Dünyayı Patlatmadan Önce
Toplantı
masasından kalktığımda ardımda ölüm sessizliğine bürünmüş bir düzine takım
elbiseli adam ve iki tane döpiyes giymiş kadın bıraktım. Kadınlardan biri erkek,
erkeklerden de biri kadın olarak doğmuş, daha sonra bir dizi ameliyat geçirmiş
ve bu değişimleri bana fazladan üç eyalet kazandırmıştı. Kararımı bildirmeden
toplantı odasından çıktım ve ağır adımlarla oval ofise doğru yürüdüm. Arkamdan
gelmek isteyen özel kalem müdürüme 'Yalnız kalmak istiyorum' manasında attığım
bakış yalnız kalmama yetti. Odamın kapısını kapattım ve masama oturdum.
Buz gibi
terliyordum. Vermek zorunda kaldığım karar yaklaşık altı yüz on milyon insanı
direk, insanlığın kalanını ise dolaylı yoldan etkileyecekti; hatta doğacak
birkaç nesili de. Ben bu göreve gelirken büyük kararlar almak zorunda
kalacağımı biliyordum ama bu kadarını da hiç tahmin etmemiştim. Bilsem yine de
Amerikan başkanı olurdum o ayrı. Başka birinin kararlarının sonuçlarına
katlanmaktansa kendi kararımın sonucuna katlanmayı tercih ederim.
Telefonumu
açtım ve 8005’i tuşladım. Bu numaranın numarası başkaydı. Bir toplu iğne aldım,
başparmağıma batırdım ve fotoğraflarda
gördüğünüz ünlü şöminemin önüne geçip yere birkaç damla kanımı
damlattım. Müthiş bir teknolojiydi bu, Amerikan başkanı için bile. Parmak
izine, sese, retinaya duyarlı sistemler gibi bu da kanıma duyarlıydı. Olası bir
yaralanma durumunda kaçmam için bir seçenek sunduğu gibi bazı önemli durumlar
içinde beni özel odama gönderiyordu. Sistem beni tanıdı,bulunduğum yerden beni
solumdaki duvara doğru fırlattı, duvarda tam geçebileceğim kadar bir pencere
açıldı ve oradan gizli odama doğru bir hava dalgası ile uçtum. Cidden yaşadığım
şey uçma hissiyle bir bulutun üzerine oturma hissi arasındaydı. Hava dalgası
beni gizli odamdaki sedyeye yavaşça indirdi. Yanımda olası bir yaralanma
durumuma karşı ilk yardım seti duruyordu ama tozluydu. Amerikan başkanının gizli
odasının tozunu elbette kimse alamazdı.
Sedyeden
kalktım ve gayri ihtiyari olarak toz bezi aradım. O da yoktu. Ben bu odaya
gelmeyeli nereden baksan bir yıl olmuştu. Bir yıl önce de öyle içim sıkılmıştı
da yalnız kalmak için gelmiştim. Hatta bir güzel tozunu almıştım her yerin. Tüm
başkanlar gibi ben de arızalı bir annenin çocuğuyum; iyi annelerin bizim gibi
yüksek hırsları olan çocukları olmaz zaten. Aklıma salonun tozunu iyi alamadığım
için annemin beni akşam yemek masasına oturtup yemek vermediği günler geldi.
Çocukluğuma inmek için daha kötü bir zamanlama olamazdı.
Gizli
odamdaki çalışma masama oturdum, oval ofistekinin tıpkısıydı. Küçük bir dizüstü
bilgisayara benzeyen aleti açtım ve birkaç şifre girdim, birkaç güvenlik
sorusunu sesli yanıtladım, retina, parmak izi, vücut ısı, kan örneği verdim;
sonra da dünya haritasından Tahran’ı, Pekin’i, Pyongyang’ı ve Bükreş’i
işaretledim ve masamın ortasından o şey çıktı. O acayip şey. Gri bir dikdörtgen
prizmanın üstünde kırmızı bir düğme. O düğmeye bastığım gibi nükleer başlıklı
füzeler yola çıkacak ve işaretlediğim şehirlere telafisi yüzyıllar alacak
zararlar verecek. Ne demişler, ilk yumruğu atan genelde kazanır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder