17 Şubat 2015 Salı

beş kalem pil

Beş Kalem Pil

Oradaki son gecemdi. Öğleyin terminale gidecek ve on dört saat sürecek bir otobüs yolcuğunun ardından doğup büyüdüğüm sonra da terk ettiğim şehre, annem babamın yanına, kuyruğumu bacaklarımın arasına kıstırmış bir şekilde geri dönecektim. Ağır mağluptum.

Annem ve babamla geçmişi konuşmamak üzere pazarlık yapıp biletimi öyle almıştım. Her şeye sıfırdan başlamaya iki kez kalkışmış ama hep becerememiştim. Bu sefer sıfırdan başlamayacak, yeni hayatımı çocukluğumun üzerine kuracaktım. Doğduğum eve, büyüdüğüm odama dönüyordum.

Eskisini kapattım ve yeni bir facebook hesabı açıp sadece çocukluk arkadaşlarıma arkadaşlık isteği göndermeye başladım. Büyük kısmı da kabul ettiler. Uyku bastı, sırf ses olsun diye açtığım televizyondaki spor programında birbirine bağıran insanları kapattım ve ışığı söndürdüm. Uykuya muhtaçtım ama şıp şıp şıp şıp şıp şıp diye bir ses duymaya başladım. Göt kadar odamda ses yankılanıyordu. Banyoya girdim, ses küvetteki tartar rengi musluktan geliyordu. Birkaç dakika düşündüm, sonra da resepsiyonu aramaya karar verdim. Telefon çalmıyordu. Aşağıya indim, resepsiyonda kimse yoktu. Tanımlayamadığım sesler geliyordu; kaçar adım odama çıktım. Bir rulo tuvalet kağıdının tamamını suyun düştüğü yere koydum. Havluyla da banyo kapısının altını örttüm. Ya ses kesildi ya da duymadım. Uyudum.

Terminale otobüsümün kalmasından iki saat önce gittim. Çirkin bir yağmur yağıyordu. Kargalar beni uğurlamaya gelmiş gibiydi. Benim şehrimin kargaları siyah, beyaz ve yeşil olur. Buraların kargalarında yeşil yok; gri var. Terminal kalabalığını sevmişimdir hep, o koşuşturmayı. Otobüsüm kalkana kadar hiçbir şey düşünmedim, sadece kargaları ve insanları izledim. Otobüsüm gelince hemen koltuğuma oturdum. Bavulum yoktu, sadece spor bir çanta. Kaptan kontağı çalıştırmadan önümdeki dokunmatik ekran çalışmıyordu. Otobüs hareket ederken camdan baktım, bizim otobüse kimse el sallamıyordu.

Kulaklığım da çalışmıyordu. Koltuktaki dokunmatik ekran da çalışmıyordu, oysa ne heveslenmiştim.  Telefonumu açtım ve  facebooka girdim. Yapay bir zeka tanıyor olabileceğim insanları ekranın sağında gösteriyordu, onlara da arkadaşlık isteği gönderdim. Gültekin diye biri durmadan çıkıyordu ama hatırlayamıyordum. On altı ortak arkadaşımız var. Bu kadar çok ortak çocukluk arkadaşımız olduğuna göre aynı çocukluğu paylaşmış olmalıydık. Dayanamadım ve ona da arkadaşlık gönderdim, gönderdiğim gibi de kabul etti. Naber nasılsınlaştık. Sonra neler yaptığımızı sorduk. Ben ona gerçeklerimi anlatmadım, o ise bir barda barmenmiş onu söyledi, bağlama çalıyormuş, tek yaşıyormuş. Bir gece beraber içmek için sözleştik.

Bir yandan da çıt çıt çıt çıt çıt çıt çıt çıt diye bir ses beynimi kemiriyordu. Ben 5 numaralı koltuktaydım 8 numaralı koltuktaki kadın ise elinde doksan dokuzluk tespihi zikirdeydi. Ses gittikçe arttı. Daha yolun bitmesine on saat vardı. Muavin çocuktan rica ettim "Ne yapabilirim ki?" dedi. Yaşlı kadından rica ettim, kaşlarını kaldırdı ve zikre devam etti. Şoförden rica ettim "Benimle konuşmak tehlikeli ve yasaktır" dedi. Yer değiştirmek için diğer yolculardan rica ettim, sanki koca otobüste bir tek ben tektim, herkes çiftti, kimse yanaşmadı. Kulaklığını verecek olan biri var mı diye rica ettim, bir otobüs dolusu insan benden nefret etmiş olacak ki vermediler. Telefonumdan otobüs şirketinin merkezini aradım, bol bol müzik dinlettiler ama beni dinlemediler. Molaya ne kadar var dedim, “Bir saat” dedi muavin. Ayağa kalktım ve biraz önce ricalar ettiğim insanların insanlıklarını sesli bir şekilde sorgularken ani bir frenle yere kapaklandım. Sonra beni yaka paça bir benzinliğe attılar. Yirmi metre gidip durdular. Tekrar o otobüse binmemi bekliyorlarsa daha çok beklerler, diye düşünüyordum ki çantamı fırlattılar. Bir de muavin bana hareket çekti. Baş parmağını, işaret ve orta parmaklarının arasından geçirip salladı. Yüzünün hali çektiği hareketten daha çirkindi.

Başka bir otobüse bindim. Başka bir şehirde inip bir başka otobüse daha bindim ve planladığımdan dört saat sonra şehrime, evime, odama vardım...

Bizimkiler anlaşmamıza öyle sadıklardı ki, neden dört saat geç kaldığımı dahi sormadılar. Annem en sevdiğim yemek olan, karnıyarığı yapmıştı ama en sevdiğim çorba mercimek yerine, pek sevmediğim şehriye çorbasını yapmıştı. Babamın yüzü pek gülmüyordu ama zaten çok güler yüzlü bir insan hiç olmamıştı. Yemekten kalkınca tabağımı mutfağa götürdüm. Akabinde de oturma odasında oturup konuşmadan televizyon izledik.

Sabah anneme konu komşuyu sordum. Öyle aklıma kim geldiyse. Annem herkesin her şeyini biliyordu ama bana moral olsun diye belki de kötü yönlerinden bahsediyordu. Mevlüt Amca’nın küçük kızının doktor olmasından değil, kocasının sarhoş olmasından, Neriman teyzenin oğlunun ise modacı olmasından değil, herkesin gay olduğunu söylemesinden bahsetti. İkisini de facebooktan ekledim. İkisi de kabul etmedi. Anneme Gültekin’den bahsettim anımsayamadı, facebooktan resimlerini gösterdim, “Bu çocuğu ilk kez görüyorum mu ablak buralarda da oturmuyor”, dedi.

Bir hafta öyle geçti ve bana o hafta iyi geldi. Aile sımsıcak olmasa da idare ederdi. Sıra arkadaşlarda diye düşündüm. Öyle havadan sudan mesajlaştığım arkadaşlara facebookta bir grup kurdum ve bir buluşma düzenledim. Hepsinin de yüzde yüz garantili çalışan bahaneleri vardı ve sadece Gültekin müsaitti. Baktık sadece ikimiziz, beni çalıştı mekana davet etti.

Evden çıkarken annem babam tedirgindi. Biraz yürüdüm ve elimi cebime attığım zaman iki yirmilik, iki de beşlik buldum. Gözlerimin dolması gerekti ama dolmadı ve ben buna çok bozuldum.

Bar leş bir bardı. Müzik, ışıklandırma, ambiyans her şey berbattı. Ben vişne suyu içtim; ki o bile berbattı. Gültekin'in kim olduğunu ise hala hatırlamıyordum. Belki arkadaş bile değildik. Beni hemen tanıdı ve sımsıkı sarıldı. Bar boş olduğu için rahat rahat ve hep eskilerden konuştuk. Kimi sorsam tanıyordu, bir sürü şey anlatıyordu. Hatta anlattığı bazı anıları ben de hatırlıyordum; çünkü ben de oradaydım ama Gültekin’i hatırlamıyordum. Neşeli bir adamdı, gözündeki eski moda büyük metal çerçeveli gözünden kayıyordu, o zaman gözlüğünün üstünden konuşmaya devam ediyordu.

Sohbet muhabbeti kovaladı, barın kapanma vakti geldi ama biz konuşmaya doyamamıştık. “Hadi bana geçelim, ev yakın beş dakika yürürüz” dedi, ben de tamam demiş bulundum. Gültekin koluma girmiş, evine doğru yürürken soğuk beynime işliyordu ve ben de içimden neden, diyordum ama çok geçti. Bizimkiler merak eder, dedim. Babamın yanında çalıştığı yazdan bahsetti. Babam için “Ustam” diyordu ve çok iyi anlatıyordu. “Birkaç eski resim var bende onlara da bakarız” deyince zaten yelkenleri suya indirdim.

Köpek bağlasan durmaz bir oda biraz salon bir evde yaşıyordu. Birkaç resim vardı duvarda, hepsinde birkaç çocuk bir bisiklet vardı. Çok fazla sorma dercesine yüzüme baktı. Bir bira açtı, içeri girer girmez bir hüzün beni sarmıştı, bir tane de ben açtım. Bağlamasını eline aldı ve bir şeyler çaldı. Kimin türküsüydü bilmiyorum çaldığı, muhtemelen kendi türküsüydü. Öyle içtik, kasetçalardan türkü dinledik. Efkar çelik bir yelek gibi üstümdeydi. Kaset bitti, tersini çeviresimiz bile gelmedi. Derken tik tak tik tak tik tak tik tak tik tak tik tak diye bir ses kulağıma gelmeye başladı. Hayatta en nefret ettiğim şeydir, saat tik taklaması. Odadan geldiği belliydi, müzik tiktaklamayı bastırsın diye kasetçalara doğru kalkmıştım ki  “Sana şu resimleri göstereyim gel” dedi ve odanın kapısını açtı.

Odada beş tane saat vardı ve her saatin üstünde bir resim altında da isim yazıyordu. Hayati, Zeyid, Hüsnü, Mevlüt ve Yaşar. Resimleri hatırlamıyordum ama isimler tanıdıktı. Aşağı mahallenin çocuklarıydı bunlar, bizim bisikletlerimizi yakmışlardı. “Kimsenin öleceği vakte ben karar vermemem” dedi Gültekin. “Onların öleceği vakte Allah karar verecek. İki yıl önce beş yeni kalem pil aldım ve saatlere taktım, kimin saati önce durursa onu öldüreceğim”


Bir şey söylemedim. Hem bu durumda ne söylenebilirdi ki? Benim planımda bir değişiklik yoktu. Aile ve arkadaş tamamdı, artık bir iş sonra da evlenmek için bir eş bulmak lazımdı.

Hiç yorum yok: