3 Ekim 2014 Cuma

Yol Bitti

Yol Bitti

Sabahın köründe elimi kolumu sallaya sallaya amaçsızca yürürken önümdeki yol bitti. Ne sağımda ne de  solumda gidecek bir yer yoktu.  Önümdeki yoldan ise arabalar vızır vızır geçiyor, trafik ışığı ise yayalar için kırmızıyı gösteriyordu. Düşündüm de ben hep yayaydım ve karşıdan karşıya geçmek için arabaların hep yayalardan daha uzun zamanı oluyordu. Sonra arkamdan tıkır tıkır bir ses geldi, dönüp bakmadım. Tıkırtı bana yaklaştı yaklaştı ve birden biri koluma girip “Karşıdan karşıya geçmeme yardım eder misiniz?” dedi. Dönüp baktım benimle yaşıt adamın teki. Biraz daha baktım, adamın göz bebekleri yoktu. Birbirini hiç görmemiş iki adam  kol kola yüz elli dört saniye yayalar için yeşilin yanmasını bekledik. Yeşil yanınca birkaç saniye daha bekledim ve yürümeye başladık. En sol şeritten bordo bir şahin ise belki yüz kilometre hızla kırmızıda geçti, az daha paramparça olacaktık ama son anda yırttık. Tabi bunu kolumdaki arkadaşıma söylemedim ve yansıtmadım. Az daha ölüyorduk, belki paramparça olacaktık. Organlarımız birbirine karışabilirdi. Korku dilime vurdu.

“Sokak köpekleri kadar fakiriz” diye konuya girdim. “Yüksek apartmanlarla dolu varoş bir sokağın içinde gecekondudan bozma bir evde yaşıyoruz; annem, babam, babamın askerlik arkadaşı Tertip, abim ve ben. Ne oturduğumuz ev, ne de evin arsası bizim. Babam yıllar önce bulmuş burayı ve yerleşmiş, taa abim bile doğmadan önce; ondan sonra bir çivi bile çakmamış. Zaten babam pek hareket etmez, askerlik arkadaşı Tertip “ Babannenizin sütü yokmuş, babanızı kaplumbağa emzirmiş” der. Bana pek komik gelmez ama bu şakaya her defasında çok gülerler, belki beş yüz kez duymuşumdur bunu.

Hiçbirimiz çalışmayız ve yine hiçbirimiz okula gitmedi hatta nüfus cüzdanlarımız bile yok. Sadece evimizde ya da evin bahçesinde oturur muhabbet ederiz. Her şeyden konuşuruz hem de. En müstehcen konulardan tut da, metafizik konulara kadar. Sokaktaki, mahalledeki hatta belki semtteki herkesi tanırız. Bazen bahçede otururken ‘birazdan kim geçecek?’ oynarız. Herkes bir tahminde bulunur ve beşimizden birinin söylediği kişi mutlaka geçer. En çok da annem bilir. Sezgileri çok gelişmiş. Mesela bizim evde hiç yemek pişmez. Fırınımız, ocağımız dahi yok. Sadece küçük siyah beyaz bir televizyonumuz var o kadar. Onu da açmayalı yıllar oldu. Konu komşu, mahalleli yemek getirir bize. Hiç aç kalmayız. O gün ne geldiyse de siler süpürürüz. Buz dolabımız bile yok. Babam bizim evin mahallenin günah çıkartma odası olduğunu söyler. Herkes o kadar günahkarmış ki; bize bir tencere kuru fasulye getirerek günahlarından arınmaya çalışırlarmış. Tertipse, biz olmasak mahalleli her sabah uyandığında cehennemin kokusunu alır ve umutsuzluktan daha büyük günahlar da işlerler. Eski günahların affını sağladığımız gibi yeni günahların işlenmesini de engelliyoruz. Sırf bu yüzden hepimiz cennetliğiz, der ve küçükken rüyasında gördüğü cenneti anlatır bize. Turuncu ağaçlar, fino boyunda filler, şarkı söyleyen papatyalar, falan filan...

Bizim bir diğer sevdiğimiz oyun ise ‘günahı ne?’ dir. Mesela bize emekli bir asker haftada ya da on beş günde bir yemek getirir. Kendi yemek yapmaz, dışarıda bir şeyler getirir. Tek yaşadığı kılığından, yürüyüşünden bellidir. Sonra ne zaman konuşmaya, öğüt vermeye başlasa Tertip onu nazikçe defeder. Sonra yemeğimizi yerken günahı ne?, oynarız.  Babam ve abim karısını öldürdüğünden çok emin, annem ise askerken işlediği büyük bir günah olduğundan, Tertip ve bense cinsi sapık olduğunu düşünüyoruz ve hiçbir büyük günahın gizli kalmayacağına inandığımızdan gerçeklerin ortaya çıkmasını ve hangimizin kazandığının ortaya çıkmasını bekliyoruz. Mesele yıllar önce bir teyze vardı. O her hafta börek getirirdi; ıspanaklı, mercimekli, soğanlı; muhteşem bir aşçıydı. Bir de banyo yapmaya arada ona giderdik. Ev halkı olarak katil dedik, hırsız dedik; oğlu renkli gözlüydü, teyze değildi; çocuğunu kaçırmış, dedik ama annem inatla eski bir fahişe demişti. Sonra teyzeden börekler kesildi, tırlatmış inceden, herkese eski fahişelik günlerini anlatıyormuş. Söyledikleri gerçekse sosyete fahişesiymiş; ne hikayeler, ne hikayeler... Anneler biliyor işte bazı şeyleri.

Bir de  bizim oyunda kimin kazandığının çok önemi yoktur. Arada kızdırırız birbirimizi. Asıl önemli olan beşimizden birinin bilmiş olmasıdır...” dediğim gibi yol bitti. Ne sağımızda ne de  solumuzda gidecek bir yer yoktu.  Trafik iyi akıyordu ve bu kez önümüzde bir trafik lambası da yoktu. Durduğumuz gibi ilk kez konuştu yol arkadaşım.

“Tüm bunlar neden bana anlatıyorsun?”

“Bunları ilk kez birine anlatıyorum.” dedim. “Sana anlattıklarım hep aile sırrımızdır. Hani kendi aramızda sır demeyiz, aile dışından birine asla anlatmayacağız diye yemin de etmedik ama başkalarına söylemeyiz işte böyle şeyleri. Hem nasılsa görme engellisin. Yarın yanından geçsem haberin bile olmaz. Birazdan bundan anlattım sanırım”


Olmayan göz bebekleri ile gözlerimin içine bakarak “Siz şu 310. Sokakta oturan garipler değil misiniz?” dedi. Şaşkınlıktan sustum. Kolumdan çıktı ve bastonunu havaya kaldırıp, trafiği yararak karşıya geçti. Ben de dönüp inceden eve doğru yol aldım.

Hiç yorum yok: