Dedem. Adı Enginmiş. Ben doğmadan yıllar
yıllar önce mesleğini icra ederken, ki baytarmış, hamile bir boğanın doğumunu gerçekleştirirken
iş kazası sonucu ölmüş –kafası ezilmiş-. Merhum küçüklüğünde hayvanlarla fazla
haşır neşirmiş. Kedi köpek gördü mü dayanamaz sever, hatta fazla sever, canlarını
yakarmış. Elinde sopa boyu kadar sokak köpekleri ile kavga eder, sapanı ile kuş
vurmaya gider, elinde kaya deredeki balıklara taş atar, karınca yuvalarına su
dökermiş. Garip olduğunun herkes farkındaymış elbette. Bakmışlar olacak gibi
değil, meslek öğrensin diye baytarın yanına vermişler.
İşi çok çabuk kavramış dedem Engin. Elinin
çabukluğu ve yatkınlığı ile nam salmış. En deli hayvanların korkusuzca yanına
gidiyor, çağının çok ilerisinde deneysel tedaviler deniyor hatta ameliyatlar
yapıyormuş. Tam on yedi yaşındayken de Kurtuluş Savaşı patlamış. El mecbur
kendini Doğu cephesinde Ermenilerle savaşırken bulmuş. Baytarlıktan sonra bir
diğer iyi yaptığı şey adam öldürmekmiş. Geceleri kimseye haber vermeden cepheden
ayrılıp; gözü dönmüş, elleri kanlı döndüğünde bilirlermiş ki dedem yine birkaç
Ermeni’nin canını almış. Komutanları bile çok dokunmazmış dedeme.
Savaş bitmiş, dedeme kimse madalya vermemiş;
o da memlekete dönüp baytarlığa ve Ermeni katilliğine devam etmiş. Sevilen,
korkulan ve şaka yapılmayan bir insan olarak yaşamış durmuş. Halasının kızı ile
evlendirmişler. Ölene kadar babaanneme dünyadaki cehennem nimetlerini sunmuş.
Babam. Adı Doğan. Dedem öldüğünde babama
kötü bir şöhret, korkulan bir soyadı, bolca para ve birkaç araba dayakla dolu
çocukluk anıları bırakmış. Genelde beni dövmek yerine babasının onu nasıl
dövdüğünü anlatmayı tercih ederdi. Yediği dayakları o kadar uzun ve ayrıntılı
anlatırdı ki; keşke iki tokat atıp gitse diye içimden geçirirdim. Babam,
babasının güncellenmiş bir yeni versiyonu gibiydi; her baba oğul gibi.
Küçükken tek başına ormana gidip ağaç
kesermiş. Sonra bakmış bu işi çok seviyor; öyle geçinmeye başlamış, oduncu
olmuş. Hem kendi ormandan keser hem kendi satarmış. Dükkanındayken muhakkak
jilet gibi bir takım elbise giyer ve şapka takar, herkese ise hak ettiklerinden
misli misli saygı gösterirmiş. Ama konu kasabadaki rakipleri olunca da onları
harcamaktan hiç çekinmezmiş. Binbir çeşit oyun çevirmiş ve yirmi iki yaşında
kasabanın,
otuz yaşında şehrin en büyük oduncusu
olmuş. Çalışkan ve acımasızmış. Sırf büyümek, daha çok para kazanmak için çok
kişinin sırtına basmış, çok kişiyi ezmiş, tüketmiş. O kadar acımasızmış ki;
piyasada başka bir rakip oduncunun varlığına bile dayanamazmış. Oyunu pis
oynamaktan ve ellerini kirletmekten hiç çekinmezmiş.
Ben kendimi bildiğimde çok paramız
vardı. Beni özel okullara gönderirdi. Eve çok geç gelir ve anneme hizmetçisi,
bana da veliaht prens gibi davranırdı. Ama ne zaman evimize bir misafir gelsin
her şey değişir, dünyanın en örnek ailesi olurduk. Babacımlar, karıcımlar,
kocacımlar, aşkımlar havalarda uçuşurdu.
Babamın beklentilerini pek
karşılayamasam da tek çocuk olduğum için benden asla umudunu kesemedi. Büyüme planlarının
bir parçası olarak bana evleneceğim kadının adını söyledi. Bizde babaya itiraz
edilmez, evlendim. Çırağan Saray’ında yapıldı düğünümüz. Biz balayına Tayland’a
gittik, Babam o sene hacca gitti. Annem ise evde oturdu.
Ben. Adım Cihangir. Hem babam ve dedem
gibiyim; ne de babam ve dedem gibiyim. Ne onlar kadar zekiyim; ne de onlar
kadar acımasız. Herkesin uğrunda ömrünü harcadığı şeyler bana doğuştan geldi. Hem
şanslıyım, hem şansız; temelde kararsız.
On beş yaşında arabam vardı, on altı
yaşında latin bir bebeğin bel boşluğundan kokain çekiyordum. Okumayacağımı anlayan
babam bana iş kurup durdu; ben de babamın kurduğu işleri batırıp durdum. Hayata
karşı pervasız, umarsız ve umursamaz tavrım sürse de; babamı görünce hep Nirvana’yı
görmüş Budist gibi sessiz ve saygılıydım.
Karımla ise hep kavga ettik. Hem sözlü
hem de fiziksel. Benzer ailelerden geliyorduk ve ikimiz de seviyorduk kavga
etmeyi. Çevremizde insanlar varken birimize laf sokuyor, baş başa kaldığımız da
ise tekme tokat dalıyorduk. Dayak yemeyi de dayak atmayı da seviyorduk. Bazen o
kazanırdı, bazense ben. Geldiğine geleceğine herkesi pişman ettiğimiz bir doğum
günü sonrası; herkes gittikten sonra karıma bir yumruk attım. Göz bebekleri
yukarı doğru çıktı ve ölüp, düştü. Ne yapacağımı bilmiyordum, ben de ne
yapacağımı bilmediğim zamanlarda yaptığımı yaptım babamı aradım.
Takım elbisesi ve şapkası ile kapımı
çaldığında saat gecenin üçüydü. Olaya soygun süsü verdi. Polis benim nerede
olduğumu sorduğunda sabaha kadar onun hasta yatağının başında olduğumu söyledi.
Defnettik, taziyeleri kabul ettik; ağlamamam metin olmamla ilişkilendirildi.
Demiştim ya; ne babam ne de dedem
gibiyim. Cinayet içimi kemirdi durdu. Babam beni tatile gönderdi, haklıydı da, ayakaltında
durmam sakıncalıydı. Kendimi yine Tayland’da buldum. Korumam ve şoförümle
muhteşem zaman geçirdim. Onları atlattığım da ise kendimi bir dövmecide buldum.
O yumruğu çıkarttığım sol koluma Tayca *“ผมฆ่าภรรยาของฉัน”
yazdırdım.
O dövmeyi yaptırmak bana muhteşem geldi.
Normale dönmesem de normalime döndüm. İlk zamanlar sırf babam görmesin diye
onun yanında uzun kollu gömlekler giyiyor, babam yokken dövmemi sergiliyordum.
Sonra Serenay dövmemi gördü. Tayca biliyordu ve şantaj konusunda çok
başarılıydı. Şimdi beraber yaşıyoruz ve hep uzun kollu kıyafetler giyiyorum.
Oğlum. Adı Buğra. Annesini öldürdüğümde
çok küçüktü. Şu an ne yapıyor bilmiyorum ama sezebiliyorum. Ülke ülke geziyor
ve kanundan kaçıyor. Parası bitince bana, başka bir isimle kartpostal atar, ben
de o adrese para gönderirim.
*Karımı öldürdüm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder