4 Nisan 2017 Salı

Etik kapitalizm

Etnik Kapitalizm

Babam her zamanki gibi baba koltuğunda apış arasını kaşıya kaşıya televizyon izliyor ve yalılarda yaşayan insanların karmakarışık aşk hikayelerini düşünerek günün yorgunluğunu atmaya çalışıyordu. Saçlarını yıkardı her işten geldiğinde ve o gece gibi yaz günlerinde kurutmazdı. Bazen sağa, bazense sola yatırır saçlarını, bazense mohawk gibi gezerdi. Babamı tek kelime ile anlatmam gerekirse seçeceğim kelime yorgun olurdu. Göz altları yorgundu babamın, kumandayı tutuşu yorgundu, terliklerini giyişi yorgundu, çayını karıştırışı yorgundu, ‘Hadi Allah rahatlık versin ben uyuyorum’ deyişleri yorgundu, sabah annemin telefonundan haberleri okuyuşu  yorgundu…
Annem ise evliliğinin çok büyük bir kısmında olduğu gibi yine depresyonlardaydı. Elinde telefonu facebookta gezerken bir yandan ablamın çakma sarışın kız arkadaşının nişanlısının at yarışı bağımlısı olduğu için üzülüyor, diğer yandan babamın patronunun ablasının ikinci düşüğüne içi parçalanıyor, aynı zamanda da günlerdir basının ilk haberi olan fakir güzel kızı öldüren zengin çocuğuna öfke kusuyordu. Annem feministti ama farkında değildi; ben değil de yıllardır gittiği kuran kursu hocası Hanife Teyze anneme feminist olduğunu söylese kesin kabul ederdi. Babama öfkeli değildi, üzülürdü babama, kavgalarında bile 'Git başımdan kalbini kırdırtma, bir laf ederim aylarca altından kalkamazsın' dediğini bilirim. Çünkü yıllar önceki bir tartışmadan sonra babam aylarca hiç konuşamamışlığı vardı.
Ablam aynıydı. Sessiz sedasız. Uykulu gözleri ile belki yüzüncü bebek yeleğini örüyordu. Muhteşem ev kızıydı. İkinci iki yıllık okulunu bitirmiş ve kpss'den yine çok düşük puan almıştı. Arada girdiği işlerden hep tacizkar bakışları bahane ederek çıkıyordu. En son erkeğim diye bana bile el vermeyen hacı sütannemi hadi çıldırtmış ve - buraları laz aksanı ile okuyunuz- ' Ne var kızım bakıyorlarsa, alımlısın ki bakıyorlar' dedirtmişti. Zavallım belli ki sarışın devlet memurlarının ilgi alanı değildi; talipleri ise hep özel sektördeki esmer ara elemanlardı. Az uyuyor, az yiyor, az gülüyor, az konuşuyor ve korkarım ki az hayal kuruyordu. Ablamın kelimesi ne yazık ki 'az''dı. Kendimden çok ona üzülüyordum.
Ben mi? Bense nostalji pop çalan bir radyo kanalına sarmıştım bu günlerde. Geceleri taksiye çıkıyordum bazen, Rıfat Abi aradığında -üçüncü yedek şoförüydüm- bazenleri de marketlerin sebze reyonunda duruyordum. Ne zaman ki sebzelerin kodlarını öğrenmeye başlayayım işime son veriyorlardı. Son mağaza müdürümün kafasında japon turpu parçaladığımdan beri evden çıkmadan önce camdan bakmak zorundaydım. Herifçi aşiretmiş ve adam gibi Türkçe konuşamayıp, leş gibi kokmasına rağmen müdür olmasının nedeni de belki akrabaları gelir de alışveriş yapar diyeymiş. Sağlam bir dayak beni bekliyordu. Elimden bir kaza çıkmasın diye yanımda çakımı taşımıyordum. Evdekilere durumu anlatamamıştım. Ben zaten genelde anlatmam. Benim kelimem ise sır. Büyük değil, küçük sır.
Ve tam radyosa da Aşkın Nur Yengi’den, Ay İnanmıyorum çalarken annem facebookta gördüğü bir mesajı okumaya başladı. 'Ay inanamıyorum! Dinleyin bi! Son dakika gelişmesi, Atatürk'ün gizli çalışma defteri bulunmuş. Atatürk daha o zaman, Suriye'den gelenleri asla aranıza almayın. Onlara vatandaşlık vermeyin. Suriyeliler'i içinize aldığınız zaman sizin birliğinizi bozar, ailenizi bozar, dirliğinizi bozar demiş. Bu bölüm Nutuk’un yeni baskısına yetiştirecekmiş ama ömrü izin vermemiş' dedi. Evde öyle buz gibi bir sessizlik olmadı, nasılsa facebook haberiydi, annem sol seçmen olmasa da facebookta sol grupları tercih ediyordu. Kimse bir şey demedi, iş olarak sayılmasa bile işlerimize kaldığımız yerde devam ettik. Canımıza okuyan etnik kapitalizme karşı tek direniş noktası reklam izlememek olan babam, dizisi uzun reklama girdiğinde zaten elinden hiç bırakmadığı kumandasının tuşlarını P+ ya basarak haber kanallarına geldi. Bizim asparagas olarak değerlendirdiğimiz haber tüm haber kanallarında son dakika notu olarak geçiyordu. Gizli defter Kılıç Ali'nin torunlarında çıkmıştı ve basına verilmeden önce Louvre Müzesi tarafından incelenmiş ve yüzde yüz gerçek raporu almıştı.
Atatürkçü bir aile sayılmazdık. Babamın ya da benim hiç Atatürk baskılı kravatımız olmamıştı, evimizde Atatürk imzalı kahve fincanları da yoktu ve ergenliğimin hiçbir zamanında koluma Atatürk imzalı dövme yaptırmayı düşünmemiştim. Milli bayramlarda ya da 10 Kasımlarda sosyal medyamda Atatürklü paylaşımlar yapmazdım. Birkaç kez yolum Ankara'ya düşse de hiç Anıtkabir'e gidesim gelmemişti ama radyomu kapattım ve ciğerlerimi titrete titrete bağırdım 'Atam be!' Babam kalktı bana sarıldı, annemle ablam da sarıştılar ve gözlerinden birkaç damla yaş yanaklarından dudaklarının kıvrımına doğru uzadı.
Suriyelilerin gelişinin onu dördüncü yılıydı ve artık çok geçti. Çok çalışmışlar ve çok güçlenmişlerdi. Birbirlerini iyi kolluyor ve birliklerinden güç doğuyordu. Babamın Suriye'li patronu çok daha gergin bir adam oldu ve babama daha kötü davranmaya başladı, Suriyelilerden iş kalmadığı için ben de eski pop şarkıları dinlemeye devam ettim. Ablamın da annemim de mutsuzlukları onlardan kaynaklıydı . Atam bu sefer bizi kurtaramamıştı...
-

Madem o kadar anlattım bir de şöyle bir durum var, bu olayın üzerinden çok vakit geçmemişti ki; babama çalıştığı dükkanda temizlensin diye yola attığı paspası alırken araba çarptı ve öldü. Kameralardan da izledik, kazaydı ve arabayı kullanan çok iyi bir adamdı. O günden sonra bizle çok ilgilendi, ablamı oğlu ile evlendirdi mesela. Annem artık şimdi ablamlarda kalıyor. Bense radyo dinlemeye devam ediyorum. Bazen istek şarkı bile istiyorum. Ayten Alpman söylüyor, Bir Başkadır Benim Memleketim. Lay lay lay lay lay lay lay lay; lara lay lay, lara lay lay; lara lay lay lay lay lay lay lay laaaaaaay

Hiç yorum yok: