27 Şubat 2015 Cuma

ötenazici

Ötenazici
Bir.
Son derece kanserdim ve kanserim son aşamadaydı. Üç kez de kurtulduğumu sanmıştım yengecin kıskaçlarından ama o yengeç beni hayattan çok feci kıskanıyordu. Onkoloji hastanesinin bekleme odasındaki çay makinasından bir çay aldım ve zaten bildiğim şeyleri söylemesi için doktorumu beklemeye başladım. Çok vaktim yoktu ve herhangi bir şeyi beklemek artık beni çıldırtıyordu. Kağıt bardaktaki çayı bile hızla içtim. Eğer son günlerinizse çayı bile dibine kadar içiyorsunuz. Kağıt bardağın altında tükenmez kalem ve kötü bir el yazısı ile ölmek istiyorsan ara ve bir telefonu numarası yazıyordu. Kalktım, oturduğum koltuğa dosyamı bıraktım ve bardak elimde yürümeye başladım. Ne kadar yürüdüm bilemiyorum. Artık otobüse binemiyorum çünkü duraklarda beklemeye tahammülüm kalmamıştı, dayanamıyorum. Bir taksi durdurdum ve giderken numarayı aradım. Fiyat gayet makuldü. Gelmeden bir gün önce de aramamı ve parayı peşin aldığını söyledi. Acısız mı olacak diye sordum, hiçbir şey hissetmeyeceğimi garanti etti. Taksici dikizden beni kesiyordu ve inceden korktuğu belliydi. Konuşma bitince hemen taksiden indim ve başka bir taksiye bindim. Daha fazla soruya katlanmak istemiyordum.
Ki.
Önce bir otobüse bindim. Şu tekli koltuklu olanlardan. Arkalardan bir yer aldım ve oturduğum koltuk hariç; sağım, solum, önüm ve arkamdaki biletleri de aldım. Muavine de 200 kağıt verdim, kimseyi sakın oturtma ve ben seni çağırmadan da asla yanıma gelme, dedim. Emredersin, abla; dedi. Bir 100’lük daha verdim. Gitti.

Ayakkabılarımı çıkarttım ve kulaklıklarımı taktım. Playlistim gayet durumuma uygundu.
Teoman – En güzel hikayem 
Murat Kekilli – Bu akşam ölürüm
Kazım Koyuncu – İşte gidiyorum
Umay Umay – Hareket vakti
Bu dört şarkıyı o berbat Anadolu şehrinin izbe otogarında inene kadar dinledim. Oradan bir dolmuşla bir kasabaya geçtim. Koltuğu yayları kıçıma batıyordu ve leş gibi kokan, sapsarı dişli bir köylü beni öküz gibi kesiyordu. Bir an onunla sevişmeyi düşünmedim değil ama canım istemedi. İstese hiç çekinmezdim ya da sabah bir duş alsa. Camdan dışarı baktım ve aynı şarkıları dinlemeye devam ettim.
Yolculuğumun son etabı o eski dolmuştan çok eski daha eski ve çok daha kötü bir dolmuşa geçmemle başladı. Yanımda yaklaşık bir tonluk bir köylü kadını ve kucağında da büyüyünce anasına benzeyeceği belli olan tombiş kızı; arkamdaki ise yüzü buruş buruş bir adam ve elinde, bacakları birbirine bağlı üç tane horoz ya da tavuk vardı. Bu sefer aracın yanı sıra, yol da berbattı. Hoplaya zıplaya gittik. Sonra gülmeye başladım. Hem de çığlık çığlığa, koptum gittim. Kimse de yadırgamadı beni. Gülümsediler hatta. Tombiş kız ve kanatlı kümes hayvanları da eşlik etti bana ta ki inene kadar.
Üç.
Bavulsuz olmak ne güzel şeymiş. İndim ve bardağın altındaki numarayı tekrar aradım. Telefonu çalınca bana baktı ve meşgule atıp bana doğru yürümeye başladı, durumu düşününce çok saçma bir jestti. Yolculuğumun nasıl geçtiğini sordu. Sesinden bu kadar yaşlı bir adam olacağını sezememiştim. O kadar yaşlıydı ki; hitap cümlesi olarak önce amcacım, sonra dedecim dedim. Yürüyelim mi biraz, dedi.

Önümüzde bir tepe vardı. Çirkin çorak bir tepe. Tepenin solundan, hiç konuşmadan, aramızdan iki kişi rahatlıkla geçebileceği bir mesafe ile yan yana yürüdük. Hiç arkama bakmadım ama köy açımızdan çıkmış olmalıydı. Sırtımdaki yeşil sırt çantamı önüme aldım ve zarfa koyduğum parasını çıkartıp dedeye verdim. Parayı saymadan eski püskü güneşten solmuş ceketinin iç cebine koydu ve silahına davrandı.

Hiç yorum yok: