-chuck palahniuk’e-
Mutluluğun
77 sırrının 28.’sini okumuştum ve henüz umduğum kadar mutlu değildim. Kitabı kenara
koydum ve üç parmağımı alnımda ve şakaklarımda gezdirerek üç parmak masajı
yapmaya başladım. Genelde hiçbir doktorun çözemediği ve ‘piskolojik’ diyerek
başarısızlıklarını kamufle ettikleri baş ağrıma bir nebze iyi gelirdi ama bu
sefer hiçbir işe yaramadı. Hemen youtube’dan üç parmak mesajının nasıl
yapılacağını tekrar izledim ve uyguladım. Olmadı. Tekrar izledim, tekrar
denedim; tekrar izledim, tekrar denedim; bir daha, bir daha... Olmuyordu.
Küfrettim. Hem de uzunca bir küfür. Kendi sesimi duydum ve gülmeye başladım.
İyi küfreden insanlar hep daha mutluydu.
Mutluluğun 77 sırrının 35.’sini okurken aklıma
üç parmak masajının yaratıcısına mektup yazmak geldi. Çünkü Mutluluğun 77
sırrının 35.’si mektup yazmaktı. Doktorun kişisel internet sitesinden muayenehanesinin
adresini buldum ve bir mektup yazdım. Önce İngilizce yazmayı denedim ama
İngilizcem yetmedi, İngilizcemi zorladım; bu da beni daha mutsuz etti. En iyisi
Türkçe yazmaktı. Hem belki uğraşır çözerdi ya da tanıdığı bir Türk vardı.
Denemeye değerdi. Sabah postaneye gidip mektubu gönderdim. Mutluluğun 77
sırrının 36.’sının dediği gibi çalışana önce “Günaydın” dedim, sonra da gününü
nasıl geçtiğini sordum. Cevap vermedi
Mutluluğun 77 sırrının 56.’sı yeni insanlarla
tanışmak için tek başına bir gece klubüne gitmekti. Kitaba teslim olmuş
durumdaydım ve teslimiyetin daha önce tatmadığım bir hazzı vardı. Googledan
gece klüplerine baktım ve 'Klapyetmişyedi' diye bir yer gördüm. Bu bir işaret
olmalıydı. En havalı kıyafetlerimi giydim ve uçarak mekâna gittim. Damsız da
girilebiliyordu. Bu tür yerlere damsız girilmez sanırdım. Mutluluğun 77 sırrının
7.'sinden öğrendiğim gibi kendimden emin ve sıcak bir gülümseme takındım. İçeri
girer girmez benim gibi gülümseyen kırmızı deri ceketli çelimsiz bir adam
"Dostum! Neredesin sen ya? Kaç zamandır boşladın buraları" dedi.
Buraya ilk kez geliyordum ve adım kadar emindim ki bu adamı ilk kez görüyordum
ama biriyle karıştırılmış olmak tanışmanın yükünü almıştı omuzlarımdan. Bana
daha önce hiçbir erkekle sarılmadığım kadar samimice sarıldı. Adamla havadan
sudan konuştuk durduk. Anladığım kadarı ile mekânın sahibiydi. Samimiyetinin
altında yatan sebep bu mu diye düşünmedim değil ama öyle sıcak konuşuyorduk ki;
telefonunu alırsam rehbere 'kenke' diye kaydedecek durumdaydım.
Mekan ilginçti. Çok klüp gezmesem de buranın
apayrı olduğunu sezmiştim. Solda, bizim durduğumuz tarafta, bar vardı ve herkes
uzun 500ml’lik plastik bardaklarda bira içiyordu. Bardakların üzerinde şekilli
bir şekilde ‘klapyetmişyedi’ yazıyordu. “Biradan başka içki yok mu?”, diye
sorduğumda, “ Biradan başka içki mi var? “ diye bir şaka yaptı ve plastik
bardaklarımızı tokuşturup sanki gülmeyi keşfeden ilk insanlarmışızcasına
gülmeye başladık.
Durmadan gülüyordum; neye, neden güldüğümü
analiz edecek durumda da değildim. Mutluluk biraz da kurcalamamaya bakıyordu.
Kaç bardak bira içtiğimi bilmiyordum ama
limitimi aştığımı hissedebiliyordum. Barın ortasındaki müzik kutusu o zaman
dikkatimi çekti. Asıl kalabalık orada toplamıştı. İnsanlar karışık da olsa sıra
bekliyor gibiydiler. O an dikkat ettim de mekanda ses kalitesi müthişti. Sanki gece evde kulaklığımdan müzik dinliyor
gibiydim. Potansiyel kenkem bana baktı ve “Buranın olayı bu” dedi. “Yoksa kim
plastik bardakta bira içmek ister ki?
Bak buraya. Şu gördüğün müzik kutusundan sadece
burada, benim barımda var. Ben icat ettim. Sadece bir lira atarak listedeki on
bin şarkıdan istediğini dinleyebilirsin. İki lira atarak da o an çalan şarkıyı
durdurup, istediğin şarkıyı çalabilirsin, dört lira atarak da değişen şarkıyı
değiştirebilirsin. İkiye katlayarak gidebildiği kadar gider bu. Şarkı bitene
kadar kimse para atmazsa yeni şarkı yine bir lira.”
Bu gece tüm gecelerden farklıydı. İyi de neden böyle
bir şey yaptığını düşünüp bulamadım. Gülümseme yüzüme yapışmıştı ve kendimi her
geçen saniye daha aptal hissediyordum.
“Neden?” dedim.
“Kargaşayı seviyorum; çatışmayı, çarpışmayı...
İnsanlar bir şarkıya olması gerektiğinden daha fazla önem veriyorlar. Kiminin
sevgilisi ile dans ettiği şarkı, bir başkasının terk edilirken dinlediği şarkı.
Bazı şarkı sağcıların, bazıları solcuların... Metalciler var asla arabesk
dinletemezsin, arabeskçiler var asla elektrikli gitara tahammül edemez. Ankara
oyun havası çalarsa muhakkak ortam karışır...
Ben genelde bir kız uğruna ya da güç uğruna
insanların kavga etmelerini seviyorum. Birbirileri iterek tartmalarını, ilk
yumruğu atanın gözünün dönmüşlüğünü, gemileri yakmışlığını; ilk yumruğu yiyenin
anlık şaşkınlığını seviyorum. Kavganın kaçınılmaz olduğu anlarda daha önce hiç
kavga etmemiş birinin ilk yumruğunu çıkartışını izlemeyi seviyorum. Baygın
taklidi yapanların elleri ile yüzünü kapatırken parmaklarının arasından etrafı
izlemesini seviyorum. Sadece kavga edenleri değil, kavga edenlerin
arkadaşlarının hallerini, ayırmaya çalışmaları, ‘Bırakın lan beni!’ diyenlerin
bırakılmaktan korkmalarını seviyorum. Bir nevi Fight Club burası. Benim Fight
Club’ım.”
Dinlerken kahkaha atıyordum, kahkaha atmadığım
zamanlarda da yüzümde Melih Gökçek gülümsemesi ile duruyordum. Kendime
dışarıdan bakabilsem tiksinirdim.
Sanki beni ilgilendiriyormuş gibi, “İyi de kavga
çıkına barın mahvolur” dedim.
“Her şeyin bir bedeli var. Kimse kimseyi öldürmesin
diye ortalıkta hiç cam yok. Bardakların neden plastik olduğunu anladın mı
şimdi? Masa ve sandalyeler kırılır bazen ki; o kadar güçlü bir nesil yok
karşımda. Çoğunun yumruğu fos, kimse kafa atmasını bilmiyor. Kavganın ruhu
başkadır. Döven çoğunlukla masrafları karşılar. İşin raconu böyledir. Şu
kasanın altındaki eski kasetçalarlara benzeyen aleti görüyor musun? Adını
duymuşsundur ‘jammer” Tam yirmi beş bin euro ateşledim bu alete. Başbakan falan
yoldan geçerken telefonlar çekmez ya. Bu da o işe yarıyor. Ortalık karıştı mı
şu sarı tuşa dokunuyorum ve kimsenin telefonu çekmiyor. Ne kimse dayısını
çağırabiliyor ne polisi. Burada başlayan kavga burada bitiyor. Zaten kimsenin
kimseyi fazla haşat etmesine de izin vermiyoruz. Kapıdaki iki güvenlik ve ben
hemen araya giriyoruz. Arada yumruk yiyor muyuz diye sorarsan; yiyoruz.”
Samimiyetsiz gülümsemem ve bir erkeğe yakışmayan şuh
kahkahalarımda dinleyip durdum. Sonra da kağıt 20lira verdim ve bozup bozamayacağını
sordum,
“Bizde her zaman bozuk para bulunur” dedi ve bozdu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder