23 Eylül 2014 Salı

Dünyayı Patlatmadan Önce

Dünyayı Patlatmadan Önce

Toplantı masasından kalktığımda ardımda ölüm sessizliğine bürünmüş bir düzine takım elbiseli adam ve iki tane döpiyes giymiş kadın bıraktım. Kadınlardan biri erkek, erkeklerden de biri kadın olarak doğmuş, daha sonra bir dizi ameliyat geçirmiş ve bu değişimleri bana fazladan üç eyalet kazandırmıştı. Kararımı bildirmeden toplantı odasından çıktım ve ağır adımlarla oval ofise doğru yürüdüm. Arkamdan gelmek isteyen özel kalem müdürüme 'Yalnız kalmak istiyorum' manasında attığım bakış yalnız kalmama yetti. Odamın kapısını kapattım ve masama oturdum.

Buz gibi terliyordum. Vermek zorunda kaldığım karar yaklaşık altı yüz on milyon insanı direk, insanlığın kalanını ise dolaylı yoldan etkileyecekti; hatta doğacak birkaç nesili de. Ben bu göreve gelirken büyük kararlar almak zorunda kalacağımı biliyordum ama bu kadarını da hiç tahmin etmemiştim. Bilsem yine de Amerikan başkanı olurdum o ayrı. Başka birinin kararlarının sonuçlarına katlanmaktansa kendi kararımın sonucuna katlanmayı tercih ederim.

Telefonumu açtım ve 8005’i tuşladım. Bu numaranın numarası başkaydı. Bir toplu iğne aldım, başparmağıma batırdım ve fotoğraflarda  gördüğünüz ünlü şöminemin önüne geçip yere birkaç damla kanımı damlattım. Müthiş bir teknolojiydi bu, Amerikan başkanı için bile. Parmak izine, sese, retinaya duyarlı sistemler gibi bu da kanıma duyarlıydı. Olası bir yaralanma durumunda kaçmam için bir seçenek sunduğu gibi bazı önemli durumlar içinde beni özel odama gönderiyordu. Sistem beni tanıdı,bulunduğum yerden beni solumdaki duvara doğru fırlattı, duvarda tam geçebileceğim kadar bir pencere açıldı ve oradan gizli odama doğru bir hava dalgası ile uçtum. Cidden yaşadığım şey uçma hissiyle bir bulutun üzerine oturma hissi arasındaydı. Hava dalgası beni gizli odamdaki sedyeye yavaşça indirdi. Yanımda olası bir yaralanma durumuma karşı ilk yardım seti duruyordu ama tozluydu. Amerikan başkanının gizli odasının tozunu elbette kimse alamazdı.

Sedyeden kalktım ve gayri ihtiyari olarak toz bezi aradım. O da yoktu. Ben bu odaya gelmeyeli nereden baksan bir yıl olmuştu. Bir yıl önce de öyle içim sıkılmıştı da yalnız kalmak için gelmiştim. Hatta bir güzel tozunu almıştım her yerin. Tüm başkanlar gibi ben de arızalı bir annenin çocuğuyum; iyi annelerin bizim gibi yüksek hırsları olan çocukları olmaz zaten. Aklıma salonun tozunu iyi alamadığım için annemin beni akşam yemek masasına oturtup yemek vermediği günler geldi. Çocukluğuma inmek için daha kötü bir zamanlama olamazdı.


Gizli odamdaki çalışma masama oturdum, oval ofistekinin tıpkısıydı. Küçük bir dizüstü bilgisayara benzeyen aleti açtım ve birkaç şifre girdim, birkaç güvenlik sorusunu sesli yanıtladım, retina, parmak izi, vücut ısı, kan örneği verdim; sonra da dünya haritasından Tahran’ı, Pekin’i, Pyongyang’ı ve Bükreş’i işaretledim ve masamın ortasından o şey çıktı. O acayip şey. Gri bir dikdörtgen prizmanın üstünde kırmızı bir düğme. O düğmeye bastığım gibi nükleer başlıklı füzeler yola çıkacak ve işaretlediğim şehirlere telafisi yüzyıllar alacak zararlar verecek. Ne demişler, ilk yumruğu atan genelde kazanır.

Hiç yorum yok: