20 Haziran 2013 Perşembe

Müzik Kutusu

                                                                                                                      -chuck palahniuk’e-

Mutluluğun 77 sırrının 28.’sini okumuştum ve henüz umduğum kadar mutlu değildim. Kitabı kenara koydum ve üç parmağımı alnımda ve şakaklarımda gezdirerek üç parmak masajı yapmaya başladım. Genelde hiçbir doktorun çözemediği ve ‘piskolojik’ diyerek başarısızlıklarını kamufle ettikleri baş ağrıma bir nebze iyi gelirdi ama bu sefer hiçbir işe yaramadı. Hemen youtube’dan üç parmak mesajının nasıl yapılacağını tekrar izledim ve uyguladım. Olmadı. Tekrar izledim, tekrar denedim; tekrar izledim, tekrar denedim; bir daha, bir daha... Olmuyordu. Küfrettim. Hem de uzunca bir küfür. Kendi sesimi duydum ve gülmeye başladım. İyi küfreden insanlar hep daha mutluydu.

Mutluluğun 77 sırrının 35.’sini okurken aklıma üç parmak masajının yaratıcısına mektup yazmak geldi. Çünkü Mutluluğun 77 sırrının 35.’si mektup yazmaktı. Doktorun kişisel internet sitesinden muayenehanesinin adresini buldum ve bir mektup yazdım. Önce İngilizce yazmayı denedim ama İngilizcem yetmedi, İngilizcemi zorladım; bu da beni daha mutsuz etti. En iyisi Türkçe yazmaktı. Hem belki uğraşır çözerdi ya da tanıdığı bir Türk vardı. Denemeye değerdi. Sabah postaneye gidip mektubu gönderdim. Mutluluğun 77 sırrının 36.’sının dediği gibi çalışana önce “Günaydın” dedim, sonra da gününü nasıl geçtiğini sordum. Cevap vermedi

Mutluluğun 77 sırrının 56.’sı yeni insanlarla tanışmak için tek başına bir gece klubüne gitmekti. Kitaba teslim olmuş durumdaydım ve teslimiyetin daha önce tatmadığım bir hazzı vardı. Googledan gece klüplerine baktım ve 'Klapyetmişyedi' diye bir yer gördüm. Bu bir işaret olmalıydı. En havalı kıyafetlerimi giydim ve uçarak mekâna gittim. Damsız da girilebiliyordu. Bu tür yerlere damsız girilmez sanırdım. Mutluluğun 77 sırrının 7.'sinden öğrendiğim gibi kendimden emin ve sıcak bir gülümseme takındım. İçeri girer girmez benim gibi gülümseyen kırmızı deri ceketli çelimsiz bir adam "Dostum! Neredesin sen ya? Kaç zamandır boşladın buraları" dedi. Buraya ilk kez geliyordum ve adım kadar emindim ki bu adamı ilk kez görüyordum ama biriyle karıştırılmış olmak tanışmanın yükünü almıştı omuzlarımdan. Bana daha önce hiçbir erkekle sarılmadığım kadar samimice sarıldı. Adamla havadan sudan konuştuk durduk. Anladığım kadarı ile mekânın sahibiydi. Samimiyetinin altında yatan sebep bu mu diye düşünmedim değil ama öyle sıcak konuşuyorduk ki; telefonunu alırsam rehbere 'kenke' diye kaydedecek durumdaydım.

Mekan ilginçti. Çok klüp gezmesem de buranın apayrı olduğunu sezmiştim. Solda, bizim durduğumuz tarafta, bar vardı ve herkes uzun 500ml’lik plastik bardaklarda bira içiyordu. Bardakların üzerinde şekilli bir şekilde ‘klapyetmişyedi’ yazıyordu. “Biradan başka içki yok mu?”, diye sorduğumda, “ Biradan başka içki mi var? “ diye bir şaka yaptı ve plastik bardaklarımızı tokuşturup sanki gülmeyi keşfeden ilk insanlarmışızcasına gülmeye başladık.

Durmadan gülüyordum; neye, neden güldüğümü analiz edecek durumda da değildim. Mutluluk biraz da kurcalamamaya bakıyordu.

Kaç bardak bira içtiğimi bilmiyordum ama limitimi aştığımı hissedebiliyordum. Barın ortasındaki müzik kutusu o zaman dikkatimi çekti. Asıl kalabalık orada toplamıştı. İnsanlar karışık da olsa sıra bekliyor gibiydiler. O an dikkat ettim de mekanda ses kalitesi müthişti.  Sanki gece evde kulaklığımdan müzik dinliyor gibiydim. Potansiyel kenkem bana baktı ve “Buranın olayı bu” dedi. “Yoksa kim plastik bardakta bira içmek ister ki?

Bak buraya. Şu gördüğün müzik kutusundan sadece burada, benim barımda var. Ben icat ettim. Sadece bir lira atarak listedeki on bin şarkıdan istediğini dinleyebilirsin. İki lira atarak da o an çalan şarkıyı durdurup, istediğin şarkıyı çalabilirsin, dört lira atarak da değişen şarkıyı değiştirebilirsin. İkiye katlayarak gidebildiği kadar gider bu. Şarkı bitene kadar kimse para atmazsa yeni şarkı yine bir lira.”

Bu gece tüm gecelerden farklıydı. İyi de neden böyle bir şey yaptığını düşünüp bulamadım. Gülümseme yüzüme yapışmıştı ve kendimi her geçen saniye daha aptal hissediyordum.

“Neden?” dedim.

“Kargaşayı seviyorum; çatışmayı, çarpışmayı... İnsanlar bir şarkıya olması gerektiğinden daha fazla önem veriyorlar. Kiminin sevgilisi ile dans ettiği şarkı, bir başkasının terk edilirken dinlediği şarkı. Bazı şarkı sağcıların, bazıları solcuların... Metalciler var asla arabesk dinletemezsin, arabeskçiler var asla elektrikli gitara tahammül edemez. Ankara oyun havası çalarsa muhakkak ortam karışır...

Ben genelde bir kız uğruna ya da güç uğruna insanların kavga etmelerini seviyorum. Birbirileri iterek tartmalarını, ilk yumruğu atanın gözünün dönmüşlüğünü, gemileri yakmışlığını; ilk yumruğu yiyenin anlık şaşkınlığını seviyorum. Kavganın kaçınılmaz olduğu anlarda daha önce hiç kavga etmemiş birinin ilk yumruğunu çıkartışını izlemeyi seviyorum. Baygın taklidi yapanların elleri ile yüzünü kapatırken parmaklarının arasından etrafı izlemesini seviyorum. Sadece kavga edenleri değil, kavga edenlerin arkadaşlarının hallerini, ayırmaya çalışmaları, ‘Bırakın lan beni!’ diyenlerin bırakılmaktan korkmalarını seviyorum. Bir nevi Fight Club burası. Benim Fight Club’ım.”

Dinlerken kahkaha atıyordum, kahkaha atmadığım zamanlarda da yüzümde Melih Gökçek gülümsemesi ile duruyordum. Kendime dışarıdan bakabilsem tiksinirdim.

Sanki beni ilgilendiriyormuş gibi, “İyi de kavga çıkına barın mahvolur” dedim.

“Her şeyin bir bedeli var. Kimse kimseyi öldürmesin diye ortalıkta hiç cam yok. Bardakların neden plastik olduğunu anladın mı şimdi? Masa ve sandalyeler kırılır bazen ki; o kadar güçlü bir nesil yok karşımda. Çoğunun yumruğu fos, kimse kafa atmasını bilmiyor. Kavganın ruhu başkadır. Döven çoğunlukla masrafları karşılar. İşin raconu böyledir. Şu kasanın altındaki eski kasetçalarlara benzeyen aleti görüyor musun? Adını duymuşsundur ‘jammer” Tam yirmi beş bin euro ateşledim bu alete. Başbakan falan yoldan geçerken telefonlar çekmez ya. Bu da o işe yarıyor. Ortalık karıştı mı şu sarı tuşa dokunuyorum ve kimsenin telefonu çekmiyor. Ne kimse dayısını çağırabiliyor ne polisi. Burada başlayan kavga burada bitiyor. Zaten kimsenin kimseyi fazla haşat etmesine de izin vermiyoruz. Kapıdaki iki güvenlik ve ben hemen araya giriyoruz. Arada yumruk yiyor muyuz diye sorarsan; yiyoruz.”

Samimiyetsiz gülümsemem ve bir erkeğe yakışmayan şuh kahkahalarımda dinleyip durdum. Sonra da kağıt 20lira verdim ve bozup bozamayacağını sordum,

“Bizde her zaman bozuk para bulunur” dedi ve bozdu.

 

Müzik kutusunda Teoman’dan Rüzgar Gülü çalıyordu. Şarkıyla aramda musibet olmamasına rağmen iki lirayı müzik kutusuna atıp Nick Cave ve Shane MacGowan’dan What A Wonderful World’ü açtım. Ortam buz kesti, müthiş bir histi. Rüzgar Gülü’nü kim seçtiyse sesi çıkmadı.

 

On beş dakika sonra ise Marilyn Manson’dan Sweet Dreams çalarken şarkıyı yine böldüm ve yine Nick Cave’den Henry Lee’yi çaldım. Bu sefer karşımda uzun saçlı deri ceketli benim boylarımda bir adam vardı. En fazla yirmi beş yaşındaydı. Gözüme kestirdim, o da beni gözüne kestirdi; şarkıyı bir o değiştirdi, bir ben; bir o, bir ben. Bozuğum kalmadı, koşup bardan bozdurdum ve 32 lirayı attım. Belli ki adamın 64 lirası yoktu. O da sol gözüme bir yumruk attı.

 

Ondan sonrası tam bir kargaşaydı. Birkaç yumruk çıkarttım gibi anımsıyorum ya da beynim beni avutuyor. Beynim beni daha önce hiç avutmamıştı, bu bir ilk.

 

Yeni kenkem gözüme pansuman yaparken gülümsüyordu. Benim de yüzümde anlamsız bir gülümseme vardı. “Buraya ilk gelişim olduğunu biliyorsun değil mi?” dedim. “Elbette”, dedi “Gerginliğini almak için tanıyor gibi yaptım.”

 

Eve gider gitmez tüm kişisel gelişim kitaplarımı çöpe attım, Kıvırcık saçlı yaşlı bir kadın, çöpçü gelmeden onları toplamaya başladı; kendimi bırakıp onun için on beş saniye kadar üzüldüm. Eve geçip bir kahve içip, internette gezerken gazetenin birinde bir haber gördüm. “Üç parmak masajının mucidi intihar etti. Polis aldığı tehdit mektuplarını inceliyor”

Hiç yorum yok: