Üç, turist bir kızla sabah hi’laştık dahi. Dört yok, bu kadar başka yok.
Olumsuz yönleri: Bir, çok sıcaktı. Öyle böyle değil. Devebayan sıcağıydı. İki, yazlık dayımlarındı; annem koltuklara uzanmama bile izin vermedi. Üç, Serdar Ortaç. Her yerdeydi. Dört, babam hiç param vermedi. Beş, annem güneş kremi almak yerine sırtımıza zeytinyağı sürdü. Altı, Anneanneannem de bizimleydi ve annem ikimizi aynı odada yatırttı. Yedi, anneanneannem devebayan sıcaklarında bile üşüdüğü için hiç hırkasını çıkartmadığı gibi odanın penceresini hiç açtırtmadı, klimayı çalıştırmadığını eklememe gerek yok sanırım. Sekiz, her akşam çay bahçesinde okey oynadık, sıra anneanneanneme geldiğinde taş çekip atması arasında tam iki dakika geçiyordu. Dokuz, yüzme bilmediğim gibi bu yaz da öğrenemedim, belimin üstüne hemen hiç gitmedim. On, sandaletlerim ayak parmaklarımın arasını yara yaptı. On bir, sivrisinekler. On iki adam gibi sigara da içemedim. On üç, çok uykusuzluk çektim. On dört, on beş, on altı derken asıl liste kırk dokuza kadar gidiyor ama konu yaz tatilimin geneli değil, daha başka bir şey.
Her şey tatilin ilk haftasının son günü başladı. Sabah kahvaltısında annem patates, patlıcan, kabak kızartmıştı. Gece kapalı pencereli odamda uyuyamadığımdan, üstüne da kızartmayı nefessiz götürünce balkondaki plastik sandalyeyi – şu hemen her yazlıkta, çay bahçesinde olan, ülkemizde göt başına en az üç tane düşen sandalyelerden bahsediyorum- gölgeye çekip inceden uyuya kalmıştım. Öyle tatlı gelmişti ki o uyku bana. Rüya bile gördüm, rüyamda tatilim çok eğlenceliydi. Elimde kokteyl şişesi havuz kenarında kızlarla sohbet ediyordum. Hem de İngilizce. İngilizce bilmediğimden ne anlatıyordum hatırlamıyorum ama kızlar çok gülüyordu şakalarıma. Benim gülüşüm bile değişmişti. Tam İngiliz gibi gülüyordum. Alevli siyah şortum olmasa kendimi tanıyamazdım bile. Sonra kızlardan biri koluma girdi ve kulağıma tam bir şey söyledi “Kalk hadi plaja gidelim beni kuma göm, romatizmama iyi geliyor” Çok saçmaydı. Kız İngilizdi, neden böyle Türk gibi konuşuyordu ki? Hem bu yaşta ne romatizmasıydı? “Hadi beni kuma gömeceksiiin!” Böyle güzel bir kız kuma gömülür mü, plaj voleybolu oynanır? Hem neden anneanneannem gibi konuşuyor bu dememe kalmadı, omzumdan sert bir dürtükleme ile uyandım. Evet, ses anneanneannemindi, tatilimin her saniyesine girdiği yetmezmiş gibi rüyama dahi sızmış, esas kızı seslendirmiş, en güzel rüyamdan uyandırmıştı beni. Ben bir daha belki hiç İngilizce rüya görmeyecektim. Nefretle baktım yüzüne ama o kamburlaştığından hep yere bakardı, yüzüme bakamadığı için nefretimi okuyamadı. Kalktım ve anneanneannemin karınca adımları ile plaja doğru yola koyulduk. Saat tam on ikiydi. Güneş tepemizdeydi.
Boş bir şezlong bulduk ve oturduk önce. O kadar sıcaktı ki, sahilde kimse yoktu. Sadece şezlonglar ve şezlonglara atılmış havlular. Ne bir gram esinti vardı ne de dalga. Anneanneannem çok yorulmuştu. Bense bitmiştim. Kumlar o kadar sıcaktı ki, sanki sandaletimin tabanı kaşar peyniri gibi eriyordu. Anneanneannem kuma sırt üstü yattı ve “Göm beni” dedi.
“Tamam” dedim.
Anneanneannem çok şişman değildi ama göbeği çok büyüktü, sanki hamileler gibi. Yoksa kolları ve bacakları incecikti. Diz kapakları kalındı sadece. Sandaletimi çıkarttım ve üstüne kum atmaya başladım ama kum çok sıcaktı, çıplak ayak basılacak gibi değildi. Hemen sandaletimi geri giydim. Ellerimle kum atayım dedim ama ellerim yandı. Anneanneannem ise gözlerini kapatmış yatıyor ve “Ohhh çok iyi, hadi oğlum, kum at kollarım üşüdü” diyordu. Etrafa bakındım; solda, birkaç şezlong ileride pembe bir kürek bana bakıyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Çölde gibiydim, uzaklara baktığımda görüntü dağılıyordu. Sıcak tüm bildiklerim ve gördüklerimle alay ediyordu. Yana zıplaya küreğin yanına gittim ve aldım. Kürek de her şey gibi sıcaktı. Anneanneannemin yanına geldim ve üzerine kum atmaya başladım.
Önce bacaklarını örttüm, sonra dizlerini, sonra sıra kollarına geldi oradan omuzlarına, göbeği tepe gibi duruyordu, üstüne kum attıkça kumlar göbeğinden yana akıyor üstünde durmuyordu. Ben kum atıyordum, kumlar aşağı akıyordu. “Hadi çabuk ol!” diyordu anneanneannem. İyice kum at, çok çok at. Ben de atıyordum. Anneanneannem ne dediyse onu yapıyordum.

Sonra bir baktım yanımda babam ağlıyor, öte yanımda dayım var. Önümüzde imam bir şeyler okuyor; elime baktım, kürek daha büyük, uçları paslanmış gibi. Üçümüz ve imamdan başka kimse yok. Yine çok sıcak. Dayım belim tutulmuş diyor, gece üstüm açık uyumuşum. Babamınsa hali yok, yine anneanneanneme ben toprak atıyorum. Hızlı hızlı. Yine göbeği toprağa batmamaya direniyor.

15 Kasım 2015 Pazar

pazartesi - kendi başıma ödül koydum

Çok eğlenceli bir hafta geçirdim pazartesi kelle avcıları. Hatta daha biraz önce “Ulan ben bunu neden daha önce düşünmedim ki yaaa” diye hayıflandım bile. Bütün haftam heyecan, uçan tekmeler, döner tekmeler; kroşeler, apargatlar hatta ve hatta el bombaları, kalaşnikoflarla geçti. Bu heyecanı yaşamam için gereken tek şey kendi başıma ödül koymak oldu.

*Soğuk alınganlığı yapmamalı
*Mangal yakarken rüzgarın nereden eseceğini kestirip bana dumansız hava sahaları oluşturmalı.
*Hep daha fazla vardır demeli.
*Kişisel gelişimi için harcama yapmaktan kaçınmamalı.
*Kaybettiği bir eşyasını bulduğunda açgözlü gözükmemek için almamalı.
*Daha çok içki içmek için artı bir karaciğer naklini sabah başı çatlarken düşünmeli.
*Mevsim geçişlerin önemsemeli, önemsetmeli.


Beni ölü ya da diri yakalayanla bir akşam yemeği yiyeceğimi söyledim o kadar. Dünyanı her yanından kadınlar hücum ettiler evime; ellerinde silah, altlarında tank hatta uçaksavarlarla. Ara vermeksizin altı gün savaştım. En son lav silahı ile gelmiş yetmişlerde bir teyzeyi de kendi ilahı ile pişirip listemi yazıyorum. Bunu daha sık tekrarlayalım!

9 Kasım 2015 Pazartesi

pazartesi - the nobel project

Nobel ödülleri hakkında sizlere ufak bir bilgi vererek bu haftaki listeme başlamak istiyorum pazartesi safları. Bu ödül bildiğiniz gibi bir projeye değil bir kariyere verilir. Ve ödül olan şilti ve parayı alanlar bir İsviçre dağ köyüne götürülürler ve bazen aylarca orada çalışırlar. Çalışmaları bitince de aralarından birini öldürürler, haberi okuyunca da ben hemen siyah güneş gözlüklerimi takıp yanlarına giderim.

*Arabasının altı yere sürterse belediyelerin başkanlarını tokatlamalı.
*Tepki alımları yapmamalı.
*Hasta olduğumda suyuma gitmeli.
*Ben ölmeden de ruhuma arada fatiha okumalı.
*Saygı duruşu esnasında içinden altmışa kadar saymalı.
*Solakların kibrini umursamamalı.
*Sahte rakıdan kör olanlara sahtecilikten dava açmalı.


Nobel aslında bir kıyamet senaryoları hazırlama birimidir. Bu sene ödülü alanların kıyamet senaryosu çok dandikti. Senaryolarında uzaylılar gelecek ve dünyaya hükmedecekmiş. Yaklaşık 6 milyar insanı şiş kebap yapacaklarmış. Sonra da dünyayı çöplük olarak kullanacaklarmış. Hepsine teşekkür ettim ve rütbelerini yardımcı doçent seviyesine indirdim.

4 Kasım 2015 Çarşamba

Cevat Kelle

CEVAT KELLE

Çok güzel asfaltı olan daracık yollardan yürüyorduk kameraman arkadaşım Cevat’la birlikte. Tam teşekküllü bir karakter olan Cevat’ın yanında çakısı, içinde soğuk su ve sıcak kahve bulunan çift yönlü termosu, yolda kedi görürse mahcup olmamak için yanında taşıdığı azıcık kedi maması, sadece karın bölgesindeki çatlaklarına karşı reaksiyon gösteren çatlak kremi, sıkılırsa okumak için yıllardır yanında taşıdığı ama bir sayfasını bile okumadığı Neitzche’nin bir kitabı, bıyık tarağı, imha kılavuz, katlanabilir merdiveni, creativitesi, cesareti ve ben bildim bileli dudaklarının arasında durup hiç yanmayan sigarası vardı. Artık kamera ile gezmediğinden yanına daha çok ıvır zıvır alabiliyordu. Son görevimizde, bronz madalya için mücadele eden muhalif bir partinin mitinginde, Cevat daha iyi açı yakalayabilmek başka kanalda çalışan bir meslektaşını göstererek “Yandaş!” diye bağırmış; sonrasında müthiş bir arbede olmuş, beyaz plastik sandalyeler havalarda uçuşmuş, kafalar kollar kırılmış, dişler dökülmüş ve işsiz kalmıştık. Artık akıllı telefonumuz ile gazetecilik yapıp görüntüleri sosyal medyadan yayınlıyor ve teklif bekliyorduk.
Daracık asfaltı yolun sonunda, üniversite öğrencisi dört kız kendini evlerine hapsetmiş, Türkiye daha güzel bir yer olmazsa her akşamüstü saat beşte birimiz kendini öldürecek diye Facebook’tan duyurmuşlardı. İlk gün sarışın ufak tefek ve çok güzel bir kız olan Şule Üstünsoy, kendisine hiç göremediği babasından miras kalan kalıtımsal hastalıkları için kullandığı ilaçların hepsini tek seferde enerji içeceği ile beraber aç karnına yutarak canına kıyınca kimse olayın ciddiyetine varmamış; diğer gün aynı evde yaşayan, hiç kimseye benzemeyen boncuk gözleri ve yay gibi incecik muntazam kaşları ile bakanın bir daha baktığı Yağış Erturgan bir ucunu kalorifere bağladığı ipin diğer ucunu boynuna bağlayıp, camdan aşağı atlayarak intihar litaratürüne ‘bangintihar’ olarak geçecek olan eylemini gerçekleştirince herkes olaydan çok yönteme takıldığı için yine kimse eylemin nedenine odaklanamamış; üçüncü gün, kömür karası saçları ve kocaman yanakları olan Sevil Sirt de tuz ruhu içip kendini öldürünce ve herkes anlasın diye ölümünü canlı olarak yayınlayıp kendilerini neden öldürdüklerini defalarca ve son nefesine kadar tekrarlayınca olayın boyutu değişmişti. Evdeki dördüncü öğrencinin kim olduğu olduğu bilinmediği gibi saat de dörde doğru akıyordu. Cevat yolda kedi yavruları gördüğü için birkaç kez durmak zorunda kalmıştık.
Evin önü ise gerçekten çok kalabalıktı. İnsanlar cep telefonlarının kameralarını evin penceresine cevirmiş beklerlerken pencereden o gözüktü. Şans bu ya tatlı bir bahar yağmuru da tam o anda başladı. Sarı saçları kıvırcıktı, yanakları ise al; bir elinde bir silah vardı, diğerinde ise piknik tüpü. Silahını bize doğrulttu ama hiçbirimiz korkmadık. Bu kadar güzel bir kız kendinden başka kimseyi öldüremezdi.
Saçma sapan sorular sordu herkes gazeteci refleksiyle, sanki her şey malum değilmiş gibi. Hepsine cevap verdi sarı kıvırcık saçlı kız, kısa ve net olarak. Adı sorulduğunda, “Parmak izimden teşhis edersiniz”, derken öyle alaycı gülümsedi ki; kimse o kadar alaycı gülümseyemezdi. Üstünce kırmızı bir hırka vardı. Hırkayı ablası örmüş, soracak bir şey bulamayan biri sorunca söyledi ve başka soru istemediğini de ekledi.
Herkesin gözü haberlerdeydi. Türkiye saat beşe kadar daha güzel bir yer olacak mıydı? Biri “Yolcu otobüsü çimento kamyonuna çarpmış!” diye bağırdı. Tüm kalabalık üstüne doğru yürüyünce, “Ama ölü ya da yaralı yokmuş!” diye cümlesini bitirdi. Herkes kıza baktı, kız yeterli değil dercesine kaşlarını kaldırdı. Bir başkası “Mucize! Bak bu mucize! Anne rahmindeki bir çocuğa anjiyo yapılmış!” dedi. Kız ise bu sefer omuz silkti, “Keşke hiç gerek kalmasaydı”, dedi fısıltıyla. Karşısına dizilen herkes haber sitelerini tarıyordu. Sonra birkaç arkadaş kendi aralarında fısıldaştılar ve yalan haber uydurmaya çalışırken yanıma geldiler. “Abi sen gazeteciliğin duayenisin, bilirsen sen bilirsin, nasıl bir haber bu kızı ikna eder?” dediler. “Çocuklar, gazeteci kahraman değil, gözlemcidir. Biz sadece izler ve insanların haberdar olmasına yardımcı oluruz” dedim. Aklıma iyi bir yalan gelmemişti, gelse söylerdim. Türkiye’nin daha güzel bir ülke olması için vakit çok kısaydı. Cevat’a döndüler, Cevat yabancılarla çok az konuşurdu. Aynı kız gibi o da kaşlarını kaldırdı. Aynı mimik birinde güzelliği, temizliği ve masumiyeti anlatırken, bir başkasında soğukluğu, umursamazlığı ve duyarsızlığı anlatıyordu. Cevat’ın kaş itibari ile Atatürk’ü andırırdı.
Saat beşe beş vardı. Çocuklar düşünüp taşınıp, kahramanlık refleksiyle son umut; “Türkiye’de artık kadın cinayetleri durdu ve işsizlik sona erdi” diye aptalca bir şey söylediler. Kız çocuklara öyle bir baktı ki; gözleri ile yerin dibine soktu. Çocukken, misafirlikteyken; ev sahibinin vazosunu kırdığında annenin fırlattığı tehditkar bakışlarından bile deliciydi o bakışlar. Herkes çocuklara aşağılarcasına bakıyor, çocuklar ise kısık sesle, “Şansımızı denedik” gibilerinden bir şeyler söylüyorlardı.
Ve saat beşe vurdu. Kız silahının emniyetini açtı, daha önce eline silah aldığı belliydi. Yüzünde o eşsiz gülümsemesi ile önündeki tüpe ateş etti.

Alev topu üstümüze doğru gelirken kimse kaçmıyor, durumu cep telefonları ile kaydetmeye çalışıyorlardı. Çoğu etti de. Hemen Cevat’a baktım; işlem tamam dercesine gülümsüyordu. Tüpün alevi Cevat’ın sigarasını da yakmıştı. Bir nefes aldı, öksürdü; bir nefes daha aldı, yine öksürdü; üçüncü nefesten sonra öksürmüyordu.

2 Kasım 2015 Pazartesi

pazartesi - abrakadabra

İllüzyona oldum olası bayılmışımdır ve neden daha çok illüzyonist yok ki diye de arada sırada hayıflanmışımdır pazartesi abrakadabraları. Mesela bakkal yumurtaları kulaklarımızın arkasından çıkartsa, hayvan satıcıları hayvanları şapkadan çıkartıp satsalar, barmenler içkileri biz görmeden doldursa belki bu sıkıcı dünyada, biraz daha eğleniriz diye düşünürken hiç sevemediğim bir grup beni çok şaşırttı.

*Kendini hep geç kalmak zorunda hissetmeli.
*Küçük sorunları arkasında bırakmaktan hiç çekinmemeli.
*Bol bol kalsiyimunu günlük almalı ki; kemikleri hiç erimesin.
*Ona dert anlatmanın diğer adı intihar olmalı.
*Danteli hayatından çıkartmalı.
*İyi filmi afişinden sezmeli.
*Siyasi öfkesi, olağan öfkesinden daha sert olmalı.


Üniformalı kanunsuzlar dediğim polisler muhteşem bir araç yapmışlar. Kamyon gibi bir şey ama su fışkırtıyor. Benim sokağımda benden izinsiz toplanan kalabalığı su ile dağıttılar. Ama nasıl bir numara çektilerse su hiç bitmedi. Saatlerce suladılar insanlar. Baya tazyikli de basıyor makine, suyu yiyen takla falan atıyor, izlemesi de çok keyifli. Gerçekten aynasızları tebrik ediyorum. İnsanlar nasıl olduğunu anlamadıkları zaman kandırılmayı severler.