28 Haziran 2014 Cumartesi

Hakimin Dikkat Sorunu Vardı, Suçlu İse Deneyimlere Açık Bir Karakterdi

Hakimin Dikkat Sorunu Vardı, Suçlu İse Deneyimlere Açık Bir Karakterdi

Birinci bölüm.

Sırf İngilizce öğrensin diye çocuğun kreşine servis hariç aylık bin yüz lira veriyordum ama hala muza ‘bunane’, televizyona ‘telefişyon’ diyordu. Arabamın motorunda sadece benim duyabildiğim bir gıcırtı vardı ve bu ses beynimi acıtıyordu. Hanım bu aralar her zamankinden daha çok dırdır yapıyor ve her ay saçının rengini ya da modelini değiştirip duruyordu. Yan komşu tüm uyarılarıma rağmen ayakkabılarını kapının önünde bırakıyor ve ergen veletleri metal müzik dinliyordu. Yargı karışıktı, kendi içinde güçler ayrılığı yaşıyordu ve taraf olmazsam bertaraf olacağımı sezebiliyordum. Tüm bunları enikonu düşünmekten doğru düzgün uyuyamamış; afyonum patlamadığından ağır ağır tıraş olmuş, kahvaltı yapmaya fırsat bulamadan kendimi arabaya atmıştım. En önemlisi bir yudum bile çay içememiştim.

O sabah karar duruşması vardı ve tüm Türkiye’nin gözü kulağı benim hakimi olduğum duruşmayı basına açık yapmaya karar vermiştim. Zaten kararı bir hafta öncesinden yazmıştım, adamın suçu sabitti; sadece bir tiyatro oynayacaktım o kadar. “Karar verilmiştir” diyecektim ve kalemi kıracaktım...

Her şey tam planladığım gibi de oldu; önce “Gereği düşünüldü”, sonra da “Karar”, dedim en tok sesimle. Herkes ayağa kalktı. Herkesin gözü kulağı ağzımdan çıkacak kelimelerdeydi. Muhteşem bir sessizlik vardı. İnsanların beni cep telefonu ile çektiğini görebiliyordum. İki dakika sonra tüm haber kanallarında flaş haberlerdeydim. “Sanık G.G’nin suçu sabit görülmesi üzerine intiharına karar verilmiştir” dedim ve ağzımdan yanlışlıkla intihar lafının çıkması ile kalem elimden fırladı, sanki yere atmışım gibi bir görüntü ortaya çıktı.

İkinci bölüm.

İngilizlerin bir sözü vardır, hayatta ensest ve polka dışında her şeyi deneyeceksin. Ben de örnek vatandaş olarak geçirdiğim kırk iki yılın sonunda bu kanıya vardım ve tüm suçları denemeye karar verdim. Önce küçük suçlar işledim. Bir sokaktaki tüm arabaların lastiklerini patlattım. Sonra bir arabayı durup dururken yaktım. Sonra yaşlı bir kadının çantasını çaldım. Hırsızlığın da hazzı farklıydı. Tatile giden insanların evlerine girdim. O da kesmedi, gece insanlar uyurken hırsızlık yaptım. Bir gece evin babası uyandı ve onu dövdüm. O günden sonra da şiddete merak saldım. Yolda yürüyen birini dövdüm önce. Sonra başka birini öylesine, sırf kendimi denemek için dövdüm. Okulu asmış, parkta kola içip çekirdek çitleyen liselileri dövdüm. Derken hırsızlıkla şiddeti birleştirmeye karar verdim ve gasba başladım. Artık suçu öğreniyordum. Bakkal çakkal soydum birkaç tane. Hem de dükkan sahibini döve döve. Bu olaylarla adım duyulmaya başladı ve bunu da sevdim. Artık işlediğim her suçtan sonra imza olarak tahta kalemi ile suçun altına imzamı atıyordum. Suç bağımlılık yapıyordu ve her seferinde işleri büyütmem, kendimi geliştirmem ve haberlere çıkmam gerektiğini düşünüyordum. Cinayete karar verdim bir kahvaltı sofrasında ve işe internetten numarasını bulduğum bir fahişe ile başladım. Cesedin üzerine elbette imzamı attım. Sonra insanlığa zararlı olduğunu düşündüğüm birkaç kişiyi öldürüp imzamı attım. Siyasetçileri kimse sevmiyordu ve insanlar hayran olmaya çok meyilliydi. Hemen sevenlerim, hayranlarım oluştu. Cinayetlerim birbirlerini izledi ama yorgunluğu da hissetmeye başladım. İnsanlar beni bilsin isteği ve muhteşem bir son yapma fikri uyumadan önce kafamda dolanmaya başlamıştı. Hırsızlığın ve şiddetin birleştiği en üst nokta olarak şehir merkezinden bir banka soygunuyla jübile yapmaya karar verdim. Cephanemi doldurdum ve hiçbir inceliği olmadan içeri gidip güvenlikleri ve birkaç gişeciyi mıhladım. Kahraman bendim ve başkasının kahraman olmasına izin veremezdim; bu nedenle hareket eden birkaç kişi daha öldürdüm. Çantalarla paralar gelirken polisler de geldi. Hatta istesem polisler gelmeden kaçabilirdim, her zaman olduğu gibi geç kalmışlardı. Sonra tam yirmi bir saat rehinecilik oynadım ve en sonunda “Beni siz yakalamadınız, ben sıkıldım” diye bağırarak bankadan çıktım. Suçlarımı yazdığım kitabım benim üçüncü duruşmamın olduğu gün çıkmıştı bile. İnsanlar beni tanıyor ve seviyordu.

O gün de artık son duruşmamdı ve idam kararını bekliyordum. Hakim intiharıma karar verince kan beynime sıçradı. Pis adam benden rol çalmıştı.

Üçüncü bölüm.

Gerçekten de tüm gazete ve televizyonlardaydım.

Kararım dünya yargı tarihinde bir ilkti ve devrim olarak gözüküyordu. Sadece yaşlı liberal bir gazeteci dilimin sürçmüş olabileceğini söyledi ama kimse ona inanmadı ve işi sulandırmakla suçladı. Herkes intihar kararımın idam cezasına bir tepki olarak verdiğimi düşündü. İdamın bir çeşit devlet eliyle işlenen cinayet olduğuna ve benim bu postmodern kararımla bazı şeyleri değiştirmek için elimi  taşın altına koyduğumu söyleyenler de oldu. Özellikle kalemi kırmayışım ve yere atışım artık hukukta yeni bir geleneği başlatmıştı. Eski kararlarım incelendi, daha önce on altı tane idam kararı vermiştim. İnsanlar benim son kararımın altında derin bir pişmanlık yatabileceğini de düşündüler. Dünyaca ünlü psikologlar ve hukukçular hakkımda makaleler yazmaya başladılar. Lise, üniversite yıllıklarım karıştırıldı, askerlik arkadaşlarım ve komutanlarıma nasıl biri olduğum soruldu; adını dahi hatırlamadığım çocukluk arkadaşlarım yine hiç hatırlamadığım hümanizmimi öven anılarımı televizyonlara çıkıp anlattılar. Tüm röportaj tekliflerini reddettim ve bu ulaşılmaz tavrım daha da bir büyüttü beni insanların gözü önünde. Meslektaşlarım da zaten bir ayrımın eşiğindelerken üstüne üstlük benim bu akılamaz kararım iyice kafalarını karıştırmıştı. Birkaç gün sessizliklerini korudular sonra da beni taraflarına çekmeye ya da beni taraftarlarıymış gibi göstermeye çalıştılar. Yargının iki tarafından da bana paralel kararlar alınmaya başladı. Duruşmalarda kalemler yere atılır oldu. Adalet Bakanı bile çat kapı odamda beni ziyaret edip; bir isteğim, bir sıkıntım olup olmadığını ve başsavcılık makamını mı yoksa yargıtay üyeliğini kariyerimin ilerisinde düşündüğümü sordu. Tabi ki “Benim amacım vatanıma hizmet, siz nasıl uygun görürseniz” dedim. Yargının diğer tarafındakiler ise adliye tuvaletindeki fısıldaşmalarda Adalet Bakanı olmak hakkındaki görüşlerimi sordular. Onlar da “Hayırlısı” dedim.

Dördüncü bölüm

Tabi ki intihar etmeyecektim. Tamam daha önce hiç denememiştim ve yeni deneyimlere açık bir insandım, ölümden de zerre korkmuyordum ama intihar etmek kaybetmek demektir; bunu kendime yediremezdim.

Hantal ve aptal işlemesi ile ünlü devlet mekanizmaları, konu benim intihar cezama gelince kendini aşmıştı. Önce odama bir halat bıraktılar. Kendimi asmak isteyeceğimi düşünmüş olmaları çok gülünçtü. İp atladım halatla, daha önce hiç ip atlamamıştım; sonra da köşeye bir yere attım gitti. Odama bir küvet koydular sonra ve bir de saç kurutma makinası; sempatik bir girişimdi. Daha önce hiç küvetli bir evde oturmamıştım ve su parası çok gelir diye köpük banyosu yapamamıştım. Uzun uzun yaptığım, ellerimi buruş buruş eden köpük banyolarımdan rahatsız olacaklar ki, bir hafta sonra küvetimi geri aldılar. Jilet bıraktılar başka bir gün; soğuk çeliği elime alıp tıraş olmak her erkeğin yaşaması gereken bir deneyimdi, hele sakallarımdan gelen çıtçıtçıt sesi. Uzun yıllar sonra ilk kez her sabah tıraş olmaya başladım. Sonra onu da elimden aldılar. İşlemeli, gıcır gıcır bir sallama geldi, oynaması çok keyifliydi; daha önce hiç tatmadığım bitirim abi, kabadayı havası hissettirdi bana. Acemisi olduğum içim parmağımı kestiysem de bu yara beni öldürmezdi, beni öldürmeyeceğini anlayınca elimden sallamamı da aldılar. Zehir yöntemini denemeye kadar verdiler ve yemeklerimin yanında tuzluk ve karabiberlik gibi zehir sunmaya başladılar. Zehir ile ne yapılabilir düşünüp durdum. Küçük deneyler yapmaya başladım. Güneşe bırakıp deriştirdim, suya katıp köpürttüm; kimya ile daha önce ilgilenemediğim ve kimseyi zehirleyerek öldürmediğim için hayıflandım durdum. Tabi tatmayı hiç düşünmediğim için yanıma zehir koymayı da bıraktılar. Bir seferinde gelen zehir tuz gibiydi. O günden sonra tuzu da bıraktım. Devletin beni öldürme girişimleri sağlığıma daha iyi geliyordu. Silahla kendimi öldürmek istiyorum, diye dilekçe yazdım cezaevi yönetimine; sırf denemek için. İçinde tek kurşun olan eski bir silah verdiler bana, ben de silahı getiren gardiyana ateş ettim ama vuramadım. Silahta mı bir ilginçlik vardı yoksa içerisi mi beni köreltmeye de başlamıştı bilemedim de. Ama bu hareketim pek hoşlarına gitmedi ve beni çok acayip bir hücreye tıktılar. İçeride hiçbir şey yoktu. Sadece duvara monte edilmiş kırmızı bir düğme, o kadar. O düğmeye basarsam bir şey olacağını biliyordum ve hiç basmadım. Tuttum kendimi. Benden farklı olarak zekalarının bittiği yerde şiddetleri başladı. Bol bol dayak yedim. Ben şiddetin iki tarafında olmayı da seviyordum ve böyle kuru dayak yemek de daha önce denemediğim bir şeydi. Aynı zaman da bu dayaklar ileride olacakların sinyalini veriyordu ve benim artık sonum hakkında bir fikrim oluşmaya başlamıştı.

Beşinci bölüm.

Aldığım kararla kazandığım saygınlık, aldığım kararın uygulanmaması ile yavaş yavaş kayboluyordu. Kamuoyunda imzacı katilin ölmesi gerektiğini düşünenler benim gibi çoğunluktaydı ama adam sağladığımız tüm imkanlara rağmen intihar etmiyor, edecek gibi de durmuyordu. Hatta hayranlarına yazdığı cevap mektuplarda intihar etmeyi kaybetmek olarak göreceğini ve asla intihar etmeyip mücadelesini sürdüreceğini söylüyordu. Tabii cezaevi yönetimi mektupları önceden okuduğu için bu bilgi dışarı sızmıyordu. Ben de çaresizlikten tarafımı seçmiştim. Adalet Bakanı’nın cep telefonuna mesaj attım “Efendim konuşmamız lazım”

Gece yarısı Adalet Bakanlığında Bakanla baş başa konuşuyorduk. O da durumun sarpa sardığının farkındaydı. Gerçekten intihar edeceğini düşünüp düşünmediğimi sordu. “Evet, psikiyatri raporlarına dayanarak bu kadarı verdim”, dedim. Adalet Bakanı’nı bile kandırabildiğime göre iyi bir yalancıydım. Eğer onlarla beraber hareket edersem bu sorunu çözebileceklerini söyledi. “Ben zaten hep sizinle beraberdim” dedim. Her yıl nezarethanelerde ve cezaevlerinde kaç kişi işkenceden öldüğünü bilip bilmediğimi ve o ölümlere  intihar raporu verdiklerinden haberimin olup olmadığını sordu. “Nasıl uygun görürseniz” dedim. Çözüm yolu gözükmüştü. Hanımımı ve çocuğumu, arabamın markasını ve komşularımla ilişkilerimi sordu. Ayakkabılarını dışarı çıkartan komşularımla aile dostuymuş, şaşkınlıkla öğrendim. “Harika insanlar, harika komşular. Özellikler o oğulları yok mu? Bu vakitte böyle efendi bir çocuk, maşallah. Geldiğinizde muhakkak bize de bir kahve içmeye uğrayın”, dedim. İşlerinin yoğunluğundan yakındı ve eğer vakit bulabilirse seve seve geleceğini söyleyip sohbeti sonlandırdı.

Altıncı bölüm.

Eski hücreme atılmıştım tekrar. Keşke başka bir hücreye atsalardı, başka bir şey görmüş olurdum. Gece uyudum, sabah uyandım kahvaltıda plastik çatalla pörsümüş bir zeytini yakalamaya çalışırken yaşlı bir adam hücremden içeri girdi ve suratıma donuk donuk bakıp “Ben Süleyman, emekli bir komiserim” dedi. Dışarıdan hücreme doğru yeşil bir bahçe hortumu uzanıyordu ve hortumun ucu adamın elindeydi. “Açın suyu” diye bağırdı. Buz gibi suyu alnımda, boğazımda hissettim. Karşımdaki adam benden hem yaşlı, hem de güçsüz duruyordu. Elinde ise sadece bir hortum vardı. İstesem saldırırdım, su o kadar da tazyikli değil ama  direnecek gücü bulamadım kendimde. Hayatta en son yaşayacağım deneyimler biri de buymuş demek, pes etmek. Bir yandan ıslattı bir yandan da hortumla dövdü beni. Ne kadar ayık kaldım bilemiyorum.

Yedinci bölüm.

İmzacı katilin intihar ettiği haberleri benim intihar kararı verdiğim günkü gibi sükse yaptı. Odasındaki battaniyenin kenarlarını söküp odasının penceresine bağladığı ve kendini orada astığı söyleniyordu. Ceza infaz memurları her şeyi kameralardan izlemiş ve tabi ki intiharını engellememişlerdi.


Tüm basın bir kez daha beni konuşuyordu. Övgü dolu sözler duymak harikaydı. Olaydan sonra Adalet Bakanı tüm hakimleri tatlı bir dille tehdit etti, artık intihar kararı vermek, kalemi yere atmak yasaktı.

Hiç yorum yok: