12 Ekim 2010 Salı

elveda yabancı

Manasız kalabalık içerisinden bana bakan samimi mavi gözlerin sahibiydi o. Seyrek saçları, sıska bedeni, utangaç adımları, temiz ayakkabıları vardı. Çekingen adımlarla yanıma geldi ve sustu. Buralardan, bizlerden biri olmadığı; henüz konuşmasa da, duruşundan, yürüyüşünden belliydi.

 

“Merhaba”, dedim. Mahcup şekilde, anlamadığını belli edercesine; bana bakıp, sustu. “Hello”, dedim; azıcık İngilizcem ve berbat aksanım ile yine sustu. Zaten İngilizce bilse ne olacaktı ki, ben bilmiyordum. Cebinden cep telefonundan biraz büyükçe bir alet çıkarttı ve bir şeyler yazdı. Sonra makine, metalik ve soğuk sesi ile “ Merhaba ben Geir, İzlandalı bir turistim, ne yazık ki Türkçe ve İngilizce bilmiyorum” dedi. Sonra da makineyi bana uzattı ve sende bir şeyler yaz der gibi bana baktı.

 

“Merhaba ben Melek, tanıştığımıza memnun oldum” yazdım. Söylediklerim çirkin metalik ses ile İzlandacaya çevrildi. Mesajı dinleyince elini uzattı ve başını öne eğip gülümseyerek elimi sıktı, tanışmıştık.

 

“Bir şeyler içelim mi?” dedi, kabul ettim, İstanbul’dan, İzlanda’dan, müzikten, Avrupa’dan bahsettik. Sohbetimiz biraz yavaş ilerlese de çok sıkılmamıştım. İki hafta daha burada olduğunu öğrenince sevindim. Yarın aynı yerde, aynı zamanda görüşmek üzere sözleştik.

 

Ben kadınsı bir refleks ile on dakika geç geldim, geldiğimde onu elinde tek bir gül ile çevresine yabancı yabancı bakarken görmek çok güzeldi. İki hafta boyunca gezdik, eğlendik, içki içtik, el ele dolaştık, birbirimize; birbirimizi sevdiğimizi söyledik, öpüştük, seviştik… Mümkün olduğunca az konuştuk. O küçük makinenin metalik sesi mevcut romantizmimizi baltalıyordu ama onsuz da olmuyordu. İki haftanın sonunda ben İzlandaca sadece “Ég elska þig” demeyi öğrenmiştim, Geir de sadece “Seni seviyorum” demeyi öğrenmişti.

 

Gitmesine birkaç gün kala,

 

“Benimle gel, sensiz yaşamam”, dedi o metalik ses.

 

“Nasıl olur?” dedim. İçimdeki çılgın kız bir yandan git diyordu. Ne vardı ki, beni bu ülkede bağlayan. Zaten çok sevmiyordum buraları. “ Birkaç haftalığına ben de tatile yanına gelirim” dedim. Küçük elektronik aletten duygusuzca “ Çok sevinirim” sesi duyuldu. Geir’in yüzünde ise tatlı bir tebessüm.

 

Geir ülkesine gittikten iki hafta sonra ben de vize işlemlerini tamamladım, İzlanda’ya sadece gidiş bir bilet aldım, bavulumu topladım ve yola çıktım. Beni havaalanında karşılarken mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Benim ise içimde küçük korkular vardı ama yine de mutluydum. Sevdiğim adam ile beraber çok güzel bir hafta geçirdim İzlanda’da.

 

Bir haftadan sonra her şey daha karanlık gelmeye başladı. Yemekleri çok kötüydü, insanları çok kuşkucuydu, dilleri çok kaba ve öğrenilmezdi, içkileri tatsızdı, suları kekremsiydi, binaları korkunçtu, şoförleri yavaştı, kırmızı ışıkları uzundu, kızları kendini beğenmişti, servisleri yavaştı, kaldırımları yüksekti, çocukları suratsızdı…

 

Geir ise tanıdıkça daha az seviyordum. Bazen kendi kendine, kendi dilinde konuşuyordu ve bu beni çok rahatsız ediyordu. Arkadaşlarının yanında söylediklerinden bir şey anlamasam da çok kaba hareketlerini seziyordum. İstanbul’daki gibi giyimine özen de göstermiyordu. Yabancıyı ülkemde daha çok seviyordum, kendi ülkesinde o kadar da farklı ve tatlı değildi.

 

İkinci haftamın son günlerinden birinde Geir’in içtiği kahve, aramızda iletişimi sağlayan ve her geçen gün daha az kullandığımız o makinenin üzerine döküldü. Artık ikimizin iletişime geçmesi gibi bir ihtimal kalmamıştı, zaten Geir de çok üzülmüş gibi durmuyordu. Başparmağını kaldırdı sonra da kendini göstererek, sorun yok ben hallederim, dercesine bir hareket yaptı ama tam beş gün konu hakkında hiçbir şey yapmadı. Benimle konuşamamayı umursamıyor gibiydi.

 

Birkaç gün sonra, o evde yokken havaalanına gittim ve şehrime bir bilet aldım. Evden çıkmadan da rujum ile aynasına “ elveda yabancı” yazdım.


hamiş: altize yabancı temaliı beğenmediğim hikaye

Hiç yorum yok: