Alışveriş merkezinin içinde türbe var.
Şaşırıyorum ama o kadar da çok şaşırmıyorum. Sabo hep beni farklı yerlere
götürür. Bu en acayibi ama. İçeri girelim, diyor. Yok, diyorum ama dinlemiyor
bir şekilde beni içeri sokuyor. Sabo bildim bileli böyledir, bana istediğini
yaptırır; tabağımdaki son dolmayı alır yer, kızamam.
İçeri giriyoruz, tabi önce
ayakkabılarımızı çıkartıyoruz. Türbede resmi olan sakallı yaşlı adam içerideki
yatakta yatıyor. Boyu en az iki metre on santim olmalı, kırlaşmış sakalları ise
yarım metre. Başında el örgüsü, kahverengi bir takke var. Ölü gibi yatıyor ama
ölü gibi değil. Yatağının yanında kocaman bir yorgan var. Yorgana basmadan
kenardan geçip Sabo’nun otur dediği yastıkların oraya geçiyorum. Kırmızı, sert,
rahatsız yastıklar. Ortam da çıt çıkmıyor. Sessizliğe ben de uyum sağlıyorum.
Sabo yanıma oturuyor, yüzünde bir
gülümseme var. Türbedeyiz ama ikimizin de aklında dua etmek yok. Sessizliği
yerdeki kocaman yorganın açılması bozuyor. Yorganın altında yedi sekiz tane
çekik gözlü çıkıyor. Japon mudur, Tatar mıdır, Çinli midir hiçbir fikrim yok
ama hepsi de ninja gibi duruyor. Sabo’ya bakıyorum, “ Nasıl ya? Ben bu yorgana
basıp geçmedim mi? Bu adamlar orada nasıl durdu?”. Sabo gülüyor, yüzünde
şaşkınlık yok. Demek ki çekik gözlüleri biliyor. “ Sen yorganın yanından
geçtin, ondan üzerlerine basmadın” diyor. Ninjamsılar yorganın içinden
çıktılar, dikildiler, hepsinin üzerinde beyaz bir entari var. Ayağa
kalktıklarında dikkat ediyorum da hepsi kısa adamların, beni şaşırtmaktan
memnun gibiler.
“ Bu ne ya Sabo?” diyorum, " Kim bu
adamlar?”. Adamların Türkî Cumhuriyetlerden geldiğini, özel bir görevleri
olduğunu söylüyor Sabo. Özel görev ne diye sormuyorum. Ortam öyle acayip ki
bilmek istemiyorum. Bilirim başım ağrır, bilmesem daha iyi diye bir his çöküyor
üstüme. Türkî Ninjalarla müslümanca selamlaşıyoruz; Selamın aleyküm, Aleyküm
selam. Arkalarındaki camda insanların biriktiğini söylüyor biri. İstediklerini
verelim de defolup gitsinler diyor en uzun olan. Ninjalar entarilerini
çıkartıyorlar Ninja kıyafeti giyiyorlar. Perdeyi açıp halkı selamlıyorlar ve karate
filmlerinde gördüğümüz hareketleri yapıyorlar. İnanılmaz çevikler. Birbirlerine
gerçekten de vuruyorlar, birbirlerinin kafasında kiremit kırıyorlar. Sopalar,
tuğlalar havalarda uçuşuyor. Bazen elleri, ayakları kafaları bile kanıyor ama
durmak bilmiyorlar. Vahşet kelimesinin manasını daha önce bilmediğimi fark ediyorum.
Bu gösteri on dakika kadar sürüyor. Şaşkın
şaşkın izliyorum. Saboya bakıyorum onunda yüzünde korkunç bir neşe var. İnsanların
camı arkasında izlediği gösteriyi biz sahne arkasından ve çok daha yakından
izliyoruz. Kaç yıldır tanıdığım Sabo’yu ilk kez böyle sırıtırken görüyorum. En
azından kafa göz kıran Türkî Ninjalar kadar ilgimi çekiyor görüntü. Nasıl bir
yer burası ya? Bunlar ne?
“ Sabo burası neresi? Neden beni buraya
getirdin?” diyorum. “Hadi çıkalım” diyor. Kalkıyoruz, girdiğimiz gibi saygıyla
ve sessizce önce türbe benzeri dükkânı, sonra da alışveriş merkezini terk
ediyoruz. Ben bir yalan uydurup gördüğüm ilk dolmuşa biniyorum ve Sabo’dan
ayrılıyorum. Beni hep Sabo arar buluşurduk, artık Sabo aramıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder