Hakimin
Dikkat Sorunu Vardı, Suçlu İse Deneyimlere Açık Bir Karakterdi
Birinci bölüm.
Sırf İngilizce öğrensin
diye çocuğun kreşine servis hariç aylık bin yüz lira veriyordum ama hala muza
‘bunane’, televizyona ‘telefişyon’ diyordu. Arabamın motorunda sadece benim
duyabildiğim bir gıcırtı vardı ve bu ses beynimi acıtıyordu. Hanım bu aralar
her zamankinden daha çok dırdır yapıyor ve her ay saçının rengini ya da
modelini değiştirip duruyordu. Yan komşu tüm uyarılarıma rağmen ayakkabılarını
kapının önünde bırakıyor ve ergen veletleri metal müzik dinliyordu. Yargı
karışıktı, kendi içinde güçler ayrılığı yaşıyordu ve taraf olmazsam bertaraf
olacağımı sezebiliyordum. Tüm bunları enikonu düşünmekten doğru düzgün
uyuyamamış; afyonum patlamadığından ağır ağır tıraş olmuş, kahvaltı yapmaya
fırsat bulamadan kendimi arabaya atmıştım. En önemlisi bir yudum bile çay
içememiştim.
O sabah karar duruşması
vardı ve tüm Türkiye’nin gözü kulağı benim hakimi olduğum duruşmayı basına açık
yapmaya karar vermiştim. Zaten kararı bir hafta öncesinden yazmıştım, adamın
suçu sabitti; sadece bir tiyatro oynayacaktım o kadar. “Karar verilmiştir”
diyecektim ve kalemi kıracaktım...
Her şey tam planladığım
gibi de oldu; önce “Gereği düşünüldü”, sonra da “Karar”, dedim en tok sesimle.
Herkes ayağa kalktı. Herkesin gözü kulağı ağzımdan çıkacak kelimelerdeydi.
Muhteşem bir sessizlik vardı. İnsanların beni cep telefonu ile çektiğini
görebiliyordum. İki dakika sonra tüm haber kanallarında flaş haberlerdeydim.
“Sanık G.G’nin suçu sabit görülmesi üzerine intiharına karar verilmiştir” dedim
ve ağzımdan yanlışlıkla intihar lafının çıkması ile kalem elimden fırladı,
sanki yere atmışım gibi bir görüntü ortaya çıktı.
İkinci bölüm.
İngilizlerin bir sözü
vardır, hayatta ensest ve polka dışında her şeyi deneyeceksin. Ben de örnek
vatandaş olarak geçirdiğim kırk iki yılın sonunda bu kanıya vardım ve tüm
suçları denemeye karar verdim. Önce küçük suçlar işledim. Bir sokaktaki tüm
arabaların lastiklerini patlattım. Sonra bir arabayı durup dururken yaktım.
Sonra yaşlı bir kadının çantasını çaldım. Hırsızlığın da hazzı farklıydı.
Tatile giden insanların evlerine girdim. O da kesmedi, gece insanlar uyurken
hırsızlık yaptım. Bir gece evin babası uyandı ve onu dövdüm. O günden sonra da
şiddete merak saldım. Yolda yürüyen birini dövdüm önce. Sonra başka birini
öylesine, sırf kendimi denemek için dövdüm. Okulu asmış, parkta kola içip
çekirdek çitleyen liselileri dövdüm. Derken hırsızlıkla şiddeti birleştirmeye
karar verdim ve gasba başladım. Artık suçu öğreniyordum. Bakkal çakkal soydum
birkaç tane. Hem de dükkan sahibini döve döve. Bu olaylarla adım duyulmaya
başladı ve bunu da sevdim. Artık işlediğim her suçtan sonra imza olarak tahta
kalemi ile suçun altına imzamı atıyordum. Suç bağımlılık yapıyordu ve her
seferinde işleri büyütmem, kendimi geliştirmem ve haberlere çıkmam gerektiğini
düşünüyordum. Cinayete karar verdim bir kahvaltı sofrasında ve işe internetten
numarasını bulduğum bir fahişe ile başladım. Cesedin üzerine elbette imzamı
attım. Sonra insanlığa zararlı olduğunu düşündüğüm birkaç kişiyi öldürüp imzamı
attım. Siyasetçileri kimse sevmiyordu ve insanlar hayran olmaya çok meyilliydi.
Hemen sevenlerim, hayranlarım oluştu. Cinayetlerim birbirlerini izledi ama
yorgunluğu da hissetmeye başladım. İnsanlar beni bilsin isteği ve muhteşem bir
son yapma fikri uyumadan önce kafamda dolanmaya başlamıştı. Hırsızlığın ve
şiddetin birleştiği en üst nokta olarak şehir merkezinden bir banka soygunuyla
jübile yapmaya karar verdim. Cephanemi doldurdum ve hiçbir inceliği olmadan
içeri gidip güvenlikleri ve birkaç gişeciyi mıhladım. Kahraman bendim ve
başkasının kahraman olmasına izin veremezdim; bu nedenle hareket eden birkaç
kişi daha öldürdüm. Çantalarla paralar gelirken polisler de geldi. Hatta
istesem polisler gelmeden kaçabilirdim, her zaman olduğu gibi geç kalmışlardı.
Sonra tam yirmi bir saat rehinecilik oynadım ve en sonunda “Beni siz
yakalamadınız, ben sıkıldım” diye bağırarak bankadan çıktım. Suçlarımı yazdığım
kitabım benim üçüncü duruşmamın olduğu gün çıkmıştı bile. İnsanlar beni tanıyor
ve seviyordu.
O gün de artık son
duruşmamdı ve idam kararını bekliyordum. Hakim intiharıma karar verince kan
beynime sıçradı. Pis adam benden rol çalmıştı.
Üçüncü bölüm.
Gerçekten de tüm gazete
ve televizyonlardaydım.
Kararım dünya yargı
tarihinde bir ilkti ve devrim olarak gözüküyordu. Sadece yaşlı liberal bir
gazeteci dilimin sürçmüş olabileceğini söyledi ama kimse ona inanmadı ve işi sulandırmakla
suçladı. Herkes intihar kararımın idam cezasına bir tepki olarak verdiğimi
düşündü. İdamın bir çeşit devlet eliyle işlenen cinayet olduğuna ve benim bu
postmodern kararımla bazı şeyleri değiştirmek için elimi taşın altına koyduğumu söyleyenler de oldu.
Özellikle kalemi kırmayışım ve yere atışım artık hukukta yeni bir geleneği
başlatmıştı. Eski kararlarım incelendi, daha önce on altı tane idam kararı
vermiştim. İnsanlar benim son kararımın altında derin bir pişmanlık
yatabileceğini de düşündüler. Dünyaca ünlü psikologlar ve hukukçular hakkımda
makaleler yazmaya başladılar. Lise, üniversite yıllıklarım karıştırıldı,
askerlik arkadaşlarım ve komutanlarıma nasıl biri olduğum soruldu; adını dahi
hatırlamadığım çocukluk arkadaşlarım yine hiç hatırlamadığım hümanizmimi öven
anılarımı televizyonlara çıkıp anlattılar. Tüm röportaj tekliflerini reddettim
ve bu ulaşılmaz tavrım daha da bir büyüttü beni insanların gözü önünde.
Meslektaşlarım da zaten bir ayrımın eşiğindelerken üstüne üstlük benim bu akılamaz
kararım iyice kafalarını karıştırmıştı. Birkaç gün sessizliklerini korudular
sonra da beni taraflarına çekmeye ya da beni taraftarlarıymış gibi göstermeye
çalıştılar. Yargının iki tarafından da bana paralel kararlar alınmaya başladı.
Duruşmalarda kalemler yere atılır oldu. Adalet Bakanı bile çat kapı odamda beni
ziyaret edip; bir isteğim, bir sıkıntım olup olmadığını ve başsavcılık makamını
mı yoksa yargıtay üyeliğini kariyerimin ilerisinde düşündüğümü sordu. Tabi ki
“Benim amacım vatanıma hizmet, siz nasıl uygun görürseniz” dedim. Yargının
diğer tarafındakiler ise adliye tuvaletindeki fısıldaşmalarda Adalet Bakanı
olmak hakkındaki görüşlerimi sordular. Onlar da “Hayırlısı” dedim.
Dördüncü bölüm
Tabi ki intihar
etmeyecektim. Tamam daha önce hiç denememiştim ve yeni deneyimlere açık bir
insandım, ölümden de zerre korkmuyordum ama intihar etmek kaybetmek demektir;
bunu kendime yediremezdim.
Hantal ve aptal işlemesi
ile ünlü devlet mekanizmaları, konu benim intihar cezama gelince kendini
aşmıştı. Önce odama bir halat bıraktılar. Kendimi asmak isteyeceğimi düşünmüş
olmaları çok gülünçtü. İp atladım halatla, daha önce hiç ip atlamamıştım; sonra
da köşeye bir yere attım gitti. Odama bir küvet koydular sonra ve bir de saç
kurutma makinası; sempatik bir girişimdi. Daha önce hiç küvetli bir evde
oturmamıştım ve su parası çok gelir diye köpük banyosu yapamamıştım. Uzun uzun
yaptığım, ellerimi buruş buruş eden köpük banyolarımdan rahatsız olacaklar ki,
bir hafta sonra küvetimi geri aldılar. Jilet bıraktılar başka bir gün; soğuk
çeliği elime alıp tıraş olmak her erkeğin yaşaması gereken bir deneyimdi, hele
sakallarımdan gelen çıtçıtçıt sesi. Uzun yıllar sonra ilk kez her sabah tıraş
olmaya başladım. Sonra onu da elimden aldılar. İşlemeli, gıcır gıcır bir
sallama geldi, oynaması çok keyifliydi; daha önce hiç tatmadığım bitirim abi,
kabadayı havası hissettirdi bana. Acemisi olduğum içim parmağımı kestiysem de
bu yara beni öldürmezdi, beni öldürmeyeceğini anlayınca elimden sallamamı da
aldılar. Zehir yöntemini denemeye kadar verdiler ve yemeklerimin yanında tuzluk
ve karabiberlik gibi zehir sunmaya başladılar. Zehir ile ne yapılabilir düşünüp
durdum. Küçük deneyler yapmaya başladım. Güneşe bırakıp deriştirdim, suya katıp
köpürttüm; kimya ile daha önce ilgilenemediğim ve kimseyi zehirleyerek
öldürmediğim için hayıflandım durdum. Tabi tatmayı hiç düşünmediğim için yanıma
zehir koymayı da bıraktılar. Bir seferinde gelen zehir tuz gibiydi. O günden
sonra tuzu da bıraktım. Devletin beni öldürme girişimleri sağlığıma daha iyi
geliyordu. Silahla kendimi öldürmek istiyorum, diye dilekçe yazdım cezaevi
yönetimine; sırf denemek için. İçinde tek kurşun olan eski bir silah verdiler
bana, ben de silahı getiren gardiyana ateş ettim ama vuramadım. Silahta mı bir
ilginçlik vardı yoksa içerisi mi beni köreltmeye de başlamıştı bilemedim de.
Ama bu hareketim pek hoşlarına gitmedi ve beni çok acayip bir hücreye tıktılar.
İçeride hiçbir şey yoktu. Sadece duvara monte edilmiş kırmızı bir düğme, o
kadar. O düğmeye basarsam bir şey olacağını biliyordum ve hiç basmadım. Tuttum
kendimi. Benden farklı olarak zekalarının bittiği yerde şiddetleri başladı. Bol
bol dayak yedim. Ben şiddetin iki tarafında olmayı da seviyordum ve böyle kuru
dayak yemek de daha önce denemediğim bir şeydi. Aynı zaman da bu dayaklar
ileride olacakların sinyalini veriyordu ve benim artık sonum hakkında bir
fikrim oluşmaya başlamıştı.
Beşinci bölüm.
Aldığım kararla
kazandığım saygınlık, aldığım kararın uygulanmaması ile yavaş yavaş kayboluyordu.
Kamuoyunda imzacı katilin ölmesi gerektiğini düşünenler benim gibi
çoğunluktaydı ama adam sağladığımız tüm imkanlara rağmen intihar etmiyor,
edecek gibi de durmuyordu. Hatta hayranlarına yazdığı cevap mektuplarda intihar
etmeyi kaybetmek olarak göreceğini ve asla intihar etmeyip mücadelesini
sürdüreceğini söylüyordu. Tabii cezaevi yönetimi mektupları önceden okuduğu
için bu bilgi dışarı sızmıyordu. Ben de çaresizlikten tarafımı seçmiştim.
Adalet Bakanı’nın cep telefonuna mesaj attım “Efendim konuşmamız lazım”
Gece yarısı Adalet Bakanlığında
Bakanla baş başa konuşuyorduk. O da durumun sarpa sardığının farkındaydı.
Gerçekten intihar edeceğini düşünüp düşünmediğimi sordu. “Evet, psikiyatri
raporlarına dayanarak bu kadarı verdim”, dedim. Adalet Bakanı’nı bile
kandırabildiğime göre iyi bir yalancıydım. Eğer onlarla beraber hareket edersem
bu sorunu çözebileceklerini söyledi. “Ben zaten hep sizinle beraberdim” dedim.
Her yıl nezarethanelerde ve cezaevlerinde kaç kişi işkenceden öldüğünü bilip
bilmediğimi ve o ölümlere intihar raporu
verdiklerinden haberimin olup olmadığını sordu. “Nasıl uygun görürseniz” dedim.
Çözüm yolu gözükmüştü. Hanımımı ve çocuğumu, arabamın markasını ve komşularımla
ilişkilerimi sordu. Ayakkabılarını dışarı çıkartan komşularımla aile dostuymuş,
şaşkınlıkla öğrendim. “Harika insanlar, harika komşular. Özellikler o oğulları
yok mu? Bu vakitte böyle efendi bir çocuk, maşallah. Geldiğinizde muhakkak bize
de bir kahve içmeye uğrayın”, dedim. İşlerinin yoğunluğundan yakındı ve eğer
vakit bulabilirse seve seve geleceğini söyleyip sohbeti sonlandırdı.
Altıncı bölüm.
Eski hücreme atılmıştım
tekrar. Keşke başka bir hücreye atsalardı, başka bir şey görmüş olurdum. Gece uyudum,
sabah uyandım kahvaltıda plastik çatalla pörsümüş bir zeytini yakalamaya çalışırken
yaşlı bir adam hücremden içeri girdi ve suratıma donuk donuk bakıp “Ben
Süleyman, emekli bir komiserim” dedi. Dışarıdan hücreme doğru yeşil bir bahçe
hortumu uzanıyordu ve hortumun ucu adamın elindeydi. “Açın suyu” diye bağırdı. Buz
gibi suyu alnımda, boğazımda hissettim. Karşımdaki adam benden hem yaşlı, hem
de güçsüz duruyordu. Elinde ise sadece bir hortum vardı. İstesem saldırırdım,
su o kadar da tazyikli değil ama
direnecek gücü bulamadım kendimde. Hayatta en son yaşayacağım deneyimler
biri de buymuş demek, pes etmek. Bir yandan ıslattı bir yandan da hortumla
dövdü beni. Ne kadar ayık kaldım bilemiyorum.
Yedinci bölüm.
İmzacı katilin intihar
ettiği haberleri benim intihar kararı verdiğim günkü gibi sükse yaptı.
Odasındaki battaniyenin kenarlarını söküp odasının penceresine bağladığı ve
kendini orada astığı söyleniyordu. Ceza infaz memurları her şeyi kameralardan
izlemiş ve tabi ki intiharını engellememişlerdi.
Tüm basın bir kez daha
beni konuşuyordu. Övgü dolu sözler duymak harikaydı. Olaydan sonra Adalet Bakanı
tüm hakimleri tatlı bir dille tehdit etti, artık intihar kararı vermek, kalemi
yere atmak yasaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder