Giriş katın altındaki kafeleri seviyorum ben nedense. Nedense? Ama burası yerin birkaç kat üstünde. Kaçıncı katta olduğunu saymadım. Nedense? İçeriye giriyorum. İlk ilgimi çeken küçük masalar. Tüm masalar çok küçük. İki kişi yemek yemek istese zar zor sığar. Hatta sığamaz. On kişilik bir arkadaş grubu gelse yirmi masa birleştirmeleri gerekir.
Üzerine tam oturmuş, özel dikim olmalı, takım elbisesi ile orta yaşlı ve son derece yakışıklı bir adam yanıma geliyor ve
“ Hoş geldiniz, hangi masaya oturmak istersiniz?” diyor. Şöyle bakıyorum da hiçbir masanın ötekinden ne fazlası ne eksiği var. Ergenlikten kalma bir alışkanlık olsa gerek, orta sıradaki en arka masayı işaret ediyorum.
“ Orası rezerve, Berna Hanım her gün bu saatlerde orada oturur, onu üzmek istemeyiz. Umarım sizin için bir sorun olmaz.” diyor.
“ Siz nereyi önerirsiniz?” diyorum, beni duyar duymaz yürümeye başlıyor, ben de onu takip ediyorum. Sandalyeyi çekiyor ve
“ Tüm masalar birbirine benzer gibi dursa da bu apayrı.” diyor. İnanmıyorum ama inanmadığımı da belli etmeden gülümsüyorum. Adam gidiyor ve kendimle baş başa kalıyorum.
Son yüz gündür olduğu gibi kendimle baş başa kaldığımı sandığım her an Erkan ile baş başa kalıyorum. Bir anda yanımda beliriyor. Yüz gündür aynı kıyafetleri giyiyor ama hiç kokmuyor. Terk edemediğim hayali olduğunu biliyorum yanımdakinin, çıldırmadım henüz. Henüz. Zaten beni buraya Erkan’ın kendisi davet etti. Yüz gün sonra söyleyecekleri varmış. Söylesin bakalım. Söyleyeceklerinden iki beklentim var. Hayalini öldürüp yerine geçmesi ve her an yanımda olması ya da giderken hayalini de götürmesi. İçimden bir his ikisi de olmayacak diyor, aynı anda Erkan’ın hayali de haklısın dercesine başını sallıyor.
Masanın üstünde küllük var ve bu sigara içilir manasına gelir diye düşünüp bir sigara çıkartıyorum, sonra da veteran manken görünümlü garsona sigaramı gösteriyorum, adam sorun değil dercesine başını sallıyor. Adama bakıyorum da ne kadar düz. Hareketleri, kıyafeti, falanı, filanı. Sonra Erkan’ın hayaline bakıyorum, o da haklısın dercesine başını sallıyor.
“ Erkan beni neden buraya çağırdı bir fikrin var mı? Bana söylemesi gereken şey ne? Sence tekrar birlikte olabilecek miyiz? Birlikte olabilecek miyiz? Birlikte olsak bile onsuz geçen o kadar günü bana unutturabilecek mi? Unuttursa bile bilinçaltıma açtığı yaralar kapanır mı? Kapansa bile iz kalır? Kalan iz bana yakışır mı?”
Erkan’ın hayali, “ Ben nerden bileyim? Sen ne biliyorsan bende onu biliyorum. Sorularına cevap arama bende, sadece senin delirmeni engellemeye çalışıyorum. Benim bildiğim her şeyi sen biliyorsun; senin istediklerini ise ben. İstersen seni mutlu edecek cevaplar vereyim, canının yanmasını biraz daha geciktireyim.”, dercesine bakıyor. Erkan’ın hayalinin en sevdiğim yanı bu. Erkan kadar uzun cümleler kurmadan istediği her şeyi bana anlatıyor. Keşke biraz da Erkan gibi koksa. Keşke.
Önümden benden birkaç yaş daha yaşlı, biraz daha yorgun bir kadın geçiyor ve benim ilk oturmak istediğim yere oturuyor. Ne kadar da çok bana benziyor. Berna olmalı bu. Berna tabi. Berna Hanım demem doğru değil. Aramızda bir bağ var hissediyorum. Aramıza sınır koymanın manası yok. Berna Hanım değil o Berna. Hiç tanımadığı kişilerle konuşabilen insanlardan olsam muhakkak Berna’nın yanına gider ve konuşurdum. Hem öyle bir insan olsam şu an yanımda Erkan’ın hayali olmazdı. İyidir Erkan’ın hayali. Erkan tamamen giderse ona Erkan demeliyim. Erkan’ın hayali değil. Erkan.
Berna’yı izliyorum. Hemen sigarasını çıkarttı, garsonla göz teması kurmaya gerek duymadan sigarasını yaktı. Biliyor tabi ortamı, her gün geliyormuş. Niyeyse? Buraya gelmemin üzerinden yaklaşık on beş dakika geçti ve ben de sevmeye başladım burayı. Arada gelirim belki. Keşke masalar biraz daha geniş olsa. Erkan’la geliriz belki. Kafelerdeki masa birleştirme olayını hiç sevmiyorum.
Düz adam, garson, yanıma doğru yürümeye başlıyor ve önümde durup,
“ Ne arzu ederdiniz?” diyor.
“ Ben arkadaşımı bekliyorum, siparişi o gelince vereceğim.”, diyorum.
Düz adamın yüzünde ilk kez düz olmayan bir şey hissediyorum. Bir acıma, bir hüzün, bir başkalık… An itibari ile lakabı düz adam değil.
“Kusura bakmayın hanımefendi. Bunu size söylemek çok zor ama bu kafede kimsenin beklediği gelmez. Masalara bakın tek kişilik. Her masada sadece bir tane sandalye var. Yalnızlık o kadar da kötü değildir hem.” diyor.
Şaşırıyorum ve gözlerim Erkan’ın hayalini arıyor. Yok. Sağa, sola bakıyorum. Yok. Daha yalnız, daha umutluyum.
“ Bir sumatra lütfen” diyorum.
notos, temmuz - ağustos 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder