1.
On dört yaşında, yeşilin üç tonunu
kanatlarında bulunduran, gri gagalı çirkin sayılabilecek bir papağanım; adım
Sevinç ve ben kimse ile tanıştığıma memnun olmam. Sevmem insanları, bana hep
aptal ve acınası gelirler. Bana ev sahipliği yaparak, önüme çekirdek koyarak;
hem günahlarından arınmayı, hem de mutlu olmayı umarlar. Bu kadar sorumluluk
bir papağan için çok fazladır.
Müzeyyen ve Şadi çifti beni kızları
Nur'u evlatlıktan reddettikleri hafta aldılar. Müzeyyen Teyze'nin sabahın
köründe, elinde şarap şişesi ile fotoğraf albümünden kızının fotoğraflarını
çıkarttığında, ben camın kenarında çekirdek çitliyor ve bir sorti ile şaraptan
bir yudum almanın hayalini kuruyordum. Sonra Şadi Amca, Müzeyyen Teyze'nin
yanına oturdu ve "Anılar silmemiz daha uzun zaman alacak ama sileceğiz
Müzeyyen" dedi ve şarabı fondipledi. İşte o an kalbim cız etti. Çünkü evde
başka şarap yoktu.
Her ne kadar dışarıdan
bakıldığından iyi insanlarmış gibi gözüken ev sahiplerim -ki muhtemelen
cehennemde yanacaklardır- hayatlarının geri kalanını bana adadılar. Mesela
kızlarının odasının tamamını bana kafes yaptılar. Salak saçma oyuncaklar
aldılar. En pahalısından kuş yemleriyle, susamlı krikkraklarla hatta cevizle,
fındıkla beslediler. Tüm ilgilerini bana gösterdiler. Çok sıkıldım, çok
bunaldım ama kaçacak yerim yoktu. Erzurum'da papağan olmak, ayda astronot
olmaya benzer; mekikten çıktığın an kıçına pamuğu sokarlar.
Şatafatlı hapishanemde yıllar
geçirdim. Hatta manyakların gönlü olsun diye "Şadi" demeyi bile
öğrendim. Aşk ve cinsellik dışında büyük problemlerim olmadı.
Ve Müzeyyen Teyze öldü. Kalp
yetmezliğinden. Zaten kalbi ne Şadi'ye, ne kızına, ne de bana yetmişti.
Şadi Amca ile baş başa kaldık. Adam
bu sefer üzerinden haçlı ordusu geçmiş gibi olmuştu. Yemiyor, içmiyor - ki zerre
umurumda değil - yedirmiyor, içirmiyordu. Lale devrim, kraliçenin ölümü ile
bitmişti.
Sonra bir sabah...
2.
Ben dört
yaşında beyaz tüylü, pembe patili, cins olmayan ama gayet cins bir dişi kediyim.
Adım Kasap, insanlar bana Linda diyor. “Linda! Gel pisi pisi” falan dedikleri
zaman bana dediklerini biliyorum ama dönüp bakmıyorum bile. Mevlüt ve Ferhan
denilen iki adamla beraber, hemen hemen doğduğumdan beri, kaç katlı olduğunu
bilmediğim bir apartmanın 6. katındaki bir dairesinde nefes alıp veriyorum.
Yaşıyorum demiyorum, yaşamak daha farklı bir şey olsa gerek. Nasıl insanlar
bebekliğini anımsamaz, ben de anımsamıyorum ve bu eve nasıl geldiğimi
bilmiyorum. Henüz ayağım toprağa basmadı ve kendimden başka bir kedi görmedim.
Hatta kendimden başka gördüğüm tek hayvan mutfakta çıkan hamamböcekleri, o
kadar. Onları öldürmek için delirsem de kendimi tutuyorum ve dokunmuyorum.
Maksat Mevlüt ve Ferhan'a cinslik olsun. Velinimetim, ev sahibim hatta onlara
göre sahibim olsalar da bu iki tipi de hiç sevmiyorum.
Kısa, kıvırcık saçlı olanın adı Mevlüt. Diğerine göre çok daha dışa dönük bir
karakter. Bazen sabahlara kadar çok neşeli telefon görüşmeleri yapıyor. Yemimi
de o veriyor. Arada sırada unutuyor ama ben hatırlatmasını biliyorum. Çok güzel
kıyafetleri var. Takım elbise yakışıyor, gününün önemli bir kısmını kişisel
bakımına harcıyor. Evde birileri varsa namazını aksatmıyor.
Uzun, kıvırcık saçlı olanın adı ise Ferhan. Birçok yönden Mevlüt’ün tersi. Tamamen
içine kapalı bir karakter. Benimle bile konuşmuyor. Sanki konuşsa dinlerim,
hah! Kumumu o temizliyor ve hiç aksatmıyor. Sırf pislik olsun diye dışarıya
pislediğim zamanlarda beni gazete ile dövüyor o kadar. İki tane takım elbisesi
var, solmuş kahverengi ve silik yeşil; birkaç tane de gömlek o kadar. Giydiği
hiçbir şey zerre yakışmıyor. Mevlüt hariç herkese ‘siz’ diye hitap ediyor.
Odasında takkeli, sert çehreli adamın siyah beyaz bir resmi var. Babası
sanırım.
Erzurum'da bir devlet dairesinde çalışıyor bu ikisi ve ikisi de rüzgar gibi terfi alıyor. Evimize arada sırada birçok adam geliyor ve bana "Müezza"diyen genç bir çocuktan din dersleri alıyorlar. Onlar geldiği zaman beni Ferhan’ın yatak odasına kilitliyorlar ve ben de elimden geldiğince odanın canına okuyorum. Bir keresinde biriktirdiği mavi kapakları dağıttım ve babasının resminin olduğu çerçeveyi kırdım. O da bana bir tekme atıp kaburgamı kırdı. Kötü bir şakayla; sekiz canım kaldı.
Nüfuz cüzdanım ya da en azından bir aşı karnem olsaydı inanç kısmına kesin satanist yazdırırdım. Tüm dinleri tanıma şansım olmasa da müslüman olmadığımı biliyorum. Mevlüt, Ferhan ve arkadaşlarının hepsi yani tanıdığım tüm insanlar müslüman. Bu kadar kanıt kafi bence.
Erzurum'da bir devlet dairesinde çalışıyor bu ikisi ve ikisi de rüzgar gibi terfi alıyor. Evimize arada sırada birçok adam geliyor ve bana "Müezza"diyen genç bir çocuktan din dersleri alıyorlar. Onlar geldiği zaman beni Ferhan’ın yatak odasına kilitliyorlar ve ben de elimden geldiğince odanın canına okuyorum. Bir keresinde biriktirdiği mavi kapakları dağıttım ve babasının resminin olduğu çerçeveyi kırdım. O da bana bir tekme atıp kaburgamı kırdı. Kötü bir şakayla; sekiz canım kaldı.
Nüfuz cüzdanım ya da en azından bir aşı karnem olsaydı inanç kısmına kesin satanist yazdırırdım. Tüm dinleri tanıma şansım olmasa da müslüman olmadığımı biliyorum. Mevlüt, Ferhan ve arkadaşlarının hepsi yani tanıdığım tüm insanlar müslüman. Bu kadar kanıt kafi bence.
Satanistliğim
eski değil, tekme yediğim gün düşünmeye başladım bazı şeyleri ve yediğim tekmenin kırdığı
kemiğim tam iyileştiği gün karar verdim satanist olmaya. Ferhan ile Mevlüt’ün
misafirleri geldiği zaman izlettiği bir filmde duymuştum şeytana tapanlar
olduğunu ve bakire kurban verdikleri.
Madem şeytana tapıyordum ve bakireydim; yapmam gereken basitti, intihar
edecektim. Nefes alıp verişlerimin kesilme ihtimali bir an bile korkutmadı
beni.
2,5
Gönül
isterdi ki; 13. Cuma olsaydı. Saat gece yarısını geçmek üzere olsaydı. Yere bir
pentagram çizseydim. Pentagramın her köşesine birer mum yakabilseydim. Arkada
Marliyn Manson'dan, (s)Aint çalsaydı. Sihirli kelimeleri söyleseydim. Sonra da bir
bıçak ile kendimi Şeytan’a kurban edebilseydim.
Onun
yerine bir ramazan gecesiydi. Ev çok havasız olduğu için Mevlüt ceyran yapsın
diye tüm camları açmıştı. Ferhan da sahurluk yumurta haşlıyordu. Televizyonda
Samanyolu Tv açıktı. Münib Engin Noyan ağır ağır orucun insanları nasıl
sakinleştirdiğini, dinginleştirdiğini anlatıyordu. Koridordan salona doğru
hızla koştum; kanepeye, masaya hızla bastım ve tüm gücümle kendimi açık camdan
aşağı fırlattım. Yere çakılırken “Maaaauuuvvvv”(1) diye bağırdım. Aklımda ise
tek bir şey vardı. Ölüm bir yanılsamadır.
3.
Yaşıyordum.
Ve üşüyordum. Her zerrem ıslaktı ve dört bir yanım yumuşak beyaz bir soğukluk
kaplamıştı. Karla tanışmış ve tanışır tanışmaz nefret etmiştim. Bir metrelik
kardan kurtulup hurda bir WV minibüsün
altına sığınmam yarım saatimi aldı. Ölecekmişim gibi titriyor ve üşüyordum.
En çok Ferhan’ın kırdığı kaburgam acıyordu ama şu an Ferhan’ın beni kurtarması
için neler yapmazdım. Yanlış anlaşılma olmasın, durumun bir dua değil, temenni
içeriyordu. O kadar!
Minibüsün
altında şoku atlattıktan sonra koşmaya başladım. Kontrolsüzce, bilinçsizce,
delice; ölüce, ölümüne, ölesiye koşuyordum.
4.
Yine bir
evde uyandım. Ölemiyordum. Kendimi Şeytan’a kurban edemediğim için mutsuz olsam
da; içimden çok cılız bir ses belli belirsiz bir şekilde ölemememi kutluyordu.
Önümde tavuk kemikleri vardı, bir de kemikleri koyan benden daha kötü görünüşlü
bir adam. Şadi. Saçları kirpi gibiydi. Daha önce hiç duymadığım berbat bir
kokusu vardı. Seyrek beyaz sakallarının arasından kırmızı yanakları parlıyordu.
Evin her yanı boş şarap şişesiydi.
Az da
olsa yaşadığım, gözlemlediğim sokak tecrübeme göre; bu evin sokaktan tek farkı
sıcak olmasıydı. Bir evin bu kadar dağınık olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Camdan baktım. 6. kattan atlayıp ölemediğime göre buradan atlasam hiçbir şey
olmazdı. Ev öyle havasızdı ki; camı açmasını aylarca bekleyebilirdim. Huzursuz
huzursuz etrafı izledim. Bardağın dolu tarafı. Şadi beni kucağına alıp
okşamıyordu.
Salona
açılan iki kapıdan, solda olanından garip bir koku ve “Şadi! Şadi!” diye sesler geliyordu. Karısı ya da çocuğudur diye düşündüm ve içeride ne varsa, onun için
üzüldüm. Burası cehennemim beşinci katmanı gibiydi. Kaloriferin altına geçtim
ve kıvrılıp uyudum.
Birkaç saat sonra Şadi’nin
bana yaklaştığını hissettim ama uyur gibi yapmaya devam ettim. Sonra beni
ensemden tuttuğu gibi o seslerin geldiği odaya attı. Oda bomboştu; sadece Şadi,
ben ve “Şadi! Şadi!” diye bağıran yeşil çirkin bir kuş vardı. Ben hemen köşeye
sindim. Şadi taburesi ile diğer köşeye geçti. Elinde şarap şişesi yüzünde
tanımlayamadığım donuk bir ifade vardı. Salak kuş benden korkmuş, kendini cama
vuruyordu. İçimden bir ses ise, kulak zarımı yırtarcasına “Öldür!” diye
bağırıyordu. Salak kuş konacak yeri kalmadığı için birkaç dakika sonra yorgunluktan yere
kondu. Yavaş yavaş sürünmeye başladım. Daha önce hiç böyle davranmamıştım ama
sanki doğduğum günden beri bunu yapıyor gibiydim. Kuş, Şadi’ye; Şadi de bana
bakarken arka ayaklarımdan gücü aldığım gibi atladım ve kuşu yakaladım. HAM.
Artık
kuşun odasında ben kalıyorum; Şeytan’a her gün daha çok inanıyorum.
not:(1) Maaaauuuvvvv: Annnnneeeee
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder