20 Mart 2014 Perşembe

Yeni Hayatçı


ı.
Bir alışveriş merkezindeki saatçinin önünde, tapu kadastro dairesinin kantininde, hipodromdaki erkek tuvaletinde, hayvanat bahçesinde baykuş kafesinin önünde ve sabahın köründe gül mezatında buluşma ayarlamasına rağmen hiçbirine gelmemişti. Her ne kadar gelmemesinin sebebinin isteğimi ölçmek olduğunu seziyorsam da; sabah uyandığımda içimden, ‘Bu son’ dedim.

Bir kız meslek lisesinin çıkışında buldum kendimi. Taşlanmış kot pantolonlar, dar tişörtler giyen, yer çekimine direnen saçlarıyla cinsel açlıkları gözlerinden okunan bir sürü varoş serseriyle aynı ortamdaydım. Beyaz Şahin marka arabalardan “dum tıs dum tıs, çık tak çıs tak” sesler geliyordu ve ben hariç herkesin gözlerinde umut ve heyecan vardı. ‘Ben ne yapıyorum burada ya?’ diye kendime sorduğum anda arkamdan biri omzuma dokundu ve “Kusura bakma bekletmek zorundaydım”, dedi. Esmer, biraz dökük saçlı, siyah yeşil bir eşofman takımı giymiş tombulca bir adamdı. Onu görünce gülümsedim. Beyaz Şahinlerden biri onunmuş. Arabasına binip şehri amaçsızca turlarken konuşmaya başladık.

“Neden yeni bir hayat istiyorsun?”, diye bana sorarken yüzüme bakmıyor, önümüzdeki parlak kırmızı piç kasa BMW’yi selektör yapa yapa, nedensizce sıkıştırıyordu.

“Borçlarım var. Komiydim, çok çalıştım KOBİ oldum. Rüzgar tersine döndü ve borcum boyumu aştı.”

“Yeni  bir hayat için bunlar yeterli nedenler değil. Hem zaten bu iş sana ucuza da mal olmayacak.”

“Para sorununu biraz çözdüm. Batmama neden olan borçlularımdan birkaçı ödemelerini yaptı. Ben sadece eski hayatımı istemiyorum.”

“Kimse hayatından memnun değildir. Ve hemen herkes bir kaçıp gitmeden bahseder. Ben sana o her şeyi bırakıp kaçıp gitmeyi satıyorum. Ya bana doğru nedenleri ver ya da müsait bir yerde indireyim seni.”

“Batma sürecimde kimse yardım etmedi. Annem babam ellilerinden sonra gelen zenginlikleri gidecek diye bana tavır aldılar. Kaynanam, kayınpederim zaten fakirdi, onlardan bana doğacak bir güneş yoktu. Arkadaşlarım var sanırdım; işten, askerden, mahalleden ve askerlikten. Meğersem hiç yoklarmış. Şairin dediği gibi. ‘Ne kadınlar sevdim zaten hiç yokturlar.’

“Hiç değil, sadece yoktular.”

“Nasıl?”

“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular. Şiirin adı bu, şairi de Attila İlhan.”

“Neyse, meğer benim karım da hiç yokmuş. Hiç aldatmadım onu. Benimle evlenmeden önce yaşayan bir ölü gibiydi. Acıdığım için evlendim onunla ‘Sensiz yaşayamam’, dedi ve ikna da etti beni. Bir hayat kurtarma fırsatı her zaman karşımıza gelmez.

Mesela çocuğumuz olmadı. Sırf onun ergenliğindeki bir intihar girişiminden dolayı. Hayatta tek, yegane istediğim bir evlat. Onu verememesine ve evlatlık edinme isteğimi hep şiddetle reddetmesine rağmen sevdim onu. Terk etmeyi de hiç düşünmedim. Ama batımımla beraber bana sırtını döndü. Aşağılamalar başladı. Yemek yapmayı bile bıraktı. Konuşurken yüzüme bakmaz oldu, yok saydı. Enerjisi değişti. Kendimi o kadar çok kötü hissetmeme neden oldu ki anlatmaya Türkçem yetmez. Bir gece horluyorum diye uyandırdığında öldürmek istedim onu. Ben doğduğum günden beri horlarım.

Beni ‘Sensiz yaşayamam’ diyerek evlemeye ikna etmişti ve gerçekten de bensiz yaşayamaz. İşte en çok bu yüzden istiyorum yeni hayatı; onu bensiz bırakmak için.”

“Katolik misyoner bir papaz mı olmak istersin, ufak çaplı bir palyaço mu, cezaevi aşçısı mı yoksa bir belediyenin haşaratla savaş timinin şefi mi?”

“Palyaço!”

ıı.

Hayatımın beş yılı da ‘Sihirbaz palyaço; muhteşem Nuriço!’ olarak geçti. Önceleri düz palyaçoydum. Düğünlerden çocukların pistte koşmasını engelliyordum, bazen de orta gelirli ailelerin doğum günü partilerine gidiyordum. Eski hayatı ile aynı şehirde yaşamak için bence daha iyi bir meslek olamazdı. Pür makyaj suratım, turkuaz peruğum ve yastıktan göbeğim ile kimse tanıyamazdı beni. Hem sevdim de işi, çocuklarla iç içeydim.

Damarlarıma işlemiş girişimci ruhum sayesinde hızlıca işleri büyüttüm. Sihirbazlık setlerinden aldım ve küçük numaraların çoğunu kaptım. Şapkadan tavşan da çıkartabiliyordum, küçük bir çocuğu yatırıp etrafından halka geçirerek uçuyormuş gibi de gösterebiliyordum. Zamanla tatlı ve sarışın bir asistanım da oldu ve tek başıma bir saatlik gösterilerden yapabilir hale geldim. Zengin çocuklarının doğum günlerinden güzel paralar kazanıyordum. Hatta asistanım – o zamanlar asistanımdı – yüzünden umutların sömürüldüğü bir yetenek yarışmasında ‘iki evetle’ bir üst tura bile kaldım.

Asistanımla aramdaki iş ilişkisi zamanla aşk ilişkisine başkalaşıyordu. Aşk doğru  kelime mi hala bilemiyorum; tek bildiğim sahnede her istediğimi tereddütsüz, sorgusuz  yapan asistanımın sahne dışında da aynı tavrı sürdürmesi gururumu okşuyor, kendimi iyi hissetmeme sebep oluyordu. Bizim işte güven esastır; ben de asistanıma sahnede güvendiğim kadar hayatta da güveniyordum.

Öte yandan ölüme terk ettiğim eski karımın Facebook’ta birkaç aydır paylaşım yapmaması ve sonrasında mezarlıkların girişindeki bilgi işlem noktasından ölüm tarihi olarak evlilik yıl dönümümüzü, ölüm nedeni olarak da intiharı görmek bana bir şey hissettirmedi. Eve gittim, takım elbisemi giydim ve asistanımla buluşup cevabından emin olduğum soruyu sordum, “Benimle evlenir misin?”

Tüm kadınlar aynıydı ya da evlendiğim tüm kadınlar aynıydı. Bu evliliğimin ilk evliliğimden tek farkı ise bu sefer bir çocuğumun olmasıydı. Umduğum kadar mutlu olmasam da gayet mutluydum. Ona eski hayatımdaki adımı verdim. Ferhat.

Bebek bereketi ile geldi. İşlerim açıldı. Eşim anlaşılabilir nedenlerden dolayı yeni asistan tutmama tepki koyduysa da bir cüce ile anlaşarak bu sorunu da aştım. Kira ödemekten kurtulmak için TOKİ’den ev almanın hesabını yaparken bir yandan arabanın kredisinin bitmesini bekliyordum ki, o talihsiz gün yaşandı. Ben bir zengin çocuğunun ilk süt dişinin dökülmesi partisinden eve döndüğümde karım ve çocuğumun cesedi ile karşılaştım.
ııı.

Katil benim ailem dışında sekiz aileyi daha yok ettikten sonra şans eseri yakalandı. Mobeselere yakalanmamak için arabasını düğün arabası gibi süslüyormuş. Ön plakanın üstüne Mutluyuz, arka plakanın üstüne de Ayvayı Yedik yazıyormuş. Bir cinayetinden daha sonra, izini kaybettirmek için varoş mahallelerin birinden geçerken çocuklar arabanın önünü kesip zarf istemişler. Katil zarfları çocuklara vermiş ama zarflar boş çıkmış. Çocuklar zarfı boş görünce arabaya tekme atıp süsleri sökmeye başlamışlar. Katil arabadan inince bir arbede olmuş. Mahallenin çocukları dayak yiyor diye büyükleri de olaya karışmış. Katilin tokat attığı çocuklardan birinin babası katille asker arkadaşı çıkmış. Bu arada bebelerden biri arabanın arka plakasındaki ‘Ayvayı Yedik’ yazısını sökmüş. Hatta o arada katilin parmağı kanamış ve çocuklardan birinin tişörtünde kan izi kalmış.

Polis ipuçlarını birleştirene kadar katil iki cinayet daha işlemiş ama o sırada ailesi katledilenlerden biri, dedektif gibi iz sürüp katili yakalamış. Birkaç gün işkence edip; ağzını burnunu ve parmaklarını kırıp polise teslim etmiş.

Ben ise katili televizyonda görene kadar ne hissettiğimi bilmiyordum ama kırlaşmış saçlarını ve gözaltı torbalarını görünce kalbimde intikam ateşi yandı. İlk kez o an ağladım, ilk kez o an duvarları yumrukladım. Uyuyamaz, çocukları güldüremez oldum. Zor durumlarda kaldığımda aradığım tek bir kişi vardı, ben de onu aradım. Yeni Hayatçı.

iv

Onu ilk ve tek kez gördüğüm kız meslek lisesinin önündeydim. Nasılsa beni daha çok bekletir diye öylesine sağa sola bakarken bir anda arkamda bitti. Yine beyaz Şahinine bindik ve şehri turlamaya başladık. Radyoda  Gönül Akkor’dan ‘Tanrım beni baştan yarat’ çalarken ilk o konuştu.

“Başın sağolsun.”

Daha ona hiçbir şeyden bahsetmemiştim. Televizyonlara hiç konuşmadığım gibi bir kare bile görüntü vermemiştim. Çok istememe rağmen tanınırım diye mahkemelere bile katılamama rağmen demek ki konuyu biliyordu.

“Teşekkür ederim” dedim ve biraz daha sustuk.

“Eee nasıl yardımcı olabilirim sana?” dedi biraz sonra.

Bir anda gözlerim doldu. Ağlamadım ama, “İntikam istiyorum!”, dedim. “Katili öldürmek istiyorum!”

İlk kez gülümsediğini gördüm. Sağ köpek dişi yoktu. “İntikam zordur. Hem karar verildi, adam ölüm cezasına çaptırıldı. Ölmüş olması yetmez mi?”

“Ölmesinden çok öldürmek istiyorum. O benim yavrumu öldürdü!”. Sanırım bu lafları ederken birkaç damla ağladım. Emin değilim.

“Planın ne? Ve daha önemlisi paran var mı? Biliyorsun bu işi hobi olarak yapmıyorum”

“Planım da var, param da. Palyaçoluk da sandığımdan daha çok kazanç varmış. Hatırlar mısın geçen seferki buluşmamızda ‘Katolik misyoner bir papaz mı olmak istersin, ufak çaplı bir palyaço mu, cezaevi aşçısı mı yoksa bir belediyenin haşaratla savaş timinin şefi mi?’ demiştin. Şimdi cezaevi aşçısı olmak istiyorum.”

Gülümsedi ve “Oldu bil. Git de birkaç tane yemek kitabı al”, dedi.

v.

Sıradan bir aşçı olacağım sanıyordum ama Yeni Hayatçı beni tüm cezaevinin mutfağının şefi yapmıştı. Yemek işiyle çok ilgilenmiyordum; menüyü belirliyordum, teftişte bulunuyordum ve alımları yapıyordum, o kadar. Bir de öğlenleri de cezaevi savcısı, cezaevi müdürü ve cezaevi doktoru ile kahve içip özel bir istekleri olup olmadığını soruyordum. Biraz abartı olacak belki ama işimden çok memnundum; hatta şimdiye kadar çalıştığım en güzel işti. Cezaevine yakın bir de ev tutmuştum. Evden işe, işten eve gidiyor; çok az insan görüyordum. Gizlenmek, yeni bir hayat kurmak için cezaevi aşçılığı da en az palyaçoluk kadar uygun bir meslekti.

Katilin infazı 10 Mayıs Salı günü akşam saat sekizde ilaçla yapılacaktı. Her ne kadar cezaevi müdürü “Son yemek diye bir şey bizde yok” dediyse de onu ikna ettim. Katil son yemeğinde düğün çorbası, kızarmış patates, kızarmış tavuk ve çilekli yaş pasta istedi. Diğer yemeklere karışmadım ama düğün çorbasını ellerimle hazırladım ve zehirledim.


Yemeğini yemiş, infaz koruma memurları onu götürürken sessizmiş ama çok direnmemiş. Ölüm masasına yattığında da zaten ölmüş. Bence cezaevi doktoru durumu anladı ama sesini çıkartmadı.

Hiç yorum yok: