Yol Bitti
Sabahın köründe elimi
kolumu sallaya sallaya amaçsızca yürürken önümdeki yol bitti. Ne sağımda ne de solumda gidecek bir yer yoktu. Önümdeki yoldan ise arabalar vızır vızır geçiyor,
trafik ışığı ise yayalar için kırmızıyı gösteriyordu. Düşündüm de ben hep yayaydım
ve karşıdan karşıya geçmek için arabaların hep yayalardan daha uzun zamanı
oluyordu. Sonra arkamdan tıkır tıkır bir ses geldi, dönüp bakmadım. Tıkırtı
bana yaklaştı yaklaştı ve birden biri koluma girip “Karşıdan karşıya geçmeme
yardım eder misiniz?” dedi. Dönüp baktım benimle yaşıt adamın teki. Biraz daha
baktım, adamın göz bebekleri yoktu. Birbirini hiç görmemiş iki adam kol kola yüz elli dört saniye yayalar için
yeşilin yanmasını bekledik. Yeşil yanınca birkaç saniye daha bekledim ve
yürümeye başladık. En sol şeritten bordo bir şahin ise belki yüz kilometre hızla kırmızıda geçti, az daha
paramparça olacaktık ama son anda yırttık. Tabi bunu kolumdaki arkadaşıma
söylemedim ve yansıtmadım. Az daha ölüyorduk, belki paramparça olacaktık.
Organlarımız birbirine karışabilirdi. Korku dilime vurdu.
“Sokak köpekleri kadar
fakiriz” diye konuya girdim. “Yüksek apartmanlarla dolu varoş bir sokağın
içinde gecekondudan bozma bir evde yaşıyoruz; annem, babam, babamın askerlik
arkadaşı Tertip, abim ve ben. Ne oturduğumuz ev, ne de evin arsası bizim. Babam
yıllar önce bulmuş burayı ve yerleşmiş, taa abim bile doğmadan önce; ondan
sonra bir çivi bile çakmamış. Zaten babam pek hareket etmez, askerlik arkadaşı
Tertip “ Babannenizin sütü yokmuş, babanızı kaplumbağa emzirmiş” der. Bana pek
komik gelmez ama bu şakaya her defasında çok gülerler, belki beş yüz kez
duymuşumdur bunu.
Hiçbirimiz çalışmayız
ve yine hiçbirimiz okula gitmedi hatta nüfus cüzdanlarımız bile yok. Sadece
evimizde ya da evin bahçesinde oturur muhabbet ederiz. Her şeyden konuşuruz hem
de. En müstehcen konulardan tut da, metafizik konulara kadar. Sokaktaki,
mahalledeki hatta belki semtteki herkesi tanırız. Bazen bahçede otururken ‘birazdan
kim geçecek?’ oynarız. Herkes bir tahminde bulunur ve beşimizden birinin
söylediği kişi mutlaka geçer. En çok da annem bilir. Sezgileri çok gelişmiş. Mesela
bizim evde hiç yemek pişmez. Fırınımız, ocağımız dahi yok. Sadece küçük siyah
beyaz bir televizyonumuz var o kadar. Onu da açmayalı yıllar oldu. Konu komşu,
mahalleli yemek getirir bize. Hiç aç kalmayız. O gün ne geldiyse de siler
süpürürüz. Buz dolabımız bile yok. Babam bizim evin mahallenin günah çıkartma odası olduğunu söyler.
Herkes o kadar günahkarmış ki; bize bir tencere kuru fasulye getirerek
günahlarından arınmaya çalışırlarmış. Tertipse, biz olmasak mahalleli her sabah
uyandığında cehennemin kokusunu alır ve umutsuzluktan daha büyük günahlar da
işlerler. Eski günahların affını sağladığımız gibi yeni günahların işlenmesini
de engelliyoruz. Sırf bu yüzden hepimiz cennetliğiz, der ve küçükken rüyasında
gördüğü cenneti anlatır bize. Turuncu ağaçlar, fino boyunda filler, şarkı söyleyen papatyalar, falan
filan...
Bizim bir diğer
sevdiğimiz oyun ise ‘günahı ne?’ dir. Mesela bize emekli bir asker haftada ya
da on beş günde bir yemek getirir. Kendi yemek yapmaz, dışarıda bir şeyler
getirir. Tek yaşadığı kılığından, yürüyüşünden bellidir. Sonra ne zaman
konuşmaya, öğüt vermeye başlasa Tertip onu nazikçe defeder. Sonra yemeğimizi
yerken günahı ne?, oynarız. Babam ve
abim karısını öldürdüğünden çok emin, annem ise askerken işlediği büyük bir
günah olduğundan, Tertip ve bense cinsi sapık olduğunu düşünüyoruz ve hiçbir
büyük günahın gizli kalmayacağına inandığımızdan gerçeklerin ortaya çıkmasını
ve hangimizin kazandığının ortaya çıkmasını bekliyoruz. Mesele yıllar önce bir
teyze vardı. O her hafta börek getirirdi; ıspanaklı, mercimekli, soğanlı;
muhteşem bir aşçıydı. Bir de banyo yapmaya arada ona giderdik. Ev halkı olarak
katil dedik, hırsız dedik; oğlu renkli gözlüydü, teyze değildi; çocuğunu kaçırmış,
dedik ama annem inatla eski bir fahişe demişti. Sonra teyzeden börekler
kesildi, tırlatmış inceden, herkese eski fahişelik günlerini anlatıyormuş.
Söyledikleri gerçekse sosyete fahişesiymiş; ne hikayeler, ne hikayeler...
Anneler biliyor işte bazı şeyleri.
Bir de bizim oyunda kimin kazandığının çok önemi
yoktur. Arada kızdırırız birbirimizi. Asıl önemli olan beşimizden birinin
bilmiş olmasıdır...” dediğim gibi yol bitti. Ne sağımızda ne de solumuzda gidecek bir yer yoktu. Trafik iyi akıyordu ve bu kez önümüzde bir
trafik lambası da yoktu. Durduğumuz gibi ilk kez konuştu yol arkadaşım.
“Tüm bunlar neden bana
anlatıyorsun?”
“Bunları ilk kez birine
anlatıyorum.” dedim. “Sana anlattıklarım hep aile sırrımızdır. Hani kendi
aramızda sır demeyiz, aile dışından birine asla anlatmayacağız diye yemin de
etmedik ama başkalarına söylemeyiz işte böyle şeyleri. Hem nasılsa görme
engellisin. Yarın yanından geçsem haberin bile olmaz. Birazdan bundan anlattım
sanırım”
Olmayan göz bebekleri
ile gözlerimin içine bakarak “Siz şu 310. Sokakta oturan garipler değil
misiniz?” dedi. Şaşkınlıktan sustum. Kolumdan çıktı ve bastonunu havaya
kaldırıp, trafiği yararak karşıya geçti. Ben de dönüp inceden eve doğru yol
aldım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder