19 Ekim 2014 Pazar

Belki Delirmiştim de ama Bu İyi Bir Delirimdi

            Belki Delirmiştim de ama Bu İyi Bir Delirimdi

“Liseye geçene kadar iyi bir öğrenciydim ama lise birle birlikte feci bir sallanmıştım. Yeni okul kabus gibiydi. İki dolmuş yapıyordum, bir dönem geçmişti ve henüz dolmuşta hiç oturamamıştım; üstüne üstülük gidiş geliş yol iki buçuk saatimi alıyordu. Okula gittiğim gibi ise kabus büyüyor; dersler kafama zerre girmiyor; ergenlik, hormonlar canıma okuyordu. Geriye fönlü saçları ile iri bir cüceye benzeyen, soluk yeşil takım elbiseli müdür muavini bana takmıştı; sınıf tekrarı yapan, façacı, çekik gözlü esmer tip de; sinir ilaçları kullanan, kompleksli, babamın üç aylık maaşından daha pahalı cep telefonu kullanan zengin çocuğu da. Mütemadiyen birileri beni aşağılıyordu. İsyan edesim vardı ama isyana takatim yoktu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de aşık olmuştum. Bir kurtuluş umuduyla açıldığım; saatçi bir baba ile konsomatris bir annenin büyük kızı olan Zeynep bana o ana kadar yaşadığım acıların en büyüğünü yaşatmış; hem dalga geçmiş, hem de erkek arkadaşına beni sınıfın ortasında dövdürmüştü. Bir tek apolitik aktivist İsmail Hakkı ile aram iyiydi ama o da eylem eylem dolanmaktan pek okula uğramıyordu.

Telefonun alarmı çalmaya başlayınca içimden, ‘Kabus gibi güne merhaba’, diyerek bir sabah uyandığımda, yüzümü yıkamadan oturduğum kahvaltı masasında; babam Bülent Kayabaş’a, annem ise Nilgün Belgün’e benziyordu. Sesleri eski sesleriydi ama yüzleri değişikti; babamı artık bir tek onda kalan yirmi yıllık demode ekoseli kravatından, annemi ise ozon lekesi olmuş çiğ pembe pijamasından tanıdım. Okula gitmek istemiyorum hastayım, dedim ama inanmadılar. Annem ağzından köpükler çıkara çıkara bağırdı bana, Nilgün Belgün’ü hiç böyle asabi görmediğim için çok şaşırdım. Çaresiz giyinip evden çıktım.

Dolmuş durağına doğru yürürken durum farksızdı. Bülent Kayabaş kılıklı simitçiden bir simit aldım ve Bülent Kayabaşlarla ve Nilgün Belgünlerle dolu dolmuş durağında beklemeye başladım. İçimde tarifsiz bir korku ve kaygı vardı ama zaten dün de bundan pek farklı değildim. Kabustur nasılsa birazdan uyanırım derken okula girdim. Şimdi tam hatırlamıyorum ama önemli bir gündü. Soluk yeşil takım elbisesiyle kısa bir Bülent Kayabaş konuşma yapıyordu. Takım elbisesinden bana takık müdür muavini olduğunu kestirdim. Bir yandan heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatırken bir yandan da beni kesiyordu. Eskisi kadar ürpertici değildi ama bakışları. Bülent Kayabaş sağolsun.

Sıraya girmek istediğim an ise iş daha korkunç bir hal aldı. Hangi sıra bizim sınıfındı kestiremiyordum. 9-E ye gidiyordum, baştan beşinci sıra bizim olmalıydı ama müdür muavini kaç dakikadır konuşuyorsa tüm sıralar karışmıştı. Yanlış sırada durmak da istemezken kırık kolu ile bana gülümseyen birini gördüm. Zaten okulda bana sadece tek kişi gülümserdi, İsmail Hakkı. Ne oldu koluna, dedim ama ne olduğunu kestirebiliyordum, ne eylemi diye sormadan; eşcinseller için yürürken Çevik Kuvvet daldı, dedi. Normalde hemen ne o eşcinsel misin?, diye sormam gerekirdi ama İsmail Hakkı’nın birilerini hakkını araması için mağduriyeti kendisinin yaşaması gerekmezdi.

O gün öyle geçti. Birkaç saat sonra duruma alıştım da. Zaten herkes bana yabancıydı. Eskiden korktuğum tiplerin hangileri olduğunu Bülent Kayabaşlar içerisinden seçemediğim gibi Zeynep’in hangi Nülgün Belgün olduğunu da çıkartamıyordum, stresim otomatik olarak azalmıştı. Eve dönerken kalabalıktan o kadar da rahatsız olmadım. Hem tüm kadınların Nilgün Belgünleşmesi muhteşem bir durumdu, çünkü Nilgün Belgin her yaşında güzeldi.

Eve gittiğimde amcam bize gelmişti, babama zaten çok benzerdi ve annem evde dışarıda giyilen kıyafetleri ile evde oturulmasını nükleer tehdit gibi algıladığından, amcama babamın eşofmalarından birini vermişti. Babamla amcamı ayırt etmem artık imkansızdı. Denemek için sırayla ikisini de baba diye hitap ettim. Hiç ters tepki vermediler. Diğer gün kahvaltıdan kalktığımda ikisi de bana harçlık verdi ve hangisi ne kadar verdi ayırt edemedim. İlk kez bir gün sonra dolmuştayken delirmiş olabileceğim aklıma geldi. Belki delirmiştim de ama bu iyi bir delirimdi.

İnsanları birbirlerinden ayırabilmek için çok dikkatli olmalıydım artık. Hani bir duyusunu kaybedenlerin diğer duyuları gelişirmiş ya; aynen bende de öyle oldu. Herkes müdür muavinim abuk subuk takım elbiseler giymiyordu ki. Yürüyüşlerinden, ses tonlarından, saatlerinden, ayakkabılarından, tokalarından, takılarından; hatta takıntılarından insanları ayırmaya ve sınıflandırmaya başladım. Hatta zamanla herkesle iletişime geçebileceğim bir tavır geliştirdim. Saygılıydım, samimiydim ve temkinliydim. Hiç tanımadığım bir Nilgün Belgün ile de; çok yakın olduğum bir Nilgün Belgün ile de aynı tavırda konuşarak iletişime geçebiliyordum. Zaten erkeklerle iletişim hep daha kolaydır, o zaman fark ettim ki zaten tüm erkekler birbirlerine ‘Abicim’ diyordu.

Okul bitti ve İsmail Hakkı’nın babasının sigorta şirketinde işe girdim. Sigortacılık tam bana göreydi, yeni geliştirdiğim iletişim tarzım sayesinde - saygılı, samimi ve temkinli - güzel iş yapar, az kazanır hale geldim. İsmail Hakkı’nın babasını tanıyınca İsmail Hakkı’nın isyanına hak vermemek elde değildi. İki sene o sigorta ofisinde köle olarak çalışıp işi öğrendim. Bir sabah babam artık evlensen, dedi. Tüm kadınlar benim için aynıydı ve ben de Nilgün Belgünlerden maddi durumu iyi bir aileden gelen biri tanesi ile sevgili oldum ve evlendik. Kayınbabamın da desteği ile kendi sigorta ofisimi açtım ve devamını biliyorsunuz. Çok çalıştım. Gerçekten çok çalıştım.


Sözlerimi burada bitirirken; bugün bu ödülü, Yılın Sigortacısı Ödülünü, almamda yardımcı olan tüm Bülent Kayabaşlara ve Nilgün Belgünlere teşekkürü borç biliyorum; iyi ki varsınız”

Hiç yorum yok: