civciv boyayıcılar
Dünya üzerinde
radyoların en iyi çektiği yer neresi biliyor musunuz, dedi Çağatay camdan
dışarıyı izlerken. Nasuh iskambil kağıtlarından fal bakıyordu o sıra,
duymamazlıktan geldi. Bense kaç gün öncesinin olduğunu dahi bilmediğim bir
gazeteyi okur gibi yapıyordum, iş ilanlarının olduğu sayfayı görünce içim iyice
bir sıkıldı. Çağatay’ın anne babası köye gitmiş, biz de onlara çökmüştük;
üçümüzde işsizdik, saat öğleni geçmiş olmasına rağmen yeni kalmıştık, bir lokma
dahi yememiştik, sakallarımız en az bir haftalıktı, üçümüzün de üstünde beyaz
askılı atletlerimiz vardı, yaşam enerjimiz sıfırdı ve üçümüzün de bir kızın
elini tutmayalı bir yılı aşmıştı. Fukuşama, dedi Çağatay şakasına gülmemizi
beklercesine. Fuku fuku, fuku fuku; diye ötmeye devam etti. Bazen böyle berbat
şakalarına, sırf iyi niyetimizden güldüğümüz oluyordu ama şu an gülmek için de
doğru bir zaman değildi.
Birkaç saat daha geçti.
Çağatay televizyondaki kadın programlarından birindeki jöntürk bıyıklı bir
bunaktan avokadonun faydalarını dinliyordu. Ulan hayatımda hiç avokado yemedim,
dedi yine muzipçe. Nasuh çıkmış spor gazetesi almış, yarının maçları için iddia
kuponu hazırlıyordu, konsantrasyonu üst seviyedeydi. Bense bu sefer günün
gazetesini okur gibi yapıyordum. Gazete okur gibi yapmanın beni sakinleştiren
bir durum olduğunu düşünüyorken siren sesiyle yerimizden fırladık ve cama
koştuk. Trafik sıkışıktı ve bir ambulans yana yakıla gitmeye çalışıyordu. Sol
şerit şekilsiz bir şekilde boşaldı ve ambulans zar zor kaçtı. Avokado
yemiyorlar, sonra kalp krizi geçiriyorlar; dedi Çağatay. İkidir şakalarına
gülmüyordum, artık buna da gülmezsem ayıp olurdu, adam zaten bize evini
açmıştı; tam gülmeye başlayacaktım ki, Nasuh kalktı ve bir şey söylemeden kapıyı
çarpıp çıktı. Çağatayla birbirimize bakakaldık. Camdan baktım Nasuh koşarak
köşeyi koşar adım birkaç saniyede döndü. Gittiği gibi birer sallama çay koyduk
ve Nasuh’un arkasından sallamaya başladık. Bir acayip oldu bu herif,
depresyonda bu, kafayı yedi iyice, ağzından kerpetenle laf alınıyor, insan bir
nereye gittiğini söyler falan fistan...
Bu kısa dedikodu seansı
ikimiz de iyi gelmişti. Çay poşetlerimizi atmayıp, üzerine su çekerek yarımşar
bardak daha çay içtik. Çağatay sonra menemen yaptı, ben biraz kestirdim, üç
ekmekle menemeni gömdük, spor programı izledik sonra kapı çaldı; birbirimize
baktık, gelen Nasuh’tan başka kimse olamazdı. Çağatay açıp açmamakta çok kısa
bir tereddüt geçirdiyse de kalkıp kapıyı açtı. Nasuh’un elleri, kolları, gömleği, pantolonu boya içindeydi. Oğlum şu civcivleri teker teker boyayacağınıza tavukları
boyasanız daha mantıklı değil mi?, dedi Çağatay. Abartmıyorum yarım saat
güldük.
-
Çağatay’ın annesi ve
babası köyden hiç dönmedi. Tüm birikmişlerini damla sulama sistemine ve bir
çift kangal köpeğine yatırdılar. Çağatay artık yalnız yaşıyordu. Ailesi ondan
kira istememişti ve sadece menemenle yerse yaşayabileceği kadar maddi yardım
yaparak Çağatay’ı hayata itiyorlardı. Çağatay zaten çok yemek yemezdi ama eve
internet bağlatmak için çalışması lazımdı. Nasuh’la beraber civciv boyamacının
yanına işe girdiler.
Ve bir iş çıkışı, bir
kız gördü Çağatay. Esmer, balık etli, uzun siyah saçları olan İstabullu gibi
konuşmaya çalışsa ağzı arada şivesine kaçan aslı Ağrılı, ruhu sancılı bir kız. Ağrılı
kızın adı Nuray’dı ve hayattan tek bir
beklentisi vardı; o da ressam bir sevgili. Üstü başı boya içindeki Çağatay’ı
görünce de resim bölümü öğrencisi olduğunu düşündü ya da resim bölümü öğrencisi
olduğuna inanmak istedi. Tanıştılar ve kaynaştılar çok kısa bir sürede. Bu
yalana ayak uydurmak zor olmadı Çağatay için. Zaten artık öğrenci evinde
kalıyor gibiydi. Hem Nasuh gibi doğuştan sanatçı tripli bir de arkadaşı vardı;
üstüne üstlük son derece de fakirdi. Muhtemelen birçok resim bölümü
öğrencisinden pek farkı yoktu.
Bense bu oyuna pek
katılmak istemedim. Hem Nuray’a üzülüyordum hem de bizim çocuklara. Bir de bazen
gülesim geliyordu hallerine. Kız arkadaş iki civciv boyayıcının tüm atmosferini
değiştirmişti. Geceleri belgesel izliyorlardı beraber diğer gün Nuray’a
anlatmak için mesela. Van Gogh’tan, Leonardo’dan sanki arkadaşları gibi
bahsediyorlar, Bedri Bayram’a ise her fırsatta sallıyorlardı. Postmodern,
dadaist gibi daha önce hiç duymadığım şeyler anlattılar bana. Nasuh kumarı
bıraktı, tribi arttırdı. Daha sık basıp basıp gidiyor bazen günlerce hiç
konuşmuyordu. Eve şövaleler, guaj boyalar, paletler aldılar; hatta içlerindeki
çılgın sanatçı yanlarını göstermek için odaların duvarlarını kapılarını garip
garip boyadılar. Bazen buluşma yeri olarak üniversitenin kapısını seçiyorlardı.
Konuşmaları bile değişmişti. Bir keresinde Çağatay Nasuh’a Oğlum ya portresini
çizmemi istersen ne yapacağım?, demişti, Nasuhsa Biz sürrealistiz unutma, diye
cevap vermişti.
-
Bir gece laf söz olmasın
diye Nuray’ı evinin bir üst sokağına beraber bıraktılar Nasuhla Çağatay. Elleri
ceplerinde eski halleri gibi konuştular, içleri sıkkın. Araftaydılar elbette,
en güzel yalanlarına daha ne kadar devam edebilecekleri içlerini kemiriyordu. Bir
yandan da övünüyorlardı kendileri ile. Altı aydır resim bölümü öğrencisiydiler.
Okulu bitirince ne yapacaklarını bile düşünür olmuşlardı saçma sapan. Yalanları
gerçeklerini ele geçirmeye başlamıştı.
Uzun uzun yürüdüler, sonra
da yorulup bir duvarda oturdular ressammışcasına saatlerce. Sağı solu izlediler
pek az konuşarak. Manzaraları güzeldi ucuz pavyonların sönük neonları, ya yaşlı
ya da çirkin konsomatrisler, bırak yürümeyi ayakta duramayacak kadar sarhoş
adamlar, fahişeler, pezevenkler, gül ya da mendil satan sokak çocukları, onları
izleyip yapışkan hayaller kuran ergenler; sokağın öte ucunda da bir polis arabasının
tepe ışığı yanıyordu ama sireni ötmüyordu.
Nasuhsa durmadan soluna
bakıyordu. Çağatay, Nasuh’u birazdan hiçbir şey demeden kalkıp gideceğini
sezmişti. Öyle de oldu. Nasuh koşmaya başladı, kısa bir teredütten sonra
arkasında Çağatay yardırdı. Nasuh çok hızlı koşuyordu. Bu temposuyla istese bir
kızı beden eğitimi bölümünde okuyorum ya da milli atletim diye rahatlıkla
kandırabilirdi. Sollarındaki sokağa saptılar. Nasuh farkı her saniye açıyordu,
araya köy kasaba kurmuştu ve artık gözden kaybolmuştu. Çağatay nefes nefese yürümeye devam etti ve
ancak birkaç dakika sonra Nasuh’u yerde yatan bir kadının başında gördü. Hiç konuşmadılar.
Nasuh ayakkabılarına çıkarttı ve çoraplarını ellerine geçirdi parmak izi
bırakmamak için, aynı şeyi Çağatay da yaptı. Yerde baygın yatan kadını
çırılçıplak soyup her şeyini aldılar. Sonra eve doğru yürümeye başladılar.
Konuşmaları gereken ama
aylardır erteledikleri konuyu sonunda Nasuh açtı. Nuray’a aşık mısın? Çağatay
derin bir nefes alıp, Aşk çok genel bir kavram. Aşk değil hissettiklerim,
kesinlikle aşk değil. Peki sen aşık mısın? Nasuh da ayı ses tonu ile cevap
verdi, Kesinlikle seninle aynı kanıdayım dostum.
-
Soydukları kadının
fiziği Nuray ile tıpa tıptı. Kadının kıyafetlerini, saatini, takılarını,
cüzdanını hatta iç çamaşılarını bile belirli aralıklarla hediye ettiler Nuray’a.
Garipliklerine alışmıştı Nuray bu sanatçı ikilinin, teşekkür etti, hediyeleri
kabul etti ve bol bol merhum konsomatrisin kıyafetlerini giydi.
Birkaç gün sonra Çağatay
avazı çıktığı kadar Mina Loy diye bağırırken Nasuh aynı sertlikte Sophie
Taeuber diye bağırıyordu. Büyük ihtimal
sanatla ilgili bir şeyi tartışıyorlardı. Ben mutfakta yine kaç günlük olduğunu
dahi bilmediğim eski bir gazeteyi kurcalarken Nuray da menemen yapıyordu. Sonra
aniden bana döndü ve seni sevdiğimin farkındasın değil mi?, dedi. Kafamı gazeteden
kaldıramadım. Bir şey söyleyemedim. Sanki bir yerde Arkadaşımın Aşkısın çalıyor
gibiydi. O muhteşem şarkıya hiç yakışmayan o dizeler kafamda yankılanıyordu, ‘Sen
başkasının malısın’
Belki mutlu bile
olabilirdik Nurayla ama arkadaşlarıma bu kötülüğü yapamazdım. Nasuhvari bir
haraketle yerimden kalktım ve basıp gittim ama duruma kendi yorumumu da kattım
ve bir daha geri dönmedim. Birkaç kez telefon ettiler ama çok da aramadılar
beni. Sonra duydum ki Çağatay ile Nuray aile arası bir törenle nişanlanmışlar. Yüzükleri
de Nasuh takmış ve kurdeleyi kestikten sonra makası Nuray’ın karnına saplamış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder