Manasız kalabalık içerisinden bana bakan samimi mavi gözlerin sahibiydi o. Seyrek saçları, sıska bedeni, utangaç adımları, temiz ayakkabıları vardı. Çekingen adımlarla yanıma geldi ve sustu. Buralardan, bizlerden biri olmadığı; henüz konuşmasa da; duruşundan, yürüyüşünden belliydi.
“Merhaba”, dedim. Mahcup ve anlamadığını belli edercesine bana bakıp, sustu. “Hello”, dedim; azıcık İngilizcem ve berbat aksanım ile yine sustu. Zaten İngilizce bilse ne olacaktı ki, ben bilmiyordum. Cebinden, cep telefonundan biraz büyükçe bir alet çıkarttı ve bir şeyler yazdı. Sonra makine, metalik ve soğuk sesi ile “ Merhaba ben Geir, İzlandalı bir turistim, ne yazık ki Türkçe ve İngilizce bilmiyorum” dedi. Sonra da makineyi bana uzattı ve sende bir şeyler yaz der gibi bana baktı.
“Merhaba ben Melek, tanıştığımıza memnun oldum” yazdım. Söylediklerim çirkin metalik ses ile İzlandacaya çevrildi. Mesajı dinleyince elini uzattı ve başını öne eğip gülümseyerek elimi sıktı, tanışmıştık.
“Bir şeyler içelim mi?” dedi, kabul ettim, İstanbul’dan, İzlanda’dan, müzikten, Avrupa’dan bahsettik. Sohbetimiz biraz yavaş ilerlese de çok sıkılmamıştım. İki hafta daha burada olduğunu öğrenince sevindim. Yarın aynı yerde, aynı zamanda görüşmek üzere sözleştik.
Ben kadınsı bir refleks ile on dakika geç gittim ve gittiğimde onu elinde tek bir gül ile çevresine yabancı yabancı bakarken görmek çok güzeldi. Çok güzel bir hafta geçirdik. Yaz aşkı gibiydi benim için, belki biraz daha fazla. Gitmesine birkaç gün kala ise kalbimi hiç alışkın olmadığım bir hüzün kapladı. Gidecekti ve ben onu çok özleyecektim.
Gitmeden iki gün önce o soğuk, metalik sesli makine ile bana “Gel benimle, seni çok özleyeceğim” dedi. Şimdiye kadar aldığım en güzel teklifti bu ve kabul ettim. Önce Geir gitti, sonra bende vize işlemlerini halledip bir hafta sonra arkasından gittim. İstanbul’da başlayan aşkımız İzlanda’da, Heimaey’da devam edecek umudundaydım.
Heimaey küçük bir adaydı, İstanbul’un keşmekeşine alışık benim için çok ufacık bir yerdi ama ben adadaki diğer insanlarla değil sadece Geir ile geçireceğim zamanla ilgileniyordum. İlk birkaç gün odamızdan çıkmadık, sonra beraber balık tuttuk, okyanusta tekne ile gezdik, yavaş ilerleyen sohbetler ettik, kâğıt oynadık, bol bol güldük, barlarında ev yapımı bira içtik, arkadaşları ile tanıştım ve bir hafta böylece geçti.
Geçen hafta ile beraber Heimaey’dan, İstanbullu olarak sıkılmaya başladım. Her şey daha karanlık gelmeye başladı. Yemekleri çok kötüydü, servisleri yavaştı, insanları çok kuşkucuydu, dilleri çok kaba ve öğrenilmezdi, suları kekremsiydi, binaları korkunçtu, şoförleri yavaştı, kırmızı ışıkları uzundu, kızları kendini beğenmişti, kaldırımları yüksekti, çocukları suratsızdı, geceleri ürperticiydi, rüzgârları kasvetliydi…
Geir ise ilk tanıdığım adam gibi değildi. Bazen evde kendi kendine İzlandaca konuşuyordu ve bu beni sinir ediyordu. Arkadaşları ile konuştuğu birçok şeyi bana tercüme etme ihtiyacı bile duymuyordu, İstanbul’daki kadar ne giyinişine, ne de ayakkabılarına dikkat etmiyordu. Her geçen gün daha salaş ve umursamaz bir adama dönüşüyordu.
Tüm bunlar beni boğarken, üstüne üstlük Geir aramızdaki iletişimi düşük cümlelerle de olsa sağlayan o makinenin üstüne bira döktü ve bozdu. Artık aramızdaki yegâne bağ da kopmuştu. Birbirimizi anlamamız gibi bir ihtimal de kalmamıştı.
Heimaey’daki onuncu günümde fark ettim ki ben Geir’in İstanbul’daki halini seviyordum. O çekingen, utangaç, yabancı adamı. İzlanda’daki Geir ise tam anlamı ile çekilmez bir dertti. Çirkin sesli makine çalışmadığından duygularımı ona anlatamazdım da. En iyisi hızlı bir şekilde İstanbul’a dönmekti. Sabah erkenden bavulumu topladım sonra da ufak bir not bırakarak evden çıktım. “Elveda yabancı, yolun İstanbul’a düşerse beni ara.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder