27 Ekim 2014 Pazartesi

pazartesi - yalnızlık ömür boyu

Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var pazartesi münzevileri. Şunun da farkındayım ki; sözden daha nitelikli bir şey varsa o da harekettir. Şimdi bunu size söylesem anlamayacaktınız. Sonra aranızda kendini entellektüel hissedenleriniz; insan zaten her zaman yalnızdır, yalnızlık ömrün diğer adıdır, aldığımız her nefes yalnızlığımızın kanıtıdır gibi sözde ebedi cümleler kurup kafamı attıracak. Ben yalnız kalmak istersem zaten kalırım.

*Canı yangın izlemek istediğinde itfaiyenin önüne park edip sirenlerin çalmasını beklemeli.
*Hiç anlayamadığı kitapları sırf başka şeyler düşünmek için okumalı.
*Meşguliyetlerimi irdelememeli.
*Anneannesinin en sevdiği torunu olmalı.
*Yeşilçamın özellikle figürasyonunu yüceltilmeli.
*Şiddet annesiyle olan tartışmalarının hep tadı tuzu olmalı.
*Profil fotoğraflarına mevsim ayarı vermeli.



Önce belediyenin birkaç iş makinasına çöktüm. Evimin bir kilometre kare çevresine üç metre derinlikte hendekler kazdım. Sonra da apartmanımın çatısına kazanlar kurdum ve orada yağ kızdırdım. Elime de emektar snepirımı aldım. bir süre insan görmek istemiyorum. Gördüğümün de postunu delerim ona göre.

19 Ekim 2014 Pazar

Belki Delirmiştim de ama Bu İyi Bir Delirimdi

            Belki Delirmiştim de ama Bu İyi Bir Delirimdi

“Liseye geçene kadar iyi bir öğrenciydim ama lise birle birlikte feci bir sallanmıştım. Yeni okul kabus gibiydi. İki dolmuş yapıyordum, bir dönem geçmişti ve henüz dolmuşta hiç oturamamıştım; üstüne üstülük gidiş geliş yol iki buçuk saatimi alıyordu. Okula gittiğim gibi ise kabus büyüyor; dersler kafama zerre girmiyor; ergenlik, hormonlar canıma okuyordu. Geriye fönlü saçları ile iri bir cüceye benzeyen, soluk yeşil takım elbiseli müdür muavini bana takmıştı; sınıf tekrarı yapan, façacı, çekik gözlü esmer tip de; sinir ilaçları kullanan, kompleksli, babamın üç aylık maaşından daha pahalı cep telefonu kullanan zengin çocuğu da. Mütemadiyen birileri beni aşağılıyordu. İsyan edesim vardı ama isyana takatim yoktu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de aşık olmuştum. Bir kurtuluş umuduyla açıldığım; saatçi bir baba ile konsomatris bir annenin büyük kızı olan Zeynep bana o ana kadar yaşadığım acıların en büyüğünü yaşatmış; hem dalga geçmiş, hem de erkek arkadaşına beni sınıfın ortasında dövdürmüştü. Bir tek apolitik aktivist İsmail Hakkı ile aram iyiydi ama o da eylem eylem dolanmaktan pek okula uğramıyordu.

Telefonun alarmı çalmaya başlayınca içimden, ‘Kabus gibi güne merhaba’, diyerek bir sabah uyandığımda, yüzümü yıkamadan oturduğum kahvaltı masasında; babam Bülent Kayabaş’a, annem ise Nilgün Belgün’e benziyordu. Sesleri eski sesleriydi ama yüzleri değişikti; babamı artık bir tek onda kalan yirmi yıllık demode ekoseli kravatından, annemi ise ozon lekesi olmuş çiğ pembe pijamasından tanıdım. Okula gitmek istemiyorum hastayım, dedim ama inanmadılar. Annem ağzından köpükler çıkara çıkara bağırdı bana, Nilgün Belgün’ü hiç böyle asabi görmediğim için çok şaşırdım. Çaresiz giyinip evden çıktım.

Dolmuş durağına doğru yürürken durum farksızdı. Bülent Kayabaş kılıklı simitçiden bir simit aldım ve Bülent Kayabaşlarla ve Nilgün Belgünlerle dolu dolmuş durağında beklemeye başladım. İçimde tarifsiz bir korku ve kaygı vardı ama zaten dün de bundan pek farklı değildim. Kabustur nasılsa birazdan uyanırım derken okula girdim. Şimdi tam hatırlamıyorum ama önemli bir gündü. Soluk yeşil takım elbisesiyle kısa bir Bülent Kayabaş konuşma yapıyordu. Takım elbisesinden bana takık müdür muavini olduğunu kestirdim. Bir yandan heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatırken bir yandan da beni kesiyordu. Eskisi kadar ürpertici değildi ama bakışları. Bülent Kayabaş sağolsun.

Sıraya girmek istediğim an ise iş daha korkunç bir hal aldı. Hangi sıra bizim sınıfındı kestiremiyordum. 9-E ye gidiyordum, baştan beşinci sıra bizim olmalıydı ama müdür muavini kaç dakikadır konuşuyorsa tüm sıralar karışmıştı. Yanlış sırada durmak da istemezken kırık kolu ile bana gülümseyen birini gördüm. Zaten okulda bana sadece tek kişi gülümserdi, İsmail Hakkı. Ne oldu koluna, dedim ama ne olduğunu kestirebiliyordum, ne eylemi diye sormadan; eşcinseller için yürürken Çevik Kuvvet daldı, dedi. Normalde hemen ne o eşcinsel misin?, diye sormam gerekirdi ama İsmail Hakkı’nın birilerini hakkını araması için mağduriyeti kendisinin yaşaması gerekmezdi.

O gün öyle geçti. Birkaç saat sonra duruma alıştım da. Zaten herkes bana yabancıydı. Eskiden korktuğum tiplerin hangileri olduğunu Bülent Kayabaşlar içerisinden seçemediğim gibi Zeynep’in hangi Nülgün Belgün olduğunu da çıkartamıyordum, stresim otomatik olarak azalmıştı. Eve dönerken kalabalıktan o kadar da rahatsız olmadım. Hem tüm kadınların Nilgün Belgünleşmesi muhteşem bir durumdu, çünkü Nilgün Belgin her yaşında güzeldi.

Eve gittiğimde amcam bize gelmişti, babama zaten çok benzerdi ve annem evde dışarıda giyilen kıyafetleri ile evde oturulmasını nükleer tehdit gibi algıladığından, amcama babamın eşofmalarından birini vermişti. Babamla amcamı ayırt etmem artık imkansızdı. Denemek için sırayla ikisini de baba diye hitap ettim. Hiç ters tepki vermediler. Diğer gün kahvaltıdan kalktığımda ikisi de bana harçlık verdi ve hangisi ne kadar verdi ayırt edemedim. İlk kez bir gün sonra dolmuştayken delirmiş olabileceğim aklıma geldi. Belki delirmiştim de ama bu iyi bir delirimdi.

İnsanları birbirlerinden ayırabilmek için çok dikkatli olmalıydım artık. Hani bir duyusunu kaybedenlerin diğer duyuları gelişirmiş ya; aynen bende de öyle oldu. Herkes müdür muavinim abuk subuk takım elbiseler giymiyordu ki. Yürüyüşlerinden, ses tonlarından, saatlerinden, ayakkabılarından, tokalarından, takılarından; hatta takıntılarından insanları ayırmaya ve sınıflandırmaya başladım. Hatta zamanla herkesle iletişime geçebileceğim bir tavır geliştirdim. Saygılıydım, samimiydim ve temkinliydim. Hiç tanımadığım bir Nilgün Belgün ile de; çok yakın olduğum bir Nilgün Belgün ile de aynı tavırda konuşarak iletişime geçebiliyordum. Zaten erkeklerle iletişim hep daha kolaydır, o zaman fark ettim ki zaten tüm erkekler birbirlerine ‘Abicim’ diyordu.

Okul bitti ve İsmail Hakkı’nın babasının sigorta şirketinde işe girdim. Sigortacılık tam bana göreydi, yeni geliştirdiğim iletişim tarzım sayesinde - saygılı, samimi ve temkinli - güzel iş yapar, az kazanır hale geldim. İsmail Hakkı’nın babasını tanıyınca İsmail Hakkı’nın isyanına hak vermemek elde değildi. İki sene o sigorta ofisinde köle olarak çalışıp işi öğrendim. Bir sabah babam artık evlensen, dedi. Tüm kadınlar benim için aynıydı ve ben de Nilgün Belgünlerden maddi durumu iyi bir aileden gelen biri tanesi ile sevgili oldum ve evlendik. Kayınbabamın da desteği ile kendi sigorta ofisimi açtım ve devamını biliyorsunuz. Çok çalıştım. Gerçekten çok çalıştım.


Sözlerimi burada bitirirken; bugün bu ödülü, Yılın Sigortacısı Ödülünü, almamda yardımcı olan tüm Bülent Kayabaşlara ve Nilgün Belgünlere teşekkürü borç biliyorum; iyi ki varsınız”

pazartesi - alan araştırmam

Küçük bir çocuğun yuvasından çıkan karıncaları merakla izlemesi gibi ben de sizleri izlemeyi çok severim pazartesi orwellcıları. Ama ya karıncalar sadece biz onlara baktığımız zamanlarda çalışkanlarsa. İzlenildiğini bilmek doğallığın dalağını şişler. Ki siz beni ne zaman görseniz doğallığı geçtim bir delilik haline kapılıyorsunuz. Hemen anadan üryan soyundum, kendim guaj boya ile yeşile boyadım ve konu komşunun çiçeklerini yolup vücuduma japon yapıştırıcısı ile yapıştırıp en yakın parktaki çalıların arasında yerini aldım.

*Motorsiklet ehliyeti ve motorsiklete cesareti olmalı.
*Advertorial kuşaklarını hipnotize olmuşcasına izlemeli.
*Eski çizgi filmlere karşı bir duyarlılığı günü her vakti olmalı.
*Şu caps olayına karşı ihtiyatlı davranmalı.
*Hava tahminleri her tutmadığında meteorolijicilere hesap sormalı.
*Yanından takometresini hiç ayırmamalı.
*Sanal oyunlara elbette kendini kaptırmalı.

Alan araştırmam için muhteşem bir yer seçmişim. Okulu asan liselilerin; çekirdek, kola eşliğinde birbirlerine anlattıkları gerçeküstü derecede  müstehcen fıkraları dinleyerek hayal dünyamda yeni kapılar açtım. Yaşlı teyzeleri kalplerindeki öfkeye ve intikam hırslarına hayran kalıp, saygı duydum. Emeklileri amcaların ülkeyi kurtarmadaki beyin fırtınaları siyasete ve siyaset felsefesine olan bakış açımı derinden değiştirdi. Bir de çok fazla köpek var. Artık sidik kokularından köpekleri cinslerine ve cinsiyetlerine göre ayırt edebilecek durumdayım.

12 Ekim 2014 Pazar

pazartesi - kızıl zeplin

Merhum dostum Eflatun gibi benim de hayattaki en temel sorusallarımdan biri gölgelerdir pazartesi şemslileri. Gölgemle konuştuğumuz, dertleştiğimiz, kavga ettiğimiz, küstüğümüz hatta evleri ayırdığımız çok olmuştur. Kendi gölgemle böyle iniş çıkışlı bir ilişkim olsa da; genel olarak gölgeyi hep güneşe tercih etmişimdir. Sahilde şezlonglarda güneşlenen halka sırf pislik olsun diye işkence etmeyi de hep kendime borç bilmişimdir.

*İlişkimize kommensalist bir pencereden bakmalı.
*Haftanın bir günü her konuda çirkinleşmeli.
*Hazırsızlık, hazımsızlık yapmalı.
*Az konuşup çok yazmalı.
*Büyük zaferleri küçük şölenlerle kutlamalı.
*Ayın sonunu başını iyi bilmeli.
*Şu göz teması olayını çok abartmamalı.


Koca yaz geçti ve evde hiç güneşten etkilenmediğimi fark ettim bu çarşambanın ilerleyen saatlerinde. Aylardır balkonumda gölgemle hiç birbirimizin kalbini kırmamıştık. Bu maddenin doğasına aykırıydı; olacak iş değildi. Kafamı kaldırdığım gibi kızıl devasa bir zeplinin tepemde olduğu fark ettim. Perşembe Cuma ve Cumartesi gözlemledikten sonra emin oldum ki zeplin bana gölge yapmak ve güneşin zararlı ışınlarından beni korumak için görevliydi. Belki de bende D Vitamini eksikliği yaratmaya çalışan bir terör örgütünün; ya da güneş girmeyen eve doktor girer kadim bilgisine göre plan yapmış bir doktorun. Risk almadım; yaktım okumun ucunu ve zepline fırlattım. Ama güzel yandı.

9 Ekim 2014 Perşembe

otomat şebekesi

Volkiş bol sivilceli bir garip ergendi. Sevgilisi de tıpkı onun gibiydi; sanki birbirleri için yaratılmış gibiydiler. Bir keresinde parkta bir bankta birbirlerinin sivilcelerini sıkarlarken onları izlemiş ve biraz kıskanmıştım. Ben Volkiş’e göre gayet normal bir insandım. Daha çok param, daha iyi arkadaşlarım, daha iyi bir ailem vardı. Kime sorarsanız sorun, çok daha da yakışıklıydı. Kız arkadaşım ise Volkiş’in kız arkadaşından on kat daha güzeldi ama biz böyle uyumlu değildik.

Volkiş elektrik elektroniğe çok meraklıydı, zaten meslek lisesinde elektronik okuyordu. Bir gün garip şapkayla gördüm onu. Şapkanın güneşlik kısmı siyah cam gibi bir şeyle kaplıydı, zamane gençliği moda diye bu gibi salak saçma şeyleri takıyordu ama Volkiş hiç de zamane genci değildi. “Ne iş la o şapka zibidi!” dedim. “Abi güneş panelli”, dedi. Ergence bir hareketle şapkayı kafasından alırken  “Abi yapma” dediyse de çok geçti, güneş panelinden iki kabloyu kafasına bağlamış bu, ben çekince kablolar kafasını inceden kanattı. “Deli misin olum ne kablosu lan” dedim. O da bana bakıp “Of abi ya! Sen ne anlarsın” deyip gitti. Cidden ben ne anlardım?

Aradan sanırım bir yıl geçti. Bizim mahalledeki elektrikçi Numan’ın son model mat siyah BMW’si ile geçerken gördüm. Çok saçmaydı. O an en azından benim için Numan’ın BMW alması kadar açıklanamaz bir durum yoktu dünyada. Herkese sordum nasıl oldu bu iş, diye. Şu apartmanların içine takılan otomat işine girdi, dediler. Hani yürüdüğünde seni otomatik olarak algılayıp yanan lamba şeysinden. İyi de onlar moda olalı yıllar oluyordu. Bu aralar hepsi bozuluyor ve Numan yenisini takıyor, boş zamanlarında da nispet amacıyla arabasıyla sokağı turluyor, dediler. Uzun uzun hımm’ladım. Hımmm... hımmm...

Aradan bu sefer bir mevsim falan geçti. Kız arkadaşım aldatma olayına yeni bir boyut katacak kadar acımasız bir şekilde beni boynuzladı ve terk etti; ben de adettendir diye öyle bunalıma gireyim dedim ve girdim. Yıkanmıyor, tıraş olmuyor, dağınıklığı toplamıyor, saatlerce bilgisayarda savaş oyunları oynuyor ve tavuk dönerle besleniyodum. Öğlen kanepede elimde tv kumandası kadın programı izlerken uyumuş, akşam reklam kuşağındayken uyanmıştım. Derin bir nefes aldım, baktım ev leş gibi kokuyor; en son ne zaman evi havalandırdığımı düşünürken camı, cevabı bulamazken de kapıyı açtığım gibi Volkiş’i gördüm. Kafasında o salak şapka vardı. Beni görünce bir korktu, yüzü kızardı. “Akşam akşam hem de apartmanın içinde şapka mı takıyon lan zibidi” dedim. Kızarması iyice arttı. “Kime geldin sen? Hayırdır”, dedim. Daha da bir kızardı ve sustu cevap veremedi; ben ona bakıyordum, o ise yere. Malum kafasında kablolar var delinin, patlar matlar mazallah diye korkmadım da değil ve “Hadi dikkat et kendine” deyip kapıyı kapatırken elindeki son model telefonu gördüm. Piyasa yeni çıkmıştı ve bunun babasının altı aylık maaşına eşitti; hatta ve hatta modifiyesiz tüplü şahin parasıydı. Kapıyı kapattım ve tavuk dönerciyi arayıp tavuk döner istedim. Adını bilmesem de adam artık sesimden beni tanıyordu ve adres vermeme gerek kalmıyordu.

Öğlen berbere sakallarımı düzelttirmeye gittim, sonra kapının önündeki ergenleri muhteşem anılarımla ve üstün hayat tecrübelerimle bunalttım. Sonra sıkıldım, bilgisayarımı özledim. Evin önünde Numan’ın BMW’sini ve apartman boşluğunda da Numan’ı merdivenin üstünde kıç cebinde tornavida ile çalışırken gördüm. Bizim otomatı tamir ediyordu. “Çözdüm sizin tezgahı. Volkişle ortak çalışıyorsunuz; tabi ya.. O manyak şapkası ile bozuyor otomatları... ” dedim pis pis. Küfretti, küfrettim; küfretti, küfrettim; küfretti merdivene tekme attım yere düştü  ve kıç cebindeki tornavida baldırına saplandı. “Şikayet edersen tezgahınızı herkese anlatırım” dedim ve eve girdim. Bir uyku çöktü üstüme anlatamam.

Aradan iki ay geçti ve Numan bu süre içerisinde ne mat siyah arabasına binip nefret toplayabildi ne de çalışabildi. İyileşince küçük bir toplantı yaptık ve aylık belli bir miktar para karşılığında susmayı kabul ettim. Numan’la hala aramız soğuk. Volkiş’in icadı kafama takmayı teklif ettiğinde yine bir gerginleştik. “Nasıl buldun bunu Volkiş” dedim; “Abi amacım beyin dalgalarımı hızlandırıp, daha zeki olup, çok para kazanmaktı” dedi. “Üzülme be Volkiş, istediğin kadar zeki olamasan da iyi para kazanıyorsun” dedim. Ben güldüm, o gülmedi, kız arkadaşı gülmedi; haliyle gülüşemedik. Volkiş’in kız arkadaşı da bizim şebekede; o da elektik elektronik okuyor ve hep aynı ayakkabıları giyiyor; bazen işkillemiyor değilim. Akşamları birkaç saat Volkiş’le beraber apartmaları anketör gibi geziyorlar ve hala birbirlerinin sivilcilerini sıkarken çok tatlı gözüküyorlar.

6 Ekim 2014 Pazartesi

pazartesi - yaktığım kalorilerin iç yüzü

Fiziğime hiç dikkat etmeme rağmen hep fit ve sağlıklı bir görünüşüm olmuştur pazartesi kardiyocuları. Bunun nedeni hakkında yıllardı ve araştırmalar yapılmak ve makaleler yazılmak istense de tüm çabalar benim araştırmacıları dövmemle sonuçlanmıştı. Ama geçenlerde bilimsel dergileri karıştırırken şöyle bir kapak gördüm “muhteşem vücudun sırları” arka planda da benim sixpackim.

*Misyoner ruhunu hiç kaybetmemeli.
*Bayram namazı nasıl kılınır iyi bilmeli.
*Neşe Karaböcek - Gülden Karaböcek kavgasında Neşe Karaböcekçi olmalı.
*Mizahı ile cüzdanı arasında doğru orantılı olmalı.
*Festivalleri grup terapisi tadında yaşamalı.
*Özgürlük kelimesini yılda bir kezden fazla kullanmamalı.
*Kaykaylı bir velete yeri öptüğünde boştaki kaykaya binip olay mahallini terk edip ufukta kaybolmalı.


Bir bilim kadını yıllardır çöplerimi ve market fişlerimi karıştırarak ne yediğimi hesaplamış. Sonra bazal metabolizmamın ne kadar kalori tükettiğini ve günlük insan dövümlerimde ne kadar kalori yaktığımı da hesaplayıp ve bir diyet ve spor listesi hazırlamış. En başta bir insan benim kadar dövecek adamı nereden bulabilir ki? Çok net bir şekilde ifade ediyorum ki; o kadın bir yalancıdır. Ve benim  fit vücudumun sebebi şömine karşısında oynadığım tetrislerdir. Ben o kalorileri zihinsel faaliyetlerim esnasında yakıyorum; şınav mekik çekerken değil.

3 Ekim 2014 Cuma

Yol Bitti

Yol Bitti

Sabahın köründe elimi kolumu sallaya sallaya amaçsızca yürürken önümdeki yol bitti. Ne sağımda ne de  solumda gidecek bir yer yoktu.  Önümdeki yoldan ise arabalar vızır vızır geçiyor, trafik ışığı ise yayalar için kırmızıyı gösteriyordu. Düşündüm de ben hep yayaydım ve karşıdan karşıya geçmek için arabaların hep yayalardan daha uzun zamanı oluyordu. Sonra arkamdan tıkır tıkır bir ses geldi, dönüp bakmadım. Tıkırtı bana yaklaştı yaklaştı ve birden biri koluma girip “Karşıdan karşıya geçmeme yardım eder misiniz?” dedi. Dönüp baktım benimle yaşıt adamın teki. Biraz daha baktım, adamın göz bebekleri yoktu. Birbirini hiç görmemiş iki adam  kol kola yüz elli dört saniye yayalar için yeşilin yanmasını bekledik. Yeşil yanınca birkaç saniye daha bekledim ve yürümeye başladık. En sol şeritten bordo bir şahin ise belki yüz kilometre hızla kırmızıda geçti, az daha paramparça olacaktık ama son anda yırttık. Tabi bunu kolumdaki arkadaşıma söylemedim ve yansıtmadım. Az daha ölüyorduk, belki paramparça olacaktık. Organlarımız birbirine karışabilirdi. Korku dilime vurdu.

“Sokak köpekleri kadar fakiriz” diye konuya girdim. “Yüksek apartmanlarla dolu varoş bir sokağın içinde gecekondudan bozma bir evde yaşıyoruz; annem, babam, babamın askerlik arkadaşı Tertip, abim ve ben. Ne oturduğumuz ev, ne de evin arsası bizim. Babam yıllar önce bulmuş burayı ve yerleşmiş, taa abim bile doğmadan önce; ondan sonra bir çivi bile çakmamış. Zaten babam pek hareket etmez, askerlik arkadaşı Tertip “ Babannenizin sütü yokmuş, babanızı kaplumbağa emzirmiş” der. Bana pek komik gelmez ama bu şakaya her defasında çok gülerler, belki beş yüz kez duymuşumdur bunu.

Hiçbirimiz çalışmayız ve yine hiçbirimiz okula gitmedi hatta nüfus cüzdanlarımız bile yok. Sadece evimizde ya da evin bahçesinde oturur muhabbet ederiz. Her şeyden konuşuruz hem de. En müstehcen konulardan tut da, metafizik konulara kadar. Sokaktaki, mahalledeki hatta belki semtteki herkesi tanırız. Bazen bahçede otururken ‘birazdan kim geçecek?’ oynarız. Herkes bir tahminde bulunur ve beşimizden birinin söylediği kişi mutlaka geçer. En çok da annem bilir. Sezgileri çok gelişmiş. Mesela bizim evde hiç yemek pişmez. Fırınımız, ocağımız dahi yok. Sadece küçük siyah beyaz bir televizyonumuz var o kadar. Onu da açmayalı yıllar oldu. Konu komşu, mahalleli yemek getirir bize. Hiç aç kalmayız. O gün ne geldiyse de siler süpürürüz. Buz dolabımız bile yok. Babam bizim evin mahallenin günah çıkartma odası olduğunu söyler. Herkes o kadar günahkarmış ki; bize bir tencere kuru fasulye getirerek günahlarından arınmaya çalışırlarmış. Tertipse, biz olmasak mahalleli her sabah uyandığında cehennemin kokusunu alır ve umutsuzluktan daha büyük günahlar da işlerler. Eski günahların affını sağladığımız gibi yeni günahların işlenmesini de engelliyoruz. Sırf bu yüzden hepimiz cennetliğiz, der ve küçükken rüyasında gördüğü cenneti anlatır bize. Turuncu ağaçlar, fino boyunda filler, şarkı söyleyen papatyalar, falan filan...

Bizim bir diğer sevdiğimiz oyun ise ‘günahı ne?’ dir. Mesela bize emekli bir asker haftada ya da on beş günde bir yemek getirir. Kendi yemek yapmaz, dışarıda bir şeyler getirir. Tek yaşadığı kılığından, yürüyüşünden bellidir. Sonra ne zaman konuşmaya, öğüt vermeye başlasa Tertip onu nazikçe defeder. Sonra yemeğimizi yerken günahı ne?, oynarız.  Babam ve abim karısını öldürdüğünden çok emin, annem ise askerken işlediği büyük bir günah olduğundan, Tertip ve bense cinsi sapık olduğunu düşünüyoruz ve hiçbir büyük günahın gizli kalmayacağına inandığımızdan gerçeklerin ortaya çıkmasını ve hangimizin kazandığının ortaya çıkmasını bekliyoruz. Mesele yıllar önce bir teyze vardı. O her hafta börek getirirdi; ıspanaklı, mercimekli, soğanlı; muhteşem bir aşçıydı. Bir de banyo yapmaya arada ona giderdik. Ev halkı olarak katil dedik, hırsız dedik; oğlu renkli gözlüydü, teyze değildi; çocuğunu kaçırmış, dedik ama annem inatla eski bir fahişe demişti. Sonra teyzeden börekler kesildi, tırlatmış inceden, herkese eski fahişelik günlerini anlatıyormuş. Söyledikleri gerçekse sosyete fahişesiymiş; ne hikayeler, ne hikayeler... Anneler biliyor işte bazı şeyleri.

Bir de  bizim oyunda kimin kazandığının çok önemi yoktur. Arada kızdırırız birbirimizi. Asıl önemli olan beşimizden birinin bilmiş olmasıdır...” dediğim gibi yol bitti. Ne sağımızda ne de  solumuzda gidecek bir yer yoktu.  Trafik iyi akıyordu ve bu kez önümüzde bir trafik lambası da yoktu. Durduğumuz gibi ilk kez konuştu yol arkadaşım.

“Tüm bunlar neden bana anlatıyorsun?”

“Bunları ilk kez birine anlatıyorum.” dedim. “Sana anlattıklarım hep aile sırrımızdır. Hani kendi aramızda sır demeyiz, aile dışından birine asla anlatmayacağız diye yemin de etmedik ama başkalarına söylemeyiz işte böyle şeyleri. Hem nasılsa görme engellisin. Yarın yanından geçsem haberin bile olmaz. Birazdan bundan anlattım sanırım”


Olmayan göz bebekleri ile gözlerimin içine bakarak “Siz şu 310. Sokakta oturan garipler değil misiniz?” dedi. Şaşkınlıktan sustum. Kolumdan çıktı ve bastonunu havaya kaldırıp, trafiği yararak karşıya geçti. Ben de dönüp inceden eve doğru yol aldım.