5 Kasım 2014 Çarşamba

civciv boyayıcılar

civciv boyayıcılar

Dünya üzerinde radyoların en iyi çektiği yer neresi biliyor musunuz, dedi Çağatay camdan dışarıyı izlerken. Nasuh iskambil kağıtlarından fal bakıyordu o sıra, duymamazlıktan geldi. Bense kaç gün öncesinin olduğunu dahi bilmediğim bir gazeteyi okur gibi yapıyordum, iş ilanlarının olduğu sayfayı görünce içim iyice bir sıkıldı. Çağatay’ın anne babası köye gitmiş, biz de onlara çökmüştük; üçümüzde işsizdik, saat öğleni geçmiş olmasına rağmen yeni kalmıştık, bir lokma dahi yememiştik, sakallarımız en az bir haftalıktı, üçümüzün de üstünde beyaz askılı atletlerimiz vardı, yaşam enerjimiz sıfırdı ve üçümüzün de bir kızın elini tutmayalı bir yılı aşmıştı. Fukuşama, dedi Çağatay şakasına gülmemizi beklercesine. Fuku fuku, fuku fuku; diye ötmeye devam etti. Bazen böyle berbat şakalarına, sırf iyi niyetimizden güldüğümüz oluyordu ama şu an gülmek için de doğru bir zaman değildi.

Birkaç saat daha geçti. Çağatay televizyondaki kadın programlarından birindeki jöntürk bıyıklı bir bunaktan avokadonun faydalarını dinliyordu. Ulan hayatımda hiç avokado yemedim, dedi yine muzipçe. Nasuh çıkmış spor gazetesi almış, yarının maçları için iddia kuponu hazırlıyordu, konsantrasyonu üst seviyedeydi. Bense bu sefer günün gazetesini okur gibi yapıyordum. Gazete okur gibi yapmanın beni sakinleştiren bir durum olduğunu düşünüyorken siren sesiyle yerimizden fırladık ve cama koştuk. Trafik sıkışıktı ve bir ambulans yana yakıla gitmeye çalışıyordu. Sol şerit şekilsiz bir şekilde boşaldı ve ambulans zar zor kaçtı. Avokado yemiyorlar, sonra kalp krizi geçiriyorlar; dedi Çağatay. İkidir şakalarına gülmüyordum, artık buna da gülmezsem ayıp olurdu, adam zaten bize evini açmıştı; tam gülmeye başlayacaktım ki, Nasuh kalktı ve bir şey söylemeden kapıyı çarpıp çıktı. Çağatayla birbirimize bakakaldık. Camdan baktım Nasuh koşarak köşeyi koşar adım birkaç saniyede döndü. Gittiği gibi birer sallama çay koyduk ve Nasuh’un arkasından sallamaya başladık. Bir acayip oldu bu herif, depresyonda bu, kafayı yedi iyice, ağzından kerpetenle laf alınıyor, insan bir nereye gittiğini söyler falan fistan...

Bu kısa dedikodu seansı ikimiz de iyi gelmişti. Çay poşetlerimizi atmayıp, üzerine su çekerek yarımşar bardak daha çay içtik. Çağatay sonra menemen yaptı, ben biraz kestirdim, üç ekmekle menemeni gömdük, spor programı izledik sonra kapı çaldı; birbirimize baktık, gelen Nasuh’tan başka kimse olamazdı. Çağatay açıp açmamakta çok kısa bir tereddüt geçirdiyse de kalkıp kapıyı açtı. Nasuh’un elleri, kolları, gömleği, pantolonu boya içindeydi. Oğlum şu civcivleri teker teker boyayacağınıza tavukları boyasanız daha mantıklı değil mi?, dedi Çağatay. Abartmıyorum yarım saat güldük.

-
Çağatay’ın annesi ve babası köyden hiç dönmedi. Tüm birikmişlerini damla sulama sistemine ve bir çift kangal köpeğine yatırdılar. Çağatay artık yalnız yaşıyordu. Ailesi ondan kira istememişti ve sadece menemenle yerse yaşayabileceği kadar maddi yardım yaparak Çağatay’ı hayata itiyorlardı. Çağatay zaten çok yemek yemezdi ama eve internet bağlatmak için çalışması lazımdı. Nasuh’la beraber civciv boyamacının yanına işe girdiler.

Ve bir iş çıkışı, bir kız gördü Çağatay. Esmer, balık etli, uzun siyah saçları olan İstabullu gibi konuşmaya çalışsa ağzı arada şivesine kaçan aslı Ağrılı, ruhu sancılı bir kız. Ağrılı kızın adı Nuray’dı  ve hayattan tek bir beklentisi vardı; o da ressam bir sevgili. Üstü başı boya içindeki Çağatay’ı görünce de resim bölümü öğrencisi olduğunu düşündü ya da resim bölümü öğrencisi olduğuna inanmak istedi. Tanıştılar ve kaynaştılar çok kısa bir sürede. Bu yalana ayak uydurmak zor olmadı Çağatay için. Zaten artık öğrenci evinde kalıyor gibiydi. Hem Nasuh gibi doğuştan sanatçı tripli bir de arkadaşı vardı; üstüne üstlük son derece de fakirdi. Muhtemelen birçok resim bölümü öğrencisinden pek farkı yoktu.

Bense bu oyuna pek katılmak istemedim. Hem Nuray’a üzülüyordum hem de bizim çocuklara. Bir de bazen gülesim geliyordu hallerine. Kız arkadaş iki civciv boyayıcının tüm atmosferini değiştirmişti. Geceleri belgesel izliyorlardı beraber diğer gün Nuray’a anlatmak için mesela. Van Gogh’tan, Leonardo’dan sanki arkadaşları gibi bahsediyorlar, Bedri Bayram’a ise her fırsatta sallıyorlardı. Postmodern, dadaist gibi daha önce hiç duymadığım şeyler anlattılar bana. Nasuh kumarı bıraktı, tribi arttırdı. Daha sık basıp basıp gidiyor bazen günlerce hiç konuşmuyordu. Eve şövaleler, guaj boyalar, paletler aldılar; hatta içlerindeki çılgın sanatçı yanlarını göstermek için odaların duvarlarını kapılarını garip garip boyadılar. Bazen buluşma yeri olarak üniversitenin kapısını seçiyorlardı. Konuşmaları bile değişmişti. Bir keresinde Çağatay Nasuh’a Oğlum ya portresini çizmemi istersen ne yapacağım?, demişti, Nasuhsa Biz sürrealistiz unutma, diye cevap vermişti.

-
Bir gece laf söz olmasın diye Nuray’ı evinin bir üst sokağına beraber bıraktılar Nasuhla Çağatay. Elleri ceplerinde eski halleri gibi konuştular, içleri sıkkın. Araftaydılar elbette, en güzel yalanlarına daha ne kadar devam edebilecekleri içlerini kemiriyordu. Bir yandan da övünüyorlardı kendileri ile. Altı aydır resim bölümü öğrencisiydiler. Okulu bitirince ne yapacaklarını bile düşünür olmuşlardı saçma sapan. Yalanları gerçeklerini ele geçirmeye başlamıştı.

Uzun uzun yürüdüler, sonra da yorulup bir duvarda oturdular ressammışcasına saatlerce. Sağı solu izlediler pek az konuşarak. Manzaraları güzeldi ucuz pavyonların sönük neonları, ya yaşlı ya da çirkin konsomatrisler, bırak yürümeyi ayakta duramayacak kadar sarhoş adamlar, fahişeler, pezevenkler, gül ya da mendil satan sokak çocukları, onları izleyip yapışkan hayaller kuran ergenler; sokağın öte ucunda da bir polis arabasının tepe ışığı yanıyordu ama sireni ötmüyordu.

Nasuhsa durmadan soluna bakıyordu. Çağatay, Nasuh’u birazdan hiçbir şey demeden kalkıp gideceğini sezmişti. Öyle de oldu. Nasuh koşmaya başladı, kısa bir teredütten sonra arkasında Çağatay yardırdı. Nasuh çok hızlı koşuyordu. Bu temposuyla istese bir kızı beden eğitimi bölümünde okuyorum ya da milli atletim diye rahatlıkla kandırabilirdi. Sollarındaki sokağa saptılar. Nasuh farkı her saniye açıyordu, araya köy kasaba kurmuştu ve artık gözden kaybolmuştu.  Çağatay nefes nefese yürümeye devam etti ve ancak birkaç dakika sonra Nasuh’u yerde yatan bir kadının başında gördü. Hiç konuşmadılar. Nasuh ayakkabılarına çıkarttı ve çoraplarını ellerine geçirdi parmak izi bırakmamak için, aynı şeyi Çağatay da yaptı. Yerde baygın yatan kadını çırılçıplak soyup her şeyini aldılar. Sonra eve doğru yürümeye başladılar.

Konuşmaları gereken ama aylardır erteledikleri konuyu sonunda Nasuh açtı. Nuray’a aşık mısın? Çağatay derin bir nefes alıp, Aşk çok genel bir kavram. Aşk değil hissettiklerim, kesinlikle aşk değil. Peki sen aşık mısın? Nasuh da ayı ses tonu ile cevap verdi, Kesinlikle seninle aynı kanıdayım dostum.
-

Soydukları kadının fiziği Nuray ile tıpa tıptı. Kadının kıyafetlerini, saatini, takılarını, cüzdanını hatta iç çamaşılarını bile belirli aralıklarla hediye ettiler Nuray’a. Garipliklerine alışmıştı Nuray bu sanatçı ikilinin, teşekkür etti, hediyeleri kabul etti ve bol bol merhum konsomatrisin kıyafetlerini giydi.

Birkaç gün sonra Çağatay avazı çıktığı kadar Mina Loy diye bağırırken Nasuh aynı sertlikte Sophie Taeuber diye bağırıyordu.  Büyük ihtimal sanatla ilgili bir şeyi tartışıyorlardı. Ben mutfakta yine kaç günlük olduğunu dahi bilmediğim eski bir gazeteyi kurcalarken Nuray da menemen yapıyordu. Sonra aniden bana döndü ve seni sevdiğimin farkındasın değil mi?, dedi. Kafamı gazeteden kaldıramadım. Bir şey söyleyemedim. Sanki bir yerde Arkadaşımın Aşkısın çalıyor gibiydi. O muhteşem şarkıya hiç yakışmayan o dizeler kafamda yankılanıyordu, ‘Sen başkasının malısın’


Belki mutlu bile olabilirdik Nurayla ama arkadaşlarıma bu kötülüğü yapamazdım. Nasuhvari bir haraketle yerimden kalktım ve basıp gittim ama duruma kendi yorumumu da kattım ve bir daha geri dönmedim. Birkaç kez telefon ettiler ama çok da aramadılar beni. Sonra duydum ki Çağatay ile Nuray aile arası bir törenle nişanlanmışlar. Yüzükleri de Nasuh takmış ve kurdeleyi kestikten sonra makası Nuray’ın karnına saplamış.

Hiç yorum yok: