Ötenazici
Bir.
Son derece kanserdim ve
kanserim son aşamadaydı. Üç kez de kurtulduğumu sanmıştım yengecin kıskaçlarından
ama o yengeç beni hayattan çok feci kıskanıyordu. Onkoloji hastanesinin bekleme
odasındaki çay makinasından bir çay aldım ve zaten bildiğim şeyleri söylemesi
için doktorumu beklemeye başladım. Çok vaktim yoktu ve herhangi bir şeyi
beklemek artık beni çıldırtıyordu. Kağıt bardaktaki çayı bile hızla içtim. Eğer
son günlerinizse çayı bile dibine kadar içiyorsunuz. Kağıt bardağın altında
tükenmez kalem ve kötü bir el yazısı ile ölmek
istiyorsan ara ve bir telefonu numarası yazıyordu. Kalktım, oturduğum
koltuğa dosyamı bıraktım ve bardak elimde yürümeye başladım. Ne kadar yürüdüm
bilemiyorum. Artık otobüse binemiyorum çünkü duraklarda beklemeye tahammülüm
kalmamıştı, dayanamıyorum. Bir taksi durdurdum ve giderken numarayı aradım. Fiyat
gayet makuldü. Gelmeden bir gün önce de aramamı ve parayı peşin aldığını
söyledi. Acısız mı olacak diye sordum, hiçbir şey hissetmeyeceğimi garanti
etti. Taksici dikizden beni kesiyordu ve inceden korktuğu belliydi. Konuşma bitince
hemen taksiden indim ve başka bir taksiye bindim. Daha fazla soruya katlanmak
istemiyordum.
Ki.
Önce bir otobüse
bindim. Şu tekli koltuklu olanlardan. Arkalardan bir yer aldım ve oturduğum
koltuk hariç; sağım, solum, önüm ve arkamdaki biletleri de aldım. Muavine de
200 kağıt verdim, kimseyi sakın oturtma ve ben seni çağırmadan da asla yanıma
gelme, dedim. Emredersin, abla; dedi. Bir 100’lük daha verdim. Gitti.
Ayakkabılarımı çıkarttım
ve kulaklıklarımı taktım. Playlistim gayet durumuma uygundu.
Teoman – En güzel
hikayem
Murat Kekilli – Bu
akşam ölürüm
Kazım Koyuncu – İşte
gidiyorum
Umay Umay – Hareket
vakti
Bu dört şarkıyı o
berbat Anadolu şehrinin izbe otogarında inene kadar dinledim. Oradan bir
dolmuşla bir kasabaya geçtim. Koltuğu yayları kıçıma batıyordu ve leş gibi
kokan, sapsarı dişli bir köylü beni öküz gibi kesiyordu. Bir an onunla
sevişmeyi düşünmedim değil ama canım istemedi. İstese hiç çekinmezdim ya da
sabah bir duş alsa. Camdan dışarı baktım ve aynı şarkıları dinlemeye devam ettim.
Yolculuğumun son etabı
o eski dolmuştan çok eski daha eski ve çok daha kötü bir dolmuşa geçmemle
başladı. Yanımda yaklaşık bir tonluk bir köylü kadını ve kucağında da büyüyünce
anasına benzeyeceği belli olan tombiş kızı; arkamdaki ise yüzü buruş buruş bir
adam ve elinde, bacakları birbirine bağlı üç tane horoz ya da tavuk vardı. Bu
sefer aracın yanı sıra, yol da berbattı. Hoplaya zıplaya gittik. Sonra gülmeye
başladım. Hem de çığlık çığlığa, koptum gittim. Kimse de yadırgamadı beni. Gülümsediler
hatta. Tombiş kız ve kanatlı kümes hayvanları da eşlik etti bana ta ki inene
kadar.
Üç.
Bavulsuz olmak ne güzel
şeymiş. İndim ve bardağın altındaki numarayı tekrar aradım. Telefonu çalınca
bana baktı ve meşgule atıp bana doğru yürümeye başladı, durumu düşününce çok
saçma bir jestti. Yolculuğumun nasıl geçtiğini sordu. Sesinden bu kadar yaşlı
bir adam olacağını sezememiştim. O kadar yaşlıydı ki; hitap cümlesi olarak önce
amcacım, sonra dedecim dedim. Yürüyelim mi biraz, dedi.
Önümüzde bir tepe
vardı. Çirkin çorak bir tepe. Tepenin solundan, hiç konuşmadan, aramızdan iki
kişi rahatlıkla geçebileceği bir mesafe ile yan yana yürüdük. Hiç arkama
bakmadım ama köy açımızdan çıkmış olmalıydı. Sırtımdaki yeşil sırt çantamı
önüme aldım ve zarfa koyduğum parasını çıkartıp dedeye verdim. Parayı saymadan
eski püskü güneşten solmuş ceketinin iç cebine koydu ve silahına davrandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder