i.
Hiç unutmuyorum ekimin
ilk haftasıydı. Okula bir türlü uyum sağlayamamıştım ve herkes bana bakıyormuş
gibi hissediyordum. Kantinden çay ve albeni almış, sınıfa çıkıp ders başlayana
kadar orada sıkılayım derken onu görmüştüm. Tesadüf ya – ki sonra hayatta
tesadüf diye bir şey olmadığını öğrendim hatta ispatladım- o da kantinin
önünden geçiyordu. Elinde birkaç kitap
ve pembe bir de defter vardı. Gözlerimi ondan alamıyordum. Takip etmeye
başladım. Önce kütüphaneye gitti ve bir şeyler okudu, ben de karşında onun
okuyuşundan bir şeyler okumaya çalıştım. Okurken elleri hep saçlarındaydı; kimine
göre dalgalı, kimine göre bukleliydi ama bence gayet türbülanslıydı bir
kahverengiydi. Sonra kalktı ve yürümeye başladı, ben de tabi arkasından; tıp
fakültesine girerken arkasından bağırdım. “Bakar mısın?” Baktı. “Şu ana kadar
gördüğüm açık ara en güzel şey sensin” dedim. Gülümsedi. “Vazgeçtim. Şu ana
kadar gördüğüm açık ara en güzel şey, gülümseyen sensin” dedim. Bu sefer kahkaha
attı, “Delisin sen ya” dedi. Biraz konuştuk numaralarımızı verdik birbirimize
ve o derse girdi.
O günden sonra okul
muhteşemdi. Her yerde beraberdik, arabası vardı bazen beni evden bile alırdı.
Geceleri uyumadan önce ona yapacağım şakaları düşünür, gündüzleri o şakaları
yapardım. Sırf beraber ders çalışmak için tıp öğrencisi kadar tıp çalışıyordum.
Hatta rektörlüğe bir dilekçe yazıp – ki beni hiç kırmazdı- kuramsal fizikte
yüksek yaparken bir yandan tıp okuma isteğimi ilettim. Hayatımın en güzel üç
aynını geçirdikten sonra atak karakterim bir adım atmam gerektiğini
çıtlatıyordu bana. Söyle sevdiğini...
Hayat beklemek için çok
kısaydı. Beni arabası ile evden aldığı bir kış günü daha bizim mahalleden
çıkmadan konuya girdim “Seni seviyorum. Hem de bu güne kadar hiçbir şeyi
sevmediğim gibi”, dedim. Yollar
buzluydu, trafik çoktu, belediye yollara tuz atıyordu ama pek işe yaramıyordu.
Sadece izafiyetle açıklanabilecek ama formülize edilemeyecek kadar uzun bir
sessizlikten sonra elleriyle saçlarımı okşadı ve “Daha çok küçüksün, hele bir
prof ol da o zaman bakarız” dedi –ki sadece iki sene sonra prof oldum- Yalan
söylediğini sesinin tınısından anlamıştım, sanki çocuk avutuyordu. O günden
sonra da yavaş yavaş uzaklaştı benden. Aramızdaki yaş farkını vurgulayıp durdu.
Oy veremememle, asansörün en üst tuşuna basamamamla ya da kola makinasının en
üst tuşuna yetişemememle hunharca dalga geçti gerizekalı –ki yaşayan en zeki on
kişiden biri olduğum düşünülürse; benim birine gerizekalı demem hakaret değil,
tespit olur- İki sene sonra da dediğini yaptı ve kendisinden üç kat benden ise
altı kat yaşlı bir tarih profesörü ile evlendi; adam kel ve buruş buruştu.
Tarih diye bilim mi olur ya!
Benim adım Adımhan
Köpekkral. O zamanlar sadece on yaşımdaydım. Şimdi kırkımı biraz geçtim. Dünyada
bilimsel manada üç düzine ilke imza attım –ki doğru kişilerle şarap içseydim üç
nobelim garantiydi- Birkaç konuda son derece profesörüm. Tıp, matematik, fizik,
kuramsal fizik, elektronik, kimya ve birkaç abuk subuk şey. İki yıl önce de
üzerime asla bilim ile açıklanamayacak bir dürtü çöktü. İşi gücü bırakıp
kırsalda bir kulübeye yerleştim.
ii.
Sizler için ağır ve
anlaşılması güç bir paragraf; okumasanız da olur. Üçüncü bölümden devam
edebilirsiniz.
Dürtüm azlık ya da
teklikle ilgili. Hatta azlık ve tekliğin kuramsal fizik tarafından irdelenmesi
ve incelenmesi ismiyle yayınladığım bir makalem de var –ki biraz kuramsal fizik
biliyorsanız zaten okumuşsunuzdur. Bilmiyorsanız hiç niyetlenmeyin; kendinize
ve zekanıza olan saygınızı yitirirsiniz- Elimden geldiğince basitleştireyim. Her
şey değerini azlıktan alıyor. Altın gibi. Altın çok olsa manası olmazdı. Daha
geniş düşünüyorum; Fezada sadece Dünya’da hayat var –ki bundan çok eminim,
ispatlayamıyorum, bir yerde tıkanıyorum ama seziyorum- Başka gezegenlerde
hayatlar olsaydı bu kadar kendimizi özel ve kibirli hissetmezdik. Dünyevi
kaygılara dönüyorum; mesela her okulun bir tane güzel kızı var. Sinem gibi, çok
Sinem olsa hayat daha güzel olur ve Sinem tekliğin baskısını yaşamazdı. Öze dönüyorum,
sadece bir tane Adımhan Köpekkral var. Benim kadar zeki çok fazla insan olsa
gezegenimizde olabilecek gelişmeleri hayal etsenize. Bin tane Adımhan Köpekkral
ve onu mutlu etmesi için bin tane okulun en güzel kızı Sinem. Üç yaşımdan beri
hissettiğim teklik baskısını hissetmeden, sadece bilim için bilim yapsam;
egolarımı ve ilkel güdülerimi Sinem örselese, dünya için çalışsam. Çok basit!
Dünya on iki ile on dört yıl arası bir sürede harika bir yer olur, yirminci
yılı biraz geçtiğimizde de çağ atlar.
Bitti. Hiç kusura
bakmayın daha da basit anlatamazdım.
iii.
Hayatımdan günaydın,
iyi akşamlar, afiyet olsun, nasılsınız, teşekkür ederim gibi manasız sözleri;
trafik, merdivenler, yemekhane sırası, öğrenci kalabalığı gibi manasız
kalabalıkları çıkartınca ve çevremde hiç gerizekalı – sadece tespit- olmayınca
bilime ayırdığım zaman ve zamanla doğru orantılı olarak da verim daha da arttı.
Çokluğu nasıl oluşturabileceğimi biliyordum. Sizlerin ayıla bayıla izlediğiniz
geleceğe dönüş serisindeki gibi zaman makinası yapıp; geçmişlerden
istediklerimi şimdiye taşıyarak kolaylıkla yapabilirdim ama ışık hızını geçmek
ne yazık ki imkansızdı. Bunu evrenin biz insanlara oynadığı acımasız bir oyun
gibi gördüm önceleri ama umudumu da kaybetmedim. Muhakkak başka bir yolu
olmalıydı. Zaman alacaktı ama başarırsam zamanın kontrolü bende olabilirdi.
Ben yemek yemem sadece
çorba içerim. Kuru gıdaların hazmı zordur ve vücut hazım esnasında mevcut enerjini
büyük kısmını kullanır. Benim ise tüm enerjimi beynim kullanmalıdır; midem ya
da bağırsaklarım değil. Ben çorbayı kaşıkla da içmem. Bir büyük zaman ve enerji
kaybı daha büyük kulplu bardağım vardır benim, uzun da pipetlerim onunla çay,
meşrubat içer gibi çorbamı içerim.
Bir gün kulübemdeki hava
akımı esnasında – ki siz bu olaya ceryan diyorsunuz – oluşan birkaç seri
çarpışma sonucunda bardağım kırılıp tuzla buz oldu. Vizyonuz ve vasıfsız
insanlar kırılan bardak eskisi gibi olmaz derler ama ben camları en küçük
kırıntısına kadar topladım, sonra eski bardağımın kalıbını çıkarttım, kırık
camları ısıtıp eriyik hale getirdikten sonra kalıba döküp bardağımın aynısını
yaptım.
Ben ruha değil
nöronlara inanırım. Hemen tahtamdaki her şeyi sildim ve ‘Nano teknoloji temelli
moleküler eşleyici’ yazdım –ki baktım havalı olmadı silip latincesini yazdım.İnsan
moleküllerden oluştuğuna göre bire bir eşleme ile bir insanı yeniden
yapabilirdim. Kolay olmayacaktı ama imkansız hiç değildi. Çalışmalara hızla
giriştim. Mezarlıklardan cesetler çalıp molekül molekül incelerim. Laboratuvarım için yeni malzemeler gerekli
oldu. Para lazımdı; arkadaşlarımdan ve intihal yapan sözde bilim adamlarından şantajla
paralar sızdırdım. Deneylerim tüm günümü alıyordu; uyumuyor, yemek yemiyor, su
içmiyordum. Çalışma tempom her zaman yüksek olmuştur ama bu kadarını ben de
beklemiyordum. Saatin saniye kolu gibiydim; hiç durmadan ilerliyordum.
Çalışmalarım çok kısa
sürede – ki siz anlayamazsınız ama iki yıl böyle bir çalışma için çok kısa süre
sayılır – meyvesini verdi ve ilk kara kaplumbağamı çoğalttım. Sonra kedi ve
kelebekler üzerinde çalışmalara devam ettim. Çalışmamı paylaşsam, yardımcı
alsam işler biraz daha hızlanabilirdi ama yalnızlığımın hazzının bölünmesini de
istemiyordum. Pervane denilen kelebeklerden bir tanesini de çoğalttığım an
günlerdir yemek yemediğimi ve çişimi de dört gündür tuttuğumu fark ettim. Azami
sekiz dakikalık bir araya ihtiyacım vardı. Çorbamı hazırladım, pipetimi içine
attım ve tuvaletimi yapmak için açık havaya kurduğum doğa ile iç içe klozetime
oturdum. Tam o an aklıma makinamla ilgili bir şey geldi – ki sanki söylesem
anlayacaksınız- ve onu da elime alıp klozete tekrar oturdum. İşerken çorbamdan
bir yudum aldım ve olanlar oldu.
Hareket edemiyordum. Sadece
sağ kolumda güç vardı ama o da çok azdı. Vücudum sanki beton dökülmüş gibiydi. Çorbamı
bitirdim ve ilk yarım saat kramp olduğunu düşündüğüm şeyin geçmesini bekledim. Ama
geçmedi. On bir saat sonra çorbamı makinama koydum ve çoğalttım. Sonra o
çorbamı içtim. Bu sayede en azından açlıktan ölmeyecektim. İnsanların beni
bulup bulamayacağını da bilemeden aylarca çorba içerek oturdum. Elbetteki sıkılmadım
ama durumu kabullenmem zor oldu. Eskilerin dediği doğruymuş, ağızda lokma ile
tuvalete gidilmezmiş.
Hareketsizliğimden cesaret
alan bir güvercini yakaladım geçenlerde.
Makinama sokup sokup çoğaltıp doğaya salıyorum. Belki biz zoolog - ki
hiç sanmıyorum ya – kontrolsüz artan klon güvercin sayısını ölçümleyip
beni bulabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder