10 Eylül 2014 Çarşamba

Nano teknoloji temelli moleküler eşleyici

i.
Hiç unutmuyorum ekimin ilk haftasıydı. Okula bir türlü uyum sağlayamamıştım ve herkes bana bakıyormuş gibi hissediyordum. Kantinden çay ve albeni almış, sınıfa çıkıp ders başlayana kadar orada sıkılayım derken onu görmüştüm. Tesadüf ya – ki sonra hayatta tesadüf diye bir şey olmadığını öğrendim hatta ispatladım- o da kantinin önünden geçiyordu. Elinde birkaç  kitap ve pembe bir de defter vardı. Gözlerimi ondan alamıyordum. Takip etmeye başladım. Önce kütüphaneye gitti ve bir şeyler okudu, ben de karşında onun okuyuşundan bir şeyler okumaya çalıştım. Okurken elleri hep saçlarındaydı; kimine göre dalgalı, kimine göre bukleliydi ama bence gayet türbülanslıydı bir kahverengiydi. Sonra kalktı ve yürümeye başladı, ben de tabi arkasından; tıp fakültesine girerken arkasından bağırdım. “Bakar mısın?” Baktı. “Şu ana kadar gördüğüm açık ara en güzel şey sensin” dedim. Gülümsedi. “Vazgeçtim. Şu ana kadar gördüğüm açık ara en güzel şey, gülümseyen sensin” dedim. Bu sefer kahkaha attı, “Delisin sen ya” dedi. Biraz konuştuk numaralarımızı verdik birbirimize ve o derse girdi.

O günden sonra okul muhteşemdi. Her yerde beraberdik, arabası vardı bazen beni evden bile alırdı. Geceleri uyumadan önce ona yapacağım şakaları düşünür, gündüzleri o şakaları yapardım. Sırf beraber ders çalışmak için tıp öğrencisi kadar tıp çalışıyordum. Hatta rektörlüğe bir dilekçe yazıp – ki beni hiç kırmazdı- kuramsal fizikte yüksek yaparken bir yandan tıp okuma isteğimi ilettim. Hayatımın en güzel üç aynını geçirdikten sonra atak karakterim bir adım atmam gerektiğini çıtlatıyordu bana. Söyle sevdiğini...

Hayat beklemek için çok kısaydı. Beni arabası ile evden aldığı bir kış günü daha bizim mahalleden çıkmadan konuya girdim “Seni seviyorum. Hem de bu güne kadar hiçbir şeyi sevmediğim gibi”,  dedim. Yollar buzluydu, trafik çoktu, belediye yollara tuz atıyordu ama pek işe yaramıyordu. Sadece izafiyetle açıklanabilecek ama formülize edilemeyecek kadar uzun bir sessizlikten sonra elleriyle saçlarımı okşadı ve “Daha çok küçüksün, hele bir prof ol da o zaman bakarız” dedi –ki sadece iki sene sonra prof oldum- Yalan söylediğini sesinin tınısından anlamıştım, sanki çocuk avutuyordu. O günden sonra da yavaş yavaş uzaklaştı benden. Aramızdaki yaş farkını vurgulayıp durdu. Oy veremememle, asansörün en üst tuşuna basamamamla ya da kola makinasının en üst tuşuna yetişemememle hunharca dalga geçti gerizekalı –ki yaşayan en zeki on kişiden biri olduğum düşünülürse; benim birine gerizekalı demem hakaret değil, tespit olur- İki sene sonra da dediğini yaptı ve kendisinden üç kat benden ise altı kat yaşlı bir tarih profesörü ile evlendi; adam kel ve buruş buruştu. Tarih diye bilim mi olur ya!

Benim adım Adımhan Köpekkral. O zamanlar sadece on yaşımdaydım. Şimdi kırkımı biraz geçtim. Dünyada bilimsel manada üç düzine ilke imza attım –ki doğru kişilerle şarap içseydim üç nobelim garantiydi- Birkaç konuda son derece profesörüm. Tıp, matematik, fizik, kuramsal fizik, elektronik, kimya ve birkaç abuk subuk şey. İki yıl önce de üzerime asla bilim ile açıklanamayacak bir dürtü çöktü. İşi gücü bırakıp kırsalda bir kulübeye yerleştim.

ii.
Sizler için ağır ve anlaşılması güç bir paragraf; okumasanız da olur. Üçüncü bölümden devam edebilirsiniz.

Dürtüm azlık ya da teklikle ilgili. Hatta azlık ve tekliğin kuramsal fizik tarafından irdelenmesi ve incelenmesi ismiyle yayınladığım bir makalem de var –ki biraz kuramsal fizik biliyorsanız zaten okumuşsunuzdur. Bilmiyorsanız hiç niyetlenmeyin; kendinize ve zekanıza olan saygınızı yitirirsiniz- Elimden geldiğince basitleştireyim. Her şey değerini azlıktan alıyor. Altın gibi. Altın çok olsa manası olmazdı. Daha geniş düşünüyorum; Fezada sadece Dünya’da hayat var –ki bundan çok eminim, ispatlayamıyorum, bir yerde tıkanıyorum ama seziyorum- Başka gezegenlerde hayatlar olsaydı bu kadar kendimizi özel ve kibirli hissetmezdik. Dünyevi kaygılara dönüyorum; mesela her okulun bir tane güzel kızı var. Sinem gibi, çok Sinem olsa hayat daha güzel olur ve Sinem tekliğin baskısını yaşamazdı. Öze dönüyorum, sadece bir tane Adımhan Köpekkral var. Benim kadar zeki çok fazla insan olsa gezegenimizde olabilecek gelişmeleri hayal etsenize. Bin tane Adımhan Köpekkral ve onu mutlu etmesi için bin tane okulun en güzel kızı Sinem. Üç yaşımdan beri hissettiğim teklik baskısını hissetmeden, sadece bilim için bilim yapsam; egolarımı ve ilkel güdülerimi Sinem örselese, dünya için çalışsam. Çok basit! Dünya on iki ile on dört yıl arası bir sürede harika bir yer olur, yirminci yılı biraz geçtiğimizde de çağ atlar.

Bitti. Hiç kusura bakmayın daha da basit anlatamazdım.

iii.
Hayatımdan günaydın, iyi akşamlar, afiyet olsun, nasılsınız, teşekkür ederim gibi manasız sözleri; trafik, merdivenler, yemekhane sırası, öğrenci kalabalığı gibi manasız kalabalıkları çıkartınca ve çevremde hiç gerizekalı – sadece tespit- olmayınca bilime ayırdığım zaman ve zamanla doğru orantılı olarak da verim daha da arttı. Çokluğu nasıl oluşturabileceğimi biliyordum. Sizlerin ayıla bayıla izlediğiniz geleceğe dönüş serisindeki gibi zaman makinası yapıp; geçmişlerden istediklerimi şimdiye taşıyarak kolaylıkla yapabilirdim ama ışık hızını geçmek ne yazık ki imkansızdı. Bunu evrenin biz insanlara oynadığı acımasız bir oyun gibi gördüm önceleri ama umudumu da kaybetmedim. Muhakkak başka bir yolu olmalıydı. Zaman alacaktı ama başarırsam zamanın kontrolü bende olabilirdi.

Ben yemek yemem sadece çorba içerim. Kuru gıdaların hazmı zordur ve vücut hazım esnasında mevcut enerjini büyük kısmını kullanır. Benim ise tüm enerjimi beynim kullanmalıdır; midem ya da bağırsaklarım değil. Ben çorbayı kaşıkla da içmem. Bir büyük zaman ve enerji kaybı daha büyük kulplu bardağım vardır benim, uzun da pipetlerim onunla çay, meşrubat içer gibi çorbamı içerim.

Bir gün kulübemdeki hava akımı esnasında – ki siz bu olaya ceryan diyorsunuz – oluşan birkaç seri çarpışma sonucunda bardağım kırılıp tuzla buz oldu. Vizyonuz ve vasıfsız insanlar kırılan bardak eskisi gibi olmaz derler ama ben camları en küçük kırıntısına kadar topladım, sonra eski bardağımın kalıbını çıkarttım, kırık camları ısıtıp eriyik hale getirdikten sonra kalıba döküp bardağımın aynısını yaptım.

Ben ruha değil nöronlara inanırım. Hemen tahtamdaki her şeyi sildim ve ‘Nano teknoloji temelli moleküler eşleyici’ yazdım –ki baktım havalı olmadı silip latincesini yazdım.İnsan moleküllerden oluştuğuna göre bire bir eşleme ile bir insanı yeniden yapabilirdim. Kolay olmayacaktı ama imkansız hiç değildi. Çalışmalara hızla giriştim. Mezarlıklardan cesetler çalıp molekül molekül incelerim.  Laboratuvarım için yeni malzemeler gerekli oldu. Para lazımdı; arkadaşlarımdan ve intihal yapan sözde bilim adamlarından şantajla paralar sızdırdım. Deneylerim tüm günümü alıyordu; uyumuyor, yemek yemiyor, su içmiyordum. Çalışma tempom her zaman yüksek olmuştur ama bu kadarını ben de beklemiyordum. Saatin saniye kolu gibiydim; hiç durmadan ilerliyordum.

Çalışmalarım çok kısa sürede – ki siz anlayamazsınız ama iki yıl böyle bir çalışma için çok kısa süre sayılır – meyvesini verdi ve ilk kara kaplumbağamı çoğalttım. Sonra kedi ve kelebekler üzerinde çalışmalara devam ettim. Çalışmamı paylaşsam, yardımcı alsam işler biraz daha hızlanabilirdi ama yalnızlığımın hazzının bölünmesini de istemiyordum. Pervane denilen kelebeklerden bir tanesini de çoğalttığım an günlerdir yemek yemediğimi ve çişimi de dört gündür tuttuğumu fark ettim. Azami sekiz dakikalık bir araya ihtiyacım vardı. Çorbamı hazırladım, pipetimi içine attım ve tuvaletimi yapmak için açık havaya kurduğum doğa ile iç içe klozetime oturdum. Tam o an aklıma makinamla ilgili bir şey geldi – ki sanki söylesem anlayacaksınız- ve onu da elime alıp klozete tekrar oturdum. İşerken çorbamdan bir yudum aldım ve olanlar oldu.

Hareket edemiyordum. Sadece sağ kolumda güç vardı ama o da çok azdı. Vücudum sanki beton dökülmüş gibiydi. Çorbamı bitirdim ve ilk yarım saat kramp olduğunu düşündüğüm şeyin geçmesini bekledim. Ama geçmedi. On bir saat sonra çorbamı makinama koydum ve çoğalttım. Sonra o çorbamı içtim. Bu sayede en azından açlıktan ölmeyecektim. İnsanların beni bulup bulamayacağını da bilemeden aylarca çorba içerek oturdum. Elbetteki sıkılmadım ama durumu kabullenmem zor oldu. Eskilerin dediği doğruymuş, ağızda lokma ile tuvalete gidilmezmiş.


Hareketsizliğimden cesaret alan bir  güvercini yakaladım geçenlerde. Makinama sokup sokup çoğaltıp doğaya salıyorum. Belki biz zoolog  - ki  hiç sanmıyorum ya – kontrolsüz artan klon güvercin sayısını ölçümleyip beni bulabilir.

Hiç yorum yok: