Etnik Kapitalizm
Babam her zamanki gibi
baba koltuğunda apış arasını kaşıya kaşıya televizyon izliyor ve yalılarda
yaşayan insanların karmakarışık aşk hikayelerini düşünerek günün yorgunluğunu
atmaya çalışıyordu. Saçlarını yıkardı her işten geldiğinde ve o gece gibi yaz
günlerinde kurutmazdı. Bazen sağa, bazense sola yatırır saçlarını, bazense
mohawk gibi gezerdi. Babamı tek kelime ile anlatmam gerekirse seçeceğim kelime
yorgun olurdu. Göz altları yorgundu babamın, kumandayı tutuşu yorgundu,
terliklerini giyişi yorgundu, çayını karıştırışı yorgundu, ‘Hadi Allah rahatlık
versin ben uyuyorum’ deyişleri yorgundu, sabah annemin telefonundan haberleri
okuyuşu yorgundu…
Annem ise evliliğinin
çok büyük bir kısmında olduğu gibi yine depresyonlardaydı. Elinde telefonu
facebookta gezerken bir yandan ablamın çakma sarışın kız arkadaşının
nişanlısının at yarışı bağımlısı olduğu için üzülüyor, diğer yandan babamın
patronunun ablasının ikinci düşüğüne içi parçalanıyor, aynı zamanda da
günlerdir basının ilk haberi olan fakir güzel kızı öldüren zengin çocuğuna öfke
kusuyordu. Annem feministti ama farkında değildi; ben değil de yıllardır
gittiği kuran kursu hocası Hanife Teyze anneme feminist olduğunu söylese kesin
kabul ederdi. Babama öfkeli değildi, üzülürdü babama, kavgalarında bile 'Git
başımdan kalbini kırdırtma, bir laf ederim aylarca altından kalkamazsın'
dediğini bilirim. Çünkü yıllar önceki bir tartışmadan sonra babam aylarca hiç
konuşamamışlığı vardı.
Ablam aynıydı. Sessiz
sedasız. Uykulu gözleri ile belki yüzüncü bebek yeleğini örüyordu. Muhteşem ev
kızıydı. İkinci iki yıllık okulunu bitirmiş ve kpss'den yine çok düşük puan
almıştı. Arada girdiği işlerden hep tacizkar bakışları bahane ederek çıkıyordu.
En son erkeğim diye bana bile el vermeyen hacı sütannemi hadi çıldırtmış ve -
buraları laz aksanı ile okuyunuz- ' Ne var kızım bakıyorlarsa, alımlısın ki
bakıyorlar' dedirtmişti. Zavallım belli ki sarışın devlet memurlarının ilgi
alanı değildi; talipleri ise hep özel sektördeki esmer ara elemanlardı. Az
uyuyor, az yiyor, az gülüyor, az konuşuyor ve korkarım ki az hayal kuruyordu.
Ablamın kelimesi ne yazık ki 'az''dı. Kendimden çok ona üzülüyordum.
Ben mi? Bense nostalji
pop çalan bir radyo kanalına sarmıştım bu günlerde. Geceleri taksiye çıkıyordum
bazen, Rıfat Abi aradığında -üçüncü yedek şoförüydüm- bazenleri de marketlerin
sebze reyonunda duruyordum. Ne zaman ki sebzelerin kodlarını öğrenmeye
başlayayım işime son veriyorlardı. Son mağaza müdürümün kafasında japon turpu
parçaladığımdan beri evden çıkmadan önce camdan bakmak zorundaydım. Herifçi
aşiretmiş ve adam gibi Türkçe konuşamayıp, leş gibi kokmasına rağmen müdür
olmasının nedeni de belki akrabaları gelir de alışveriş yapar diyeymiş. Sağlam
bir dayak beni bekliyordu. Elimden bir kaza çıkmasın diye yanımda çakımı
taşımıyordum. Evdekilere durumu anlatamamıştım. Ben zaten genelde anlatmam.
Benim kelimem ise sır. Büyük değil, küçük sır.
Ve tam radyosa da Aşkın
Nur Yengi’den, Ay İnanmıyorum çalarken annem facebookta gördüğü bir mesajı
okumaya başladı. 'Ay inanamıyorum! Dinleyin bi! Son dakika gelişmesi,
Atatürk'ün gizli çalışma defteri bulunmuş. Atatürk daha o zaman, Suriye'den
gelenleri asla aranıza almayın. Onlara vatandaşlık vermeyin. Suriyeliler'i
içinize aldığınız zaman sizin birliğinizi bozar, ailenizi bozar, dirliğinizi
bozar demiş. Bu bölüm Nutuk’un yeni baskısına yetiştirecekmiş ama ömrü izin
vermemiş' dedi. Evde öyle buz gibi bir sessizlik olmadı, nasılsa facebook
haberiydi, annem sol seçmen olmasa da facebookta sol grupları tercih ediyordu.
Kimse bir şey demedi, iş olarak sayılmasa bile işlerimize kaldığımız yerde
devam ettik. Canımıza okuyan etnik kapitalizme karşı tek direniş noktası reklam
izlememek olan babam, dizisi uzun reklama girdiğinde zaten elinden hiç
bırakmadığı kumandasının tuşlarını P+ ya basarak haber kanallarına geldi. Bizim
asparagas olarak değerlendirdiğimiz haber tüm haber kanallarında son dakika
notu olarak geçiyordu. Gizli defter Kılıç Ali'nin torunlarında çıkmıştı ve
basına verilmeden önce Louvre Müzesi tarafından incelenmiş ve yüzde yüz gerçek
raporu almıştı.
Atatürkçü bir aile
sayılmazdık. Babamın ya da benim hiç Atatürk baskılı kravatımız olmamıştı,
evimizde Atatürk imzalı kahve fincanları da yoktu ve ergenliğimin hiçbir
zamanında koluma Atatürk imzalı dövme yaptırmayı düşünmemiştim. Milli
bayramlarda ya da 10 Kasımlarda sosyal medyamda Atatürklü paylaşımlar
yapmazdım. Birkaç kez yolum Ankara'ya düşse de hiç Anıtkabir'e gidesim
gelmemişti ama radyomu kapattım ve ciğerlerimi titrete titrete bağırdım 'Atam
be!' Babam kalktı bana sarıldı, annemle ablam da sarıştılar ve gözlerinden
birkaç damla yaş yanaklarından dudaklarının kıvrımına doğru uzadı.
Suriyelilerin gelişinin
onu dördüncü yılıydı ve artık çok geçti. Çok çalışmışlar ve çok güçlenmişlerdi.
Birbirlerini iyi kolluyor ve birliklerinden güç doğuyordu. Babamın Suriye'li
patronu çok daha gergin bir adam oldu ve babama daha kötü davranmaya başladı,
Suriyelilerden iş kalmadığı için ben de eski pop şarkıları dinlemeye devam
ettim. Ablamın da annemim de mutsuzlukları onlardan kaynaklıydı . Atam bu sefer
bizi kurtaramamıştı...
-
Madem o kadar anlattım
bir de şöyle bir durum var, bu olayın üzerinden çok vakit geçmemişti ki; babama
çalıştığı dükkanda temizlensin diye yola attığı paspası alırken araba çarptı ve
öldü. Kameralardan da izledik, kazaydı ve arabayı kullanan çok iyi bir adamdı.
O günden sonra bizle çok ilgilendi, ablamı oğlu ile evlendirdi mesela. Annem
artık şimdi ablamlarda kalıyor. Bense radyo dinlemeye devam ediyorum. Bazen
istek şarkı bile istiyorum. Ayten Alpman söylüyor, Bir Başkadır Benim
Memleketim. Lay lay lay lay lay lay lay lay; lara lay lay, lara lay lay; lara
lay lay lay lay lay lay lay laaaaaaay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder